Gül İle Fikri
Şebnem İşigüzel
Hemşire biraz önce rutin işlemleri; ateşini ve nabzını ölçmek, bir morfin
iğnesi daha yapmak üzere odaya girdiğinde fark etmişti kadının öldüğünü.
Karısının başucunda bekleyen Fikri Çalışkan'a, "Başınız sağolsun," demişti.
"Karınız ölmüş."
Ateşi 36.5 dermiş gibi, bu morfin iğnesi onu sabaha kadar idare eder dermiş
gibi, her zamanki gibi sakince, hiçbir şey olmamış gibi söylemişti bunu.
Fikri Bey bu yüzden anlayamamıştı hemşireyi. Ölümün ne demek olduğunu
unutması bu yüzdendi. Yine bu yüzden sormuştu:
"Ne dediniz?"
Genç, belki de mesleğinin ilk yılındaki hemşire bu defa başını öne eğerek
tekrarlamıştı:
"Karınız ölmüş, efendim."
Hemşire bunu tekrar eder etmez, Fikri Bey yassı büyük altın sarısı rakamları
kolayca seçilen kol saatine bakmıştı. Saat kaçtı, biricik karısı Gül saat
kaçta ölmüştü? Saat kaçta ruhu bu dünyadan ayrılmıştı? Gül saat kaçtan
itibaren artık olmayacaktı? Saat tam 03.00'tü. Gece 03.00'tü. Güzel bir yaz
gecesi, saat 03.00'tü. Başlarının üzerindeki pervane dönüp duruyordu. Oda
ışıksızdı. Gül, son günlerde ışıktan çok rahatsız olmaya başlamıştı. Fikri
Bey yatağın başucunda, ayakta dikiliyordu. Başı öne eğikti. Hemşire,
nedendir bilinmez, yatağın çarşaflarını düzeltti. Ölünün yüzünü kapatmak
istedi. Ama önce sordu:
"Yüzünü örteyim mi?"
Başını salladı Fikri Bey, hayır anlamında:
"Biraz seyretmek istiyorum karımı."
Sonra boğuk boğuk ağlayarak yanaştı, ölü karısının başucuna. Hemşire
gereksiz açıklamalarına devam etti:
"Ben doktoru çağıracağım. Ölüm raporunu o tutacak. Karınız bu gece burada
kalabilir. Sabaha az kaldı zaten. Morga sokmamıza gerek olmayabilir."
Fikri Bey hemşireyi duymuyordu. Oda çok sessizdi. Bu yüzden hemşirenin
yürürken birbirine sürten bacak, kumaş ve çoraplarının çıkardığı hışırtıya
benzer ses duyuldu. Bu çok derinden duyuldu. Sonra genç hemşire kapıdan
çıkarken başka bir hemşire arkadaşıyla karşılaştı.
Arkadaşı, "Sen bu gece nöbetçi misin?" diye sordu
Kapının önünde konuştular. Bu da duyuldu.
Ama Fikri Bey hiçbir şey duymuyordu. "Acaba Gül tam ne zaman ölmüştü?"
İki saat önce hemşire morfin iğnesi yapmak için gelmişti. Gül o zaman
yaşıyordu. İğneden bir saat sonra gözlerini aralamış, derin derin nefes
almıştı. Fikri Bey o zaman pencereden karanlık bahçeye bakıyordu. Esenköy
kasabasının küçük hastanesinin bahçesine. Tek katlıydı hastane. Odanın
pencereleri gül hatmilerin, kadife çiçeklerinin, hanımellerinin içine
açılıyordu. Fikri Bey karanlıkta usul usul sallanan çiçekleri izliyordu.
Sonra birilerini dinliyordu. Yeni doğum yapan bir kadının yakınlarını.
Bahçenin bir köşesinde sigara içiyorlardı. Sigara içiyor ve konuşuyorlardı.
Neşeli neşeli, heyecanlı, çok heyecanlı. Ateş böceği gibiydi sigaralarının
ateşi. İşte o sesler arasından duymuştu, karısının derin derin nefes
aldığını. Koşmuştu hemen.
"Gül," demişti, "iyi misin?"
Gül cevap veremeyecek kadar hastaydı. Pankreas kanseriydi. Bu beş ay önce
ortaya çıkmıştı ve şimdi ölüm döşeğindeydi. Ama Fikri Bey karısının ölüm
döşeğinde olduğunu düşünmüyordu. Baharın başında şu yoldan yürüyerek
gidiyorlardı. Yan yana. Gül, Fikri Bey'in koluna girmişti. Mavi triko
takımlarını giymişti. Yeni almıştı o takımını. Pankreasında uyuyan kanserini
öğrendiğinde de, doktor doktor dolaştıklarında da üzerindeydi o triko takım.
Bahar havası, kahverengi yün bir şal vardı omuzlarında. Türkan Şoray gibiydi
Gül. Şimdiyse hiçbir soruya cevap veremeyecek kadar ağır hastaydı. Saçları
tedavide dökülmüştü. Yeşil bir örtü sarılmıştı başına. Annesi sarmıştı bunu.
Çok, çok zayıflamıştı. Ama yine de Türkan Şoray'a benziyordu. Fikri Bey
karısının iyileşeceğinden emindi. Ama şimdi hemşire onun öldüğünü
söylemişti.
İki saat önce, "İyi misin?" sorusuna cevap veremeyecek kadar ağrılı sızılı
uyuyan Gül sadece, "Anılarım," demişti.
Fikri Bey morfin iğnelerinin ağrısını güç bela dindirdiği karısının neler
düşündüğünü merak etti. "Anılarım," diye sayıkladığına göre, geçmiş güzel
günleri düşünüyor olmalıydı.
Aralarındaki hep aşktı. "Birazcık kavgamız gürültümüz olsaydı," diyordu
Fikri Bey bir dostuna, "Kızdığım, sevmediğim şeyleri olsaydı Gül'ün. Belki o
zaman daha kolay kabullenirdim hastalığını." Fikri Bey karısının hasta
olmasına dayanamazken, doktorların biçtiği kısa ömürlere inanamazken, biraz
önce kendisine karısının öldüğü söylenmişti. Başlarının üzerindeki pervane
dönüyordu. Pervanenin zayıf, güçsüz motorunun yumuşak vınıltısı duyuluyordu.
Fikri Bey başını karısının boyun çukuruna gömdü. Kokladı karısını. Ağladı ve
kokladı. Bir daha ona böyle dokunamayacağını, onu çok özleyeceğini düşünüp
daha çok üzüldü, daha çok kokladı.
Nedendir bilinmez, hayalinde kasabanın plajında bir görüntü canlandı. Geçen
yazdı. Fikri Bey göbeğine kadar suya girmişti. Gül kıyıda, ayak bileklerine
kadar gelen suda dikiliyordu.
"Su çok soğuk, Fikri, nasıl girdin?" diye soruyordu.
Güzelce gülüyor, eğilip parmak uçlarıyla suya dokunuyordu. Gül o sahilde, o
plajda ayak bileklerine kadar suya girmiş, ne güzel duruyordu. Güneş ışıl
ışıl bir hale yaratmıştı çevresinde. Gülüyordu.
"Ben giremeyeceğim, Fikri," diyordu.
Geri dönüp kumların üzerine oturuyordu. Bacaklarını kollarının arasında
topluyordu. Gülümseyerek denizde açılan kocasını seyrediyordu. Dubalara
kadar soluksuz yüzen kocasına el sallıyordu.
Fikri Bey hep bunları hatırlayacağını düşündü. Hayatını anılarının içine
gömüp özleyerek yaşayacaktı. Morfinin hangi dozu bu acıyı kesebilirdi?
Doğruldu, burnunu çekti. Hüngür hüngür, sarsıla sarsıla ağlıyordu.
"Yokluğuna nasıl dayanacağım, Gül? Senin yokluğuna nasıl dayanacağım?"
Başlarının üzerindeki pervane dönüyordu. Karısının elini tuttu. O an sanki
bir şeyler kıpırdadı. Hatta bu, karısının parmak uçları bile olabilirdi.
Gül'ün göğsü hafiften inip kalktı gibi göründü gözüne. Yanağını yüzüne
dayadı, bir şey anlayamadı. Başlarının üzerinde dönüp duran şu pervanenin
rüzgârı bir şeyi kıpırdatmış olmasın diye bakındı. Pervaneyi kapadı. İnceden
inceye odada dolaşan rüzgâr kesildi. Yine de Gül'ün kıpırdayıp
kıpırdamadığını anlayamadı. Sonunda ağzına ayna tutmak geldi aklına. Bir
tane el aynası olacaktı. Gül'ün başucundaki dolapta. Buldu onu. Ağzı
aralanmış, öylece yatan Gül'ün ağzına tuttu aynayı. Kendi soluğunu çok
uzakta zaptederek bekledi. Sonra aynayı kendine çevirdi. Hiçbir şey
göremedi. Kendi yüzünü göremedi. Kapıyı açtı, odadan çıktı. Koridordaki
florasan ışığı gözünü aldı. Yanılmıyordu, ayna nefesle buğulanmıştı. Gül
yaşıyordu. Hemşire ve doktor, koridorun başında ona doğru geliyorlardı:
"Ölmemiş, yaşıyor," diye seslendi.
Hemşire ve doktor adımlarını hızlandırdılar. Doktor odaya girer girmez
Gül'ün kalbini dinledi.
"Evet," dedi hemşireye, "daha ölmemiş."
Fikri Bey odada sevinçle dönüp duruyordu. Karısının nefesiyle buğulanmış
ayna hâlâ elindeydi.
"Karınızın yaşama şansı olmadığını, ölümünün çok yakın olduğunu da
biliyorsunuz, değil mi?"
"Biliyorum," demek zorunda kaldı Fikri Bey.
Ardından gülerek, "Ama şimdi yaşıyor," dedi.
Karısının elini tutup başucuna oturdu.
"Bir gün sonra, bir saat sonra ölecek olsa bile, şimdi yaşıyor," dedi kendi
kendine.
Hemşire, doktora yanılmış olmasının imkânsız olduğunu anlatıyordu. Çıkarken
pervaneyi çalıştırmışlardı. Pervane başlarının üzerinde dönüp duruyordu.
Karısının karanlık yüzündeki derin gölgeleri seyretti. Karısının acıyla
aralanmış dudaklarını. Sonsuz bir mutluluk ve heyecanla seyretti karısını.
Onun yaşıyor olduğunu düşünerek. Bundan sonsuz bir mutluluk duyarak.
O saatleri karısıyla birlikte geçirdiği en güzel saatler olarak
hatırlayacaktı. Hatırlayacak ve düşünecekti, aşkın nelere kadir olduğunu,
aşklarının belki onu geri getirecek, ona yeniden soluk verecek kadar yoğun
olduğunu düşünecekti. Güzel karısı için, "Ölürken bile beni mutlu etmesini
bildi," diyecekti.