Finney'nin Harika Şurubu
Alan Austin
Benimle ilgili konuşan ve bunlardan birisi bile kadehime içki koyacak kadar
beni tanımayan kırk yedi kişiyle birlikte bir odadaydım. Onu, tenekeden bir
heykelini yapmamı isteyen sıska kadını iterek geçtim. Boş kadehimi dolu bir
şişeyle değiştirirken, "Kurşun daha iyi olurdu" dedim. Tek gerçek dostumu
boynundan tutarak odanın ortasında dikildim, odadaki yüzleri övgü,
şaşkınlık, korkuyla karışık hayranlık ve tanıştığımıza memnun oldum,
gevelemeleriyle yüzerek geçinceye kadar şişedekini birbiri ardına
yuvarladım.
Şişe boşalınca menajerime doğru yürüyüp ona uzattım, o beni anlıyordu.
Dışarı çıkarken fuayede, burnunu çekip duran güzel bir kız ellerimi görmek
istedi. Sevgilisi polaroid bir fotoğraf çekti. Ellerimi ceketimin cebine
sokup kapıyı tekmeyle açtım ve ılık gece havasına çıktım.
Yukarı doğru çıktığım yolda dürüst bir cevap alabileceğim üç arkadaşımı
kaybetmiştim. Giriş sınavını belki bir düzine kadınla geçmiş, üçüyle kursu
başarıyla sürdürmüş ama sonunda onların hepsiyle de sınıfta kalmıştım. Bir
şöhreti sürdürme meselesi ise, eh, benim şöhretim değişkenlik eğilimi olan
işime dayalıydı. James Dean bir zamanlar kendisinin çok gergin olduğunu,
insanların nasıl olup da onunla aynı odada bulunmaya dayanabildiklerini
bilmediğini söylemiş. Ben belki onunla aynı klasta olmayabilirdim ama bunun
üzerinde çalışıyorum. Ne evimde beni bekleyen kimsem ne de yarma veya öbür
güne bir randevum vardı. Ben de o yüzden parlak ışıklan takip ettim. Sonunda
kendimi Oxford Caddesi'ndeki bir burger restoranında buldum. Ismarladığım
şeyleri tepsiye koydum, bir yer bulup oturdum ve masadakileri okumaya
başladım: masanın üstü eski gazetelerdeki reklamların röprodüksiyonlarıyla
kaplıydı. Gerçekten eskiydi, yüzyıl kadar. "Şişman beyler için korseler. El
baskısı giysiler. Elle sarılmış Türk sigaraları. Pire tozu. Her Derde Deva
Finney'nin Harika Şurubu." Yok canım, sahi mi?
Masaları temizleyen adama, kâğıt ve bir zarf bulması -ama çabucak- için
yirmi pound verdim.
"Beyler" diye yazdım.
"Finey'nin Harika Şurubu gibi böyle meşhur bir ürünün yararları üstüne kuşku
yöneltecek son kişi ben olsam bile, gerçekte her derde deva olamayacağım
tevazuyla beyan etmek istiyorum. Ancak, ürününüzden lütfedip numune olarak
bir şişe yukarıdaki adresime gönderecek olursanız, sadece tesellüm makbuz
bedelini ödemekle kalmayıp onu aynı zamanda testlerin en titizine tabi
tutacağım. Bende olanı tedavi edebilirse, HER ŞEYİ tedavi edebilir.
Derin saygılarımla,
Christopher Conway."
Mektubu katlayıp zarfa sokuşturdum ve ağzını yapıştırdım. Gitmek için ayağa
kalkınca, temizlikçi adam benim dokunulmamış burgeri çöpe atma girişiminde
bulundu. Parmağımı burnunun dibinde azarlama kabilinden sallayarak burgeri
yanıma alıp yandaki şık butiğin kapı aralığında horlayan paçavra yığınının
yanına bıraktım. Sonra da doğuya doğru yöneldim.
Yıllar önce Londra'ya ilk geldiğim zaman bir kez görmüş olduğum Victoria
tarzı posta kutusunun izini bu kadar sarhoşken sürmemde, belli bir mantık
olmalıydı. Onun şehrin finans merkezinde olduğuna dair belli belirsiz bir
kanıya sahiptim. Amnezi türü sarhoşluğun tersine bilinci tümüyle açılan bir
sarhoş olduğum için, o yöne doğru nasıl tuhaf bir şekilde çekilme
hissettiğimi hatırlıyorum. Bir metro girişinde, bir sokak çalgıcısının
çaldığı, "Positively 4th Street" şarkısı geldi kulağıma; içimdeki vatan
hasretini kabartması gerekirdi, ama olmadı. Bir şeyler olmaktaydı.
Yürümek beni birazcık ayılttı ama şu lanet mektubu postalamakla ilgili
fikrimi değiştirmedi. Posta kutusunu ya da en azından benzerini, tam da
hatırladığım yerde buldum. Flört eden çiftlerin eski zamanlarda, yüz yüze
bakan çatı katı pencerelerinden eğilip öpüştükleri o dar sokakların
birindeki tarihî görünüşlü bir bankanın duvarına yerleştirilmişti. Bu
çılgınca eğik Tudor binalar 1666'daki yangında yok olmuşlardı ama taş ve
mermer kanyon hâlâ etkileyiciydi. Kırmızı boyalı demir kutunun mektup atılan
dar yarığının altında kabartma harflerle "V. R." vardı: "VICTORIA REGINA".
En az yüzyıllık olmalıydı.
Mektubu postaladım. Geceyarısını biraz geçiyordu.
Hemen hemen bir hafta sonra, Chelsea'deki stüdyomda, Hendrich için
düzenlenen bir müzayede için onun bir büstü üzerinde çalışırken kapıdan bir
kart atıldı. Ödemeli bir paket postanede bekliyordu. Her zamanki gibi
Greenwich Village Sanat Mağazası'ndan gelen bazı malzemeler olduğunu
zannederek Kings Roads'tan aşağı yürüdüm.
Paket beklediğimden çok küçüktü. Muntazam küçük paket, gayet şirin bir
şekilde bağlanmış ve eski bir filmden beri hiç görmemiş olduğum kırmızı
mumla mühürlenmişti. Mühürde Kraliçe Victoria'nın portresi vardı. Yıpranmış,
biraz yırtılmış ama bütünlüğü bozulmamış kalın kahverengi bir kâğıda
sanlıydı. Paketin üzeri hemen hemen on iki kez, el yazısıyla "Bu adreste
bulunmuyor" varyasyonlarıyla kaplanmış ve damgalanmıştı. Üzerinde hiçbir
iade adresi yoktu.
- Penny red, dedi, camın arkasındaki adam. Penny black kadar değerli değil,
yoksa şimdiye kadar birisi üstünden alırdı onu.
- Nasıl yüzyıllık bir pulla bana bir şey gönderilebilir?
- Belki yüzyıl önce gönderilmiştir. İngiliz postanesinin kanalları tam bir
labirenttir! Bazen onlarca mektup ve paket kaybolup gider. Milyonda bir olsa
da olur işte.
- Peki ama bana hitaben nasıl gönderilebilir?"
- İsabetli bir noktaya parmak bastınız. Elli beşin bir gün bile üzerinde
görünmüyorsunuz.
O sırada aslında çok daha gençtim. Tam olarak kırk sekiz. Posta ücretini
ödedim ve paketi alıp stüdyoya getirdim. Cebimde bu paketle yürümek bana
garip geliyordu, çünkü içinde ne olduğuna ilişkin bir fikrim vardı.
İpi kestim. Kahverengi kâğıdın içinde karton bir kutu vardı. Kutunun içinden
çıkan şişenin üzerine bir etiket yapıştırılmıştı. "Her Derde Deva Finney'nin
Harika Şurubu. Hazımsızlık, baş ağrısı, sinirsel gerginlik, karaciğer
yorgunluğu, uykusuzluk, romatizma vb." Şişedeki mantarın çevresi bir kâğıtla
sarılıydı, ama içindeki uçmuş gözüküyordu.
Telefon rehberindeki san sayfalara ve son olarak da Ticaret Odası'na
başvurdum. Finney'nin Harika Şurubu'nun imalatçıları Amerika'daki içki
yasağından önce iflas etmişti. Bu garip ve inceden inceye hazırlanmış bir
şakaydı belki.
Bunu anlamak için burger restoranına geri gittim ama karşılaştığım boş
bakışlar doğruyu söylüyordu. O reklamlardan birkaç ayrıntının daha notunu
alıp sonra da British Museum'a yürüdüm. Kütüphanede bulduğum birisi, o
ilanların hangi tür yayınlarda olduğunu söylemekle kalmadı, aynı zamanda
beni bunlarla dolu bir arşive götürdü. Fakat gördüklerimden hiçbirisinin
esrarı çözmeye katkısı olmadı.
En az on iki saattir ayık duruyordum. Buna katlanmak güçtü. Bir içki içip
menajerimi aradım.
- Philip, irade gücüne inanır mısın?
- Ne yapmak için iradeye?
- Nesneleri zaman içinde yolculuğa çıkarmaya.
- Kimin irade gücü?
- Benimki.
- Hayır. Kesinlikle olmaz. Sarhoşken bile o kadar güçlü değilsin.
- Benim düşündüğüm de bu. Sağ ol Philip.
- Haplarını almaya devam et Chris.
- HİÇBİR ilaç ya da şurup almadım.
Posta kutusunun işi olmalıydı. Müzeye geri döndüm. Arşivci Lionel benim kim
olduğumu duyduğu zaman, yayınları taramakta bana yardımcı olmak için aşın
bir gayrete girdi. Fakat biraz homurdanınca beni yalnız bıraktı. Birkaç saat
dergi karıştırdım ve notlar aldım. Posta siparişiyle alışveriş mikrobu
kanıma girmişti. Boynum ağrıyordu. İşi bitirmek üzereydim ki Strand'ın eski
bir sayısında bir foto-röportaja rastladım: "Ünlülerin Evleri". Manzarayı
birkaç av köpeği ile Lord Doncester'ın tamamladığı, Londra'nın pek uzağında
olmayan geniş topraklarıyla Doncester Malikânesi anlatılıyordu. Malikânenin
ne içi ne de dışı beni etkiledi. Fakat Annalise Doncester etkiledi. Lord'un
tek kızı, karısı ölmüş. Kız otların içindeki çemberden topu geçirmek için
kullandığı kocaman bir kroket sopasıyla çim sahada duruyordu. Kahkahayla
gülüyordu. Olağanüstü zarif ve seçkin bir güzelliği vardı. O eski sepya
fotoğraflarda, bir Pekin köpeğini okşarken ya da bir bisikletle poz verirken
gördüğünüz zengin, besili suratlı, sosyeteye ilk kez takdim edilen canı
sıkılmış bir genç kız değildi. Yüzü ve tüm bedeni etkileyici bir cinsellikle
capcanlıydı. Yüzündeki bir şey ruhumun derinlerine indi ve daha önce onu ya
da ona benzer birisini asla görmemiş olmama rağmen, geriye aşinalık
yankıları gönderdi.
Ona âşıktım.
Onu arzuluyordum.
On yıllardır ölüydü.
Lionel'a, Lord Doncester ve ailesine ilişkin daha fazla bilgiyi nerede
bulacağımı sordum. O devrin sosyete dergileri ile gazetelerini önerdi. Orada
hepsi vardı. Lord Doncester'ın faaliyetleri, topraklarının içinde bir
demiryolu viyadükü inşaatında, yerel bir av partisinin başında ve
malikânedeki mutat balolardan birinin haricinde yayımlanacak kadar parıltılı
değildi. Annalise'ın başka bir fotoğrafını buldum. Yüzünde bir Çin yelpazesi
tutuyordu. Elleri ilk önce böyle dikkatimi çekti.
Fotoğrafın bir kopyasını alıp iki kat büyüttürdüm ve stüdyoya döndüm. Tam
tamına yirmi dört saat çalışıp elimdeki her materyali kullandım. Fakat
yüzüne yaklaşabildiysem bile, başka bir boyuta ait olan elleri, yetersiz bir
üçüncü boyuta aktarmama engel oluyordu.
Geri çeviremeyeceğim bir sipariş almıştım, çünkü menajerim bu işin
alternatifinin başka bir Maddox Caddesi sergisi olacağı tehdidini
savurmuştu. Durmadan içtim. Heykelini yaptığım kız Annalise'a benzemiyordu
ama heykel benzedi.
Müzeye geri döndüm ve gazetelere giriştim. Annalise reşit oldu. Satır
aralarını okumak ve kızma bakış şeklini görmek suretiyle Lord Doncester'ın
aşırı koruyucu bir baba olduğunu sezdim. Babası ona iki metre mesafe içinde
fotoğrafı çekilen tek erkekti.
Ölümlülük yirmili yaşların sonuna gelmeden önce, çoğu insanı pek rahatsız
eden bir şey değildir. Hepimiz yeterince kısa zamanda bunu duymaya başlarız
ama çoğumuz çeyrek yüzyıl kadar hayatı ölümsüz gibi yaşarız. Kaçınılmaz son
o kadar uzaktadır ki, gerçek bile olmayabilir. Zamanın içinde donmuş,
bedeninin her kıvrımı ve hareketinde hayat olan birinin fotoğrafını
gördüğünüz zaman, ölümsüzlüğün bu türüne inanmaya başlayabiliyorsunuz. Poz
verilmeden çekilmiş fotoğraflar en güzelidir. Savaşın hemen sonrasında,
annem ile babamın aceleyle sinemaya koşarlarken bir seyyar fotoğrafçı
tarafından çekilmiş bir pozları var bende. Kroket oynayan Annalise'in
fotoğrafı da aynı etkiyi yaratıyordu. Ebedî genç.
Ki bu, Times'ın 1895 baskısında bulduğum bir manşetin niçin beni bu kadar
şiddetle sarstığını sadece bir parça açıklar.
"LORD DONCASTER'IN KIZI APANDİSİT AMELİYATINDAN
SONRA ÖLDÜ"
Acil ameliyattan sonra enfeksiyon oluşmuş. Verilen hiçbir ilaç durumunu
düzeltememiş. Penisilin 1920'lerin sonuna kadar henüz keşfedilmemişti.
Doktor Matheson üçüncü bir kişi için, geniş spektrumlu bir anti biyotik
reçetesini bana güvenle verecek kadar, beni iyi tanıyordu Kapsülleri plastik
kutudan ve folyolarından çıkarıp Finney'nin surun şişesinin içine koydum.
Eski mühür mumunu yeniden kullanmak da dahil olmak üzere hepsini yemden
paketledim.
Annalise babasının ısrarıyla operasyondan sonra kırk sekiz saat evde
bakılmıştı. Paketteki adresi Annalise'in şahsına hitaben yazdım. Mektubu
Doncester Hall'de çekilmiş fotoğraflarda gördüğüm bir züppenin adıyla
imzaladım. Mektupta, hapların hastalıktan sonra çabuk iyileşmek için Doğu'ya
ait yeni bir 'beni ayağa kaldır' ilacı olduğunu anlattım ve tarifte
belirtilen süre içinde HEPSİNİ almasını, ama çok az miktarda afyon içerdiği
için bundan hiç kimseye söz etmemesini tembihledim.
Geceyarısından hemen sonra paketi Victoria tarzı posta kutusunda postaya
verdim. Bu kez üzerine, bir pul satıcısından aldığım kullanılmamış "penny
red'leri yapıştırmıştım.
Haplar ona tam zamanında ulaşacak mıydı? Bilmiyordum ama bunda irade gücünün
bir rol oynaması lazımdı ya da o sırada öyle düşünmüştüm. Elimi delikten
içeri sokup Annalise'in yüzü ve elleri üzerinde yoğunlaşarak paketi tuttum.
Sonra paketi bıraktım.
Paketin dibe çarpma sesini duymadım.
Sadece sabaha kadar beklemem lazımdı, ama bana o gece yüzyıllık bir zaman
gibi geldi. Tıraşsız ve tahminimce biraz vahşi gözlerle saat dokuzu bir geçe
beni karşısında görmek Lionel'ı şaşırtmışa benziyordu. Beni yeteri kadar
çabuk yalnız bıraktı.
Times'ın, o manşeti görmüş olduğum aynı nüshasına başvurdum. Orada değildi.
Annalise'dan hiç haber yoktu. Acaba iyileşmiş miydi?
Beş gün sonraki gazetede minik bir başlık buldum:
"Lord Doncaster'ın kızı evde sessizce iyileşiyor." Belkemiğimden yukarı bir
ürperme yükseldi.
Birisinin hayatını kurtarmanızdan sonraki gün ne yaparsınız? Annalise'ın
ellerinin fotoğrafını bilgisayarımda taradım, sonra üç boyutluymuş gibi
görünecek biçimde ortaya çıkışım izledim.
O haftanın sonuna kadar içki âlemine daldım, yıllardan beri en kötüsüne.
Annalise aklımdan çıkmıyordu.
Sonunda ona bir mektup yazıp her şeyi anlattım. O, bu zamana kadar,
ilaçların belirtilen kaynaktan gelmemiş olduğunu belki anlamıştır ama umarım
ki bir sürü soru sormamıştır. Hapların onun hayatını kurtardığını, benim
gelecek zamanda, bir yüzyıl sonrada yaşadığımı, hiç tanışmadığım birisine,
ona, âşık olduğumu anlattım. Benim deli olduğumu zannedecekti. Fakat onu
ikna etmek için yapabileceğim bir şey vardı. Times'dan, Hyde Park'ta ürkmüş
atların ayakları altında ezilip ölen bir kadınla ilgili bir haberin
fotokopisini aldım. Mektubu postaya verdim ve antibiyotik tedavisini tam
bitirmiş olduğu sırada, kazadan bir hafta önce mektubun ona ulaşmasını
diledim. Eğer bana ulaşmak istiyorsa, Londra'daki o belirli posta kutusunu
kullanması gerektiğini söyledim.
İki yıldan fazla süren bir yazışmanın başlangıcıydı bu. Annalise ilk
önceleri inanmadı, ama ben gelecekle ilgili birkaç haber verme oyunu yapınca
ikna oldu. Bir seferinde yazışmada bir mektubu zamandan daha öne almayı
denedim ama olmadı. Bu mektup son postaladığımdan tam bir hafta sonra vardı
ki, bu da benim şüphemi kanıtlamış oldu. Posta kutusu, her iki ucunda
zamanın sabit olduğu, arasında kabaca ama tam değil, yüzyıl olan bir çeşit
zaman kapısıydı. Doğanın bir garabeti varsaydım. Fizik yasaları beni
ilgilendirmiyordu.
Birbirimize fotoğraf gönderdik. Aşıkların sahip oldukları türden duyguları,
korkuları, umutları ve sırlan paylaştık. Bana gelecek zamanla ilgili sorular
soruyordu ama ben iki büyük dünya savaşını, soykırımı, Hiroşima'yı
düşündüğüm zaman ve Tanrı bilir daha neleri, geleceği belirsiz bırakıp kötü
yerine iyinin üzerinde duruyordum. Apollo'nun aya inmesi onu çok etkiledi.
Verne'in Aya Seyahatini yeni okumuştu ve bunun mümkün olabileceğini
düşünmüyordu. Beni kıskanıyordu. Ben ona geleceğin olaylarını, birer ütopya
olarak sunuyordum. Onun anladığı dilde kendimle ilgili kötü şeyleri
anlatmaya çalışıyordum ama ben ona göre adeta bir Süpermen’dim. Bazen
olayların aldığı biçim ne komiktir.
Annalise'dan kimseye bahsetmedim; bir kez bir barmen dışında. Jack Daniels
palavrası gibi beni iyi niyetle dinledi. Ne dediğini anımsıyorum.
- Ne güzel bir hikâye efendim. Pek inanılacak gibi değil, ama güzel. Güzel
ama üzücü.
- Neden? diye sordum.
- Eh, ikiniz hiçbir zaman buluşmayacaksınız, öyle değil mi?
Geceyarısı Londra dünya yüzündeki en ıssız yerlerden biridir. Pub'lar
kapalıdır, geç vakitlere kalan birkaç kent işçisi de evlerine gitmek üzere
yoldadır. Güvenlik kameraları videoya boş sokakların görüntüsünü kaydeder.
Ayak seslerim banka ve işyerlerinin arasındaki çukur boğazda karşıdan
karşıya yankılanıyordu. Etrafta hiç kimseyi görmüyordum.
Geceyarısına birkaç dakika vardı. Taştan bir hayvan ağzı biçimindeki oluğun
nöbet tuttuğu kapı aralığında bekledim. Uzaktan ayak sesleri duyulup sonra
kayboldu. Posta kutusuna yaklaştım. Kendimi tamamen ayık hissediyordum ve bu
canımı yakıyordu. Uzandım ve elimi kutunun soğuk metal dudağına koydum. Bir
yerlerde bir kilise çanı geceyarısını vurdu. Elimi kutunun içine soktum.
Parmaklarıma bir şey süründü. Isırılmış gibi geri çekildim. Sonra elimi
tekrar kutuya soktum; bu kez daha derinlere.
Annalise oradaydı! Benim parmaklarımı aranan parmaklan hissettim. Parmaklar
özlem duyulan avuçlara değdi. Elinin arkasına dokundum. Eti tuhaf,
gerçekdışıydı. Ellerimiz kavuştu, parmaklarımız kenetlendi ve onu kendime
kuvvetle çektim. Benim tutkumdan emin olmayarak birazcık geri çekildi ama
ben onu bir daha çekmedim ve bu şekilde belki on beş dakika kaldık.
Parmaklarımı gevşettim ama bırakmadım. Parmak uçlarımı avucuna, sonra parmak
uçlarına ve hafif bir kabarıklığın olduğu bileğine doğru götürdüm. Bir
parmağımı altına kaydırıp yukarı doğru çektim ama o karşı koydu. Tekrar
çektim, bu kez boyun eğdi. Eldivenini parmaklarının yarısına kadar yukarı
çekmiştim. Birdenbire geri çekilip eldiveni tümüyle çıkardı.
Tekrar bana geri döndü. Avuç içleri nemliydi. Bu kez onu öncekinden daha
sıkı tuttum. Kutunun içini görmeye uğraştım ama kolum ta derinlerdeydi. Çok
karanlıktı. Yanıma sokak lambasının gölgesi düşüyordu. Onun hiçbir şeyini
göremiyor ama fazlasıyla hissedebiliyordum.
Annalise! Adını haykırmamak için dudağımı ısırdım. Bunu fısıltıyla söyledim.
Adımı söyleyecek miydi? Hiç ses çıkmadı. Onunla iletişim kurmak istiyordum
ama iki el ne yapabilirdi ki?
Avuçlarımız nemliydi, kaygandı. Parmaklarımı onunkilerden ayırdım ve işaret
parmağımla avucunu şefkatle okşadım. Aynı biçimde karşılık verdi.
Parmaklarımız araştırıyor, inceliyor ve karanlığın içinde yüzüyordu; tıpkı
egzotik balıklar gibi. Sonunda çekildim ama sadece tırnağımla avucunda bir
çizik açmak için. Ben etini çizerken o kımıldamadı. Sonra fark ettirmeden
aniden bana döndü, niyetimi hissetmiş gibiydi. Tırnaklan etimi çizen ama
yaralamayan çılgın bir hareketle avucumu kazırken irkildim; sonra
işaretparmağıyla öyle sert kazıdı ki sonunda tırnağıyla elimi kanattı. Ruhum
hazla dolarken, acı kolumda hızla yayıldı. Bedenimin geri kalanı var olmayı
bıraktı.
Cevap beklercesine tırnağımla avucunu çizdim. Kendisini bana doğru kuvvetle
itti. Ondaki ürpertiyi hissedinceye kadar bastırdım. Etler birbirine teslim
oldu. Avuçlarımızı karşılıklı bastırdık, parmaklar ne onun ne de benim
çekemeyeceğimiz şekilde mengene gibi kenetlendi.
Çok uzaklarda bir yerde çan, saat biri vurdu. Onun eli eridi. Yalnız kaldım.
Avucumdaki kanı öptüm.
İki gün sonra Annalise'dan bir mektup aldım. O gece Leandhall Caddesi'ne
yürürken bir polis onu durdurmuş, kim olduğunu anlayınca eve kadar refakat
etmiş. Eldivenini giyip elini sımsıkı kapatarak yarasını saklamış.
Ayaktakımının yaşadığı, yakın bir geçmişte tehdit oluşturmasından dolayı
kötü bir şöhreti olan Whitechapel semtinin yakınlarında olduğunu öğrenen
babası, Annalise'ın buna mantıklı bir neden gösterememesi üzerine öfkeden
deliye dönmüş, ertesi gün de hemen Amerika'ya gideceklerini söylemiş;
babasının mülkleri olan Virginia'ya. Orada yerleşme olasılığı Annalise'ı
korkutuyordu. Amerika'ya yerleştikten sonra, hâlâ Doncester Malikânesi'nde
çalışan ve mektuplarını postalaması için para verdiği bir hizmetçi
sayesinde, çok uzun aralıklarla olsa da bir süre daha yazışmayı sürdürdük.
Ancak kısa zamanda ortaya çıktı ki, benim ona önceden göstermiş olduğum
gelecek vaatlerinin bir bölümünü Yeni Dünya ona sunuyordu. Her şey tersine
döndü. Bana otomobil, ilk hareketli resim gibi zamanının harikalarından
bahsetmeye başladı. Eninde sonunda ona artık kendi deneyimiyle öğrenmeyeceği
başka neyi gösterebilirdim ki? Mektupların sıklığı azaldı. Onun hayatımdan
geçip gittiğini hissettim, ne kadar harikulade geçmiş olsa da boş, imkânsız
bir durumdu. Bana yazdığı son mektupta, benim için yapabileceği bir şey olup
olmadığını soruyordu.
Ona iyi ve temiz bir hayat sürmesini söyledim. Hâlâ içiyorum ama çalışıyorum
da. Yapıtlarım para ediyor. Hiç kimsenin görmediği birinin dışında. Bir
kadının mermere oyulmuş elleri. Avucunun ortasında koyu renkte küçük bir
lekenin olduğu, beyaz ipek eldivenli bir el.