Kışın, dağ köylerinde şehir halkının bilemediği şenlikler olur. Eğer soğuk, dağın olumsuz yönlerindendir, diye düşünüyorsanız ne olumsuzluklar var ki sonu hayırlı olmuştur. Çünkü dağ soğuğu insanları, gece toplantıları ve eğlenceler için biraraya getirir. Eğer bu soğuk olmasaydı, bu nimetlerden faydalanamazlardı.
Arkadaşlarımdan birisi beni geçen hafta Ocak ayının ortasında Beyrut’taki köyüne, Beytüşşebab’a götürdü. Geceleyin bir köşedeki sobanın etrafında toplandık. Evin halkına uymak zorunda kaldık. Bunun için de ayakkabılarımızı çıkarıp minderler üzerinde oturduk. Üşüyor, titriyor, ellerimizi ovuşturuyor ve kestane kızartıyorduk. Sonunda gece oldu ve arkadaşımın kardeşleri yatmaya gittiler. Hanımı da bir süre bize eşlik etti sonra bizi yalnız bıraktı.
Konuşurken daldan dala atladık. Sohbetimizin çoğunu hayat, köy, köy hayatı ve şehir hayatı arasındaki mukayese oluşturuyordu.
Zamanında sobanın etrafında yaptığımız gece sohbetlerinin hikayelerini anlatmaya başladık. Büyükler kağıt oyunu ya da başka oyunlar için toplanırlardı. Dede de çocukların yanma gider ve onlara masalını anlatırdı.
Biz ikimiz bu hatıraların zevkine dalmıştık, ikimiz de çok şey biliyorduk. Çünkü ikimiz de köylüydük. Birden arkadaşım sustu ve yerimi göstererek bana:
Burada, senin oturduğun yerde, annemin babası oturur ve masallarını' bize anlatırdı. Dedemin hayatını öğrenmek ister misin? Daha doğrusu 10 sene önce hayatına mal olan o trajediyi öğrenmek ister misin? Onu sana anlatayım. Kardeşlerimle defalarca dedemden dinlediğim bir masalı sana anlatacağım. Bu masalları, sanki kendini anlatırmış gibi bize anlatırdı.
Sonra arkadaşım doğruldu ve konuşmaya başladı:
Onu hala bugün gibi hatırlıyorum. Son günlerinde, yüzünde çocuk gülümsemesine benzer sihirli bir tatlılık vardı. Gözyaşı da çocuk gözyaşı gibiydi. Çünkü dedem, yetmişbeş yaşında bile tıpkı çocukların ağladığı gibi ağlardı. Bir günde defalarca ağladığı olurdu. Ağlamasının sebepi oğluydu. Dedem Sem’an’ın aralarında annemin de bulunduğu dokuz kız ve iki erkek olmak üzere birçok çocuğu vardı. Oğullarından ilki Şahin’di. Altı yaşında ölmüştü. Ondan dolayı dedem çok üzülmüştü. Ölene kadar, sanki elini bir saat önce toprağından çekmişçesine bize ondan bahsetmeye devam etti. Oğullarının İkincisi Emin’di, Yaş olarak annem ve Şahin’in arasındaydı. 1889 yılında köyün bir kaç genci New York’a gitmeye karar verdi. Beytüşşebab göçmenleri ile meşhurdur Emin de onlarla birlikte gitmek istedi. O sıralar henüz yirmisinde bile değildi. Dedem boşuna onu iknaya çalıştı. Ninem de boşuna oğlunun kalması için ormanlar kraliçesine adakta bulundu. Emin gitmekte ısrarlıydı. Dedem onu seviyor ve herhangi bir konuda ona karşı gelmesini istemiyordu. Ama sonunda boyun eğdi ve Emin gitti. Evde Emin’in gidişinden sonra bir ay boyunca feryatlar yükseldi.
Emin, babasına Amerika’ya vardıktan sonra her hafta mektup yazacağına ve iki yıldan fazla kalmayacağına dair söz vermişti.
Biliyor musun arkadaşım, Emin bugün hala New York’ta. Bir sene geçtikten sonra mektupları tamamen kesildi. Gücenmesinin sebepini anlatırsam belki de güleceksin bana: Babasının ikinci kez evlendiğini duymuş. Emin de söylentiye göre, ölen anasının hakkını savunmak istemiş ve vatanından bazı göçmenlere babasına, onun oğlu olmadığını; onun da artık onun babası olmadığını ve bir daha onunla görüşmek istemediğini, kendisine mektup yazması gerekmediğini, çünkü Sem’an el Fülani’den aldığı her mektubu açmadan yırttığını söylemelerini istemiş.
Elayatmda babasına böyle hesap soran bir evlat gördün mü? Zavallı dedem! Bütün kızları evlendikten sonra, eğer ikinci kez evlenmişse, işlerine bakacak, kendisine yemek pişirecek, çamaşır yıkayacak ve evi düzenleyecek birine olan ihtiyacından dolayı evlenmişti. Özelikle dayımın Amerika’da sorumsuz bir hayat yaşadığım öğrendikten sonra esas hesap sorması gereken dedemdi. Dayım bir sene sonra Beytüşşebab’daki amcasının kızına, istediği ile evlenmekte hür olduğunu bildiren bir mektup gönderdi. Oysa o, onu bekliyor, onun için dua ediyor, kendisini eş olarak kabul etmesi için kalbini ona hazırlıyordu. Fakat dayım, kızın emellerini suya düşürmüş ve Amerika’da sevgililer edinmiş ve birisi ile birlikte yaşamaya başlamıştı.
Dedem oğlunun ne yaptığını duyunca deliye döndü. Ona mektup üstüne mektup gönderip, o kadını terketmesini, Allah’ın ve insanların hoşuna gitmeyen bu yoldan vazgeçmesini nasihat etti. Dayım ise cevap bile vermedi. Tam beş sene sonra dayım, dedeme hasta olduğunu bildirdi. Belki de verem idi.
O sıralar ben öğrenciydim. Yazım güzeldi. Dedem her hafta bana:
Bir kalem kağıt al ve yanıma gel. Dayına bir mektup yaz ve ona her gün ağladığımı, eğer dönmek istemiyorsa hiç olmazsa resmini göndermesini yaz. Bir şeyler de karalayıp göndersin. Yaz ona yaz, derdi.
Sen de dayına benziyorsun. Ama inşallah geleceğin onun gibi olmaz!
Allah da şahittir ki dostum, ben dayıma, herhalde elliden fazla mektup yazdım. Her biri, dahası her kelimesi taşları bile ağlatabilecek mektuplar! Sonuç daima sessizlikti. Dedem hafta boyu postacıyı beklerdi. Hatta gününde gelip, Emin’den bir şey getirmemişse ertesi haftaya kadar günleri sayardı.
Dedemin nasıl öldüğünü sana anlatmadan önce, sana söz verdiğim masala kulak vermeni rica ediyorum. Bütün masallarına tercih ettiği bu masalını dinlemezsen trajediyi, dedemin kalbini ve düşlerini anlayamazsın. Masal hala hatırımda. Fakat benim anlatmam nerede, dedemin anlatması nerede! Masal benim dilimde bütün sihrini kaybediyor.
Sonra arkadaşım iç çekti ve gülümsemeye çalıştı, Sonra durumun ciddiyeti sebebiyle çok geçmeden kaşlarını çattı:
Dedemin her masalına başladığı gibi başlamam gerekir:
Bir varmış bir yokmuş. Eski zamanlarda büyük bir kral varmış. Bu kralın da yakışıklı bir oğlu varmış. Ay bile onu kıskanırmış. İsmi de Hasan’mış. Delikanlılık çağma gelince babasına,
Babacığım, ben dünyayı dolaşmak istiyorum demiş.
Başına gelebilecek tehlikelerden endişe ediyorum.
Dünyayı dolaşıp, kendime bir eş bulmak istiyorum.
Evladım, amcanın kızı bizim kanımızdan, hem de ay gibi güzel!
Babacığım, onu istemiyorum. Ben yeryüzünü dolaşmak istiyorum.
Kral oğlunun inadını görünce, hizmetçilere ve maiyetine emir vermiş. Onlar da ahıra inmiş, yüz at arasından en güzelini eğerlemişler ve kralın oğluna takdim etmişler. Kral bir heybe istemiş. Heybe altınla doldurulmuş ve atın sırtına konmuş. Haşan da ata binmiş ve dünyayı dolaşmaya başlamış.
Kralın oğlu, dağlan, vadileri, ovaları kırk gün kırk gece dolaşmış. Kırkbirinci gün sabah olunca kendini Allah’tan başka kimsenin olmadığı bir yerde bulmuş. Ellerini gözüne siper etmiş ve bakmış. Parlayan bir şey görmüş. Atını mahmuzlamış, yaklaşık bir saat koşturmuş. Kendini, ne yerde, ne gökte olan büyük bir sarayın önünde bulmuş. Her tarafında, gözleri kamaştıran ve aklın alamayacağı mücevherler parlıyormuş. Sarayın önünde bir su havuzu varmış. Yaklaştığında havuzun kenarlarında altısı kar gibi beyaz, altısı da gece gibi siyah olan oniki güvercin olduğunu görmüş. Ve birden siyah güvercinler ona bakıp suya dalmışlar. Sonra da beyaz güvercinler suya atlamış. Ve sudan, gözleri kamaştıracak güzellikte oniki kız çıkmış. Onlardan biri kralın oğluna yaklaşmış ve elinden tutarak,
Sen Kralın oğlu Haşan değil misin? demiş.
Haşan, güvercinlerin kıza dönüşmelerine ve aralarından birinin ismini bilmesine şaşırmış.
Kız Hasan’a,
Bu sarayı görüyor musun? Senin sarayın o. Gel benimle, demiş ve onu atından indirip;
Meymun! diye seslenmiş.
Onbeş metre boyunda, zenci, bir kulağından yatak diğer kulağından da yorgan yapılabilecek kadar büyük kulakları olan, kıvılcım saçan gözleri olan bir dev gelmiş. Sonra atı sürmüş ve atla birlikte sanki yer yarılmış da içine girmiş.
Diğer kızlar da gelmiş. Siyahlar giyen beşi Hasan’ın sağ tarafına; beyazlar giyen beşi de sol tarafına dizilmişler. Birisi de saraya kadar önlerinde yürümüş. Diğeri de Hasan’ın yanında durmuş. Haşan etrafına bakınıyor, gördüklerine ve duyduklarına inanamıyormuş. Nihayet hepsi sarayın kapısına gelmiş. Tekrar dev görünmüş, Demir kapıyı tutarak dişleriyle açmış. Sonra yeri sarsacak şekilde kükremiş. İki güvercin gelmiş. Birisi beyaz, birisi de siyah. Siyah olan Hasan’ın omzuna konmuş, beyaz olan ise bir süre arkadaşının omzuna konmuş. Sonra da kanat çırparak önlerinden uçmuşlar. Dev gelip kapı üzerine kapı açıyormuş. Sonunda, kralın oğlunun, ne babasının, ne de amcalarının sarayında benzerini görmediği ışıklarla aydınlatılan ve ipekle döşeli büyük bir odaya girmişler. Kralın oğlu etrafına bakındığında devin tekrar ortadan kaybolduğunu görmüş. Yanında o kızdan başka kimse kalmamış. Kız ona:
Ben Budur hanımım. Yeryüzünde aradığın eşinim. Ölene kadar burada mutluluk içinde yaşayacağız. Kalbim, annem beni doğurduğundan beri senin adını sayıklıyor. Gel gecemizi bu odada geçirelim. Yarın ikinci odada, ertesi gün üçüncü odada. Sonunda bütün sarayı tanıyacaksın. Tam 101 oda var, demiş.
Haşan ve Budur hanım sanki 100 dakika gibi gelen 100 gün yaşamışlar. 101. günün sabahı Haşan, altın ve elmasla süslü yatağında uyanmış ve Budur hanıma seslenmiş. Fakat hiç kimse ona cevap vermemiş. Yatağa dönünce yastığın üzerinde siyah bir güvercin görmüş. Güvercin ona,
Ben Budur hanımım. Benimle yıkanmak için havuza in, demiş.
O da onunla havuza inmiş. Bir de bakmış ki havuzun kenarında 6 beyaz ve 5 siyah güvercin var. Tıpkı önce gördükleri gibi. Budur hanım suya dalmış ve arkasından da diğerleri suya atlamış. Sonra da yarısı gece gibi siyah, yarısı kar gibi beyaz 12 yılan halinde havuzun kenarına çıkmışlar.
Hasan’ın saçları diken diken olmuş. Bağırıp kaçmak istemiş. Fakat onlardan biri boynuna çıkmış ve boynunu sıkmış. Haşan neredeyse boğulacakmış. Aniden dev Meymun görünmüş, elini uzatmış ve Hasan’ı almış götürmüş. Yılan da Hasan’ın boynundaymış. Haşan, devin başparmağının tırnağının üzerinde sarayın kapısına kadar gitmiş. Dev kapıyı dişleriyle açmış ve yer altında bir dehlizden diğerine geçmişler. Sonunda, duvarları ziftle kaplı, tavanlarından asılmış kadın saçları sarkan ve her tarafından kötü kokular yayılan karanlık bir odaya varmışlar. Dev Hasan’ı oraya atmış ve yılan omuzundan inmiş, kuyruğunun üzerinde ayakta durup ona;
Bu oda birincisi. Bunun gibi 100 oda daha var. Her birinde bir gün ve bir gece geçireceksin. 100 beyaz gün gördükten sonra, şimdi de 100 kara gün göreceksin. Sonra da yüzbirinci günün sabahı sana saldırıp boynuna sarılacağım ve seni ısıracağım. Feci bir şekilde öleceksin, demiş.
Yılan kapının altındaki delikten süzülmüş ve ortadan kaybolmuş.
Her sabah bu delikten gelmeye ve boynuna sarılmaya başlamış. Dev de onu ikinci, üçüncü dördüncü, ... onuncu odaya taşıyormuş. Yılan ise her seferinde boynundan iner, ayakta dikilir ve Hasan’ın hayatının geri kalan günlerini sayarmış.
Şimdi de biraz kraldan bahsedelim:
Haşan uzun süre dönmeyince, kral son derece endişelenmiş ve artık uykudan da zevk alamaz hale gelmiş. Sonunda oğlumu bulurum ümidiyle dünyayı dolaşmaya karar vermiş. Bir at eğerleyerek altın dolu bir heybe hazırlamış ve kraliçeyle vedalaşmış. Dağlarda, vadilerde ve ovalarda 40 gün, 40 gece yol almış. 41. günün sabahı yolda bir ihtiyar kadın karşısına çıkmış. Kral ona selam vermiş. Yaşlı kadın ona:
Eğer, selam vermeden konuşmaya başlasaydın seni etinle ve kemiğinle yiyecektim. Açım ben. Bana yemek için bir şey ver. Ben de senin bütün ihtiyaçlarını gidereyim. Ben senin muradını biliyorum. Hasan’ı bulmak için yeryüzünü dolaşıyorsun. Benden başka onun nerede olduğunu bilen yok Beni doyur. Açım ben, demiş.
Bütün yiyeceğim bitti.
Ben açım. Yemedikçe de seni oğluna götüremem,
Kral kılıcını çekmiş, bacağını açmış ve onun için bir parça kesmiş. Kadın da o parçayı yemiş. Sonra da krala,
Ey kral! Oğlun hala yaşıyor. Fakat kadın cinlerin elinde. Onlardan birisi onu öldürmek istiyor. Çabuk, acele et! Ha, bu Süleyman’ın yüzüğünü al. (Yüzüğü ona vermiş) Eğer darda kalırsan, onu çağır, o sana cevap verir “Kulun emrinde” der, demiş.
Yaşlı kadın yüzüğe seslenmiş, yüzük de cevap vermiş. Ona kralın bacağını iyileştirmesini emretmiş. Kral bacağına baktığında bacağını hiç kesilmemiş gibi görmüş.
Yaşlı ortadan kaybolmuş. Kral da çok gitmeden, saray görünmüş, Yaklaşmış. Ve birden oniki kız karşısına çıkmış ve önünde eğilmiş. Ve birisi:
Ey kral, senin, oğlunu aradığını öğrendik ve seni ona götürmeye geldik. Şu büyük sarayı görüyor musun? Haşan orada. Fakat biz, içeri girip onu kurtarmaya cesaret edemiyoruz. Çünkü kapıda iki güvercin: “Kralın oğlunu ancak babası buradan geçerek kurtarabilir” diyor. Sarayın gece karanlığı gibi zenci olan bekçisinin adı Meymun’dur. Orada tam 100 gündür oğluna işkence eden bir yılan var. Bugün de Hasan’ın hayatının son günü. Çünkü yılan boynuna sarılacak, onu ısıracak ve öldürecek, demiş.
Kral:
Ben büyük bir kralım. Ona istediği malı veririm. Ona, sarayımı ve krallığımın yarısını veririm. Tahtıma oturturum onu. Oğlumu bana versin, demiş.
12 kız hep bir ağızdan:
Vermez onu! Ancak sana verir onu, demişler.
Kral, atından inmiş. Ve birden dev gelmiş ve atını yularından tutmuş. Kızlar da suya dalmışlar, sonra da altısı siyah altısı beyaz 12 güvercin olarak dışarı çıkmışlar. Kral, sarayın kapısına yönelmiş, dev de yürümüş ve dişleriyle kapısını açmış. Sonra da krala yıldırım gibi bir sesle:
Dinle, ey kral! Sana oğlunu vermem için iki güvercinin, gözlerini çıkarmalarına razı gelir misin? demiş.
Hasan’ı bana ver de bana ne yapacaksan yap!
Dev kükremiş. Güvercinler de bir beyaz görünmüşler, bir de siyah. Beyazlar gelmiş, gagalarıyla kralın sağ gözünü çıkarmışlar. Sonra da siyahlar gelmiş, sol gözünü çıkarmışlar ve kral kör olmuş. Kral yolunu bulmak için ellerini uzattığında dev onu başparmağının tırnağının üzerine almış ve yerin dibine indirmiş. “Baba! Baba!” diye bir ses duymuş. Kral oğlunun sesini hemen tanımış, sese doğru koşmuş. Hasan’ı kucaklamaya, acısından ve sevincinden ağlamaya başlamış.
Kral oğluyla saraya doğru yola çıkmış. Yolda iken birbirlerine başlarına gelenleri anlatmışlar. Haşan, babasının kendisini kurtarma uğruna gözlerini feda etmesine çok üzülmüş. Birden yüzüğü hatırlamış ve babasına,
Babacığım, Süleyman’ın mührü? diye bağırmış.
Kral cebinden mühürü almış ve yüzüğe seslenmiş. Yüzük de “Kulunuz emrinizde” diye cevap vermiş.
Kralın gözlerini sağlam olarak geri ver!
Yüzük kendiliğinden hareket etmiş, sağ gözün üzerine sıçramış ve onu geri vermiş. Sonra da sol göze sıçramış ve onu da geri vermiş. Kral gözlerinin yerine geldiğini görmüş. Oğluna eğilmiş ve ona tekrar uzun uzun sarılmış. Sonra da yüzük yer ile gök arasında kaybolmuş.
Saraya varınca büyük bir şenlik düzenlenmiş. Kral da ertesi gün oğlunu amcasının kızı ile evlendirmiş. Tellal çatılara çıkıp, kralın oğluna kavuştuğundan dolayı herkese 101 gün, ziyafet vereceğini duyurmuş. Onlar ermiş muradına...
Arkadaşım masalı burada bitirdi ve tekrar konuya döndü.
Dedemin, biz küçük iken bize tekrar etmeyi sevdiği masal bu işte. O zamanlar bu masalın neresini sevdiğini bilmiyordum ama şimdi ölümünden sonra her şeyi anladım. Dedem bu masalda oğlundan uzakta geçirdiği hayatının ve oğlunun kötü kadınlarla dolu hayatının bir yansımasını görüyordu. Masalı, kralın oğlu ile buluşması gibi mutlu bir netice ile sona erdirmeyi severdi.
* * *
Dedem sürekli ağlamaya devam etti. Sonunda da gözleri kör oldu. Gece gündüz “Emin! Emin!” diyerek evinden dışarı çıkmazdı. Sadece aydan aya anneme veya teyzelerime gitmek için çıkardı. Annem gelir, onu çıkarır ve yürümesine destek olurdu. Ben şu an, kardeşlerime bu masalı son kez anlatışını hatırlıyorum. Dedem, iki güvercinin kralın gözlerini çıkardığı anı anlatınca hıçkırığa boğulurdu. Küçüklerin ısrarına rağmen gerisini tamamlayamazdı. Sanki kendi kendine “Ben de oğlumun uğruna gözlerimi kaybettim. Niçin Allah geri vermiyor gözlerimi” der gibiydi. Ekim ayının 15. günü, 1955 senesinde evimizde iki büyük olay oldu. Birincisi: 15 senelik bir ayrılıktan sonra Emin dayımdan dedeme bir mektup geldi. Dayımın kendisine bir mektup gönderdiğini söyleyince inanmadı. Ona:
Fotoğrafını da koymuş, dedik.
Bunu duyduğunda neredeyse yere düşecekti. Mektubu ona okuduk. Dedem ağlıyor ve yerlere kapanıyordu. Mektubu bize on kere okuttu. Sonra elini uzatıp fotoğrafı istedi. Biz de verdik. Parmakları ile fotoğrafın ön tarafını, arka tarafını velhasıl her tarafını yoklamaya, göğsüne bastırmaya ve “Emin! Emin!" diye seslenmeye başladı. Sonra annemi çağırarak,
Gel kızım! Sen hala kardeşini hatırlarsın. Çünkü ondan büyüksün.
Annem babasının, elleri ile fotoğrafı yokladığını, görmek istercesine bütün gücüyle kör gözlerini ovuşturduğunu görünce ağladı. Sonra dedem fotoğrafı öptü ve gözyaşları ile onu ıslattı. Bıyıkları iç çekişlerinden titriyor, kafasındaki mağribi fes titriyor, sevincinden her tarafı titriyordu.
Sana o gün evimizde iki büyük olay var, demiştim. Birincisini öğrendin. İkincisi ise, Ertesi gün onun ölüm ilanlarının bütün gazetelerde yayınlandığı ve bu haberin herkese ve Emin dayıma da ulaştığıydı.