Gün siyahlanmadan varmak istiyordu. İstedikçe düşüyor, düştükçe, kalkamadan
bekliyordu bir süre. Saatlerden beri geliyordu ötelere doğru. Bir tek kuş
bile görememişti. Önceleri üzülmüş, bozkırın alabildiğine uzanan boşluğunda
daha bir yalnız olduğunu anlamıştı. Şimdi şurada, göğe bakarken -hem de aç,
susuz- kuşların buralara neden gelmediğini anlıyordu. Bir tek ağaç bile
yoktu, konmaları için.
Güneşe baktı. Az kalmıştı. Ayaklarını toprağa çakıyormuş gibi, dizlerine
yığdı ağırlığını. Kalktı. Önü, dağsız, tepesiz yolda yeniden yürümeye
başladı.
Sağına baktığında, güneşin son izini de yitirdi. Gök, neredeyse yerle bir
olacaktı. Yüreği karanlıkla teyelleneceği sıra, varmayı dilediği köyü gördü.
Az ötesindeydi. Oturdu. Umutlandığı ev, iyice şilinsin istedi; güneşsiz
bozkırda.
Kapı açıldı. Odadan gaz lambasının bulutlu ışığı vurunca, tanıdı onu, ağanın
oğlu. "Sen misin?" "He," dedi yeşil gözlü delikanlı, sarılırken. "Benim."
"Gel içeri."
Öteki odadan, ağa geldi bu sıra. Üç erkek baktı birbirine. "Şöyle otur,"
diye divanda yer gösterdi ağa. Oturdular.
"Kusuruma bakmayın," dedi. "Başım darda kaldı da." "Hele," dedi ağa oğluna.
"Söyle de sofra hazırlasınlar konuğumuza."
Çıktı odadan. Ağa sokuldu biraz.
"Başını dolaştıran ne?"
"Suyu geçmek isterim; öbür yüze."
"Birini mi vurdun?"
Başını salladı, evet'leri yok edercesine.
"Kaçak işi mi?"
"Anladım," dedi ağa bağdaşını tazelerken. "Hükümetle karşı karşıya gelmişsin
sen."
"Öyle oldu."
"Canın sağ olsun," dedi ağa konuğun sırtını sıvazlarken. "Ananın hakkı
çoktur bizde. Kimse alamaz elimden seni. Kalk yüzünü gözünü yıka. Nerdeyse
gelir aş. Anan nasıl?"
"Öldü geçen güz."
Gaz lambasını kısıp kapıyı yavaşça örttü ağanın oğlu.
Gözleri açıktı yine. Odanın içindeki ufacık aydınlık, şekillere vurunca,
gölgeler duvarlarda, tavanda kocaman kocaman olmuştu. Günlerden beri ilk kez
yumuşak bir yatağa kavuşmuştu. Gönlü de yumuşayıp dağılmıştı canında. İki
oda ötede, kendisini koruyacağına söz vermiş ağa vardı çünkü. Bozkır
yerinde, ağanın ağzından çıkan sözlerin güvenilir olduğuna inanmıştı. Bedeni
gevşedi. Bıraktı kendisini, uykuların en şirinine.
Az sonra, kapıyı açtı ağanın oğlu. Başını uzatıp baktı içeriye. Konuğun
uyuduğunu iyice kestirince dönüp babasının dizleri dibine oturdu.
"Uyumuş."
Ağa sigarasını sarıp ateşleyince konuştu.
"Ben ölünce, yerime kim geçecek ha?"
Oğlu, başını öne düşürdü. Utanması uzun sürdü.
"Sen," dedi ağa. "Bunu bilmeyecek ne var. Biricik oğlum değil misin?"
"Allah geçinden versin," dedi oğlu.
"Diyelim, yarından yakındır ölüm bana. Hazır mısın ağalığıma sahip çıkmaya?"
"Kurban baba," dedi biraz utanmış. "Durduğun yerde, neden böyle konuşursun?"
"Seni sınamak isterim," dedi ağa. "Bakalım sancağımı, yere mi düşürürsün,
yoksa bir kat daha mı açarsın, gizli oyunlara karşı."
Oğlu, başını çevirdi babasına. Bağlandılar gözleriyle.
"Sına," dedi sonunda. "Güvenin yoksa sına. Bunca yıl, senin gibi bir ağanın
oğlu olmam yetmemişse..."
Divana uzandı ağa. Dirseğinin birisiyle başını besledi.
"İçerdeki," dedi. "Suyu geçmek istermiş."
"Kaçağa mı?"
"Yok."
"Birisini mi vurmuş?"
"O da değil."
"Vel... Ya niyeymiş?"
Bedenini ikiye katladı ağa, oturduğunda.
"Sen ağa olamazsın," dedi kızgın. "Başka işler var şimdilerde,
anlayamadığın."
"Nasıl işler kurban baba?"
"İçerdeki delikanlı kimdir, kim değildir bunu bilmelisin ilkin."
"Emzikçimin oğlu ya!"
"Ölmüş geçen güz."
"Eee baba?"
"Kısmet ayağımıza gelmiştir yine. Anasının sütü kurtarmıştı seni, şimdi de
oğlunun başı, şanımıza şan katacak."
Kalkıp divana oturdu. Babasına yakın olmakla, anlatılanları daha iyi
kavrayacağını sandı.
"Buyur baba," dedi. "Kulağım, aklım sendedir."
Ağa yokuşları düzleştirdi.
"Vur onu."
"Niye baba?"
Ağa divandan kalktı. Odanın içinde yürümeye başladı. Oğlu da yerinden
doğruldu. Babası ayaktayken oturmak törelerine sığmazdı.
"Hükümetle aramız açıktır," dedi ağa, durduğu bir sıra. "Bunu düzeltmek
gerek."
"Süt kardeşimin başıyla mı?"
"He... Söyle bakalım şimdi, vurulacak en uygun yer neresidir?"
"Evimizin içi mi?"
"Dedim ya, sen ağa olamazsın ulan. Emdiğin süt haram olsun. Süt yere girsin
hem. Emzikçinin sütüydü alt tarafı. Ya bunca emeklerim?"
Dudak sürdü babasının ellerine.
"Bağışla... Seni kızdırdım, durduğun yerde. Nerden geldi, süt kardeşim mi
kimse?"
"Töbe de oğlum. Kendi ayağıyla gelmiştir kısmetimiz." "Nerde vurmalı öyleyse
baba? Hele söyle, iyice meraklandım."
Sustular. Su bir lokmacık da olsa, kuyu başının kıyıcığında kurbağalar
vardı. Ötüyorlardı, bozkır sessizliğinde. Sesleri bedenlerini, bin kat
arttırırcasına hem. Baba-oğul dinlediler bu sesi, bir süre. Öteki odalarda
yatanları düşündü ağanın oğlu. İki kızkardeşi, anası -özbeöz anası- vardı.
Yanaşmalar vardı, ahıra yakın bir odada. Birkaç duvar ötede de, üzerine ölüm
kurdukları süt kardeşi yatıyordu.
"Bak," dedi ağa, oğluna iyice sokulunca. "Tüm köylerimiz, tüm
topraklarımızın dışında olmalı bu iş. Hükümete göz kırparken, töremizi bozup
Tanrı misafirini ele verdi dedirtmemeli, dosta, düşmana. Anladın mı ağalığın
ustalığını oğul?"
Gözlerini araladı. Yumdu gerisin geri. Hafif bedenini kıpırdattı yorganın
altında. Buralara nasıl, neden geldiğini düşündü. Yıllar önce gitmişti bu
köyden. Yıllar sonra, bir kaçak olarak geleceğini nasıl bilebilirdi o
günler. Yazgı demiyordu ama böylesi dönüşe. Yazgıyı utandırmak, karalamak
diyordu. Başkaları adına üstelik...
Kapı tıkırdadı. Gözleri açıldı hemen. Süt kardeşinin evinde de olsa, tetik
olmaya alışmıştı günlerden beri. Toparlandı.
"Kimdir o?"
"Benim," dedi ağanın oğlu.
"Kalktıydım," dedi kapıya gelip sürgüyü boşa alırken.
Odaya girdi, ağanın oğlu. Kapıyı örttü.
"Babamdan bir şey istemişsin kardeşim," dedi usulcacık. "Gün iyice
ağarmadan, savuşalım derim. Suyun öbür yüzüne geçirmek boynumun borcudur
seni."
"Sağol kardeşim," dedi. "Giyineyim."
Ağanın oğlu çıktı.
Odanın küçük penceresinden dışarıya baktı. Gün geliyordu. Evler incelmiş
karanlığın içine, duvarlarını doldurmaya başlamıştı dünkü gibi. Evlerin
ortaya aldığı küçük alanı da gördü. Az önce, kendisini suyun öbür yüzüne
aşırtacak ağanın oğluyla birlik, süt kardeşlikle aşılanan çocuklukları
kıpırdanmaya başladı bu alanda. "Kardeşim gel. Koşma öyle. Düşersin sonra.
Kardeşim benim." Ağanın oğlu koşardı ama. Bu kez, kendisi yeki-nirdi durduğu
yerden. Yakalardı onu. Sarılırdı. "Tatlı kardeşim benim," derdi sıcacık.
Ağanın oğlu bakardı ona uzun uzun. "Biz nasıl kardeşiz?" diye sorardı
ardından. "Senin evin bir göz, benim evim çok göz?" "Sütümü içmişsin sen.
Anamın söyleyişi, bal gibi kardeş sayılırmışız bundan ötürü." Kapı tıkırdadı
yeniden. "Hazırım," dedi.
"Gel öyleyse, kimseyi uyandırmadan çıkalım," dedi ağanın oğlu.
Eşikliğe çıktı. Bakındı çevresine. Odalar kördü. "Babanın ellerinden öpmek
isterim," dedi, yeşil gözlerini kırpıştırırken. "Belki de hiç dönemem."
Kıpırdandı ağanın oğlu. Babasının odasına doğru yürümeye niyetlendi.
"Uyuyordur," dedi sonunda. "Döndüğümde, hakkını helal etmesini söylerim."
Önce avluya çıktılar. Sonra her biri, bir ata bindi. Köyün güneyine
daldılar. Atların yelesinden, sabah yeli gelip geçerken; ekinlerle sarmaş
dolaş oluyordu yeleler çoğu kez. Ağanın oğlu, hafifçe öne eğilmişti. Atın
hareketleri, bedeninde yaylanıp yumuşarken, süt kardeşi güçlük çekiyordu,
atının sırtında.
Yan yana oldular bir ara. Dönüp baktılar birbirlerine. Aynı ayda, hatta aynı
günde doğmuş olmalarına karşın, ağanın oğlu iriydi, süt kardeşinden. Yeniden
art arda oldular. Yeşil, umut dolu gözleriyle ağanın oğluna baktı.
Kendisinin ne kadar cılız kalmış olduğunu, şimdi daha iyi görebiliyordu.
Güneş çok ötelerde de olsa, çok aşağılarda da olsa renklendirmişti göğün
doğusunu. Omuzlarına baktı. At sırtına çökmüş yarım bedenine, üzengiye
dolmuş kocaman ayaklarına da baktı. Belli belirsiz, atın sırtında kalkıp
oturdu. Yelden hafif olduğunu sandı, izlerken onu.
Bir tepenin başına vardıklarında, atını durdurdu ağanın oğlu.
"İyice kollamak gerek," dedi. "Suya az kaldı."
Kolladığı başka şeylerdi oysa. Köylerinden uzaklaştıklarını iyice
kestiriyordu. Topraklarının da tükenmiş olduğuna bir güzel inanmak istedi.
Çevresine bakındı. Topraklarını, koşturulan at sırtında, saatlere vurdu.
Babasının sözlerini bir bir geçirdi aklından. Daha güvenilir olmak için,
biraz daha toprak çiğnetmek istedi atlara.
"Az kalmış kardeşim," dedi gülümseyerek.
"Sen benim südümü içmişsin. Kardeş olmuşuz böylece," dedi. "Süt hakkı
kolayına bağışlanmaz ama, bu iyiliğine karşılık, bir bardak suyumuzu içip
geçmişsindir diyelim. Diyelim de hel-lallaşalım kardeşim."
Atların sırtında uzandılar birbirlerine. Kol atıp yarımşar beden sarıldılar.
Emzikçi kadın, ölmemiş olsaydı, iki atın arasında dineliverir-di şimdi. Uy
oğullarım, derdi. Yeşil gözlü oğlum, ağamın biricik yiğidi, geldim işte.
Toprağım ben. Suyum ben. Çiçeklenip meyve veren ağacım ben. Böyle
olmasaydım; ikinizi her bir kolumla sarmalayıp kuş ağızlarınızı sütlü
memelerime gömebilir midim? Ne çabuk unutulur oldu, o güzel günlerimiz?
Atlar yeniden koşturuldu. Ağanın oğlu, heybedeki dürbünlü tüfeğe gözlerini
kaydırdı. Az sonra, süt kardeşini öne verip çukurun birinden, yukarıya
yöneldiklerinde bitirecekti bu işi.
Uzandı tüfeğe.
Yine emzikçi kadın girmek istiyordu aralarına. Bir öndeki oğluna, bir
geride, eli tüfeğe yakın, yıllarca südüyle beslediği bebeye koşuyordu sanki.
Yoksa tüfeğinde verdiğin göz dağından usanıp tetiği mi çekmek istersin
oğluma, ağanın oğlu? Etlerim çürüyüp ota, kurda yem olmasaydı, memelerinizi
gösterirdim size. İşte derdim. Helal sana, ağanın oğlu. Fokur fokur emdiğin
mememi ne çabuk unuttun? Beni besleyen er hakkını bile hiçe sayıp seni
süt-leyen ananım ben. Önüne neden katmışsın oğlumu böyle?
Tüfeği heybeden alacağı sıra, yeşil gözlü döndü ardına. "Yaklaşıyoruz değil
mi?"
Eliyle, tüfek yerine bacağını okşadı ağanın oğlu. "Sözün doğrudur kardeşim.
Geldik, geleceğiz. Şu yöne çevir atını."
Atların başını doğuya verdiler.
Kuytu bir yer mi ararsın yoksa? Vuracaksan, yüzünü yüzüne dönder. İkinizi
bir bedenden beslerken, gözümün biriyle sana, biriyle yeşilime bakmadım mı
ben? Aşın acısını, tuzlusunu yediğimde, zehirlenmeyesin diye, ilkağzı, öz
oğlumla sınamadım mı a yavru? Emanete hıyanetlik edilir mi hiç? Seni
aldığımda el kadardın, koçlar gibi edip de vermedim mi, ala düşmüş anana?
Oğlum da kapınıza yüz sürüp canını emanet etmedi mi? Neden katmışsın önüne
böyle? Kurbanlık kuzu mu sandın onu?
"Silahın var mı?" diye sordu ağanın oğlu. "Yok," dedi.
"Bende var," dedi silahı heybeden alırken. "Suya az kaldı da. Ne olur ne
olmaz."
"Kimbilir kaç yıl geçecek, yeniden görmem için buraları," diye acı acı
gülümsedi.
Tüfeği doğrultmaya başladı ağanın oğlu.
Yeşilim, yeşilim, dön de bak ardına. Vuracak seni, ağanın oğlu. Gözlerin
açık gitmesin hiç olmazsa. Südünü paylaştığının tuzağına düştüğünü gör de,
öyle düş toprağa. Başını alıp götürecek senin. Tetiğe basan parmaklarını
sürmesin gözlerine. Kucağıma alıp götürdüğümde ağanın oğlunu, seni de
istemişti babası. Tartıya vurdular ağırlığınızı, yeşilim. Senden kat be kat
çok süt çekmişti benden. Hafifliğini hesaptan düşüp her gramına bir çuval
buğday yollamıştı babası. Analığıma gölge düşürmem dediydim, yeşilim.
Benimki vicdan uğruna. Vicdan uğrana dediydim de, buğdaylarını bölüştüydük
obalıyla, helalimin şavkı. Şehir yerinde ne gördün; ne öğrendin de böylesi
tuzağa düşürürler seni. Yoksa gönül mü düşürdün kimi yollara. Etin, canın
azıcık ama, aklın bereketli mi oldu yeşilim? Başını kesip almak istemeleri;
içindeki aklını sebil etmenden korktuklarından mı yoksa? Dönüver, yeşil
gözlü yiğidim. Kap tüfeğini elinden. Vurma ama. Kovala. Koşturabildiğin
kadar atını, tükenecek toprakları...
Tetiği çekti ağanın oğlu.