Ejderha
Yevgeniy İ. Zamyatin
Dondurucu Petersburg yanıyor ve çalkalanıyordu. Hava açıktı: Sisli perdenin
arkasında görünmeyenler, sarı ve kırmızı sütunlar, külahlar ve gri kafesler
gıcırdayarak, ayak uçlarının üzerinde sürüklenerek gidiyorlardı. Buz gibi
kızgın güneş sisin içinde- solda, sağda ve yukarıda. Aşağıda ise yanan evin
üzerinde bir güvercin. Ejderha kı-lığındaki insanlar, sisli hayal
dünyasından yeryüzüne çıkıyor, ağızlarından sisli dünyada duyulan sözcükler
gibi duman savuruyorlar. Burada beyaz, yuvarlak dumancık-lar çıkarıyor ve
siste boğuluyorlardı. Tramvaylar ise yer yüzünden gıcırtıyla ve hızla
belirsizliğe doğru gidiyorlar.
Tramvay sahasında bir süre için belirsizliğe uçan tüfekli bir ejderha
bulunuyordu. Kasketi burnuna iniyordu, ve eğer kulakları olmasaydı,
kesinlikle kasket ejderhanın kafasını yutardı: Kasket kepçe kulaklara
oturdu. Kaputu yere kadar sallanıyordu; kolları sarkmış, çizmelerin burun
uçları boş olduğu için yukarıya doğru bükülmüşlerdi. Sisteki delik ise onun
ağzıydı.
Bunlar uçan dünyada olmuştu. Burada ejderhanın savurduğu zehir gibi bir
duman görünüyor ve duyuluyordu da:
- Onu götürüyorum: Suratı "aydın"bir surat, fakat görüntüsü iğrenç. Üstelik
konuşuyor, serseri mi, ne? Konuşuyor.
- Ee... ne oldu- götürdün mü?
- Götürdüm: Aktarmasız- ahirete. Süngüyle.
- Sisteki delik yabanileşti: Sadece boş kasket vardı, boş çizmeler, boş
kaput. Tramvay dünyadan giderken gıcırdıyordu.
- Ve birdenbire boş kollardan- derinden- kırmızı, ejderha pençeleri belirdi.
Boş kaput yere çömeldi ve pençelerinde zehir gibi bir dumandan grileşmiş,
soğuk, maddi-leştirilmiş bir şey.
- Aman Tanrım! Serçecik donmuş, ya? Hadi söyle.
- Ejderha kasketini geriye çekti- ve sisin içinde iki göz- iki küçük aralık
çalkalanan dünyadan insan dünyasına.
Ejderha tüm gücüyle, ağzıyla kırmızı pençelerini üflü-yordu, ve bu sözler
açıkça serçeciğe yöneltilmişti, fakat bunlar çalkalanan dünyadan
duyulmuyordu. Tramvay gıcırdıyordu.
- Aman,serseri sanki kıpırdadı mı? Halen yok mu? Halbuki geçer, vallahi...
Hadi söy-lesene!
Tüm gücüyle üfledi. Tüfek yerde yuvarlanıyordu. Yazılmış kader anında gri
serçecik kıpırdadı, biraz daha kıpırdadı ve ejderhanın kırmızı pençelerinden
belirsizliğe uçuverdi.
Ejderha kulaklarına kadar duman dolu-alevli ağzını, dişlerini gösterdi.
Küçük aralıklar yavaş yavaş kasketle, insan dünyasına doğru kapanmaya
başladı. Kasket, kepçe kulaklara çöküverdi.
Ahirete gönderen kılavuz, tüfeğini yerden kaldırdı.
Tramvay insan dünyasından belirsizliğe doğru uçarken dişlerini
gıcırdatıyordu.
Akşamları ve gece vakitleri, Petersburg'da artık evler yok: Altı katlı
kayadan gemiler var. Bu altı katlı dünya başka altı katlı dünyaların
arasından bir başına kayadan dalgalar üzerinde uçuyor. Gemi sayısız
kamaranın ateşiyle isyan eden caddelerin okyanusuna doğru ışıldıyor. Ve
kamaralarda bulunanlar yolculardır. Gemi kurallarına göre birbirini tanıyan
tanımayan herkes, gece karanlığıyla muhasara altına alınmış cumhuriyetin
vatandaşlarıdır...
Kırk numaralı geminin yolcuları akşamları, Petersburg okyanusunun haritada
Lahtinskaya adıyla belirtilmiş olan caddede hızla yürüyorlardı. Osip, eski
kapıcı, şimdilerde ise vatandaş Malafeyev, tören merdiveninin başında
duruyor ve gözlüğünün arasından oraya, cehalete bakıyordu: Ara sıra dalgalar
insanın birini götürüp, diğerini getiriyordu. Vatandaş Malafeyev, karlı
örtülmüş olan insanları cehaletten çıkarıyor ve burnunun üstündeki gözlüğü
düzelterek herkes için saygı ölçüsünü ayarlıyordu. Saygının ifade edildiği
havuz, karmaşık mekaniz-malı gözlüklerle bağlantılıydı.
İşte bu burnunun ucundaki gözlüklerle ciddi bir pedagog edasıyla : Pyotr
Petroviç Mamay.
— Pyotr Petroviç, eşiniz sizi yemeğe bekliyorlar. Buraya gelmişlerdi, çok
üzgündüler. Nasıl bu kadar geç kaldınız?
Sonra gözlükler sıkıca, savunmaya geçmiş gibi bir hal aldılar: Şu, yirmi beş
numaralı kamaradaki gaga burunlu kişi otomobilde. Gaga burnuyla aslında ona
"bay" demek mümkün değil,"yoldaş"ise sanki münasebetsizce. Ona ne desek
uygun olur...
—Ah, bay yoldaş Mılnik! Hava bugün... bay yoldaş Münik... kolay değil...
Ve nihayet gözlükler yukarıya, alnına... Yelisey Yeli-seviç geminin yan
tarafına geçti.
—Tanrıya şükürîHer şey yolunda mı? Kürklüyken korkmuyorsunuz- soymazlar mı?
Kürkün içinde korkma-yınız- çıkarıyorlar mı? İzin verin- silkeleyeyim.
Yelisey Yeliseyiç -geminin kaptanı: Evin reisi. Yelisey Yeliseyiç - eğilmiş,
cefa dolu buruşmuş, o iç karartıcı atlaslardan biri.yetmiş senedir
milyonluk"Ermitaj Kor-nişi'"ni taşıyorlar.
Bugün korniş açıkçası her zamankinden daha ağırdı. Yelisey Yeliseyiç
boğuluyordu.
—Bütün dairelere... Daha çabuk... Toplantıya... Kulübe...
—Azizim! Yelisey Yeliseyiç, yoksa gene he... zor mu?
Fakat yanıtı lazım değil:Üzüntülü, buruşmuş alnına, yükle bastırılmış
omuzlarına bir göz bakmak kafi. Vatandaş Malafeyev, virtüöz gibi gözlüklerle
yönetip dairelere koştu. Kapının yanındaki tehlike işaretine benzer
tıkırtısı Arhangel borusu gibiydi. Kucaklar buz kesiliyor, hareketsiz
topların hafif dumanlarıyla kavgalar donuyor, çorba dolu kaşık ağıza doğru
duruyordu.
Çorbayı Pyotr Petroviç Mamay içiyordu. Yani daha doğrusu: Ciddi tavırlı eşi
yediriyordu. Azametle, tevec-
cühle, iri göğsüyle budaya benzer bir biçimde koltuğun üstünde gururlu bir
tavırla oturarak dünyevi insana kendi elleriyle pişirdiği çorbayı
yediriyordu.
—Hadi çabuk ye, Petenka çorba soğuyacak. Kaç kez söylemeli: Yemekte kitap
olmasından hoşlanmıyorum.
Ha Alenka- ben şimdi- işte şimdi... Altıncı yayın! Anlıyor musun:
Bogdanoviç'in Duşenka'sı -altıncı yayın! On ikinci yüzyılda Fransızlar
döneminde her şey tümüyle yandı, ve herkes sadece üç nüshasının
kurtarıldığını düşünüyordu... Bu da dördüncüsü: Anlıyor musun?
Zago-rodniy'de dün buldum...
Yıl 1917. Mamay kitapları keşfediyordu. On yaşında saçları perçem perçem
kalkık bir çocukken Tanrı'nın kanununu öğreniyor, kalemlerle mutlu oluyor ve
annesi yemek yediriyordu; kırk yaşında dazlak bir çocukken bir sigorta
şirketinde çalışıyor, kitaplarla mutlu oluyor ve ona eşi yediriyordu.
Çorba kaşığı- Budaya kurban verme- ve dünyevi insan tekrar nişan yüzüğündeki
Tanrı'nın hikmetini telaştan unuttu- ve her harfi şefkatle okşuyor,
elleriyle yokluyordu. "Kesinlikle ilk yayına karşı... Sansür Komitesinin
takdirine".. Ya, o kadar hoş, o kadar müşfik "t" üç kalın ayaklarda...
—Va, Petenka, nedir bu? Bağırıyor um, bağırıyorum, fakat sen kitaplarınla...
Sağır mısın, kapı çalmıyor.
Pyotr Petroviç- tüm hızıyla hole çıktı. Kapının önünde -gözlükleri burnunun
ucunda:
— Yelisey Yeliseviç emrettiler- çabuk toplantıya. Çabuk.
— Bu ne ya, tam da kitaba oturduğum anda...Yine ne var? Dazlak çocuk
ağlamaklı sesiyle:
— Bilemiyorum. Fakat daha çabuk... Kamaranın kapısı küt diye kapandı,
gözlükler daha uzağa yürüdüler...
Gemide açıkça işler yolunda değildi: Belki rota kaybedilmiştir; belki de bir
yerde geminin altında, görünmeyen bir delik ve caddelerin müthiş okyanusunun
içeriye doluverme tehlikesi. Bir yerde yukarıda, hem sağda hem solda. Kamara
kapılarını telaşla tıkırdatarak çalıyorlar; bir yerde, yarı karanlık
alanlarda- sakinleştirilmiş, alçak sesle konuşmalar; ve basamaklardan hızla
koşan tabanların ayak patırdısı: Aşağıya, kamara takımına, ev klü-büne.
Orada - sıva yapılmış bir gökyüzü, hepsi tütün kokulu fırtına bulutları
içinde. Boğucu kalorifer sessizliği, azıcık birinin fısıltısı. Yelisey
Yeliseviç çıngırağı çaldı, eğildi, yüzünü buruşturdu- sessizlikte omuzların
çatırdaması gibi duyuluyordu- görünmeyen "Ermitaj Kornişi"'ni kaldırdı ve
aşağıya, kafalara indirdi:
— Baylar. Sağlam bilgilere göre- arama bugün geceleyin.
Sandalyelerin uğultusu, gürültüsü; birilerinin kurşun sıkılmış kafaları,
yüzüklü parmaklar, siğiller, fiyonklar, depolar. Ve bükülmüş atlasın
üzerine- tütün kokulu bulutlardan oluşmuş sağanak:
— Hayır, izin verin! Mecburuz...
— Nasıl? Kağıt paralar da mı?
— Yelisey Yeliseyiç, öneririm ki, kapı...
— Kitaplara, en doğrusu kitaplara...
Yelisey Yeliseyiç eğilip, taş kesilmişcesine sağanağa dayanıyordu. Ve başını
çevirmeden
(belki de o çeviremiyordu ) Osip'e:
— Osip, şu anda avluda gece vardiyasında olan kim?
Osipov parmağı, sessizliğin ortasında duvardaki tarifeye göre yavaş yavaş
yol açıyordu: Parmak harfleri değil, Mamay'ın ağır, kitaplarla dolu dolabını
hareket ettiriyordu.
Şimdi M: Vatandaş Mamay, vatandaş Malafeyev.
— Ha işte. Tabancaları alınız- emir siz olursa...
Kırk numaralı kayadan gemi Lahtinskaya caddesinde fırtınanın arasından
uçarak sallanıyor, ıslık çalıyor, kamaraların ışıltılı pencerelerine karla
kamçılıyordu, bir yerde görünmeyen bir delik, geminin gecenin içinden ya
sabahki iskeleye yaklaşacak, ya da denizin dibine mi gideceği belli
değildir. Boşalan kamaradaki yolcular çabuk çabuk taş kesilmişcesine
hareketsiz duran kaptanın arkasına yapışıyorlardı:
— Yelisey Yeliseyiç, ya ceplere? Yapmazlar ya...
— Yelisey Yeliseyiç, pipifaks gibi tuvalette asacak olursam, ya o zaman?
Yolcular kamaradan kamaraya dalıveriyorlar, kamaralarda ise tuhaf
davranıyorlardı: yere yatarak elleriyle dolapların altını karıştırıyor, Lev
Tolstoy'un alçıdan başının içine kutsal bir şeye hakaret edermişcesine göz
atıyorlardı; elli 'yıldır duvarda sakin sakin gülümseyen büyükanneyi
çerçevesinden dışarı çıkarıyorlardı.
Dünyevi insancık Mamay, Buda ile yüz yüze duruyor ve titreyerek her şeyi
gören, keskin gözlere bakmaya utanıyordu. Elleri tamamen başkasmındı,
gereksizdiler: Kesik kuyruklu penguen kanatçıkları. Elleri ona tam kırk
yıldır engel oluyordu, ve şimdi de engel olmasalardı, belki de böyle tuhaf
ve akıl almaz bir şekilde ona ne söylemek gerekiyorsa çok kolayca
söylenirdi.
— Anlamıyorum: Ya sen neden korkuya kapıldın? Burun bile bembeyaz kesilmiş!
Bize ne? Nasıl böyle binleri-miz?
Tanrı bilir, 1300 falanca yılındaki Mamay'ın elleri başkasının hem böylesine
sır dolu, böylesine bir eşi olsaydı, belki de 1917 yılındaki Mamay'ın
davrandığı gibi davranırdı: Bir yerde ürkütücü sessizliğin içinde, köşede
bir fare tıkırdamaya başladı -ve oraya 1917 yılındaki Mamay, gözleriyle
atıldı, fare yuvasına sinip devam etti:
— Benim...yani bizim... Dö... dört bin iki yüz.
— Ne-e? Sen de- ya? Nereden?
— Ben...ben her zaman azar azar... Her seferinde senden korkuyordum...
— Ne-e? Demek ki çaldın, demek ki beni aldatıyordun. Ben ise talihsiz-ben de
zannediyordum ki: benim Pe-tenkam... Talihsiz!
— Ben- kitaplar için...
— Biliyorum bu "etekli kitapları"! Sus!
On yaşındaki Mamay'ı annesi yaşamında sadece bir kez dövmüştü; yeni alınmış
kurulu semaverin musluğunu açtığı zaman- su aktı, her şeyin lehimi çıktı-
musluk üzüntülü bir şekilde asılı kalmıştı. Ve şimdi Mamay hayatında ikinci
kez hissediyordu: Kafası annesinin koltuğunun altına sıkıştırılmış,
pantolonu indirilmiş- ve...
Mamay birdenbire çocuklara özgü bir kurnazlıkla üzüntülü bir şekilde asılı
kalmış musluğu, yani dört bin iki yüzü unutturabileceğini hissetti: Acıklı
bir ses tonuyla:
Şu anda avluda sabah dörde kadar nöbetteyim. Tabancayla. Yelisey Yeliseyiç
dedi ki, eğer emirsiz gelecekler se...
Aniden -yıldırım hızıyla Buda'nın yerine - iri göğüslü, yufka yürekli bir
anne.
— Tanrım! Nedir bunlar- Herkes aklını mı oynatmış? Bu hep Yelisey Yeliseyiç.
Bana bak. gerçekten sakın ha...
—Yo-ok, ben sadece, böyle cepte. Yapar mıyım hiç? Ben sineği bile...
Ve gerçek: Mamay'ın bardağına sinek düşse- onu her zaman özenle alır.üfler
ve bırakır. Uç! Hayır, bu tuhaf değil. Şimdi dört bin iki yüz ise işte...
Ve yine -Buda:
— Ya sana ne ceza vermeliyim! Şimdi nereye bu senin çalıntıları... Hayır
sus, lütfen- çalıntılar, evet...
Girişte kitaplar, galoşlar, pipifakslar, semaverin borusu, Mamay'ın
şapkasının pamuklu astarı; duvarda, yatak odasında açık mavi şövalyeli bir
halı; yarı açık ve halen kardan ıslak bir şemsiye; itinasız bir şekilde
masaya bırakılmış pullu bir zarf ve net yazılmış bir adresle hayali yoldaş
Goldebayev'e...Hayır, tehlikeli... Nihayet gece yarısına doğru her şeyin
hassas psikolojik hesaplar üzerine kurulmasına karar verilmiştir: Nerede
olursa olsun arayacaklar, ancak eşikte aramayacaklar, eşiğin yanında ise
işte bu parkenin karesi sallanıyor. Parke karesi kitap bıçağıyla ustalıkla
kaldırılmış. Çalıntı dört bin ("hayır, lütfen- lütfen, şus!") mumlanmış
bisküvi kağıdına sarılmıştır, ( eşiğin altı nemli olabilir) -ve bu dört bin,
karenin altına gömülmüştür.
Kırk numaralı gemi- tümü tel gibi, ayak uçlarında fısıldayarak. Pencereler
heyecanla caddelerin karanlık okyanusuna doğru ışıldıyorlar, ve beşinci,
ikinci, üçüncü katlarda ışıldayan pencerede perde çekiliyor- karanlık bir
gölge. Hayır, zifiri karanlık. Mamafih, ikisi orada avluda ve ne zaman
başlanılacağına onlar haber verecekler.
Üçüncü saat. Avluda sessizlik. Kapıların üzerinde fenerin etrafında- beyaz
sinekler: Sonsuz, sayısız-düşüyor-lar, sürüyle kıvranıyorlar, düşüyorlar,
yanıyorlar, aşağıya düşüyorlar.
Aşağıda vatandaş Malafeyev, gözlükleri burnunun ucunda felsefe yapıyordu:
— Ben sakin bir insanım, doğalım, böyle öfke içinde yaşamak bana zor
geliyor. Düşünüyorum, Ostaşkov'a, evime mi gitsem. Geliyorum- uluslar arası
bir durum- tam bir imkansızlık: Herkes birbirinin üstüne - tıpkı kurtlar
gibi. Fakat ben öyle yapamam: Ben sakin bir insanım...
Sakin insanın elinde fişeklerin içinde altı tane pres edilmiş ölümlü bir
tabanca.
— Ya siz nasıl, Osip Japon savaşında: Öldürdünüz mü?
— Ya, savaşta! Savaşta- malum.
— Ya süngüyle nasıl?
— Evet, nasıl- nasıl... Süngü karpuzun içinde gibi ilk önce sıkı giriyor-
kabuk, daha sonra ise oldukça iyi, çok rahat.
Karpuzdan dolayı Mamay'ın sırtında ayaz.
— Ben ise... Beni aynı duruma bıraksa bile asla.
— Bekleyiniz! Aceleye ne?
Sessizlik. Beyaz sinekler fenerin etrafında. Birdenbire uzaktan uzun
kamçıyla tüfek atışı duyuldu ve yine sessizlik, sinekler. Tanrı'ya şükür:
Saat dört, bugün artık gelmezler. Şu an nöbet değiştirme- kamarama,
uyumaya...
Mamay'ın yatak odasında duvarda- açık mavi kareli bir şövalye açık mavi
kılıcını kaldırmış ve donup kalmış; gözlerinin önünde insanı kurban verme
gerçekleşiyordu.
Bayan Mamay, beyaz, keten bulutların üzerinde yatıyordu- evrensel, iri
göğüslü, Buda'ya benzeyen. Görünüşü gösteriyordu ki; bugün kainatın
yaratılışını bitirdi ve dört bin iki yüze rağmen tüm iyilikleri, kötülükleri
hatta bu küçük insancığı bile itiraf etti. Küçük insancık karyolanın yanında
buz kesilmiş kırmızı buruncuğuyla, kuyruğu kesik, yabancı, penguen kanatlı
eller ölmeye mahkum olmuş bir vaziyette duruyordu.
— Hadi gelsene gel...
Açık mavi renkli şövalye gözlerini kapadı; öyle açık ki, dehşet bir halde-
işte şimdi insancığı vaftiz eder, ellerini uzatır- sanki suyun içine
kafasıyla cumbur!
Kırk numaralı gemi fırtına içinden sağ salim geçerek sabahki iskeleye
yaklaştı. Yolcular iş çantalarını, erzak sepetçiklerini acele acele çekip
çıkartıyor ve Osipov'un gözlüklerinin önünden kıyıya çıkmak için acele
ediyorlardı. Gemi iskelede ancak akşama kadar, oradan ise tekrar okyanusa.
Yelisey Yeliseviç eğilip, Osip'in önünden, görünmeyen "Ermitaj Kornişi'"ni
geçirdi ve yukarıdan onun üzerine yıkü:
— Arama her halde bugün geceleyin. Bırak hepsi de bilsin.
Fakat geceye kadar henüz yaşanacak bütün bir gün var. Ve tuhaf, bilinmeyen
şehirde- Petrograd'da- yolcular şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı. Petersburg'a
ne benziyor ne de benzemiyor, oradan hemen hemen bir yıl önce hareket
ettiler, ve oraya tekrar geri döneceğini sanmam. Bir geceden evvel tuhaf,
buz tutmuş taştan karlı dalgalar; dağlar ve çukurlar. Bilinmeyen bir
kabileden askerler tuhaf, eski püskü giysiler içinde, urganların üzerindeki
silahlar omuzlarında. Yabancı bir adet misafirliğe yatıya gitmek; geceleyin
sokaklarda Walter Scott'un Robin'leri. İşte burada Zagorod'da kardaki kan
damlacıkları... Hayır, Petersburg değil!
Mamay, bilinmeyen Zagorod'da kaybolmuş bir vaziyette dolaşıyordu. Penguen
kanatları rahatsız ediyordu; kafası sarkmış, lehimi erimiş semaverin musluğu
gibi; sol çarpıtılmış ökçede- karlı globus hysterius1, her adım ıstıraplı.
Birdenbire kafa ipe çekildi, yirmi beş yıllık ayaklar at oynatmaya
başladılar, yanaklarda-haşhaşlar; pencereden Mamay'a gülümsüyordu. ..
— Hey, öküz çekil yoldan! - Kırmızı suratlılar, karşılarına, sağlarına,
sollarına bakmadan kocaman torbalarla ilerliyorlardı.
Mamay gözlerini pencereden ayırmadan sıçradı, ve ilerler ilerlemez tekrar
yine pencereye; oradan ona gülümsüyordu...
— Evet, bu şey için hem çalıyor hem aldatıyor, hem de her şeyi yapıyorsun.
Serilip serpilmiş, büyük bir zevkle, imrendirici bir şekilde Yekaterina
döneminin kitabı pencereden gülümsüyordu: "Olağanüstü Sankt-Petersburg
Betimlemesi". Kadınlara özgü kurnazlığı özensiz hareketlerle içeriye, iki,
esnek, eğri, açık mavi mermer sayfanın arasından oraya bir göz atıyordu.
Mamay, yirmi beş yıllık bir aşıktı. Her gün Zagorod-nıy'a gider, pencere
önünde gözleriyle sessizce serenatlar
Histerik küre söylerdi. Geceleri uyumaz, kendi kendiyle kurnazlık ederdi;
sanki tabanın altında bir yerde bir fare çalışıyormuş da ondan uyuyamıyormuş
gibi. Sabahları çekip gider ve her sabah eşikteki kareli parkeyi güzel bir
çiviyle yarardı; karenin altında Mamay'ın mutluluğu gömülüydü, öylesine
yakın, öylesine uzak ki. Dört bin iki yüzle ilgili her şey açıldığı zaman,
şimdi nasıl olur?
Mamay dördüncü gün kalbini yumruklayıp çırpınan bir serçe gibi
Zagorodnıy'daki ana kapıdan içeriye girdi. Tezgahın arkasında ak sakallı,
çalı kaşlı Çyornomoy'un emrinde "o" duruyordu.
— Ha bay Mamay! Çoktan, çoktan... Sizin için bazı şeyleri erteledim.
Serçeyi daha sıkı sıkıp, Mamay kitapların yapraklarını karıştırıyor,
yapmacık bir sevgiyle kitapları okşuyor, fakat sırtla yaşıyordu; arkada,
vitrinde gülümsüyordu "o". Mamay, 1835 yılma ait sararmış bir "teleskop"
seçip, uzunca bir süreden beri pazarlık yapıyor, ve umutsuzca el sallıyordu.
Sonra tilki çevrelerindeki gibi rafların arasında dolaşıp durarak pencereye
ulaştı, sanki bu arada:
— Ha, bu ise ne kadar?
Ah -serçe uçtu - tut! Tut! Çyornomor sakalını parmaklarıyla düzeltti:
— Çok'tan beri müşterim olduğunuz için, borcunuz yüz elli.
— Hım... Lütfen... (Hura! Çanlar! Toplar!)- Neyse belki.... Yarın parayı
getirip alırım.
Şimdi en korkunç şeyden sonra gerekli; eşiğin yanındaki kare. Geceleyin
Mamay sağa sola dönerken düşünüyordu; gerekli, mümkün değil, mümkün, akıl
almaz, mümkün, mümkün değil, gerekli...
Herşeyi bilen, merhametli, korkunç- Tanrı'nın hikmeti nişan yüzüğünün içinde
çay içiyordu.
— Hadi yesene, Petenka. Hadi neyin var... Yine neden uyumadın?
— Evet... Biz... Fareler... Bilmiyorum...
— Bırak başörtüsünü, parmağınla çevirme! Nedir bu gerçekten!
— Ben... ben çevirmiyorum...
İşte nihayet bardak içilmiş: bardak değil- dipsiz, kırk kovalık bir fıçı.
Buda mutfakta kurbanı aşçı kadından teslim alıyordu. Mamay çalışma odasında
yalnız.
Mamay, saat gibi tik tak etti- on ikiyi vurmadan önce. Hava yuttu, kulak
verdi, parmak uçlarında- yazı masasına doğru; orada kitap bıçağı. Sonra
sıtma nöbetinde, eşikte yer cücesi gibi kıvrıldı, başı çiyle kaplı dazlak,
kitap bıçağını karenin altına bıraktı, kurcaladı- ve... umutsuz bir çığlık!
Çığlık üzerine Buda mutfaktan gürledi- ve ayaklarının ucunda kabak kafalıyı,
daha aşağıda elindeki kitap bıçağıyla kıvrılmış yer cücesini ve daha da
aşağıda çok ufak bir kağıt parçasını görüverdi.
— Dört bin- fareler... İşte işte o! İşte!
Gaddar, acımasız 1300 yılındaki Mamay gibi, 1917 yılındaki Mamay dört ayak
üstündeyken ayağa fırladı ve kılıçla kapının yanındaki köşeye; bucak bucak
kaçan fare karenin altından köşeye sindi. Ve Mamay kılıçla düşmanını kana
susamışcasına çiviledi. Karpuz; bir dakika sıkı bir şekilde- kabuk, sonra
hafifçe bedenin yumuşak kısmına ve dur; parke karesi, son.