Niçin?
20 Haziran 1851 - Mahkemeden çıkıyorum. Blondel'i ölüme mahkum ettim! Bu
adam nasıl olmuştu da beş çocuğunu ortadan kaldırmıştı? Bu işi niçin
yapmıştı?.. Çok kez böyle yaşam söndürmekten büyük bir zevk alan insanlara
raslanır. Evet, evet, bu, kesinlikle bir zevk olmalıdır. Hem de bütün
öbürlerine üstün bir zevk. Çünkü öldürmek, galiba yaratmaya en çok benzeyen
şey. Yapmak ve yıkmak! Bu iki sözcüğün içinde tüm dünyaların tarihi var. Her
şey, her şey onların içinde. Öldürmek acaba neden bu kadar kavrayıcı?
25 Haziran - Şurada yaşayan, yürüyen, koşan bir yaratık düşünmek... Bir
yaratık? Sanki o da ne? Kendisinde bir devinim düzeneği ve bu devinimi
yoluna koyar bir istenç bulunan canlı şey! Bu şeyin hiç önemi yok. Ayakları
kesinlikle yere bağlı değil. Yalnızca toprakta kımıldıyan bir yaşam tanesi.
Ve bu bilmem nereden gelme yaşam tanesini insan istediği gibi ezebilir.
Ötesi yok işte. Hiçlik! Çürümek ve silinmek!
26 Haziran - Öldürmek neden cinayet olsun? Evet, neden? Tersine bu, doğa
yasasıdır. Her yaratığın bir öldürme işi var. Yaşamak için öldürüyor,
öldürmek için öldürüyor. Öldürmek, bizim yapılışımızda. Öldürmeliyiz! Hayvan
boyuna, bütün gün, varlığının her dakikasında öldürüyor. İnsan da doyunmak
için durmadan öldürüyor. Fakat keyif için de öldürmeye gereksinme
duyduğundan tuttu, avı yarattı. Çocuk, bulduğu böcekleri, yavru kuşları,
eline düşen bütün hayvancıkları öldürüyor. Yalnızca bu, bizdeki dayanılmaz
tepeleme gereksinmesini dindirecek gibi değildir. Yalnızca hayvan öldürmek,
hiç de bizi kandıramaz. Adam öldürmeye de gereksinmemiz var. Eskiden bu
gereksinmeyi insan kurban etmekle giderirlerdi. Şimdi toplum olarak yaşama
zorunluluğu cana kıymayı cinayet yaptı. Katili mahkum ediyor,
cezalandırıyorlar. Fakat bu doğal ve sürükleyici öldürme içgüdüsüne hiç
uymadan da olamayacağımız için arada sırada bütün bir ulusun öbürünü
boğazladığı savaşlarla oyalanıyoruz. O vakit bir kan düşkünlüğüdür gidiyor.
Orduların kendisini yitirdiği ve akşamları lambalarının altında, göklere
çıkarılmış boğazlaşma öykülerini okuyan kentsoylularla kadın ve çocukların
kendinden geçtiği bir tür zevk düşkünlüğü.
Olasılıkla bu insan kasaplığını iş edinenlerin aşağı görüleceği sanılır. Ne
gezer! Onları onura boğmaktayız; sırmalara, parlak kumaşlara bürümekteyiz.
Hepsinin başında sorguç, göğsünde işleme vardır. Kendilerine boyuna madalya,
ödül ve her türlüsünden rütbe verilir. Kurumludurlar, sayılırlar,
kadınlardan sevgi görürler, halkça alkışlanırlar; çünkü biricik görevleri
insan kanı dökmektir! Öldürme araçlarını sokaklarda sürüklerler ve bunlar
kara giysilerle geçenlerin gözlerini çeler. Çünkü öldürmek, doğanın yaratık
yüreğine ektiği büyük yasadır! Öldürmekten daha güzel ve daha onurlu hiçbir
şey yoktur!
30 Haziran - Öldürmek yasadır; çünkü doğa sonsuz gençliği sever. O her, ama
her devinimiyle: "Çabuk! Çabuk! Çabuk!" der gibidir. Ve ne kadar yıkarsa o
kadar yenileşir.
2 Temmuz - Yaratık! Nedir bu yaratık? Hep ve hiç! Düşüncesiyle o her şeyi
yansıtıyor. Belleği ve bilimiyle de, tarihini yaşattığı dünyanın küçük bir
özetidir. Eşyanın aynası, olayların aynası... Böylece her insan evrenin
içinde küçük bir evren oluyor!
Fakat bir de gezin. Ulusların karınca gibi kaynaşmasına bakın. Artık insan
bir şey değildir! Hatta hiçbir şey değildir! Kayığa binin ve halkın
kapladığı kıyıdan uzaklaşın; kıyı çizgisinden başka bir şey göremezsiniz.
Zaten göze çarpmayan yaratık büsbütün yok olan, o kadar küçük ve önemsizdir.
Hızlı bir trenle Avrupa'nın ortasından geçin ve vagonun kapısından bakın.
İnsanlar, insanlar, tarlalarda kaynaşan, sokaklarda kaynaşan sayısız,
bilinmeyen insan, yalnızca toprağı altüst etmeyi bilen ahmak köylüler,
yalnızca erkeğine çorba ve çocuk yapmasını bilen çirkin kadınlar.
Hindistan'a gidin, Çin'e gidin; hep doğan, yaşayan ve yolda ezilmiş bir
karıncadan fazla iz bırakmadan ölen milyarlarca yaratığın didindiğini
göreceksiniz. Çamurdan kulübelere sokulmuş zencilerin ülkesine, rüzgârla
dalgalanan esmer bir örtünün altına sığınmış beyaz Arapların yurduna
uğrayın; tek sürüden ayrı adamın hiçbir şey, ama hiçbir şey olmadığını
anlayacaksınız. Her şey olan, soydur. Birey, çölde göçebe bir oymağın
herhangi bir bireyi nedir sanki? Cidden bilge olan bu çöl insanları ölüme
hiç önem vermezler. Onlarda adamın adı bile okunmaz. Herkes düşmanını
tepeler. Buna savaş derler. Vaktiyle çiftlikten çiftliğe, ilçeden ilçeye hep
böyle davranılırdı.
Evet, bütün dünyayı dolaşın ve sayısız bilinmeyen insanın kaynaşmasına
bakın. Bilinmeyen mi dedim? Hah, işte davanın anahtarı! Öldürmek cinayettir;
çünkü insanları numaralıyoruz! Doğar doğmaz onlar deftere geçiriliyor,
adlandırılıyor, vaftiz ediliyorlar. Yasa, kendilerini teslim alıyor. İşte
bu! Yazılmayan yaratık hesapta yoktur. Onu ister kırda, ister çölde öldür;
ister dağda, ister ovada tepele; bir şey yapmış olmazsın! Doğa ölümü sever;
ona kalsa ceza vermez o!
Dokunulmaz olan şey, şu sözüm ona, yurttaşlık durumudur. O kadar! İnsanı
koruyan odur. Kişiye el kaldırılamaz; çünkü kütüğe geçmiştir. Nüfus
yönetimini, bu yasa Tanrısı'nı sayacağız. Başka laf yok!
Devlet öldürebilir; çünkü onun kütüğe kayıt düşürme hakkı vardır. Bir
savaşta iki yüz bin adamı boğazlattığı zaman onları yazmanlarının eliyle
defterlerinden çizer, çıkarır. İş de biter. Fakat nüfus dairelerinin
kayıtlarını hiçbir vakit değiştiremeyen biz, yaşama saygı göstermek
zorundayız. Ey hükümet konağı tapınaklarında saltanat süren kütük! Seni
selamlarım, sen doğadan da güçlüsün. Ah! Ah!
3 Temmuz - Öldürmek garip ve sarıcı bir zevk olmalı. Şurada, önünde canlı,
düşünen birini bulmak; sonra onda küçük bir delik, yalnızca küçücük bir
delik açmak ve oradan kan dediğimiz, yaşamı yapan kırmızı şeyin aktığını
görmek; sonunda da soğuk, cansız ve düşüncesi boşalmış, yumuşak bir et
yığınının karşısında kalmak!
5 Ağustos - Ben ki ömrümü yargı vererek, mahkum ederek, söylediğim iki sözle
öldürerek, bıçakla öldürmüş olanları giyotinle öldürterek geçirdim; ya ben,
ben de bütün çarptığım katiller gibi yapsaydım, evet ben, ben de onlar gibi
davransaydım kim ne bilecekti?
10 Ağustos - Bunu dünyada sezecek var mıydı? Hele yok edilmesinde hiç
çıkarım olmayan birini seçtikten sonra, benden, benim gibi bir adamdan kuşku
duyulur muydu?
15 Ağustos - Şeytan! Şeytan, sürünen bir kurt gibi, içime girdi. Sürünüyor,
yürüyor, bütün vücudumda geziniyor. Yalnızca şunu, öldürmeyi düşünen
kafamda; kana bakmak, ölüm görmek gereksiniminde olan gözlerimde; içlerinde
boyuna bilinmeyen, korkunç, iç parçalayıcı ve akıl oynatıcı bir şey, bir
yaratığın son çığlığı gibi bir şey geçen kulaklarımda; gitmek, işin olacağı
yere gitmek isteğiyle pirelenen bacaklarımda ve öldürsünler diye tir tir
titreyen ellerimde dolaşıp duruyor. Bu ne hoş, benzeri az ve özgür,
herkesten yüksek, istencine sahip bir adama, süzme heyecanlar ayıran bir
insana layık şey olacak!
22 Ağustos - Artık karşı koyamıyordum. Denemek, başlamış olmak için küçük
bir yaratık öldürdüm.
Uşağım Jean'ın, kiler penceresinde asılı bir kafeste bir sakası vardı.
Kendisini bir işe gönderdim ve küçük kuşu elime, içinde yüreğinin
çarpıntısını duyduğum avucuma aldım. Sıcacıktı. Odama çıktım. Ara sıra onu
fazla sıkıyordum, yüreği daha hızlı vuruyordu. Bunda yabanıl bir tat vardı.
Kuşcağızın boğulmasına bıçak sırtı kalmıştı. Fakat kan göremeyecektim.
O vakit makası, küçük tırnak makasını aldım ve üç vuruşta onun boğazını
yavaşça kestim. Gagasını açıyor, elimden kaçmaya çabalıyordu. Ama ben
tutuyordum, evet tutuyordum! Koca bir kuduz köpeği de tutardım! Ve kanın
aktığını gördüm. Şu kan ne de güzel, kırmızı, parlak ve duru! İçmek için
içim titriyordu. Dilimin ucunu değdirdim! Hoş şey. Fakat şu zavallı küçük
kuşun pek az kanı vardı! Karşımdaki görünümden istediğim gibi zevk alamadım.
Bir boğadan kan aktığını görmek, herhalde çok büyük bir zevk olacak.
Ve sonra katiller gibi, çekirdekten yetişme katiller gibi yaptım. Makası,
ellerimi yıkadım; bol su döktüm ve kuşu, kuşun ölüsünü, gömmek için bahçeye
götürdüm. Onu bir çileğin köküne tıktım. Kimse yerini bulamaz. Ben her gün
bu kökten bir çilek yiyeceğim. Yolu bilindiği zaman, yaşamla nasıl da
oynanıyor!
Uşağım ağladı. O kuşunu uçmuş sanıyor. Hiç benden kuşkulanabilir mi? Hah!
Hah!
25 Ağustos - Benim bir insan öldürmem gerekli! Evet, gerekli.
30 Ağustos - O iş oldu. Ne de önemsiz şeymiş!
Vernes Ormanı'na gezmeye gitmiştim. Bir şey, ama hiçbir şey düşündüğüm
yoktu. İşte yolda bir çocuk, tereyağlı ekmek dilimini yiyen küçük bir çocuk.
Geçişime bakmak için duruyor ve: "Günaydın, Bay Başkan" diyor.
Benim de kafama: "Şunu öldürsem?" düşüncesi giriyor.
Yanıt veriyorum: - Yalnız mısın oğlum?
- Evet efendim.
- Böyle, ormanda, yapayalnız?
- Evet efendim.
Onu öldürmek isteği, alkol gibi başımı döndürüyordu. Kaçacağını umarak,
yavaşça yaklaştım. Ve işte boğazından yakaladım... Sıkıyor, bütün gücümle
sıkıyorum! Çocuk korkunç gözlerle bana baktı! Ne gözler; yusyuvarlak, derin,
saf, ürpertici gözler!.. Heyecanın bu kadar hayvancasını hiç duymamıştım.
Hem de bu kadar kısasını! Yumruklarımı küçücük elleriyle tutuyor ve vücudu,
ateşe düşmüş bir tüy gibi bükülüyordu. Sonra kımıldamaz oldu.
Yüreğim çarpıyordu. Ah, o kuşun yüreği! Cesedi hendeğe attım. Üstüne de
otları.
Döndüm, güzelce yemek yedim. Bu iş ne kadar basitmiş! Akşam gayet şen,
hafiftim ve gencelmiştim. Belediye başkanlarına gittim. Beni nüktedan
buldular.
Fakat kan görmemiştim! Dinginim.
31 Ağustos - Ceset bulundu. Katili arıyorlar. Hah! Hah!
1 Eylül - İki serseri yakalandı. Ama kanıt yok.
2 Eylül - Çocuğun anası, babası bana geldiler. Ağladılar! Hah! Hah!
6 Ekim - Bir şey bulunamadı. İşi buralardan geçen bir ipsiz yapmış olacak!
Hah! Hah! Eğer kan aktığını görseydim, içime öyle geliyor ki, şimdi rahatlık
duyacaktım!
18 Ekim - İliklerimde öldürmek isteği koşuşuyor. Bu, pekâlå sizi yirmi
yaşında kıvrandıran aşk kuduzluğuyla yan yana getirilebilir.
20 Ekim - Bir tane daha. Kahvaltıdan sonra su boyunca yürüyordum. Bir
söğüdün altında uyuyan bir balıkçı gördüm. Vakit öğleydi. Bitişik patates
tarlasında bir bel, özellikle yere dikilmiş gibiydi.
Gidip onu aldım; topuz gibi kaldırdım ve keskin yanının tek bir inişiyle
balıkçının kafasını yardım. Oh! Bundan, bu seferkinden kan aktı! Pembe,
beyin dolu bir kan! Bu, yavaş yavaş suya karışıyordu. Ciddi adımlarla yola
düzüldüm. Ya görülseydim! Ah! Ah! Yaman bir katil olalcakmışım.
25 Ekim - Balıkçı olayı büyük bir dedikodu uyandırmakta. Onunla birlikte
balık tutan yeğeni suçlu görülüyor.
26 Ekim - Sorgu yargıcı yeğenin suçlu olduğuna karar verdi. Kentte herkes bu
düşüncede. Hah! Hah!
27 Ekim - Yeğen kendisini çok kötü savunuyor. Söylediğine göre peynir ekmek
almak için köye gitmiş. Amcasının bu arada öldürüldüğüne ant içmekte. Fakat
inanan kim?
28 Ekim - Yeğen az kalsın itiraf ediyordu. O kadar bunaltıldı! Ah adalet,
ah!
15 Kasım - Amcasının mirasına konacak olan yeğene karşı akar suları durduran
kanıtlar var. Mahkemeye ben başkanlık edeceğim.
25 Ocak - İdam! İdam! İdam! Onu idama mahkum ettim! Hah! Hah! Savcı bir
melek gibi konuştu! Hah! Hah! Bir tane daha! Onun kafasının kesildiğini
görmeye gideceğim!
18 Mart - Oldu, bitti. O, bu sabah giyotine çıktı. Çok güzel öldü! Çok
güzel! Hoşuma gitti. Bir adamın kafasının koptuğunu görmek ne zevkli şey!
Kan bir dalga gibi, bir su gibi fışkırdı; oh! Olabilseydi bu kanda yıkanmak
isterdim! Onun altına yatmak, akışına saçlarımı, yüzümü tutmak ve sonra
kıpkırmızı, baştan başa kırmızı kalkmak bana ne tatlı bir sarhoşluk
verecekti! Ah! Bilseler!
Artık bekleyeceğim, bekleyebilirim. Yakayı ele vermeye o kadar küçük bir şey
yetecekti ki!
.................
Yazının yeni bir cinayetten söz etmeyen daha bir yığın sayfası vardı.
Onları gören akıl doktorları, dünyada, bu canavar bunak kadar usta ve
korkunç daha birçok bilinmeyen deli olduğunu söylediler.