Dünyayı Düzene Koymak
Bernard Malamud
Tüm yaşamı nefret üzerine
kuruluydu. Kasvetle dolu yalnız bir adamdı. Akşamları kibbutzun* bir
köşesindeki bekâr odasını yoğun bir koku doldurur, içe çökük sert bakışlı
gözleri karanlıkta dolaşan şekiller görürdü. O ve nefreti birbirlerini
besler gibiydiler. Bu, hep böyle olmuştu. Bu yalnız, içe dönük adamın
içinde, gözyaşlarına boğulmadığı, keman çalmadığı veya diğer insanlarla
uğraşmadığı zamanlarda sürekli bir baskı birikirdi; öyle ki, delirmek ve
intihar etmek arasında bir seçim yapma durumuna gelirdi. Ve tam bu noktada
çevresindekiler rahat bir nefes alırlardı. İyi insanlar nefretten korkarlar
ve hatta varlığını bile inkâr etmek isterler. Apaçık karşılarında
gördüklerinde ise buna adanmışlık veya benzeri bir isim takarlar. Bu yüzden
biz kibbutz halkı, onun .inancıyla yaşayan, bu nedenle de bizimle ve dünya
ile bu denli sert bir şekilde uğraşan biri olduğunu düşünürdük. O kibbutz
liderlerinden biri olarak kabul edilmezdi. Bu adanmışlık ona, bir komite
veya toplulukta otorite ve saygı içeren bir konum sağlamamıştı. Zamanla, bu
kendine yeten, sessiz adamı bir aziz halesiyle kuşattık.
Bu hale, onu dedikodulardan korurdu. Ne söylenebilir ki; o herkesten
farklıydı. Az konuşur ve çok iş yapardı.
Kibbutz, İsrail'deki kolektif çiftliklere verilen Addır. (Çn)
Kabul etmek gerekir ki, onunki gerçek bir yalnızlıktı. Bunu hiçbir şey
değiştiremezdi. Ve kibbutzun yaşaması, onun gibi insanların varlığına
bağlıydı. Bize kaba sözler söylediğinde, günlük yaşantımızın savunduğumuz
ideallerle her zaman uyuşmadığım ve sonuçta onun azarlarını hak ettiğimizi
kabul etmek zorunda kalırdık.
Makineleri tamir ederdi.
Her sabah altıda çalar saati ile uyanır, apar topar yağlı iş tulumunu giyer
ve yemek salonuna inerdi. Reçele batırılmış kalın bir dilim ekmeği iştahla
çiğner ve kahvesi ile yutardı. Sonra altıyı çeyrek geceden dokuza kadar,
yazları bir fırın gibi kavrulan, kışları ise yağmur damlalarının monoton,
sıkıcı temposuyla tınlayan teneke hangarda yağa bulanırdı. Saat dokuzda geri
döner ve sertleşmiş ellerini kapkara yağdan kurtarmak için sırasıyla
parafın, kaba sabun ve ince sabunla yıkardı. Fakat karalık asla yok olmaz,
en fazla griye dönerdi.
Kahvaltıdan sonra sabah gazetesinin kapağına bir göz atar, öfkesini
kabartacak haberler arardı: Suç, yolsuzluk, dejenerasyon, ülkenin uğruna
kurulduğu ilkelere ihanet.
Kahvaltıdan sonra yine hangara dönerdi. Burası onun, vantilatör kayışları,
dişli çarklar, karbüratörler, bujiler, radyatörler ve akülerle savaş
alanıydı. İşini iyi bildiğini düşünürdük ve onu, bize özgü gösterişsiz
tavırlarımızla takdir ederdik. Makine parçalarıyla, sanki onların
güvenilmez, isyankâr birer kişilikleri varmış gibi ve sanki onlara boyun
eğdirmek, doğru yola sokmak kendi işiymiş gibi uğraşırdı. Sadece nadir
durumlarda bir parçayı fırlatıp atar ve dişlerinin arasından,
"Bu işe yaramaz. Ölmüş. Yenisini almamız gerekecek" diye tıslardı. Bu nadir
anlarda, bir aksiliğe şerefle, ama aynı zamanda birbirine kenetlenmiş
dişlerle dayanan bir askeri kumandanı andırırdı. Bununla birlikte çoğunlukla
makineleri onarmayı, arızalarını gidermeyi ve onları hizaya getirmeyi
başarırdı. Üçe çökük gözleri, asi bir yağ pompası üzerinde kenetlendiğinde,
bakışlarında sonsuz sabırla birlikte bastırılmış öfke görünürdü. Bir
öğretmen sabrı, diye düşünmüştük bir keresinde.
"Göreceğiz bakalım" ve "İşte oldu" ağzından en sık duyulan iki cümleydi.
Bazen de sıkılmış dişleri arasından "Gerçekten" kelimesini sahverirdi.
İri yapılıydı. Öyle ki, bazen yüz ve vücut hatları yavaş yavaş aşağı doğru
sarkıyormuş gibi görünüyordu. Sanki, diğer insanlara göre daha çok
etkileniyordu yerçekimi kanunundan. Alnındaki çizgiler ve ağzının
çevresindeki kırışıklıklar hep dikeydi. Geniş omuzları eğikti ve yürürken
kollan aşağı doğru sallanırdı. Hatta kırlaşmış saçları bile daima alnına
düşerdi.
Oniki buçukta hangardan ayrılıp yemek salonuna gider, tabağını et, patates
ve çeşit çeşit sebzeyle doldururdu. Yemeğini kuvvetle çiğnerken gözleri bir
kez daha gazetede gezinir, her yerde değişim ve çürümenin izlerini görürdü.
Biri çeyrek geçe hangara döner ve saat dörtte işi bitene kadar çalışırdı.
Bunlar en zor saatlerdi. Yazın hangar kavrulur, kışın ise rüzgârın buz gibi
pençeleri kırık camlardan içeri süzülürdü.
Neredeyse yüksek sesle, derince içini çeker, fakat sebatla işine devam
ederdi. Makinenin altındaki beton zeminine siyah bir çuval bezi parçası
serer ve uzanarak motora alttan bakardı. Yirmi yedi yıl boyunca bir gün bile
hastalandığı kibbutz iş sicil defterine yazılmamıştı. İşi sona erince yine
binaya döner, sabah ilk iş olarak yaptığı gibi ekmek ve reçelle kendini
doyurur, arkasından ılık süt içerdi. Sonra odasına gider, duş alır, tıraş
olur, bekâr yatağına uzanır ve sızana kadar gazeteye göz atardı. Uyuya
kaldığında henüz orta sayfalara gelmemiş olurdu. Akşamın alacakaranlığı
sanki ısırmış gibi onu şekerlemesinden uyandırırdı. Tam bu anda endişe,
keder ve
önsezilerle kuşatılırdı. Sanki bu alacakaranlık her şeyin sonuydu. Bir anda
ve herkes için. Aceleyle pantolonunu giyer, kendine bir fincan kahve yapar
ve gazetenin orta sayfalarını okumak üzere koltuğuna otururdu. Baş makaleyi,
yorum, analiz yapılan sütunları, kişisel görüşleri, hareket ve partinin
liderlerinin konuşmalarından alınan özetleri okudukça, neredeyse fiziksel
bir acı duyardı. Yüzü merhamet ve sevecenlikten tamamen uzaklaşır, nefsin
isteklerine karşı çıkan çilecilere özgü sofuca bir ifadeye bürünürdü. Lanet
olsun. Bize ne yapıyorlar? Niye değerli olan her şeye zarar veriyorlar?
Gözlerinde zalim, yargılayan bir ifade belirirdi. Dudakları titrerdi. Ara
sıra, diğerlerinin adanmışlık olarak yorumladığı nefretin kıvılcımları
gözlerinde parlardı. Makaleleri elindeki kalemle takip eder, notlar alırdı;
ama kelimelerle değil, sadece işaretlerle. Soru işareti, ünlem, kesme
işareti, iki ünlem ve hatta tam makalenin ortasında öfkeli bir karalama.
Alacakaranlık yerini karanlığa bırakınca lambayı açması gerekirdi. Bu ışık
gözlerini yorar ve aklı başında düşünebilmesi için gerekli olan dikkatini
köreltirdi. Sanki yargısını yıkmak için ona rüşvet vermeye çalışan bu sarı
ışık onu dehşete düşürürdü. Mantıklı düşünme yeteneği yavaş yavaş bulutlanır
yarım saat veya bir saat sonra da görüntüler belirmeye başlardı. Artık
keskin, analitik bir argümanın iddiasını takip edemezdi. Gazetenin yazdığı
güncel olayları, o ulu görüntülerin, hareketin babalarının öğretilerinin
yüksek mahkemesine çıkaracak gücü de kalmazdı artık. Yargılamaktan
yorulurdu. Işık gözlerini acıtırdı. Gözlerini bomboş karşıya dikerdi.
Görüntüler belirirdi. Yüzü, zor da olsa çekici hatta ulvi olarak
tanımlanabilecek zalim, yargılayıcı ifadesini kaybederdi. Bu haliyle aniden
çirkin, neredeyse dayanılamayacak kadar çirkin bir adama dönüşürdü.
Kibbutzdaki çocuklar onun arkasından "günahkâr haman" derler ve
parmaklarıyla onu işaret ederlerdi.
Fakat alacakaranlığın başlangıcıyla, karanlığın çökmesi arasında geçen süre
en güzel zamanlardı.Işıkları yakıp yorgunluğa ve belirsizliğe teslim olması
gerekmeden önce, her şeyi yoluna koymak için zamanı vardı. Gazeteyi saf, buz
gibi bir nefretle incelerdi. Gittikçe artan bir kesinlikle bölüm bölüm
okurdu. Devlet, liderlerinin görüşlerine nasıl ihanet etmişti, bir orospu
gibi davranıp nasıl kendini kirletmişti. Ulus kendini sefahâta kaptırmış,
bütün idealleri terk ediyordu. Yahudi devleti, Yahudilerin tarihinde yeni
bir sayfa açması için kurulmuştu. Oysa şimdi bir çeşit veda partisine
benziyordu. Yahudilerin korkunç tarihinin mutlu sonunu kutlayan çılgın bir
parti. Fakat korkunç tarih hâlâ doruktaydı. Bıçaklar şimdi bile bileniyordu.
Nesiller boyu Yahudiler derin ve ciddi insanlar olmuşlardı. Şimdi ise her
türlü yeni heyecanla arzularını doyurup kendilerini tatmin etmeye çalışan
Ortadoğulu dejenere ayaktakımına dönüşmüşlerdi. Bir gün düşman gelip, her
şeyi yağmalayacaktı. Ve uyanıp bütün umutlarımızı toza dönüşmüş bulacaktık.
İnsanlar askeri yenilgiler veya ekonomik çöküşlerle yok olmazlar. İşte bunu
anlamıyorlardı. Hatta o kendine lider diyen, hareketin babalarının
mirasçıları bile bunu anlamıyorlardı. İnsanlar önce çürümenin içine
gömülürlerdi, ancak o zaman düşman gelir kapıdan içeri girer, ziyafetin
doruğunda, herkes sarhoş ve savunmasız durumdayken her şeyi fethederdi.
Felaket, bulutsuz bir gökyüzünde çakan bir yıldırım gibi inecekti. Bir
ülkeyi savaş değil çürüme mahvederdi. Bu arada kötü koku havayı doldururdu.
Hava iyice kararır ve bu sarı elektrik ışığında her şey belirsizleşirdi.
Belki de editöre bir mektup yazmalıyım. Fakat ben kimim?
İyi bir gözlük onun ağrısını yok edebilirdi. Fakat bu basit çözüm onun
aklına gelmezdi. Yorgunluk ve acıyla gözlerini kısarak, sarı ışık saçan
ampule baktığında gözlerinin önünde hayaller belirirdi. Sadece zevk almak ve
zevk vermek için doğmuş gibi görünen, makyajlı, şehvet saçan bir sürü
kadının şehrin sokaklarını doldurduğunu görürdü. Resimlerdeki Amerikalılar
gibi giyinmiş, gümüş iğneli zarif kravatlar takan genç adamlar görürdü. Bu
genç adamlar koyu renkli gözlükler takıyorlar ve önemli insan havalarına
giriyorlardı. Maccabeelerin torunlarını, koruyucuların, bu ülkeyi
savunanların ve hayal kuranların mirasçıları olan genç kız ve erkekleri
görüyordu. Şimdi onlar halka açık telefonları kırıyor ve terbiyesiz şarkılar
söylüyorlardı geceleri. Kız kardeşi Esther'in fazlasıyla açık elbisesini
görüyordu. Onun havaalanında İtalyan uçağına binerkenki düzgün siluetini
görüyordu. Kocası Gideon ve o, sadece birkaç seneliğine gidiyorlardı.
Gideon, ayak işlerine bakan çocuklar gibi yabancı şehirlerde dolaşmak
yerine, kendi şehrinde yaşamasını sağlayacak saygı değer bir ofis işine
terfi edene kadar. Sonra ayrılırkenki kucaklaşmalarında kız kardeşinin
vücudunun verdiği hissi hatırladı. Uçağı görüyordu; gelen, giden, karşılaşan
insanların, herkesi ayırım yapmadan seven hosteslerin uğultusu ve bu
havaalanı karnavalının ortasında kötü bir ruh gibi duran ben; niye herkes
gidiyor, bütün bu karışıklık neden, sorun ne, tabii ki böyle zamanlarda
hepimiz bu harikuladelikten etkilenmeliyiz. Sonra gri asfalttaki
lastiklerin, gecenin ortasında duyulan şehvetli fısıltıları andıran sesi.
Sabahın ikisinde, sessiz, güçlü, parlak renkli arabaların içinde, kadın ve
erkek, ikişer ikişer oturan yeni, özgür Yahudiler. Nereye gidiyorlar sabahın
ikisinde tüm bu insanlar? Yarın kim işe gitmek için kalkacak? Ve kimin bu
bir kadının kalçaları gibi yuvarlak binalara, beton ve cama ihtiyacı var?
Amerika'nın bütün bulaşıcı pisliği bu hayaller
ülkesindeydi. Hatta İbrani polis bile, gece vakti kibar bir şekilde
gülümsemişti bana; sanki o da bir parçasıydı evrensel dostluğun. Evrensel
ılımlılığın. Bu baştan çıkarıcı fısıltının. Ahlaksızlığı körükleyen, iğrenç
şehvet dolu soğuk bir şaka. Bir düşü gerçekleştirmeye çalıştık. Fakat ortaya
bir Hollywood çıktı. İsrail ülkesi bir orospu. Ülkesinden nefret edene vatan
haini derler fakat şehvet saçan bir orospudan nefret eden kişi, ihanet
edilmiş bir düşe bütünüyle sadıktır. ,Eğer gözlerindeki ağrı dikkatini
dağıtıyorsa, karanlığa çıkıp kibbutzun çevresinde küçük bir yürüyüş
yapabilir, sonra kocaman bir kremalı salata, tuzlanmış balık, üç dilim
ekmek, krem peyniri ve iki bardak çay ile güzel bir akşam yemeği
yiyebilirsin. Uygun birini bulduğunda oturup konuşabilirsin. Partinin
stratejisi veya politik kazanımlar ve kayıpların hesaplanması konusunda
değil ama, dünyayı düzene koymak konusunda.
Yemekten sonra salondan ayrılmaz, akşam gazetesinin okunduğu masaya
otururdu. Bu, veznedarın şehirden getirdiği gazeteydi. Kıdemli yoldaşlar
gazetenin çevresinde bir halka oluştururlardı. Ayakta duranlar oturanların
kafaları üzerinden okurlardı. Yavaşça bir tartışma başlar, bir argüman
ortaya atılırdı.
Bu tartışma, açıklamalarla, yorumlarla ve eski günlerde olanların bugün
olanlarla karşılaştırılmasıyla başlardı. Sonra ne olması, bizim ne yapmamız
gerektiği konusuna gelince tartışmanın heyecanı artardı. Ilımlılar, aşırı
uçtakiler ve bu iki grup arasında olmaya çalışanlar fikirlerini
savunurlardı.
Çoğu, olayların nereye doğru gittiğini göremiyordu. Ya da bilerek
kendilerini kandırıyorlardı. Onların gözlerini açmak zorundaydı; çünkü onlar
sadık olanların en sonuncularıydılar. Çürümenin nasıl köklere saldırdığını
açıklayarak işe başlardı. Bu çılgın ülke, farkında olmadan nasıl da kendi
etini yiyerek besleniyordu. İtiraf etmek gerekirdi ki, yapı hâlâ gelişiyor
ve yayılıyordu. Açıkça görülüyordu ki; yeni yerleşim yerleri
yapılıyor, yeni yollar inşa ediliyordu. Fakat bir ölünün bile saçlarının ve
tırnaklarının çürüyene kadar uzayacağını her biyolog onaylardı. Bütün yapı,
bozulmadan dolayı ve bozulmaya doğru, yıkılmaya mahkûmdu. Kanser ölene kadar
orospunun vücudunda beslenecekti. Sarhoş naraları, dar görüşlü övünmeler ve
boş sözler ihaneti gizleyemezdi. İnsanlar liderlerine, liderler insanlara ve
hepsi aynı şekilde görüşe ihanet etmişlerdi. Kibbutz Üçüncü Cumhuriyetin son
kalesi olabilirdi. Fakat ona bile ihanet edilmişti; liderler ve insanlar
ülkeyi orospuya çevirmişlerdi.
Bütün dinleyiciler belirgin bir abartı seziyorlardı. Fakat yaşlılar bu
konuşmanın kutsal bir öfkeyi, belki de doğruyu içerdiğini biliyorlardı. Bazı
genç adamların bu sözleri ciddiye almaları ve hatta sarsılmaları iyi olurdu.
Fakat sayıları üçü dördü bulan bu genç adamlar sadece sırıtıyorlardı. Bir
adamın aynı anda hem parlak bir tamirci hem de tam bir aptal olmasını garip
buluyorlardı.
Tartışmacılar aylak değil çalışan insanlar oldukları için genellikle saat
ona doğru susar ve "Bu konuda sonra konuşur, her noktayı tamamen tartışırız"
derlerdi. Sonra hepsi odasına çekilir, sadece bekçiler uyanık kalırlardı.
Hatta onlar bile dışarı çıkıp çitler boyunca dolaşacaklarına, zaman öldürmek
için çaylarından küçük yudumlar alarak yemek salonunda oyalanır ve salonda
değil çocuk odasında olması gereken dadılarla flört ederlerdi. Hiçbir şey
olması gerektiği gibi değildi.
Odasına dönerdi. Çimenleri geçerken açık bırakılmış bir fıskiye ve damlayan
bir hortum bulurdu. Nefretini fethetmeliydi. Odasına varıp ışıkları yakınca
gözleri yine acırdı. Yorgunluğuna rağmen kaba tahta raftan eski büyük bir
cilt alır ve kurucuların söylevlerini okumak üzere otururdu. Diğerleri hâlâ
gençliklerinde okudukları ile yetiniyor ve unutkanlığın yavaşça inançlarını
azalttığını fark etmiyorlardı.
Halbuki o, yıllarca önce Litvanya'daki Siyonist Genç Hareket'te kendisine
öğretilenleri her gece tekrarlıyordu. Kendini bütün kalbi ve ruhuyla görüşün
sözlerinin zalim çekiciliğine adıyordu. Doğru, hareketin babalarının çoğu
parlak bir İbranice kullanmamışlardı ama onların düşünceleri parlaktı ve
analitik güçlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Ve tam anlamlarını sadece
şimdi, şu yavan sürede bulan sayfalar vardı.
Birkaç sayfadan sonra yorgunluğu iyice artardı. Artık genç değildi; bütün
gün uzun saatler boyunca çetin, fiziksel güç gerektiren bir işte çalışıyor
ve her gece tüm varlığıyla teori ve fikirlerle boğuşuyordu. Bütün gücüyle
okumaya devam etmeyi isterdi tabii ki; fakat vücudu yorulmuştu.Geceleri ağır
koku odayı doldurmaya başlardı. Hatta yazın, bütün camlar ardına kadar
açıkken bile bundan kaçış yoktu. Işığı söndürüp yatar yatmaz geceye özgü
sesler içeri dolup, üstüne çullanırdı. Bu vahşi sesler karşısında dünya
hakkında kesin görüşleri olan bir adam bile çaresiz kalırdı.
"Rüzgâr" ve "ruh" kelimeleriyle oynayarak veya çakalların ulumalarını ulusal
felaketin, deliliğin ve ölümün tam bir görüntüsü olan tilki feryatlarına
çevirerek kendi düşüncelerinin bir yankısını bulmaya çalışırdı bu seslerde.
Fakat burada, dağlar ve rüzgârlı vadiler arasındaki kibbutzda geceye özgü
sesler, bütün görüntülerden güçlüdürler. Her şeyi süpürür, geceleyin
üzerinize çullanır ve kelimeleri yok ederler.
Kasvetle dolu yalnız bir adamdı. O ve nefreti, birbirlerini besler
gibiydiler. Bu hep böyle olmuştu. Yıllar önce bir karısı vardı. Değişik, çok
zayıf, sinirli, getto ayaklanmalarından birinden sağ çıkmış bir mülteci.
Buraya kardeşlerinin cephaneleri bitene kadar Almanlara ateş ederek ne kadar
kahramanca öldüklerini anlatmaya gelmişti. Konuşmasını bitirdiğinde gece
olmuştu. Bu yüzden o gece kalmıştı. Bir sonraki gece de. Kendisinden birkaç
yaş büyüktü. Evlendikten
sonra onu kibbutzdan ayrılmaya ikna etmeye çalışmıştı. Akrabalarının
yardımları ve Almanların ödediği tazminatla geçinerek hayatını yoluna
koymayı ve iyi yaşamayı planlıyordu. Kibbutz yeteri kadar iyi bir yerdi;
fakat onun için değil. Yahudi halkı için yeterince acı çekmişti. Bırak,
değişim için diğerleri uğraşsmdı. O artık birazcık yaşamak istiyordu.
Zayıf ve sinirliydi. Vücudu açlığını doyurmuştu ama yeterince değil. Birkaç
ay sonra ayrılmışlardı. O kendi yoluna gitmiş, kendisi burada kalmıştı.
Akrabalarının küçük yardımına tazminat parası eklenince, her açıdan daha
önce Varşova'da sahip olduğu kadar güzel bir moda salonu açmıştı kendine.
Eski karısı bir daha evlenmediği için şehre yaptığı seyrek yolculuklarda onu
ziyaret etmeye devam ederdi. Ona vücudu için yalvarırdı. Kadın, bazen bir iç
çekişiyle ona çabuk olmasını oyalanmamasını söyleyerek kabul eder, başını
daima belaya sokan iyi huyluluğundan şikâyet ederdi. Onunla iyi huylu olup
olmadığı konusunda tartışmaya başlarlardı. Eski karısından nefret ederdi
tabii ki, hem de tüm kalbiyle. Fakat bu, gece seslerinin yanıtladığı
nefretten tamamen değişik, gündüz vakti duyulan bir nefretti.
Gece canlıydı. Üçe çökük sert bakışlı gözleri karanlıkta dolaşan şekiller
görüyordu. Odası temiz değildi. Her yerde toz vardı; yatağın altında da
unutulmuş bir çift çorap. Cırcır böceklerinin sesleri dalgalar halinde
yayılıyordu. Bir ineğin uzaktan duyulan böğürtüsü. Bir çığlık. Ülerdeki bir
arazide homurdayan bir traktör. Çıldırmış gibi havlayan köpekler. Çimenliği
geçerek vadinin karanlığına gömülen çiftlerin gülüşleri. Lanet olsun. Ve
üzüm bağındaki çakallar. Çölden gelen sıcak rüzgâr, ağaçları hafifçe
sallayarak onlara bir gün karşılaşacakları yangını ve baltayı hatırlatarak
esiyordu.
Dünyada yeni olan hiçbir şey yoktu.
Bu işkence eden sesleri susturmak için radyoyu açmayı denedi. Radyoda ne
vardı? Şehvet dolu bir müzik, arzu uyandıran bir şarkı, hasta edici ılık,
ıslak bir ses. Şarkıcıya lanet okuyarak radyoyu kapattı ve bütün sesler geri
döndü. Uyku, acıya son vermek için indirilen öldürücü bir darbe gibi onu
aniden sardı.
Uykusunda, kalçalarıyla, gülüşleri ve saçlarıyla şehvet dolu kadınlar
olurdu.
Sonra gecenin içinden bir bağırtı duyulurdu belki. Bekçi, "Kör şeytan. Ne
yapılabilir" derdi.
Yeni yıldan birkaç gün önce işiyle ilgili olarak, yeni model bir Amerikan
pistonunu incelemek ve büyük olasılıkla ısmarlamak üzere Tel Aviv'e gitti.
Her zamanki gibi eski karısına da uğradı. Kadın ona kahve yaptı. Haberler
hakkında biraz tartıştılar. Ondan vücudunu istedi. Kadın reddedince biraz
yalvardı. Boş yere. Sonradan eski karısının yeniden evleneceği ortaya çıktı.
Hayır, aşk evliliği değildi. Ne saçma bir düşünce. Onun yaşında ve bu
tecrübeye sahip olan kim aşk için evlenirdi ki? Hayır. Evleneceği adam da
Varşova'dandı. O da önceki ailesini kaybetmiş ve mucizevi bir şekilde
kurtulmuştu. O da kadın giyimiyle uğraşıyordu. Birlikte çok şey
yapabilirlerdi.
Eski karısına yeda etmeden ayrıldı.
Tereddütlü adımlarla dışarı çıkarak şehre indi. Adımları giderek daha
kendine güvenli, hatta öfkeli bir hal alıyordu. Kardeşinin ve kocasının
Avrupa'da olduğunu ve Gideon terfi edene kadar en azından bir ya da iki sene
daha orada kalacaklarını unutarak onların dairesine gitti.
Kiracılar onu nazik bir şekilde karşıladılar. Onun mobilyaların durumunu
kontrol etmek için geldiğini düşünmüşlerdi. Daireye iyi baktıklarına dair
garanti verdiler.
Her şeyin yolunda olduğunu kendi gözleriyle de görmesi ve bir şey içmesi
için onu içeri davet ettiler. Fakat o kapıda dikildi, onlara lanet okudu ve
ayrıldı. Gece oluncaya kadar Tel Aviv'in sokaklarında dolaştı ve her şeyin
yok olduğunu gördü. Hava kararıp floresan sokak lambaları yanınca gözleri
acıdı. Karanlık sokaklara yöneldi. Gece yarısına doğru, prospektüsünü
okuduğu yeni pistonu inceleyip ısmarlayacağı tarımsal makine dükkânının
önüne geldi. Sokak karanlık, dükkân ise kapalı ve ıssızdı. Kendi nefes
alışlarını duyana kadar bir nefret dalgası yükseldi içinde.
Herifler dükkânı kapatmış ve karı tavlamaya gitmişlerdi. İşçi Hareketi 'nin
babalan bunun olacağını önceden görmüşler ve bizi uyarmışlardı. Onların
yazdıklarını kendimize ışık yapmıştık. Bir ölünün bile çürüyene kadar
saçları ve tırnakları uzardı.
Aynı sokağın sonunda bir fahişe ile anlaşıp onu ucuz bir otele kadar izledi
ve dükkânda harcamayı planladığı parayı ona verdi. Sabaha kadar fahişe ile
kaldı ve hem ondan hem kendinden tamamen nefret etti. Ertesi gün kibbutza
dönerek makineleri ile uğraştı. Gazetenin yeni yıl özel sayısını başından
sonuna okudu ve gecenin gelmesini bekledi. Karanlık basınca meyve bahçesine
gitti ve kendisini ağaca astı. Onu festivalden sonra bulduk ve işine
bağlılığım ve ideallerimize adanmışlığını övdük. Kendini dünyayı düzene
koymaya adamış bir adamın cenaze töreni diğer herhangi bir adaminkinden
farklı değildi ve bizim de ekleyecek daha fazla bir şeyimiz yok. Huzur
içinde yatsın.