Öğle yemeğinde herkes yemek çadırında toplanmıştı. Çift katlı yeşil tentenin
altında hepsi sanki hiçbir şey olmamış gibi
oturuyordu.
Macomber, "Cin tonik mi istersin, yoksa limonata mı?" diye
sordu.
Robert Wilson, "Cin tonik alırım," dedi.
Macomber'ın karısı, "Sert bir şeye ihtiyacım var, ben de cintonik alırım," dedi.
Macomber, "Sanırım en doğrusu da bu," diye onayladıktan
sonra, "Bize üç cin tonik hazırlasınlar," dedi.
Kanter içinde eşyaları taşıyan çocuk bez çantalarda erimeye başlayan
buzların arasından içki şişelerini çıkardı. Çadırları gölgeleyen ağaçların
dalları rüzgârda hafifçe sallanıyordu.
Macomber, "Ne kadar bahşiş vermem gerek?" diye sordu.
Wilson, "Onları şımartma. Bir papel yeter," dedi. M The Short Happy Life of
Francis Macomber, The American Tradition
in Literatüre, ed. Bradley, Beatty, Long, Norton and Company Inc.,
New York, .
"Hamalbaşı parayı aralarında bölüştürür mü?"
"Kesinlikle."
Yarım saat önce Francis Macomber uşakların, aşçının, hayvan derisi
yüzenlerin ve hamalların omuzlarında kampın ucundan çadırına zaferle
dönmüştü. Silah taşıyanlar bu gösteriye katılmamışlardı. Yerliler çadırının
kapısı önünde onu omuzlarından yere indirince, Francis hepsinin ellerini
sıkıp tebriklerini kabul etmiş ve çadırına girip yatağının kenarına oturarak
karısının gelmesini beklemişti. Karısı çadırdan içeri girince Francis'le
konuşmadı. Bunun üzerine Francis hemen çadırdan dışarı çıktı. Portatif
lavaboda elini yüzünü yıkadı ve yemek çadırına doğru yürüdü. Ağaçların
altındaki rahat bez koltuğa oturup esintinin tadını çıkarmaya başladı.
Robert Wilson, "Aslan diye sayıklıyordun, sonunda esaslı bir aslanla
karşılaştın," dedi.
Bayan Macomber hızla dönüp Wilson'a baktı. Olağanüstü hoş, bakımlı, güzel
bir kadındı. Toplumda önemli bir yeri vardı. Beş yıl önce hiç kullanmadığı
bir güzellik ürününün reklam fotoğrafları için kendine beş bin dolar fiyat
biçmişti. Francis Macomber'la on bir yıldır evliydi.
Macomber, "Harika bir aslandı, değil mi?" diye sorunca, karısı dönüp ona
baktı. Bayan Macomber sanki bu iki adamı hiç tanımıyormuş gibi bakıyordu.
Daha önce, Wilson gibi beyaz bir avcı görmemişti. Orta boylu, sarı saçlı,
pos bıyıklı, pancar gibi kırmızı suratlı, soğuk bakışlı mavi gözlü bir
adamdı. Gülümseyince göz kenarlarında beyaz kırışıklıklar meydana geliyordu.
Şimdi de ona gülümsüyordu. Kadın bakışlarını onun yüzünden kaçırdı. Bol
ceketinin altındaki hafifçe çökmüş omuzlarına, göğüs cebinin üstündeki
ilmiklere taktığı mermilere, güneş yanığı ellerine, eski pantolonuna,
çamurlu çizmelerine ve tekrar kırmızı yüzüne baktı. Şimdi
çadırın direklerinden birinin kancasına astığı geniş kenarlı şapkasının
güneş yanığı yüzünde bıraktığı beyaz izi farketti.
Robert Wilson, "Evet, aslanın şerefine," dedi yine Bayan Macomber'a
gülümsedi. Kadın gülümsemeden, hayretle kocasına baktı.
Francis Macomber çok uzun boylu, iri yapılı, esmer bir adamdı. Saçları
kürekçiler gibi kısa kesilmişti. Dudakları inceydi, sonuçta yakışıklı bir
adam sayılırdı. Wilson gibi o da safari giysileri giymişti ama onun
giysileri yeniydi. Otuz beş yaşında sağlıklı ve iyi bakımlıydı. Salon
oyunlarında usta olduğu kadar açık deniz balık avcılığında da birkaç ödül
kazanmıştı, gelgelelim bugün herkesin gözü önünde bir korkak gibi
davranmıştı.
"Evet, aslanın şerefine," dedi. "Yaptıkların için sana ne kadar teşekkür
etsem azdır."
Karısı Margaret başını çevirip tekrar Wilson'a baktı. "Artık aslandan söz
etmeyelim."
Wilson ona gülümsemeden bakınca, kadın ona gülümsedi.
Margaret, "Heyecanlı bir gündü," dedi. "Öğle vakti tentenin altında bile
olsak şapkanızı neden çıkardınız? Biliyorsunuz şapkamızı başımızdan
çıkarmamamızı siz söylemiştiniz,"
Wilson, "Belki şapkamı giyerim," dedi.
Margaret, "Bay Wilson, yüzünüzün kıpkırmızı olduğunu biliyorsunuz," dedi ve
yine ona gülümsedi.
Wilson," İçkiden," diye yanıt verdi.
"Hiç sanmıyorum. Francis de çok içer, ama yüzü asla kızarmaz."
Macomber şaka yapmaya çabaladı. "Bugün kızardı." Margaret, "Hayır," dedi.
"Bugün benim yüzüm kızardı. Ama Bay Wİlson'un yüzü her zaman kırmızı."
Wilson, "Kalıtımsal olmalı," dedi. "İsterseniz benim güzelliğim konusundaki
sohbeti burada noktalayalım."
"Henüz yeni başladım." Wilson, "Konuyu değiştirelim," dedi. "Sizinle sohbet
etmek çok zor." Kocası, "Saçmalama, Margot," diye söze karıştı. Wilson, "Zor
olduğunu sanmıyorum," dedi. "Şahane bir aslandı."
Margot karşısındaki erkeklere bakınca, ikisi de onun ağlamak üzere olduğunu
anladılar. Wilson bunu çoktan farketmiş ve kadının gözyaşlarını
tutamayacağından korkmuştu. Karısının ağlaması artık Macomber'ı
ürkütmüyordu.
Kadın, "Böyle bir olayın meydana gelmesini istemezdim, Ah, keşke olmasaydı,"
dedikten sonra kalkıp çadırına doğru yürüdü. Ağladığı duyulmuyordu, ama
güneş geçirmeyen gül rengi gömleğinin altındaki omuzlarının sarsıldığını iki
erkek de farketmişti.
Wilson uzun boylu adama, "Kadınların hemen sinirleri bozulur. Pireyi deve
yaparlar. Saçma sapan şeylere sinirlenirler," dedi.
Macomber, "Hayır, sanırım bu olayı yaşamımın sonuna dek unutmayacağım,"
dedi.
"Saçma. Haydi dev katilin şerefine içelim ve bu olayı unutalım. Zaten
üstünde durmaya değmez."
Macomber, "Evet, deneyelim, ama bugün benim için yaptıklarını asla
unutmayacağım."
"Üstünde durmaya değmez. Bir şey değildi."
Hizmetkârlar öğle yemeği için sofrayı hazırlarken, onlar da büyük akasya
ağaçların gölgesinde oturmuş, soğuk içkilerini yudumluyorlardı.
Birbirleriyle göz göze gelmemeye çabalıyorlardı. İkisi de derenin kenarına
kadar uzanan yeşil çayırave derenin diğer tarafındaki ormana bakıyordu.
Macomber'ın özel uşağının sofrayı kurarken efendisine kaçamak bakışlar
attığını
görünce, Wilson hizmetkârların olayı duyduklarını anladı ve SWahili diliyle
onu azarladı. Delikanlı boş boş bakıp arkasını
döndü.
Macomber, "Ona ne söyledin?" diye sordu. "Hiçbir şey. Elini çabuk tutmazsa
ona güzel bir sopa çekeceğimi söyledim."
"Nasıl yani, falakaya mı yatıracaksın?" Wilson, "Onları dövmek artık yasak.
Para cezası vermek zorundayız," diye yanıt verdi.
"Onları hâlâ kırbaçlıyor musunuz?" "Ah, evet. Eğer şikâyet edecek olurlarsa
kıyamet kopar. Ama şikâyet etmiyorlar. Para cezası yerine dayağı
yeğliyorlar." Macomber, "Çok garip," dedi.
Wilson, "Aslında garip değil. Sen hangisini yeğlersin? Paranın kesilmesini
mi, yoksa dayağı mı?" diye sordu.
Sonra bu soruyu sorduğuna utandı ve Macomber yanıt vermeden konuşmaya devam
etti. "Biliyorsun, hepimiz her gün şu veya bu şekilde dayak yiyiyoruz."
Macomber onun yüzüne bakmadan, "Evet, haklısın," dedi. "Aslan olayı için çok
özür dilerim. Bu olay büyümez değil mi? Yani olayı başkaları da duymaz değil
mi?"
Wilson soğuk bakışlarını onun yüzüne dikti. "Bu olayı Mathaiga Kulübü'nde
anlatıp anlatmayacağımı mı soruyorsun?" Böyle bir soruyla karşılaşmayı
beklemiyordu. Tann'nın belası korkak olduğu kadar, ayrıca karaktersiz.
Bugüne dek ondan biraz hoşlanmıştım, ama Amerikalıların huyu suyu belli mi
olur, diye düşündü.
"Hayır, ben profesyonel avcıyım," dedi. "Müşterilerimiz hakkında asla
konuşmayız. Bu konuda için rahat etsin. Olayı başkalarına anlatmamamı tembih
etmen doğrusu hiç yakışık almıyor."
Artık onlardan ayrılmam daha kolay diye karar verdi. Bundan sonra
yemeklerini tek başına yiyecek ve yemek yerken kitap okuyacaktı. Karı koca
da yemeklerini baş başa yiyeceklerdi. Safarinin sonuna kadar onlarla resmi
bir ilişki içinde olacaktı. Böyle durumlarda Fransızların kullandıkları söz
neydi? Evet, ince düşünceli ifadesini kullanıyorlardı. Duygusal saçmalıklar
yaşamaktansa böylesi daha iyiydi. Ona hakaret edip ipleri bir anda
koparabilirdi. Belki yemeğini tek başına yiyip kitabını okuyacaktı, ama hâlâ
onların viskisini içecekti. Safarinin kötü geçtiği bu deyimle ifade
ediliyordu. Beyaz avcılar birbirleriyle karşılaşınca, "Nasıl gidiyor?"
sorusuna, "Ah, hâlâ onların viskisini içiyorum,"diye yanıt verirlerse,
işlerin kötü gittiği anlaşılırdı.
Macomber onun gözlerinin içine bakarak, "Özür dilerim," dedi. Yaşlanıncaya
kadar yüzündeki çocuksu ifadenin değişmeyeceğini, yeni kesilen kısacık
saçlarını, biraz hilekâr bakışlı olsa da güzel gözlerini, düzgün burnunu,
ince dudaklarını ve biçimli çenesini, Wilson ilk kez farketti. "Özür dilerim
farkında olmadan hata yaptım. Zaten pek çok şeyi bilmiyorum."
Wilson, şimdi ne yapabilirim, diye düşündü. Aralarındaki ilişkiyi olaysız
biçimde hemen kesmek üzereyken, korkak herif ona az önce hakaret ettikten
sonra şimdi de dilenciler gibi özür dilemişti. Bir kez daha denedi. "Boşuna
endişe etme, hakkında konuşmam. Bu işten para kazanıyorum. Ama Afrika'da
kadınlar bir atışta aslanı vurur ve beyaz erkeklerde korkup kaçmaz."
Macomber, "Bense korkak bir tavşan gibi kaçtım," dedi.
Wilson, böyle konuşan bir adama şimdi ne yaparsın, diye düşündü. Buz gibi
mavi gözleriyle ona bakınca, Macomber içtenlikle gülümsedi. İncindiği
bakışlarından belli oluyordu, ama hoş bir gülüşü vardı.
"Bufalo avına çıkınca belki bu hatamı tamir edebilirim. Bufalo avına
çıkacağız, değil mi?"
Wilson, "İstersen yarın sabah çıkabiliriz," dedi. Belki onun hakkında
yanlış karar vermişti. Adam hatasını efendice kabul etmişti. Amerikalılar
hakkında kesin karar vermek çok güçtü. Eğer bu sabah meydana gelen olayı
unutabilirse, Macomber'dan hoşlanabilirdi, ama kuşkusuz bu olayı unutmasına
olanak yoktu. Bu sabah av uğursuz başlamıştı.
"Hanımefendi geliyor," dedi. Kadın çadırdan çıkmış onlara doğru ilerliyordu.
Elini yüzünü yıkamış, neşesi yerine gelmişti. Ayrıca çok güzeldi. Oval yüzü
öylesine kusursuzdu ki, ancak aptal bir kadın bu kadar güzel olabilirdi. Ama
aptal değildi. Wilson, kesinlikle aptal değil, diye düşündü.
"Alyanaklı güzel Bay Wilson, nasılsınız? Francis, canım, kendini daha iyi
hissediyor musun?"
Macomber, "Ah, evet, çok iyi hissediyorum," dedi. Kadın masaya oturdu. "Ben
olanları unuttum. Francis'in aslanı vurup vurmamasının ne önemi var? Bu onun
işi değil. Avcılık Bay Wilson'un işi. Bay Wilson önüne çıkan her şeyi
öldürmekte pek usta. Önüne çıkan her şeyi öldürürsünüz, değil mi Bay
Wilson?"
Wilson, "Evet, önüme çıkan her şeyi gözümü kırpmadan vururum," dedi.
Kadınlar dünyanın en taş kalpli yaratıkları, diye düşündü. En acımasız, en
yırtıcı ve en güzel yaratıkları. Onların acımasızlıkları karşısında
erkeklerin sinirleri bozuluyor, elleri ayakları birbirine dolanıyor. Yoksa
parmaklarının ucunda oynatabilecekleri erkekleri mi seçiyorlardı? Ama
evlendikleri yaşta bu denli deneyimli olamazlar, diye düşündü. Amerikalı
kadınlar konusunda oldukça eğitimli olmasına sevindi, çünkü bu kadın insanın
başını döndürecek kadar güzeldi.
Wilson ona, "Yarın sabah bufaloların izini süreceğiz," dedi. Kadın," Ben de
gelirim," diye atıldı. "Hayır, gelemezsin."
"Ah, evet, gelirim. Gelebilirim değil mi, Francis?"
"Neden kampta kalmıyorsun?"
"Kesinlikle kalmam. Bugünkü gibi bir olayı dünyada kaçırmak istemem."
Ağlamak için yanlarından uzaklaştığı zaman, Wilson onun harika bir kadın
olduğunu düşünmüştü. Kocasının neler hissettiğini anladığını, onun ve kendi
adına acı çektiğini sanmıştı. Yanlarından uzaklaştıktan yirmi dakika sonra
Amerikan kadınlarının acımasız zırhını giyip geri dönmüştü. Amerikalı
kadınlar dünyanın en acımasız yaratıklarıydı. Evet, gerçekten çok
acımasızdılar.
Francis Macomber, "Yarın senin için başka bir gösteri düzenleriz," dedi.
Wilson, "Bizimle gelmeyeceksiniz," dedi.
Kadın, "Yanılıyorsunuz. Ayrıca sizin yeni gösterinizi izlemek istiyorum. Bu
sabah harikaydınız. Tabii kafa uçurmak ne kadar harika olabilirse," dedi.
Wilson, "Yemek hazır," dedi. "Neşeniz yerinde, değil mi?"
"Neden olmasın? Buraya sıkıntıdan patlamak için gelmedim."
Wilson, "Şimdiye kadar pek sıkıcı geçmedi," diye yanıt verdi. Derenin
içindeki taşları görebiliyordu. Derenin diğer kıyısındaki sık ağaçlı ormana
bakınca, sabah başlarından geçen olayı anımsadı.
Bayan Macomber, "Ah, hayır, şimdiye kadar çok eğlendim," dedi. "Ve Yarın.
Yarını nasıl iple çektiğimi bilemezsiniz."
Wilson, "Kocanız sizin için bir antilop vuracak," dedi.
"İnek gibi iri, tavşan gibi sıçrayan hayvanlardan mı?"
Wilson, "Sanırım onları çok güzel tarif ettiniz," diye yanıt verdi.
Macomber, "Eti çok lezzetlidir," dedi.
Margot, "Francis, daha önce antilop vurdun mu?" diye kocasına sordu.
"Evet."
"Tehlikeli değil mi?"
Wilson, "Altında ezilmezsen tehlikeli değildir," diye yanıtladı.
"Buna sevindim."
Macomber, "Margot, kaltak gibi davranmaya biraz ara versen," dedi ve üstüne
biraz patates püresi, havuç ve et suyu koyduğu geyik bifteğinden bir lokma
kesip çatalını ete batırdı.
"Böylesine güzel ifade ettiğine göre, sanırım biraz ara verebilirim."
Wilson, "Bu gece aslanın şerefine şampanya patlatacağız. Öğle sıcağında
şampanya içilmiyor," dedi.
"Ah, aslan," dedi Margot. "Aslanı unutmuştum!"
Robert Wilson kendi kendine, acaba kocasına taş mı atıyor, yoksa onu
incitmemek için numara mı yapıyor, diye merak etti. Kocasının korkak
olduğunu öğrendiği zaman bir kadın nasıl davranır? Lanet kadın çok acımasız,
ama kadınların hepsi acımasız. İdare onların elinde, insan birisini idare
ederken, biraz acımasız olmak zorunda. Her neyse, kadınların Tann'nın belası
terörlerinden yeterince payımı aldım.
Kadına dönüp kibarca, "Biraz daha et alın," dedi.
Akşamüstü geç vakit Wilson ve Macomber iki silahlı adamla birlikte yerli
şoförün kullandığı ciple dolaşmaya çıktılar. Havanın sıcak olduğunu ileri
süren Bayan Macomber bu geziye katılmadı. Ayrıca ertesi sabah erkenden yola
çıkmadan önce biraz dinlenmek istiyordu. Kamptan uzaklaşırlarken, Wilson
onun kendilerine el salladığını gördü. Açık gül kurusu giysileriyle büyük
bir ağacın altında durmuş el sallıyordu. Koyu renk saçlarını ensesinde topuz
yapmıştı. Güzel yüzünde sevimli bir ifade vardı. Wilson, sanki Afrika'da av
kampında değil de İngiltere'de
evindeymiş gibi rahat görünüyor, diye düşündü. Yüksek otların arasında
ilerleyen cip ağaçların arkasında gözden kaybolana dek kadın onlara el
salladı.
Çalılıkların arasında impala sürüsüne rastlayınca, cipten indiler. Usul usul
sezdirmeden avlarına doğru ilerlediler ve Macomber ustaca nişan aldığı
çatal boynuzlu hayvanı bir vuruşta yere serdi. Silah sesinden ürken diğer
hayvanlar çılgın gibi birbirlerinin üstünden atlayarak kaçmaya başladılar.
İnanılmaz bir hızla bacaklarını karınlarına çekip havaya sıçramaları bir
rüya âlemine benziyordu.
Wilson, "Kısa hedeften iyi vurdun," dedi. Macomber, "İyi bir başlangıç
sayılır mı?" diye sordu. Wilson, "Harika," dedi. "Eğer böyle vurmaya devam
edersen başın derde girmez."
"Acaba yarın bufalo sürüsü bulabilir miyiz?" "Buluruz sanırım. Sabahları çok
erken otlamaya çıkarlar. Eğer şansımız yaver giderse onları açık alanda
yakalarız."
Macomber, "Şu aslan olayını unutturmak istiyorum. İnsanın karısının böyle
bir olaya tanık olması hiç hoş değil," dedi.
Wilson, insanın karısı olsun veya olmasın, korkak gibi davranmak ya da
korkak olduğunu itiraf etmek bence çok kötü, diye düşündü. Ama, "Senin
yerinde olsam artık bu konunun üstünde durmam. Aslanla ilk kez kim
karşılaşsa biraz korkar. Bu mesele kapandı artık," dedi.
O gece akşam yemeği sona erince, ateşin karşısında sodalı viskilerini
yudumladıktan sonra herkes çadırına çekildi. Cibinliğin altındaki yatağında
gecenin seslerini dinleyen Francis Macomber için bu mesele kapanmamıştı. Bu
mesele ne kapanmış, ne de yeni başlıyordu. Olay tüm canlılığıyla ortadaydı.
Aklından silemediği bazı bölümlerini düşündükçe utancından yerin dibine
geçiyordu. İçindeki derin boşluktaysa utançtan çok, buz gibi korkuyu
hissediyordu. Özgüvenini yitirmişti. Ve bu boşluğu dolduran soğuk, yapışkan
korkudan tiksindiği halde, korku onun peşini bırakmıyordu.
Korku bir gece önce başlamıştı. Gece yarısı aslanın kükreyişleriyle
uyanmıştı. Nehir kıyısında bir yerlerden yankılanan kükremeleri duyunca
korkmaya başlamıştı. Derinden gelen sesler bir süre sonra homurtulara
dönüşünce, hayvanın çadırın yanına yaklaştığını düşünmüştü. Karısı derin bir
uykuya dalmış mışıl mışıl uyuyordu. Korkusunu açıklayacak veya bu korkuyu
onunla paylaşacak hiç kimse yoktu. Yatakta tek başına yatan Francis
Macomber, Somalilerin şu ünlü atasözünü bilmiyordu: Cesur erkekler aslandan
üç kez korkar; birincisi izini ilk kez görünce, ikincisi kükrediğini ilk kez
duyunca, üçüncüsü ilk kez onunla karşılaşınca. Sonra güneş doğmadan önce gaz
lambasının aydınlattığı yemek çadırında kahvaltı ederlerken, aslan tekrar
kükremeye başlayınca, Francis onun tam kampın kenarında olduğunu düşündü.
Kahvesini yudumlayan Robert Wilson başını kaldırıp baktı. "Bizimkisi biraz
kocamış, nasıl öksürüyor duydun mu?"
"Yakında mı?"
"Nehrin bir mil kadar yukarsında."
"Onu görecek miyiz?"
"Ararız."
"Bu kadar uzaktan kükremesi duyulur mu? Sesler sanki kampın içinden geliyor
gibi."
Robert Wilson, "Evet çok uzaklardan duyulur. Sesi nasıl uzaklara ulaşır
bilmem. Dilerim, onu vurabiliriz. Çocuklar büyük bir aslanın buralarda
dolaştığını söylediler," dedi.
Macomber, "Eğer onu bulursak, neresine ateş edeyim?" diye sordu.
Wilson, "Omuzlarına, eğer becerebilirsen boyun kemiğine ateş et. Bir
atışta onu vurursun," dedi.
"Dilerim iyi nişan alırım."
Wilson, "Çok iyi nişancısın. Attığını vuruyorsun. Acele etme. Ona iyi nişan
al. İlk attığın kurşun çok önemlidir," dedi.
"Atış mesafesi ne kadar olmalı?"
"Bunu bilemem. Aslanın durumuna bağlı. Yeterince yaklaşmadan ateş etme. Önce
iyi nişan al."
Macomber, "Yüz metreden ateş edebilir miyim?" diye sordu.
Wilson başını kaldırıp ona baktı.
"Yüz metre iyidir. Biraz daha yakından ateş etsen daha iyi. Yüz metreden
uzağa sakın ateş etme. Yüz metrelik mesafe iyidir. İşte hanımefendi
geliyor."
Margot, "Günaydın. Aslan avına çıkıyor muyuz?" diye sordu.
Wilson, "Siz kahvaltınızı ettikten hemen sonra çıkıyoruz. Bugün nasılsınız?"
dedi.
Kadın, "Harika," diye yanıt verdi. "Ayrıca çok heyecanlıyım."
"Hazırlıklara bir göz atayım," diyen Wilson uzaklaşırken, aslan tekrar
kükredi.
Wilson, "Kereta çok şamatacı, ama yakında onu susturacağız," dedi.
Margot, "Francis, sorun nedir?" diye sordu.
Macomber, "Yok bir şey," dedi.
"Evet, bir sorun var. Neden sinirlisin?"
"Yok bir şey."
Kadın onun yüzüne baktı. "Anlat bana. Yoksa kendini iyi hissetmiyor musun?"
"Lanet hayvan bütün gece kükredi."
"Neden beni uyandırmadın? Gecenin sessizliğinde kükremeleri duymak
isterdim."
Macomber acınacak haldeydi. "Tanrı'nın belası hayvanı öldüreceğim."
"Buraya aslan avlamak için gelmedin mi?"
"Evet. Ama sinirlerim bozuk. Hayvan kükredikçe sinirim bozuluyor."
Kadın Wilson'un sözlerini yineledi. "Öyleyse onu vur ve kükremesini kes."
Francis Macomber, "Evet, sevgilim, bunu söylemek çok kolay değil mi?" dedi.
"Yoksa korkuyor musun?"
"Tabii ki, korkmuyorum. Ama bütün gece kükremesi sinirlerimi bozdu."
"Onu tek kurşunda yere sereceksin. Evet, sereceğini biliyorum. Ve bu sahneyi
görmeyi dört gözle bekliyorum."
"Kahvaltını bitir, hemen yola çıkacağız."
"Bu saatte mi? Daha gün bile ağarmadı."
O sırada aslan tekrar kükredi. Göğsünün derinliklerinden yükselen iniltiler
birdenbire havayı titreten homurtulara dönüştü, sonra derin homurtulu bir iç
çekişle sona erdi.
Macomber'ın karısı, "Sanki yanıbaşımızda," dedi.
"Tanrım," dedi Macomber. "O sesten nefret ediyorum."
"Çok etkili."
"Etkili ve korkunç."
Robert Wilson sırıtarak geldi. Elinde kısa namlulu çirkin bir tüfek vardı.
"Gelin bakalım. Springfield ve büyük tüfeğini silah taşıyan adama verdim.
Tüm malzemeler cipe yerleştirildi. Mermileri aldın mı?" "Evet."
Bayan Macomber, "Ben hazırım," dedi.
Wİlson, "Şunun şamatasını keselim. Sen öne geç. Hanımefendi arkada, benim
yanımda otursun," dedi.
Günün ilk gri ışıkları gökyüzünde belirirken, cipe bindiler ve nehir
kenarındaki ağaçların arasından ilerlemeye başladılar. Macomber kuyruktan
dolma tüfeğinin kapağını açıp metal kaplı mermileri gözden geçirdi ve
tüfeğin emniyet sürgüsünü kapatırken, ellerinin titrediğini farketti.
Cebindeki mermilere dokundu. Ceketinin göğsündeki ilmeklere taktığı
mermileri parmağıyla yokladı. Cipin arka tarafında, karısının yanında oturan
Wilson'a baktı. İkisi de sırıtıyorlardı. Duydukları heyecan yüzlerine
yansımıştı. Wilson öne doğru eğildi ve fısıltıyla, "Gökyüzündeki akbabalara
bak. Yaşlı dostumuz karnını doyurmuş," dedi.
Macomber nehir kıyısından biraz uzakta gökyüzünde akbabaların daireler
çizerek uçtuklarını, sonra hızla yere doğru pike yaptıklarını gördü.
Wilson, "Eğer şansımız varsa uykuya yatmadan önce buraya su içmeye
gelebilir. Gözünü dört aç," diye fısıldadı.
Hafif meyille suya doğru alçalan nehrin kenarından ağır ağır ilerleyen cip
büyük ağaçların arasından geçti. Macomber karşı sahile bakıyordu. Wilson'un
koluna dokunduğunu hissetti. Cip durdu.
Wilson, "İşte orada," diye fısıldadı. "Önümüzde, sağ tarafta. Haydi git ve
onun işini bitir. Şahane bir aslan."
Macomber da aslanı görmüştü. Hemen hemen sağ taraflarında durmuş, muhteşem
başını havaya kaldırmış onlara bakıyordu. Yelesindeki koyu renk tüyler sabah
rüzgârının etkisiyle titreşiyordu. Sabahın gri ışıkları altında nehir
kenarında duran aslan geniş omuzları, düzgün iri cüssesiyle adeta bir dev
görünümündeydi.
Macomber tüfeğini kaldırırken, "Aramızdaki mesafe ne kadar?" diye sordu.
"Yetmiş beş metre kadar. Haydi git ve onu vur."
"Bulunduğum yerden onu vuramaz mıyım?"
Wilson, "Cipin içinde aslan avlanmaz," diye onun kulağına fısıldadı. "Haydi
git. Bütün gün orada durmaz."
Macomber ön koltuğun yanındaki kıvrımlı basamaktan yere indi. Aslan hâlâ
bütün ihtişamıyla aynı yerde duruyordu. Onun gözünde büyük bir suaygırından
farksız garip nesneye soğukkanlılıkla bakıyordu. İnsan kokusu almamıştı.
Kafasını hafifçe iki yana sallayarak garip nesneye bakmaya devam etti. Sonra
hiç korkmadan garip nesneye bakarak, nehrin kenarına su içmeye inmeden önce
biraz tereddüt etti. Ancak karşısında duran insanı farkedince, su içmekten
vazgeçti ve iri kafasını arkaya çevirdi. Gizlenmek için ağaçların arasına
doğru koşarken, kulakları sağır eden çatırtıyı duydu ve kurşunun böğrüne
saplandığını hissedince, birdenbire yakıcı bir acıyla midesi bulandı.
Kocaman ayaklarını yerden binbir güçlükle kaldırdı. Tıkabasa doyurduğu
yaralı karnını iki yana sallayarak ağır adımlarla ağaçların arasından geçti
ve yüksek otların arasında gizlenmeye çalıştı. Bir çatırtı daha duyuldu ve
bir kurşun şimşek gibi havayı delip kulağının dibinden geçti. Sonra korkunç
bir şey patladı. Bu kez alt kaburgalarının parçalandığını ve birdenbire
ağzından sıcak, köpüklü kanların boşaldığını hissetti. Pusuya yatacağı
yüksek otlara doğru bir koşu tutturdu. Otların arasına gizlenecek ve
patlayan şeyin yanına gelmesini bekleyecekti. Sonra da o şeyi tutan adamın
üstüne saldırıp onu öldürecekti.
Cipten inerken Macomber aslanın neler hissettiğini düşünmüyordu. Cibin
yanından uzaklaşırken ellerinin titrediğini ve ayaklarını hareket ettirmekte
güçlük çektiğini biliyordu.
Bacakları sanki kazık kesilmişti, ama kaslarının seğirdiğini hissediyordu.
Tüfeğini kaldırdı, aslanın kafasına ve omuzlarına doğru nişan alıp, tetiği
çekti. Fakat hiçbir şey olmadı. Tekrar tetiğe hızla asıldı, nerdeyse
parmağını kıracaktı, ama yine bir şey olmadı. O zaman tüfeğin emniyet
kilidini açmadığını farketti. Tüfeğini omzundan indirdi, emniyet kilidini
açtı ve binbir zorlukla birkaç adım daha attı. Aslan onun ve cipin siluetini
farkedince, dönüp koşmaya başladı. Macomber ateş edince vınk diye bir ses
duydu ve kurşunun isabet ettiğini anladı; ancak aslan kaçmaya devam
ediyordu. Macomber yeniden ateş etti, ama kurşunun yere saplanıp toprak
parçalarını havaya sıçrattığını ve aslanın kaçmaya devam ettiğini herkes
gördü. Biraz daha aşağıya nişan alması gerektiğini anımsayınca, tekrar ateş
etti. Herkes kurşunun hedefe ulaştığını duydu. Macomber bir kez daha ateş
etmeye fırsat bulamadan aslan can havliyle yüksek otların arasına sıçradı.
Macomber'ın midesi bulanıyor, Springfiled'i sıkı sıkı tutan elleri
titriyordu. Karısı ve Robert Wilson yanında duruyorlardı. Diğer tarafında
duran iki silah taşıyıcısı Wakamba lehçesiyle aralarında konuşuyorlardı.
Macomber, "Onu vurdum. İki kez vurdum," dedi.
Wilson tüm heyecanını yitirmişti. "Evet, iki kez vurdun, ama öldüremedin."
Aralarında sohbet eden silah taşıyıcıları birdenbire susup suratlarını
astılar.
Wilson, "Belki onu öldürdün, ama bunu anlamak için bir süre beklememiz
gerek," dedi.
"Ne demek istiyorsun?.."
"Kendinden geçmesini bekleyip sonra iz süreceğiz."
Macomber, "Ya," dedi.
Wilson neşeyle, "Şahane bir aslandı, ama kötü yere saklandı," dedi.
"Neden kötü?"
"Yanına gidene kadar onu göremezsin."
Macomber, "Ya," dedi yine.
"Haydi gelin," dedi Wilson. "Hanımefendi siz cipin içinde bekleyin. Biz
gidip zavallı hayvanın izini sürelim."
Macomber karısına, "Margot, burada kal," dedi. Ağzının içi kurumuş,
konuşmakta zorluk çekiyordu.
Kadın, "Neden?" diye sordu.
"Wilson burada kalmanı istedi."
Wilson, "Biz yaralı hayvanı aramaya gideceğiz. Siz burada bekleyin. Hatta
buradan her şeyi çok daha iyi görebilirsiniz," dedi.
"Pekâlâ."
Wilson, SWahili dilinde şoföre bir şeyler söyledi. Adam başını sallayıp,
"Peki efendim," dedi.
Sonra nehrin dik kenarından aşağıya indiler ve taşların üstüne basa basa
karşı kıyıya geçtiler. Ağaçların diplerine, otların arasına bakarak,
Macomber'ın ilk ateş ettiği zaman aslanın nereye doğru kaçtığını
araştırdılar. Silah taşıyıcılar yerden kopardıkları otlarla çimenlerin
üstündeki kan lekelerini gösterince, aslanın nehrin kenarındaki ağaçların
arkasına kaçtığı anlaşıldı.
Macomber, "Şimdi ne yapacağız?" diye sordu.
Wilson, "Fazla seçeneğimiz yok," dedi. "Cipi buraya getiremeyiz. Nehir
kenarı çok dik. Yaralarının biraz katılaşmasını bekleyelim. Sonra ikimiz onu
aramaya çıkarız."
Macomber, "Otları ateşe veremez miyiz?" diye sordu.
"Otlar çok taze. Onları yakamayız."
"Çalılara vursunlar diye adamları göndermez miyiz?"
Wilson hayretle onun yüzüne baktı. "Tabii gönderebiliriz," dedi. "Ama bu
biraz cinayet olmaz mı? Aslanın yararlı olduğunu biliyoruz. Yarasız aslanın
izi kolay sürülür. Gürültüyü duydukça
kaçmaya devam eder. Oysa yaralı aslan saldırır. Onu ancak burun buruna
gelince görürsün. Saklandığı zaman adeta yamyassı olur. Tavşan bile onun
gibi saklanamaz. Böyle bir gösteriye çocukları yollayamazsın. Birinden biri
kesinlikle yaralanır."
"Ya silah taşıyıcılar?"
"Ah, onlar bizimle gelecek. Bu onların görevi. Bu nedenle onları işe aldık.
Ama pek mutlu görünmüyorlar, değil mi?"
Macomber, "Oraya gitmek istemiyorum," dedi. Bu sözleri ağzından kaçırdığına
şaşırmıştı.
Wilson neşeyle, "Ben de gitmek istemiyorum," dedi. "Ama başka seçeneğimiz
yok." Bir süre düşündükten sonra yan gözle Macomber'a baktı; birdenbire
adamın korkudan titrediğini ve acınacak bir halde olduğunu gördü.
"Tabii oraya gitmek zorunda değilsin. Biliyorsun, beni bunun için tuttun. Bu
nedenle ücretim çok yüksek."
"Yani oraya tek başına mı gideceksin? Neden onun peşine düşmekten
vazgeçmiyoruz?"
Wilson'un aklında aslandan ve onun yarattığı sorundan başka bir şey yoktu.
Macomber'ın biraz dönek bir adam olduğunu düşünüyordu. O anda sanki otelde
yanlışlıkla başka bir odanın kapısını açmış da, çok utanç verici bir
sahneyle karşılaşmış gibi hissetti.
"Ne demek istiyorsun? Saklandığı yerde bırakabiliriz, değil mi?"
"Yani onun yaralanmadığını düşünüp kendimizi mi kandıracağız?"
"Hayır. Bu konuyu unutacağız."
"Böyle şey olmaz."
"Neden?"
"Birincisi, acı çektiği kesin. İkincisi, bir başkası onunla karşılaşabilir."
"Anladım."
"Ama senin bir şey yapman gerekmez."
Macomber, "Yapmak istiyorum. Ama biliyorsun ki, korkuyorum," dedi.
"Otların arasına girince ben önden yürür Kongoni gibi iz sürerim. Sen birkaç
adım arkamdan yan tarafta yürürsün. Şansımız yaver giderse iniltilerini
duyabiliriz. Eğer onunla karşılaşırsak ikimiz birden ateş ederiz. Hiç endişe
etme. Ben seni korurum. Aslında benimle gelmemen daha iyi. İstersen
hanımefendinin yanına dön, ben işi temizler gelirim, ne dersin?"
"Hayır, gelmek istiyorum."
Wilson, "Pekâlâ," dedi. "Fakat istemiyorsan otların arasına girme.
Biliyorsun, bu benim görevim."
Macomber, "Seninle gelmek istiyorum," dedi.
Bir ağacın altına oturup sigara içtiler.
Wilson, "Ben burada beklerken, hanımefendinin yanına dönüp onunla konuşmak
ister misin?" diye sordu.
"Hayır."
"Öyleyse ben gidip ona sabırlı olmasını söyleyeyim."
Macomber, "Tamam," dedi. Ağacın altında oturup bekledi. Koltuklarının
altından ter akıyordu. Ağzının içi kurumuştu. Midesinin ortasında derin bir
boşluk hissediyordu. Wilson'a git bu işi sen temizle diyecek cesareti
kendinde bulamıyordu. Wilson'un hırsından çatlamak üzere olduğunu
bilmiyordu. Çünkü daha önce onun ne durumda olduğunu farketmemiş ve
karısının yanına göndermişti. Macomber ağacın altında otururken, Wilson
döndü. "Büyük tüfeğini getirdim. Al şunu. Sanırım, ona yeterince zaman
tanıdık. Haydi gidelim," dedi.
Macomber büyük tüfeği aldı. Wilson, "Beş metre kadar arkamdan sağdan yürü ve
sana söylediklerimi aynen yap," dedikten sonra keder abidesi gibi duran iki silah taşıyıcısına SWahili dilinde
bir şeyler söyledi.
"Haydi gidelim."
Macomber, "Bir yudum su içebilir miyim?" diye sordu. Wilson matarayı beline
bağlayan yaşlı silah taşıyıcısına bir şey söyledi. Adam matarayı belinden
çıkarıp tıpasını açtı ve Macomber'a uzattı. Matarayı eline alan Macomber
onun ne kadar ağır olduğunu ilk kez farketti. Üstündeki tüylü kumaş kılıfı
kullanılmaktan havlanmıştı. Matarayı dudaklarına dayadı ve suyu içmeden,
önünde uzanan yüksek otlara ve arkasındaki yassı tepeli ağaçlara baktı.
Rüzgâr onlardan yana esiyordu. Otlarsa rüzgârın etkisiyle nazlı nazlı
sallanıyorlardı. Macomber silah taşıyıcısına bakınca, onun da korkuyla
kıvrandığını farketti.
Otuz metre ilerdeki yüksek otların arasına gizlenen aslan adeta yere
yapışmıştı. Kulaklarını geriye atmış, etrafı dinliyordu. Sadece uzun siyah
tüylü kuyruğu hafifçe yukarı aşağı inip kalkıyordu. Otların arasına
gizlenince hemen savunmaya geçmişti.
Dolu karnındaki yara onu rahatsız ediyor, ciğerlerindeki yara onu kuWetten
düşürüyordu. Her nefes alışında ağzının kenarından köpüklü kırmızı kan
sızıyordu. Terden ıslanan böğürleri ateş gibi yanıyordu. Metal kurşunların
taba derisinde açtığı deliklerin üstüne sinekler üşüşmüştü. İri sarı
gözlerini nefretle kısmış, ileriye bakıyordu. Nefes alırken canı yandıkça
gözlerini kırpıştırıyordu. Pençelerini de güneşin kuruttuğu yumuşak toprağa
geçirmişti. Duyduğu acıya ve rahatsızlığa karşın, geriye kalan bütün gücünü,
dikkatini ve nefretini biraraya toplayıp yay gibi gerilmiş, saldırıya
geçmeyi bekliyordu. Adamların seslerini duyuyordu. Pusuda saldırıya hazır
bekliyordu. Adamlar otların arasına girince birdenbire üstlerine
saldıracaktı. Onların seslerini duyunca kuyruğunu dikleştirdi ve aşağı
yukarı oynattı. Adamlar otların kenarına gelince homurtuyla yerinden
fırladı.
Yaşlı silah taşıyıcı otların üstündeki kan izlerini araştırarak en önde
ilerliyordu. Otların arasındaki en ufacık hareketi gözden kaçırmamaya
çalışan Wilson, tüfeğini her an ateşlemeye hazırdı. İkinci silah taşıyıcı
bir yandan uzakları gözlüyor, bir yandan da etrafı dinliyordu. Macomber da
tüfeğini ateşlemeye hazır durumda, Wilson'un birkaç adım arkasında
yürüyordu. Otların arasına girdikleri anda Macomber gırtlağına kan dolan
aslanın boğulur gibi homurtu çıkardığını duydu ve otların arasında bir şeyin
şimşek gibi hareket ettiğini görünce, geri dönüp panik içinde, çılgınca
nehrin kenarındaki açıklığa doğru koşmaya başladı. Deli gibi koşuyordu.
Karavong! diye bir ses duydu. Wilson büyük tüfeğini ateşlemişti. Aynı ses
bir daha yinelendi. Macomber dönüp baktı.
Muhteşem aslanın şimdiki görünüşü korkunçtu. Kafasının yarısı uçtuğu halde,
otların kenarında Wilson'a doğru emekliyordu. Adamın yüzü kıpkırmızıydı.
Tüfeğini tekrar doldurup namlusunu aslana doğrultarak nişan aldı ve bir
patlama sesi daha duyuldu. Ve yerde sürünen sarı tüylü aslanın iri gövdesi
sertleşti. Yarısı uçmuş başı öne doğru yuvarlandı. Macomber koşarak kaçtığı
çayırlıkta dolu tüfeğini omzuna koymuş, tek başına duruyordu. İki zenci ve
bir beyaz adam gözlerini nefretle ona dikmişlerdi. Macomber aslanın öldüğünü
anlayınca, Wilson'a doğru ilerledi, o upuzun boyuyla çıplak bir onursuzluk
gibi görünüyordu.
"Fotoğraf çektirmek ister misin?" diye sordu.
Macomber, "Hayır," diye yanıt verdi.
Cipin yanına gidene kadar hiç kimse konuşmadı. Sonra Wilson, "Şahane bir
aslandı. Çocuklar şimdi onun derisini yüzecekler. Onları şurada gölgede
bekleyelim," dedi.
Cipin arka koltuğunda yan yana oturan karı koca birbirlerinin yüzüne
bakmadılar. Wilson da ön koltukta oturuyordu. Bir
ara Macomber uzandı ve karısının yüzüne bakmadan onun elini avucunun içine
aldı. Ama kadın hemen elini geri çekti. Macomber aslanın derisini yüzen
adamlara bakınca, bulunduğu yerden karısının tüm olayı gördüğünü anladı.
Cipin arka koltuğunda otururlarken, karısı ileriye doğru uzanıp elini
Wilson'un omzuna koydu. Adam başını çevirip arkaya bakınca, kadın öne doğru
eğildi ve onu dudaklarından öptü.
Kırmızı yüzü mosmor olan Wiilson, "Ah, yapmayın," dedi.
Kadın, "Bay Robert Wilson, kırmızı yüzlü güzel Bay Robert Wilson," dedi.
Sonra yine Macomber'ın yanına oturup nehirin diğer kıyısındaki aslana baktı.
Zenciler hayvanı ağaca asmışlar, derisini yüzüyorlardı. Önce güçlü
tendonlanyla beyaz kaslı ön ayaklarının derisini yüzdüler, sonra beyaz
şişman kamı meydana çıktı. Sonunda silah taşıyıcılar hayvanın ıslak ağır
postunu getirdiler ve cipe binmeden önce onu rulo yaptılar, sonra cip
hareket etti. Kampa dönene kadar hiç kimse konuşmadı.
İşte aslanın hikâyesi burada sona erdi. Macomber saldırıya geçmeden önce ve
saldırı sırasında, namludan iki tonluk hızla fırlayan kurşun ağzına çarptığı
halde hâlâ inatla düşmanın üstüne yürüyen, arka ayaklarını yerden kesen
ikinci kurşuna rağmen kendisini mahveden lanet alete doğru sürüklenerek
ilerlerken aslanın neler hissettiğini Macomber bilmiyordu. Hayvanın neler
hissettiğini biraz olsun anlayan Wilson, "Şahane bir aslandı," diyerek
duygularını dile getirmişti. Ancak Macomber, Wilson'un başka neler
hissettiğini bilmiyordu. Karısının neler hissettiğini de bilmiyordu, ama
kadının aralarındaki ilişkiyi bitirdiğini biliyordu.
Karısı daha önce de onunla ilgisini kesmişti, ama bu pek uzun sürmemişti.
Zengin bir adamdı ve daha da zengin olacaktı. Bundan sonra karısının onu
terketmeyeceğini biliyordu. Bildiği birkaç gerçekten biriydi. Daha önce motosikletler, sonra arabalar
hakkında derin bilgisi vardı. Ördek avlamayı, alabalık, somon ve açık deniz
balıkçılığını biliyordu. Seks konusundaki bilgisi okuduğu kitaplarla
sınırlıydı. Ama okuduğu kitapların sayısını bilmiyordu. Salon oyunlarının
hepsini biliyordu. Köpekler hakkında oldukça bilgisi vardı, ama atlardan
fazla anlamazdı. Parasının değerini iyi bilirdi. Dünyada ilgi gösterdiği
diğer şeyler hakkında da biraz bilgisi vardı, ama karısının onu asla
terketmeyeceğinden emindi. Karısı çok güzel bir kadındı, Afrika'da bile
güzelliğinden bir şey yitirmemişti. Fakat artık kendi memleketinde kocasını
terketmesine ve kendisi için daha iyisini yapmasına güzelliği yeterli
değildi. Karı koca ikisi de bu gerçeği biliyorlardı. Macomber karısının onu
terketme fırsatını elinden kaçırdığını biliyordu. Margot ise eğer kocası
kadınlar konusunda başarılı olabilseydi, yeni ve güzel bir kadının yerini
alacağından endişe duymaya başlayabilirdi; ama kocası hakkında o kadar çok
şey biliyordu ki, endişe etmek zahmetine bile katlanmıyordu. Ayrıca
kocasının en iyi yanı aşırı hoşgörüsüydü, ama bu da ona fazlasıyla zarar
veriyordu.
Sözün kısası, arada sırada ortaya çıkan ayrılık dedikodularına rağmen,
herkese göre onlar mutlu bir karı kocaydı. Sosyete dedikodu yazarlarından
biri herkesin onların mutluluğunu kıskandığını ve ebedi aşklarını safari
macerasıyla perçinleyeceklerini yazmıştı. Aynı dedikodu yazarı geçmişte en
az üç kere onların ayrılacaklarını yazmıştı. Fakat her seferinde tekrar
barışmışlardı. Aralarında sağlam temele dayanan bir birlik vardı. Margot'un
güzelliği Macomber'ı büyülemişti, onu boşayamazdı. Macomber ise Margot'un
onu terketmeye cesaret edemeyeceği kadar zengindi.
Aslanı aklından çıkardıktan hemen sonra uykuya dalan Macomber bir ara uyanıp
tekrar uyumuştu. Sabaha karşı saat üçte
gördüğü karabasanın etkisiyle birdenbire uyandı. Aslanın kanlar içindeki
kafasının hayalini gözlerinin önünden bir türlü silemiyordu. Kalbi yerinden
fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Dikkatle etrafı dinledi. Ve çadırın diğer
tarafındaki karısının yatağının boş olduğunu farketti. Yatağın içinde tam
iki saat karısının dönmesini bekledi.
Karısı iki saat sonra çadıra döndü. Cibinliğini kaldırıp rahatça yatağına
uzandı.
Karanlıkta Macomber, "Neredeydin?" diye sordu.
"Merhaba, uyanık mısın?"
"Neredeydin?"
"Biraz hava almaya çıkmıştım."
"Bok hava aldın."
"Sevgilim, ne söylememi istiyorsun?"
"Neredeydin?"
"Hava almaya çıkmıştım."
"Yeni ismi bu mu? Sen bir kaltaksın."
"Pekâlâ, sen de bir korkaksın."
"Evet, korkağım, ne olacak?"
"Bana göre hiçbir şey olmayacak. Lütfen, artık tartışmaya son verelim,
sevgilim, çünkü uykum var."
"Tüm yaptıklarına göz yumacağımı mı sanıyorsun?"
"Göz yumacağını biliyorum, tatlım."
"Artık hiçbir şeyine göz yumacak değilim."
"Lütfen, sevgilim, sus artık, çok uykum var."
"Artık böyle şeyler yapmamaya söz vermiştin."
Kadın tatlılıkla, "Ne yapalım, şimdi oldu," dedi.
"Bu yolculuğa çıkarsak başkalarınla oynaşmayacağına söz vermiştin."
"Evet, sevgilim. Söz vermiştim, ama dün yolculuğun içine ettin. Artık bu
konuyu kapatalım, olur mu?"
"Avantaj eline geçince fazla beklemeye dayanamıyorsun, değil mi?"
"Lütfen, sus artık, sevgilim, çok uykum var."
"Susmayacağım."
"Öyleyse kusura bakma, ben uyuyacağım," dedi Margot ve uyudu.
Ertesi sabah gün doğmadan aynı masada üçü kahvaltı ediyordu. Francis
Macomber nefret ettiği birçok erkeğin arasında en çok Robert Wilson'dan
nefret ettiğini keşfetti.
Wilson piposunu doldururken, "İyi uyudun mu?" diye sordu.
"Ya sen?"
Beyaz avcı, "Mükemmel," diye yanıt verdi.
Macomber, hergele, küstah hergele, diye düşündü.
Wilson ikisini de buz gibi bakışlarıyla süzdü ve kadın çadıra döndüğü zaman
onu uyandırmış, diye düşündü. Pekâlâ, karısını neden ait olduğu yerde
tutmasını bilmiyor? Beni ne zannediyor, Tanrı'nın belası aziz heykeli miyim?
Karısını ait olduğu yerde tutarriıyorsa suç kimde?
Margot önündeki kayısı tabağını itti. "Bugün bufalo bulabilir miyiz?"
Wilson gülümseyerek, "Şansımız varsa buluruz," dedi. "İsterseniz bugün
kampta kalın."
Kadın, "Dünyada hiçbir kuWet beni burada tutamaz," dedi.
Wilson, "Neden ona kampta kalmasını söylemiyorsun?" diye Macomber'a sordu.
Macomber buz gibi sesle, "Sen söyle," dedi.
"Kimse kimseye bir şey söylemesin," Margot sonra kocasına dönüp tattıkla,
"Francis, lütfen saçmalama," dedi.
Macomber, "Yola çıkmaya hazır mısın?" diye sordu.
Wilson, "İstediğin zaman. Hanımefendinin de gelmesini istiyor musun?"
"İstesem veya istemesem ne farkeder?"
Robert Wilson, bok canına, diye düşündü. Hepsinin bok canına. Demek bundan
sonra karşılıklı didişeceklerdi. Pekâlâ didişelim, diye içinden geçirdi.
"Hiçbir şey farketmez."
Macomber, "İstersen bufalo avına ben yalnız çıkarım, sen de kampta onunla
baş başa kalırsın, olur mu?" diye sordu.
Wilson, "Bunu yapamam. Senin yerinde olsam böyle saçmalamazdım," dedi.
"Saçmalamıyorum. Sadece iğreniyorum."
"İğrenmek çirkin bir sözcük."
Karısı, "Francis, lütfen aklını başına toplar mısın?" dedi.
Macomber, "Benim aklım başımda," dedi. "Sen hiç bu kadar iğrenç yemekler
yedin mi?"
Wilson usulca, "Yemekleri beğenmedin mi?" diye sordu.
"Evet, buradaki hiçbir şeyi beğenmiyorum."
Wilson alçak sesle, "Kendine gel, hanım evladı, bize hizmet eden çocuk az
buçuk dilimizden anlıyor," dedi.
"Canı cehenneme."
Wilson ayağa kalktı. Piposunu tüttürerek uzaklaştı. Ayakta durmuş onu
bekleyen silah taşıyıcıların yanına gitti ve SWahili dilinde bir şeyler
söyledi. Macomber'la karısı masada baş başa kalmışlardı. Adam kahve
fincanına bakıyordu.
Margot usulca, "Sevgilim, olay çıkarırsan seni terkederim," dedi.
"Hayır, edemezsin."
"Dene de gör bakalım."
"Beni terketmeyeceksin."
Kadın, "Hayır, aklını başına toplarsan seni terketmeyeceğim," dedi.
"Aklımı başıma toplamak mı? Benimle böyle konuşma. Aklımı başıma toplamak."
"Evet, aklını başına topla." "Sen neden aklını başına toplamıyorsun?" "Çok
uğraştım. Çok uğraştım."
Macomber, "Kırmızı yüzlü domuzdan nefret ediyorum, onu görmeye tahammülüm
yok," dedi. "Aslında çok iyi bir adam."
Macomber, "Oh, kapa çeneni," diye bağırdı. Tam o sırada cip gelip yemek
çadırının önünde durdu. Şoförle iki silah taşıyıcı aşağıya atladılar. Wilson
onlara doğru yürüdü ve masada oturan karı kocaya baktı.
"Ava çıkıyor musun?" diye sordu. Macomber ayağa kalktı. "Evet, evet,"
Wilson, "Hırkanı yanına al, cipin içinde üşürsün," dedi. Margot, "Deri
ceketimi alırım," dedi. Wilson, "Çocuk ceketi aldı," dedi ve şoförün yanına
oturdu. Arka koltukta oturan Francis Macomber'la karısı birbirleriyle
konuşmuyorlardı.
Wilson kendi kendine, dilerim salak herif beni ensemden vurmaz. Safaride
kadınlar insanın başına bela, diye düşündü.
Gün doğmadan önceki alacakaranlıkta ciple nehri geçip karşı sahilde,
Wilson'un bir gün önce kürekle açtırdığı yoldan sık ağaçlı ormana doğru
ilerlediler.
Wilson, güzel bir sabah, diye aklından geçirdi. Cipin tekerlekleri altında
ezilen kalın çiy tabakasıyla kaplı eğreltiotlarından yayılan mis gibi kokuyu
içine çekti. Sabahın ilk saatlerinde çiy kokusunu severdi. Uçsuz bucaksız
bir parkı andıran araziyi kaplayan sisin ardında siyah gövdeleri görünen
ağaçların arasında
ilerliyorlardı. Arka koltukta oturan karı kocayı aklından çıkarmış, şimdi
bufaloları düşünüyordu. Gündüzleri bataklıkların içinde gizlenen, geceleri
boş arazilerde otlayan bufaloların izini sürüyorlardı. Eğer bataklıkla,
otlaklar arasında onlara rastgelirlerse, Macomber birini kolayca
vurabilirdi. Sık otlarla kaplı arazide Macomber'la bufaloyu kovalamak
istemiyordu. Aslında Macomber'la ne bufalonun, ne de başka hayvanın
peşinden koşmak istiyordu. Ama o profesyonel bir avcıydı ve zamanında
Macomber'dan daha garip adamlarla ava çıkmıştı. Eğer bufaloyu bugün
vurabilirlerse, sonra suaygırı avına çıkacaklardı. Zavallı adam tehlikeli
oyunlardan yüzünün akıyla çıkabilirse, belki evlilik hayatına biraz neşe
gelecekti. Kararını vermişti, bundan sonra kadına elini sürmeyecekti.
Böylece Macomber da bir gece önceki olayı unutacaktı. Aslında karısının bu
tür kaçamaklarına alışık olduğu anlaşılıyordu. Zavallı adam herhalde
karısının kaçamaklarını unutmanın bir yolunu bulmuştu." Ne yazık ki, bu
tatsız olaylara kendisi neden oluyordu.
Talih kuşunun ne zaman başına konacağını bilmediği için, Wilson çift kişilik
portatif yatağıyla safariye çıkardı. Birlikte ava çıktığı müşterilerinin
çoğu hızlı yaşamayı seven, uluslararası jet sosyeteye mensup kişilerdi.
Kadınlar ödedikleri paranın karşılığında beyaz avcının yatağını da paylaşmak
isterlerdi. Wilson tek başına kaldığı zaman o kadınlardan nefret ederdi, ama
onlarla birlikteyken bazılarından hoşlanırdı. Ve onların sayesinde para
kazanıyordu; onu kiraladıkları sürece onların kurallarına boyun eğmek
zorundaydı.
Ancak avlanma sırasında onların kurallarına boyun eğmezdi. Avlanma konusunda
onun kendi kuralları vardı ve müşterileri de ya bu kurallara uymayı kabul
eder ya da başka bir avcıyla yola çıkmak zorunda kalırlardı. Ancak bu
Macomber garip bir adamdı. Evet, çok garip bir adamdı. Şimdi de karısı,
evet, karısı... şey karısı... Wilson bir anda bu düşünceleri aklından sildi. Dönüp
arkasına baktı. Macomber'ın duyduğu öfke asık suratına yansımıştı. Margot
ona gülümsedi. Kadın bugün katı güzelliğinden sıyrılmış, daha masum, genç ve
taze görünüyordu. Tanrı bilir, kalbinden neler geçiyor, diye Wilson düşündü.
Dün gece çok az konuşmuştu. Fazla konuşmaması Wİlson'u sevindirmişti.
Dik yamacı tırmanan cip ağaçların arasından geçti ve etrafı ağaçlarla
çevrili geniş bir çayıra benzeyen alana çıktı. Şoför ağaçların kenarındaki
yolu ağır ağır izledi. Wilson da dikkatle otlarla kaplı geniş alana
bakıyordu. Cipi durdurup sahra dürbünüyle uzaklara baktı. Sonra eliyle
işaret edince, şoför cipi tekrar hareket ettirdi. Şoför karıncaların
çamurdan yaptıkları şatoları ezmemeye özen göstererek cipi ağır ağır sürdü.
Uzaklara bakan Wilson birdenbire döndü.
"Tanrım, işte oradalar!"
Onun işaret ettiği yöne bakan şoför cipi hızlandırdı. Wilson SWahili diliyle
adama telaşla bir şeyler söyledi. Macomber uzaktaki iri hayvanları görünce,
onları siyah silindire benzetti. Bufalolar hareket halindeki büyük siyah
tanklar gibi çayırlığın diğer tarafına doğru uçarcasına koşuyorlardı.
Başları hiç kımıldamadan ileriye doğru koşarlarken, Macomber onların siyah
iri boynuzlarını görebiliyordu.
Wilson, "Üç yaşlı boğa. Bataklığa varmadan onların yolunu keseceğiz," dedi.
Saatte kırk beş mil hızla ilerleyen cip hayvanlara yaklaştıkça, Macomber
onların uzaktan gördüğünden çok daha iri olduklarını farketti. Düzenli bir
hızla önde koşanların biraz gerisinde onlara ayak uydurmaya çabalayan, uyuz
gibi tüyleri dökülmüş, gri renkli derisi kabuk kabuk olmuş yaşlı hayvanın
omuzlarının üstündeki kocaman kafasını ve siyah parlak boynuzlarını Macomber
yakından gördü. Sonra sanki büyük bir tümseği
aşarcasına cip iki yana sallandı. Kaçan hayvana iyice yaklaştıkları zaman,
onun ileriye doğru atılan iri gövdesini, tüysüz derisine yapışan tozları,
geniş boynuzlarını ve uzun suratındaki geniş burun deliklerini görünce,
Macomber tüfeğini doğrulttu. Wilson, "Salak! Cipten ateş edilmez," diye
bağırdı. Macomber ondan korkmadığını, sadece usta avcıdan ölesiye nefret
ettiğini hissetti. Şoför frene basınca cip sarsıldı ve sallanarak öne doğru
kaydı. Araç tam durmak üzereyken Wilson bir taraftan, Macomber da diğer
taraftan yere atlayınca, bir an ayaklarının üstünde sendeledi, sonra hızla
koşmaya devam eden hayvana ateş etti. Mermilerin bufalonun gövdesine
saplandığını duydu. Tüfeğindeki tüm kurşunları kaçmaya çabalayan hayvanın
üstüne boşalttı. Sonunda hayvanın ensesine ve omuzlarına nişan alması
gerektiğini anımsayınca, cebinden çıkardığı mermileri tüfeğine
yerleştirirken, hayvanın yere çöktüğünü gördü. Hayvan iri başını iki yana
sallayarak, önce dizlerinin üstüne çöktü. Diğer iki hayvanın hâlâ koşmaya
devam ettiklerini gören Macomber bu kez önde koşan bufaloya nişan aldı ve
tüfeğinden fırlayan mermi hedefine isabet edince, iri hayvan burnunun üstüne
yıkıldı.
Wilson, "Çok iyi gidiyor. Çabuk diğer hayvana ateş et," diye bağırdı.
Fakat diğer hayvan aynı hızla koşmaya devam ediyordu. Macomber tüfeğini
kaldırıp nişan aldı, ama mermi yere saplanırken topraklar havaya uçuştu.
Wİlson'un silahından çıkan mermiler de hedefe isabet etmeyince, yerden
kalkan bir toz bulutu havayı sardı. Wilson, "Onu kaçırdık! Haydi gel," dedi
ve Macomber'ı kolundan yakalayıp cipe doğru sürükledi. Wilson'la Macomber
cipin iki yanına asılınca, şoför aracı hareket ettirdi ve engebeli yolda iki
yana sarsılarak, dörtnala kaçan hayvanı kovalamaya başladılar.
Hayvana iyice yaklaşmışlardı. Macomber tüfeğini doldururken, mermilerden
bazılarını yere düşürdü, bir kısmı namlunun içinde sıkıştı. Sıkışan
mermileri düzelttiği an bufaloya elle tutabilecekleri kadar yaklaşmışlardı.
Wilson, "Dur," diye seslenince, şoför ani bir fren yaptı. Cip nerdeyse takla
atacaktı. Sarsıntının etkisiyle yere düşen Macomber çabucak doğrulup kaçmaya
devam eden hayvanın siyah yuvarlak kalçalarına nişan aldı. Tüfeğini
ateşledi. Tekrar tekrar nişan alıp tüfeğini defalarca ateşledi. Mermiler
hedefe saplandığı halde hayvan koşmaya devam ediyordu. Sonra Wİlson'un
tüfeğinden kulakları sağır eden bir patlama duyuldu. Macomber bufalonun
sendelediğini görünce, dikkatle nişan aldı ve tüfeğinin tetiğini çeker
çekmez, bufalo dizlerinin üstüne çöküverdi.
Wilson, "Pekâlâ, temiz iş. Üçünü de temizledin," dedi.
Macomber gurur ve sevinçten mest olduğunu hissetti.
"Kaç kez ateş ettin?" diye sordu.
Wilson, "Sadece üç kez," diye yanıt verdi. "Birinciyi sen vurdun. O en
büyükleriydi. Kaçıp saklanmalarından korktum ve diğer ikisinin işini
bitirmende sana yardımcı oldum. Onları sen vurdun, ben sadece temizlik işine
biraz yardım ettim. Çok iyi nişancısın. Attığını vuruyorsun."
Macomber, "Haydi cipe dönelim. İçki içmek istiyorum," dedi.
Wilson, "Önce bufalonun işini bitirmelisin," dedi. Dizlerinin üstünde
doğrulan bufaloya doğru yürürlerken, öfkeyle iki yana sallarken hayvan acı
acı böğürüyordu.
Wilson, "Aman dikkat et ayağa kalkmasın," dedi. "Biraz yana kay ve tam
kulağının dibinden ensesine nişan al."
Macomber hırsla iri başını sallayan ve acıyla böğüren hayvanın ensesine
dikkatle nişan alıp tüfeğini ateşledi. İlk atışta hayvanın iri başı öne
düştü.
Wilson, "Şimdi tamam," dedi. "Belkemiğine isabet etti. Ama çok muhteşem
hayvanlar, değil mi?"
Macomber, "Haydi birer içki içelim," dedi. Yaşamı boyunca kendini hiç bu
denli iyi hissetmemişti.
Macomber'ın karısı cipte onları bekliyordu. Yüzü bembeyaz olmuştu. Kocasına,
"Sevgilim, harikaydın," dedi. "Ne biçim kovalamacaydı."
Wilson, "Kötü müydü?" diye sordu.
"Korkunçtu. Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu anımsamıyorum."
Macomber, "Haydi içki içelim," dedi yine.
Wilson, "Evet, buyrun," dedi. "Önce hanımefendi içsin." Kadın cepte taşınan
yassı içki matarasından birkaç yudum sek viski aldı ve içkiyi yutarken
hafifçe ürperdi. Macomber'a uzattığı içki matarasını, kocası da Wİlson'a
verdi.
Kadın, "Çok heyecanlıydı," dedi. "Başıma korkunç ağrılar saplandı.
Hayvanları arabadan avlamanın yasak olduğunu bilmiyordum."
Wilson buz gibi sesle, "Hayvanlar arabadan asla avlanmaz," dedi.
"Yani onları arabayla kovaladıktan sonra mı avlamak gerekiyor?"
Wilson, "Her zaman arabayla kovalamak gerekmez," dedi. "Bufaloları elimizden
kaçırmamak için bu yolu seçtim. Çeşitli hayvanların yuvalarıyla dolu
çayırların arasından arabayla geçmek başka şey, yürüyerek iz sürmek başka
şey. Her ateş edişimizde, isteseydi bufalo bize saldırabilirdi. Biz ona da
her türlü şansı tanıdık. Ama sakın bundan hiç kimseye söz etmeyin. Yani
yaptığımız iş pek yasal değildi."
Margot, "Kocaman çaresiz hayvanları arabayla kovalamak bence haksızlık,"
dedi.
Wilson, "Öyle mi?" dedi.
"Onları ciple kovaladığın Nairobi'de duyulursa ne olur?"
Wilson, "Birincisi lisansımı elimden alırlar. Bir sürü tatsızlıklar olur.
İşsiz kalırım," dedi ve birkaç yudum içki içti.
"Gerçekten mi?"
"Evet, gerçekten."
Macomber, "İşte, sana karşı kullanabileceği bir koz ele geçirdi," dedi ve o
gün ilk kez gülümsedi.
Margot Macomber, "Francis, doğrusu çok naziksin," dedi. Wilson karı kocaya
baktı. Eğer bu kadar açık sözlü bir erkek, kendisinden çok daha açık sözlü
bir kadınla evlenirse, bunların çocukları kimbilir nasıl olur, diye düşündü.
"Silah taşıyıcılardan birini kaybettik, fakında mısınız?"
Macomber, "Aman Tanrım, hayır," dedi.
Wilson, "İşte geliyor," dedi. "Bir şeyi yok. İlk bufaloyu vurduğumuz zaman
cipten düşmüş olmalı."
Haki renkli gömlek ve şort giymiş orta yaşlı silah taşıyıcı, başında yün
örgü beresiyle ayağındaki lastik sandaletleri sürüyerek topallaya topallaya,
asık suratında nefret dolu bir ifadeyle onlara doğru yaklaşıyordu. Birkaç
adım daha attıktan sonra Wİlson'a SWahili dilinde bir şeyler söyleyince,
beyaz avcının yüz ifadesinin değiştiğini gördüler.
Margot, "Ne dedi?" diye sordu.
Wilson ifadesiz sesle, "Birinci bufalonun ayağa kalkıp otların arasına
gizlendiğini söyledi," dedi.
Bir anda neşesi sönen Macomber, "Ah," dedi.
Margot heyecanla, "Öyleyse aslan avındaki olaylar yinelenecek," dedi.
Wilson, "Tanrı'nın belası aslan avındaki olaylar yinelenmeyecek," dedi.
"Macomber, daha içki istiyor musun?"
Macomber, "Evet, teşekkür ederim," dedi. Aslan avındaki duyguyu yine
hissetmeyi bekledi, ama öyle olmadı. Hayatında ilk kez korkuyu tam anlamıyla
içinden atmıştı. Korku yerine tarif edilmez bir mutluluk ve sevinç
hissediyordu.
Wilson, "İkinci bufaloyu aramaya gidelim. Şoföre söyleyeyim de cipi gölgeye
çeksin," dedi.
Margaret Macomber, "Ne yapacaksınız?" diye sordu.
Wilson, "Bufaloya yakından bir göz atacağız," diye yanıt verdi.
"Ben de geleceğim."
"Gel."
İri boynuzlu kocaman başı otların üstünde yan yatan bufaloya doğru üçü
birlikte yürüdüler.
Wilson, "Hayvanın başı muhteşem. Aşağı yukarı bir metre çapında," dedi.
Macomber sevinçle yerde yatan hayvana bakıyordu.
Margot, "Görünüşü iğrenç," dedi. "Gölgeye çekilemez miyiz?"
Wilson, "Tabii," dedi. Sonra Macomber'a döndü. "Bak, şuradaki otları görüyor
musun?" diyerek işaret etti.
"Evet."
"İşte birinci bufalo o otların arasına girmiş. Silah taşıyıcı arabadan
düştüğü zaman, bufalo yerde yatıyormuş. Silah taşıyıcı bizim çılgın gibi
diğer iki bufaloyu kovalamamızı izliyormuş. Sonra başını kaldırıp bakınca
bufaloyla göz göze gelmiş. Tabanlarını yağlayıp kaçarken, bufalo da otların
arasına dalmış."
Macomber hevesle, "Şimdi onun izini sürelim mi?" diye sordu.
Wilson beğeniyle ona baktı. Tanrı'nın belası çok garip bir adam, diye
düşündü. Dün korkudan eli ayağı birbirine dolanıyordu, bugünse adeta bir
ateş parçası.
"Hayır, ona biraz zaman tanıyalım."
Margot, "Lütfen gölgeye gidelim," dedi. Yüzü bembeyaz,
hasta gibiydi.
Çayırlıktaki tek ağacın altında^jran araca doğru yürüdüler ve cipin
koltuklarına oturdular.
Wilson, "Belki şimdiye dek ölmüştür, ama bir süre sonra gider bakarız,"
dedi.
Macomber bugüne dek hiç tatmadığı çılgınca bir mutluluğun benliğini
sardığını hissetti.
"Tanrım ne kovalamacaydı, hiç bu denli heyecanlanmamıştım. Harikaydı değil
mi, Margot?"
"Nefret ettim."
"Neden?"
Kadın kinle, "Nefret ettim, iğrendim," dedi.
Macomber dönüp Wilson'la konuşmaya başladı. "Artık bundan sonra beni hiçbir
şey korkutamaz. Bufaloları görüp onları kovalamaya başlayınca içimde bir
şeyler oldu. Sanki bir barajın duvarları yıkıldı. Heyecandan başka hiçbir
şey hissetmiyordum."
Wilson, "Korkularından arındın. Böyle komik şeyler insanların başına gelir,"
dedi.
Macomber'ın yüzü mutluluktan ışıl ışıl parlıyordu. "Evet bana bir şeyler
oldu. Kendimi çok farklı hissediyorum."
Garip bir ifadeyle onu süzen karısı söze karışmadı. Cipin arka koltuğunda
iyice köşeye çekilmişti. Macomber da öne doğru eğilmiş, ön koltukta oturan
ve başını arkaya çevirmiş onu dinleyen Wilson'la konuşuyordu.
"Biliyor musun, bir kez daha aslan avına çıkmak istiyorum. Artık gerçekten
onlardan korkmuyorum. Ne de olsa, insana ne yapabilirler?"
Wilson, "İşte sorun da bu," dedi. "Yapacakları en kötü şey seni öldürmektir.
Buna ne dersin? Shakespeare'in çok güzel bir sözü vardır. Bakalım
anımsayabilecek miyim? Oh hem de çok güzeldir. Bir zamanlar kendi kendime bu
sözü yinelerdim. Nasıldı bakalım? 'Yemin ederim, umurumda değil; insan ancak
bir kez ölür; bırak istediği yere gitsin; Tanrı'ya bir can borcumuz var, ha
bu yıl, ha gelecek yıl ölmüşüz ne farkeder?' Çok güzel, değil mi?"
Yıllardır içinde sakladığı duyguları açıklamak Wİlson'u çok utandırmıştı,
ama genç yaşta olgunluğa erişen erkekleri görünce, hep böyle duygulanırdı.
Yoksa yirmi bir yaşında rüştünü ispat etmek önemli değildi.
Bu av birdenbire her şeyin akışını değiştirmişti. Önceden kaygı duyma
fırsatı bulmaksızın balıklama eyleme dalma Macomber'ın değişmesine neden
olmuştu. Bu değişikliğin nedeni önemli değildi. Önemli olan değişikliğin
gerçekleşmesiydi. Şimdi şu zavallıya bak, diye Wilson düşündü. Bazı erkekler
uzun süre çocukluktan kurtulamazlar. Bazılarıysa yaşamlarının sonuna kadar
çocuk kalmaya mahkûmdur. Elli yaşında bile çocuk görünüşünden
kurtulamayanlar vardır. Şu büyük Amerikalı çocukerkekler. Kahrolası acayip
herifler. Çok garip olmasına karşın, Macomber'dan hoşlanmaya başlamıştı.
Herhalde bundan böyle karısının onu boynuzlamasına da fırsat vermeyecekti.
Evet, buna son verirse çok iyi olacaktı, hem de çok çok iyi olacaktı.
Zavallı adam tüm hayatı boyunca korku içinde yaşamıştı. Artık sona eren bu
korkunun neden kaynaklandığını Wilson bilmiyordu. Daha önce ona ve karısına
duyduğu öfke Macomber'ın bufalodan korkmasına fırsat vermemişti. Ayrıca
cipin içinde olmasının da yararı dokunmuştu. Orada kendini güvencede
hissetmişti. Ve şimdiyse bir ateş parçası kesilmişti. Wilson savaşta da bu
sahnelere tanık olmuştu. Bekâretlerini yitirdikten
sonra korku yok olup yerini başka bir şey, onu erkek yapan öz alıyor,
böylece gerçek bir erkek oluyordu. Kadınlar .da bunu biliyorlardı. Kahrolası
korku yoktu artık.
Oturduğu yerden Margaret Macomber iki erkeği dikkatle süzüyordu. Wilson'da
değişiklik yoktu. Dün gördüğü Wilson'la bugünkü Wilson arasında hiçbir
değişiklik yoktu. Onu ilk kez gördüğünde büyük yeteneğini farketmişti. Ama
Francis Macomber'daki değişiklik gözünden kaçmadı.
Yeni hissetmeye başladığı zengin duyguların keyfiyle Macomber, "Olacakları
düşünüp mutlu oldun mu?" diye sordu.
Wilson onun gözlerinin içine baktı. "Bu tür duygulardan söz edilmez.
Şimdilerde korktuğunu söylemek moda. Şaka bir yana, bundan sonra da birçok
kez korkacaksın."
"Ama eyleme geçmeden içini büyük bir mutluluk sarıyor, değil mi?"
Wilson, "Evet," dedi. "Sözünü ettiğim mutluluğu hissediyorum, ama bu konuda
fazla konuşmak istemiyorum. Aynı konuyu sürekli tekrarlarsan tüm zevkini
yitiriyor."
Margot, "ikiniz de saçma sapan konuşuyorsunuz. Cipin içinde çaresiz zavallı
hayvanları kovalayınca hemen birer kahraman kesildiniz," dedi.
Wilson, "Özür dilerim, biraz hava attım." dedi, İçinden, kadın endişelenmeye
başladı, diye geçirdi.
Macomber karısına, "Eğer konuştuğumuz konu hakkında bilgin yoksa neden söze
karışıyorsun?" diye sordu.
Kadın kin ve nefretle, "Birdenbire pek cesur oldun," diye yanıt verdi, ama
nefreti çok güçlü değildi. Bir şeyden korkuyordu.
Macomber içinden gelen coşkuyla uzun uzun güldü. "Evet birdenbire
cesurlaştım. Gerçekten çok cesur oldum," dedi.
Margot buruk sesle, "Biraz geç kalmadın mı?" diye sordu. Çünkü yıllarca önce
kocasına karşı elinden geldiğince iyi davranmaya çalışmıştı. Şimdi evliliklerinin bu hale düşmesinin nedeni tek
tarafın suçu değildi.
Macomber, "Ama benim için geç değil," dedi.
Margot yanıt vermeden koltuğunun köşesine büzüldü.
Macomber neşeyle, "Ona yeterince zaman tanıdık mı?" diye Wilson'a sordu.
Wilson, "Haydi gidip bakalım. Yedek mermi var mı?" dedi.
"Silah taşıyıcısında olması gerek."
Wilson, SWahili dilinde seslenince, bufalo başının derisini yüzen orta yaşlı
silah taşıyıcısı çömeldiği yerden doğruldu ve cebinden çıkardığı mermi
kutusunu Macomber'a getirdi. O da tüfeğine mermileri doldurduktan sonra
yedekleri de cebine koydu.
Wilson, "İstersen Springfield'i yanına al. Onu kullanmaya alışıksın.
Mannlicher'i arabada hanımefendinin yanına bırakalım. Silah taşıyıcın ağır
tüfeğini getirir. Benim de yanımda bu Tanrı'nın belası top gibi tüfek var.
Şimdi sana bufalolar hakkında biraz bilgi vereceğim," dedi. Macomber'ı
endişelendirmek istemediği için bu konuyu en sona bırakmıştı.
"Bufalo ileriye doğru koşarken başını dik tutar. Boynuzları beyne atılan
kurşunlara siper olur. Hayvanın burnuna nişan almalısın. Veya göğsüne, eğer
yan tarafındaysa ensesine ya da omuzlarına ateş etmelisin. Tek kurşunla
kolay kolay ölmezler. Sakın kahramanlık yapmaya kalkışma. En kolay nişan
aldığın yerden vurmaya çalış. Başın derisini yüzdüler. Artık yola çıkalım
mı?"
Silah taşıyıcılara seslenince, adamlar ellerini silerek yanlarına geldiler.
Silah taşıyıcıların yaşlısı cipin arkasına bindi.
Wilson, "Kongoni'yi yanıma alacağım. Diğerleri leş kargalarını gözlesin,"
dedi.
Cip ağır ağır açık alandan kuru dere yatağının kenarındaki yeşilliklere
doğru uzanan ağaçların arasına girince, Macomber kalbinin yerinden
çıkacakmış gibi çarptığını ve yine ağzının kuruduğunu hissetti. Ama bu kez
korkudan değil, heyecandan yerinde duramıyordu.
"İşte şuraya doğru gitmiş." dedi. Wilson sonra SWahili dilinde sitah
taşıyıcıya, "Kan izlerini takip et,"dedi.
Cip otlara paralel ilerliyordu. Macomber, Wilson ve silah taşıyıcı cipten
indiler. Macomber arkasına bakınca, karısının elinde silahla kendisine
baktığını gördü ve ona ef salladı. Kadın ona el sallamadı.
Yüksek otlar çok sık, topraksa çok kuruydu. Orta yaşlı silah taşıyıcısının
sırtından terler akıyordu. Macomber'ın bir adım önünden yürüyen Wilson
şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirmiş, kırmızı ensesi görünüyordu.
Birdenbire silah taşıyıcısı Wilson'a SWahili dilinde bir şeyler söyledi ve
öne doğru koştu.
Wilson, "Hayvan orada ölmüş," dedi. "Kutlarım seni, iyi iş basardın," dedi
ve dönüp Macomber'ın elini yakaladı. İki erkek birbirlerine sırıtarak el
sıkıştılar. O sırada silah taşıyıcısının çılgın gibi bağırarak yan taraftaki
otların arasından çıktığını gördüler. Onun arkasından bufalo gözüktü. Ağzı
sımsıkı kapalıydı. İri kafasından aşağıya kanlar sızıyordu. Kançanağına
dönmüş küçük gözleriyle onlara bakıyordu. Önde duran Wilson çömelip nişan
aldı. Silahını ateşleyen Macomber, Wilson'un tüfeğinden çıkan gürültüyü
duymadı. Yalnızca hayvanın boynuzlarından kopan parçaların havada uçuştuğunu
ve hayvanın başını salladığını gördü. Macomber geniş burun deliklerine nişan
alıp tüfeğini tekrar ateşledi ve boynuz parçalarının tekrar havada
uçuştuğunu gördü. Üstüne doğru gelen hayvana dikkatle nişan aldı. Bufalonun
minicik gözleriyle kötü kötü baktığını gördü. Hayvanın başı öne düşmeye
başlamıştı. Tam o sırada Macomber birden
bire ateş gibi yakan kör edici bir şimşeğin başının içinde çaktığını
hissetti, sonra hiçbir şey hissetmez oldu.
Wilson yan tarafa kaçıp hayvanın omzuna nişan aldı. Macomber olduğu yerde
kımıldamadan duruyordu. Hayvanın burnuna nişan almıştı. Attığı her kurşun
hayvanın sağlam boynuzlarını parçalıyor ve parçalanan boynuzların kıymıkları
havaya sıçrıyordu. Bufalo kocasının üstüne doğru ilerlerken, cipin içinde
oturan Bayan Macomber yanındaki Mannlicher'i eline aldı ve kocasını ense
kökünden vurdu.
Francis Macomber yere yıkıldı. İki metre ötede bufalo da gövdesinin üstüne
yıkılmış yerde yatıyordu. Wilson ve Bayan Macomber yerde yatan adamın üstüne
eğildiler.
Wilson, "Onu sırtüstü çeviremem," dedi.
Sinir krizi geçiren kadın ağlıyordu.
Wilson, "Ben cipe dönüyorum." dedi. "Silah nerede?"
Kadının yüzü gerilmiş konuşamıyordu. Yalnızca başını salladı. Silah taşıyıcı
tüfeği yerden aldı.
Wilson, "Onu olduğu yerde bırak," dedi. "Git Abdulla'yı buraya getir.
Kazanın durumuna tanık olsun."
Wilson yere eğildi ve cebinden çıkardığı mendili Francis Macomber'ın saçları
kökünden kesilmiş başına örttü. Yumuşak kuru toprak kanı adeta emiyordu.
Wilson ayağa kalkınca, böğrünün üstüne yan düşen bufalonun bacaklarının
ileriye doğru uzandığını ve hafif kıllı karnının üstüne böceklerin
üşüştüğünü gördü. Muhteşem bir hayvan, diye otomatikman aklından geçirdi.
Şoförü çağırıp cesedin üstüne battaniye örttükten sonra yanından
ayrılmamasını söyledi. Sonra cipin koltuğunun bir köşesine büzülüp ağlayan
kadının yanına gitti.
İfadesiz sesle, "Doğrusu çok güzel bir iş yaptın. Nasıl olsa seni
terkedecekti," dedi.
Genellikle avluda cenazeler bulunurdu. Eski hastanenin arkasında tuğladan
yeni inşa edilmiş pavyonlar vardı. İşte hepimiz her öğleden sonra burada
buluşurduk. Bizi iyileştirecek makinelere oturup birbirimizle kibarca
ilgilenirdik.
Doktor benim oturduğum makinenin yanına gelince, "Savaştan önce en çok neden hoşlanırdın? Spor yapar miydin?" diye sordu.
"Evet, futbol oynardım," diye yanıt verdim.
"Çok iyi. Bir süre sonra eskisinden çok daha iyi futbol oynayabileceksin."
Dizim kıvrılmıyordu. Bacağım dizimden ayak bileğime kadar kazık gibiydi.
Bisiklet pedalı gibi çevirdiğim makine dizimi bükebilmemi sağlayacaktı.
Fakat bacağımı henüz kıvıramıyordum. Bükülme hareketinin gerektiği yerde
makine tekliyordu. Doktor, "Kısa süre sonra bacağını istediğin gibi hareket
ettirebileceksin. Çok şanslı bir gençsin. Pek yakında bir şampiyon gibi
futbol oynayabileceksin," dedi.
Yanımdaki makinede eli bir bebek eli kadar küçülmüş bir albay vardı.
Hareketsiz parmaklarının bir et parçası gibi sarktığı eli iki deri kayışın
arasında yukarı aşağı oynuyordu. Doktor elini muayene ederken, albay cana
göz kırptı ve, "Doktoryüzbaşı, ben de futbol oynayabilecek miyim?" diye
sordu. Albay eskiden usta bir eskrimciymiş ve savaştan önce İtalya eskrim
şampiyonu olmuş.
Doktor salonun arka tarafındaki odasına gitti ve makinede tedavi görmeden
önce bir bebek eli kadar küçülmüş bir elin, tedaviden önceki ve
sonraki'halini gösteren fotoğrafla geri döndü. Albay sağlam eliyle fotoğrafı
alıp dikkatle incelerken, "Yaralanmış mı?" diye sordu.
Doktor, "İş kazası," diye yanıtladı.
Albay, "Çok ilginç, çok ilginç," dedikten sonra fotoğrafı doktora geri
verdi.
Doktor, "İyileşeceğine inanıyorsun, değil mi?" diye sordu.
Albay," Hayır," diye yanıt verdi.
Benimle aynı yaşta üç genç de her gün tedaviye geliyordu. Gençlerin üçü de
Milano'luydu. Birisi avukat, diğeri ressam, üçüncüsüyse asker olmak
istemişti. Makinelerdeki egzersizlerimiz sona erdikten sonra, arada sırada
hep birlikte Scala Tiyatrosu'nun yanındaki Kafe Cova'ya giderdik. Dördümüz
birlikte olduğumuz zaman komünist mahallesinden geçen kestirme yoldan
yürümeyi yeğliyorduk. Subay olduğumuz için bu mahalledeki insanlar bizden
nefret ediyordu. Şarap satan dükkândan birisi "hükümet uşakları" diye biz
yoldan geçerken arkamızdan bağırırdı. Bazı kez aramıza yüzü siyah ipek
peçeyle örtülü genç de katılınca beş kişi olurduk. Askeri akademiden
diplomasını alır almaz cepheye gönderilen bu gencin, ateş hattına ayak
bastıktan bir saat sonra yüzü dağılmıştı. Estetik ameliyatlarla yüzünü eski
şekline kavuşturmuşlardı, ama çok eski ve soylu bir aileden geldiği için,
bir türlü burnuna şekil verememişlerdi. Bir süre Güney Amerika'da bir
bankada çalışmıştı. Ama bu çok önceydi ve hiçbirimiz bundan sonra ne
olacağını bilemiyorduk. Sadece savaşın devam ettiğini, fakat artık bizim
cephede çarpışmayacağımızı biliyorduk.
Hepimizi çeşitli madalyalarla ödüllendirmişlerdi. Yalnızca yüzü siyah ipek
peçeli genç cephede yeterince uzun kalamadığı için ona madalya
vermemişlerdi. Soluk benizli, uzun boylu, avukat olmak isteyen teğmenin
değişik türde üç madalyası, bizimse bir madalyamız vardı. Uzun süre ölümle
boğuştuğu için yaşamdan biraz kopmuş gibiydi. Aslında hepimiz biraz yaşamdan
kopmuştuk. Her gün öğleden sonra hastanede buluşmaktan başka bizi birarada
tutan hiçbir şey yoktu. Karanlıkta kentin
tehlikeli bölümünden geçip Cova'ya doğru ilerlerken, ışıklı tavernalardan
dışarıya şarkı nameleri taşardı. Bazı kez kaldırımlardaki kadınlı erkekli
kalabalığı yarıp ilerlemeye çabalarken, bizden hoşlanmayan insanların asla
anlayamayacakları bir şeyleri tekvücut halinde paylaştığımızı hissederdik.
Hepimiz Cova'nın zengin, sıcak ve loş havasından hoşlanırdık. Belirli
saatlerde gürültü artar, salonu duman kaplardı, ama her masada bir kız,
duvardaki raflardaysa resimli gazeteler bulunurdu. Cova'daki kızların hepsi
vatanseverdi. Bence İtalya'daki en vatansever insanlar kafelerdeki kızlardı
ve hâlâ öyle olduklarına inanıyorum.
Çocuklar önce kibarca madalyalarımla ilgilenip ne tür kahramanlıklar
göstererek onları kazandığımı sordular. Övgüler ve tasvirlerle çok güzel bir
dilde yazılan, aslında hakkımdaki övgü dolu sıfatları çıkarınca, Amerikalı
olduğum için bana madalya verdiklerini açıklayan gazeteleri onlara
gösterdim. Ondan sonra, yabancılara karşı onların arkadaşı olduğum halde,
bana karşı tutumları biraz değişti. Onların arkadaşıydım, ama hakkımda
yazılan övgüleri okuduktan sonra aslında onlardan biri olmadığımı
anlamışlardı. Çünkü onlar savaşta gösterdikleri büyük kahramanlıklardan
dolayı madalya kazanmışlardı. Savaşta yaralanmıştım, bu doğruydu; ama
yaralanmanın bir kaza eseri olduğunu hepimiz biliyorduk. Bana taktıkları
madalyalardan asla utanç duymuyordum, hatta bazen, birkaç kadeh içtikten
sonra, diğer madalya kazananların gösterdikleri kahramanlıkları benim de
gerçekleştirdiğimi düşlüyordum; ama gece buz gibi rüzgârın kasıp kavurduğu
sokak lambalarının aydınlattığı boş ve karanlık yollarda evime dönerken,
onların savaşta gösterdikleri kahramanlıkları asla yapamayacağımı
biliyordum. Çünkü ölümden çok korkuyordum. Gece tek başıma yatağımda
yatarken, sık sık
ölüm aklıma gelir ve korkardım. Tekrar cepheye döndüğüm zaman ne yapacağımı
düşünürdüm.
Madalya kazanan diğer üç genç tıpkı avcı şahinlere benziyordu; hiç
avlanmamış kimseler beni de şahine benzetebilirlerdi, ama ben şahin
olmadığımı biliyordum; ne var ki, diğer üçü gerçeği biliyorlardı ve böylece
birbirimizden uzaklaşmıştık. Savaşa katıldığının ilk günü cephede yaralanan
gençle dostluğumu sürdürdüm, çünkü o cephede neler yapabileceğini asla
bilemiyordu. Diğerleri onu da aralarına kabul etmeyeceklerdi. Ayrıca onun
diğerleri gibi bir şahin olamayacağını düşündüğüm için ondan hoşlanıyordum.
Bir zamanlar usta bir eskrimci olan albay da kahramanlıklara fazla
inanmıyordu; makinelerde çalışırken benim gramer hatalarımı düzelterek vakit
geçiriyordu. İtalyancayı çok iyi konuştuğumu söyleyerek bana iltifatlar
yağdırır ve birlikte sohbet ederdik. Bir gün bana göre İtalyancanın çok
kolay öğrenilebilir bir dil olduğu için bu dile fazla ilgi duymadığımı, her
şeyin çok kolay ifade edildiğini söyledim. Albay, "Evet, öyleyse neden
gramer kullanmayı denemiyorsun?" diye sordu. Böylece gramer öğrenmeye
başlayınca, İtalyancanın çok zor bir dil olduğunu anladım ve gramer
kurallarına göre aklımda bir cümle kuruncaya kadar onunla konuşmaya
çekiniyordum.
Albay her gün hastaneye geliyordu. Makinelerin sayesinde iyileşeceğine
inanmasa bile, onun tedavi seanslarını bir gün dahi aksattığını sanmıyorum.
Zaman zaman hiçbirimiz makineler sayesinde iyileşeceğimize inanmıyorduk,
günün birinde albay bu çabalarımızın saçmalık olduğunu söyledi. Bu makineler
yeni icat edilmişti ve onların ne denli yararlı olduklarını bizler
kanıtlayacaktık. Albay, "Diğer teoriler gibi, saçma bir fikir," dedi.
Benimde gramer kurallarını doğru dürüst öğrenmediğimi, kafasız bir yüzkarası
olduğumu ve benimle aptal gibi boşuna uğraştığını söyledi. Ufak tefek bir adamdı. İskemlesinde dimdik oturup sağ elini
makinenin içine sokmuş, kayışlar parmaklarını aşağı yukarı oynatırken,
karşısındaki duvara bakıyordu.
"Eğer savaş sona erseydi ne yapacaktın?" diye sordu. "Gramer kurallarına
göre yanıt ver!"
"Amerika'ya dönecektim."
"Evli misin?"
"Hayır, ama evlenmeyi düşünüyorum."
"Aptallığını iyice kanıtladın," dedi. Çok kızmıştı. "Bir erkek asla
evlenmemeli."
"Neden, Sinyor Maggiore?"
"Bana Sinyor Maggiore deme."
"Erkekler neden evlenmemeli?"
Öfkeyle, "Evlenmemeli, evlenmemeli," diye söylendi. "Eğer hiçbir şeyini
kaybetmek istemiyorsa, kendini elindekileri yitirecek duruma düşürmemeli.
Elindekileri yitirecek duruma düşmemeli. Kendisine yitiremeyeceği şeyler
bulmalı."
Acı acı öfkeyle konuşurken, karşındaki duvara bakmaya devam ediyordu.
"Ama sahip olduğu şeyleri neden yitirsin ki?"
Albay gözlerini duvardan ayırmadan, "Yitirir," dedi. Sonra makineye bakıp,
küçük elini kayışların arasında çekerek öfkeyle kalçasına vurdu. "Yitirir,
benimle tartışma!" diye adeta bağırdı. Sonra makineleri işleten görevliyi
çağırıp, "Şu Tanrı'nın belası aleti durdur," diye buyurdu.
Masaj için diğer odaya geçti. Sonra onun telefonu kullanmak için doktordan
izin isteyip kapıyı kapattığını duydum. Odaya döndüğü zaman, ben başka bir
makineye geçmiştim. Albay pelerinini ve şapkasını giymişti. Benim bulunduğum
makinenin yanına geldi ve kolunu omzuma doladı.
"Özür dilerim," dedi ve sağlam eliyle omzumu okşadı. "Kaba davranmak
istemezdim. Karımı yeni kaybettim. Beni bağışla."
Onun adına çok üzülmüştüm, "Ah, başın sağolsun," dedim.
Karşımda durmuş, alt dudağını ısırıyordu. "Çok zor, onu bir türlü
unutamıyorum," dedi.
Benim yüzüme değil, pencereden dışarı bakıyordu. Sonra ağlamaya başladı.
"Onu bir türlü unutamıyorum," diye hıçkırdı. Sonra başını dimdik tutup hiç
kimseye bakmadan, gözyaşları yanaklarından aşağıya yuvarlanırken, bir yandan
da dudaklarını ısırarak asker gibi sert adımlarla ilerledi, makinelerin
yanından geçip dışarıya çıktı.
Doktor, albayın çok genç bir kadınla yaşadığını ve onunla ancak savaşta
yaralandıktan sonra evlendiğini, kadının da zatürreeden öldüğü anlattı.
Kadın birkaç gün içinde yatağa düşmüştü, ama hiç kimse onun öleceğine
ihtimal vermemişti. Albay üç gün hastaneye uğramadı, dördüncü gün her
zamanki saatinde tedaviye geldi, üniformasının koluna siyah bir bant
takmıştı. Makinelerin bulunduğu odanın duvarlarına sakatların eski ve
makinelerde tedavi gördükten sonraki durumlarını gösteren büyük fotoğraflar
asılmıştı. Albayın makinesinin karşısına da onun sakat eli gibi ellerin
tedaviden sonra tamamen iyileştiğini gösteren üç büyük fotoğraf asılmıştı.
Bu fotoğrafların albay için hiçbir değeri yoktu, çünkü o sadece pencereden
dışarıya bakıyordu.