Dayanın Yurttaşlarım
Aziz Nesin
Çook eskiden, bu kavanoz dipli koca dünyanın bir yerinde, dört bir yanı dağ,
ortası bağ, suları şınl şml, gökleri pırıl pırol bir ülke varmış. Dünyanın
her yerinde olduğu gibi, burada da, insanlardan başka yaratıklar da varmış.
Bunların arasında sürüngenler, zehirli böcekler, örümcekler de elbet
bulunurmuş. Ama bunlar, başka yerlerdekinden ne çok, ne az olduklarından hiç
kimsenin gözüne batmazmış.
Bu ülkenin başında bir kişi bulunurmuş. Buna "Başbay" denirmiş. O ülkede
başbaylık seçimle olurmuş. Başbay olmak isteyenler, adaylıklarını koyarlar,
seçmenler
de bunların içinden beğendiklerini Başbay seçerlermiş. Hangi adayın aldığı
oy çoksa o, Başbay olurmuş.
Gel zaman git zaman, o ülkede bir şaşılası değişme olmuş. Sürüngenler,
zehirli böcekler günden güne çoğalmaya başlamış. Yılanlar, çıyanlar,
kırkayaklar, akrepler, örümcekler, kertenkeleler, hem her gün biraz daha
çoğalıyor, hem de her gün biraz daha büyüyüp irileşiyorlarmış. Yılanlar,
kavak kadar uzayıp boylanmış, kavak gövdesi kadar
en almış. örümcekler büyüye büyüye ev kadar olmuşlar. İrileşen
kertenkelelerin yeni doğan yavrulan bile timsahtan büyük olurmuş.
Kırkayaklar, yolcu trenleri gibi uzamış. Yarasaların kanatları çadır kadar
genişlemiş.
Aklı ergin, derin bilgin, erdemli kişiler, bu işin nedeni üstünde kafa
patlatmışlar, düşünmüşler, ama bitürlü bu zararlı yaratıkların neden
gündengüne büyüyüp çoğaldıklarını anlayamamışlar.
İş bu kadarla da kalmamış. Bu zararlı yaratıklar, insanları sokmaya,
ısırmaya, zehirlemeye de başlamışlar. Daha bir şaşılacak yanı, bunların
ısırıp zehirlediği kişiler ölmüyorlarmış. Ölmedikten başka, bu zehirler
insanın beynini uyuşturuyor, tatlı bir yarı uyku veriyormuş. Bu öyle bir
keyifmiş ki, kanına bir kere bu zehirden karışan, hemen
bu zehire alışırmış. Artık bu kişi kendisini yılanlara, akreplere
ısırtmadan, kırkayaklara örümceklere sokturmadan, kertenkelelere, yarasalara
kanını emdirtmeden duramazmış. Hem de bu zehirin verdiği keyfin sonu yokmuş.
Bikere bu zehire alışanlar, onun verdiği keyfi hiçbir zaman yeter bulmazlar,
hergün daha çok, daha çok isterlermiş. Haftada bir kendilerini
zehirletenler, giderek iki günde bir, hergün, daha sonra da günde bikaç öğün
kendilerini zehirletmeye başlamışlar.
Beyinlerinin düşünmeye yaradığını bilen, kafası önce, yüreği yüce kişiler,
nasıl etsek de insanoğlunu şu yılan çıyan zehirinden kurtarsak diye bir yol
aramışlar. Ama
öbür yandan, kendilerini ille zehirleterek keyiflenmek isteyenler böyle
düşünenlere karşı dururlarmış. Bu yüzden o ülkedeki insanlar ikiye
ayrılmışlar. Aralarında başka ayrılıklar da varmış elbet ama, çoğunlukla iki
belli ayrım varmış. Yılan çıyan zehirine alışanlar, bu zehirin çok iyi
yararlı bir şey olduğunu savunanlarla, bunun tersini söyleyenler.
Yarasalar, .örümcekler, akrepler, kırkayaklar durmadan insanları sokmaya hız
verdiklerinden, zehire alışanlar gündengüne çoğalıyor, öbürleri hergün biraz
daha azınlıkta kalıyorlarmış.
Gel zaman git zaman, bu zehire ahşanlar o kadar çok zehirlenmeye başlamışlar
ki, gitgide yüzleri gözleri, elleri ayaklan değişmeye başlamış. Kendilerini
yılanlara sokturanların, her gün birer parça, birer parça derilerinin rengi
yeşile kaçıyor, vücutları uzuyor, kafaları küçülüyor, bir zaman sonra
büsbütün yılan olup çıkıyorlarmış. O zaman yılandan hiç ayrımsız, yerde
sürünmeye başlıyorlar, başkalarını sokmaya, zehirlemeye çalışıyorlarmış.
Bitakımlarının da parmaklan, tırnaklan, elleri, ayaklan gitgide inceliyor,
uzuyor, yeniden eller ayaklar çıkıyor, yavaş yavaş derken günün birinde iri
bir örümcek oluyorlarmış. Ondan sonra başka insanların üzerine
atılıyorlarmış. Böyle böyle derken, zehirlenen insanlar da, kanlarına
karışan zehirin etkisiyle gündengüne yılanlaşmaya, çıyanlaşmaya,
yarasalaşmaya, solucanlaşmaya, sürüngenleşmeye başlamışlar.
Ötekiler, insan kalmak için direnirlerken, her elveren yerde dillerinin
döndüğü kadar,
- Yurttaşlar!.. İnsanlığınızı koruyun, örümcekleşmeyin, akrepleşmeyin!..
diye bağırırlar, söylerler, ama dinletemezlermiş.
Zehirlenip değişenler gitgide çoğaldıklarından, böyle söyleyenlere,
- Hainler, alçaklar!.. diye bağırır, üzerine yürürlermiş.
İnsanlığını koruyanlar gitgide o denli azınlıkta kalmışlar ki, günün birinde
o ülkede büsbütün insan kalmamasından korkmaya başlamışlar. Başbay seçimi
zamanı gelince, kamuoyu da onlardan yana olduğu için, yılan, çıyan, yarasa,
örümcek biçimine girmiş olanlar kimi seçerlerse, o ülkeye Başbay olurmuş.
O ülkede aydın kişiler de varmış. "Başımıza gelenler nedir? Bundan
yurttaşlarımızı nasıl kurtarırız, koruruz?" diye düşünmeye başlamışlar. Her
aydın kendi kafasına göre buna bir yol bulmuş. Kimi,
- Zehire alışa alışa sürüngenleşenler, örümcekleşenler, artık insan
sayılmazlar. Onlarda insanlığın ne biçimi kalmış, ne özü... Bunun için de
Başbay seçimine katılmasınlar!.. demiş.
Her ne kadar biçimleri insan değilse de, ilk gelişleri, doğuşları insan.
Çünkü, bunların çocukları yine insan doğarmış. Kanlarına zehir katılmazsa,
hep insan kalırlarmış.
O ülkedeki aydınların kimisi de,
- İnsan kalmak için, çatalla yemek yensin!.. demiş.
"Ütülü pantolon giymeli" diyen, "Hergün tıraş olmalı" diyen doluymuş. Ama
bunların hiçbiri, insanların insanlığını korumaya yetmezmiş.
O zaman, o ülkenin aydınları, "Bir de başka ülkelere bakalım. Oralarda da
biçimini, kalıbını, içini, özünü değiştirenler var mı? Varsa, neler
yapıyorlar? Bunu nasıl önlüyorlar, gidip görelim!" demeye başlamışlar.
Dedikleri gibi de, başka ülkelere gidip, oralardaki insanları incelemişler.
Sonra, oralarda görüp öğrendiklerini, kendi ülkelerine uygulayıp,
yurttaşlarına yararlı olmak için, evlerine, çocuklarına dönmüşler. Yine
eskisi gibi herkes kendince bir düşünce sürmüş ileri. Kimisi,
- Evlere daha geniş pencereler açalım!.. demiş. Kimisi,
- Başka ülkelerden örnek insanlar getirelim!.. demiş. Kimisi de,
- Bizimkileri başka ülkelere gönderelim, oralardaki insanları görsünler!..
demiş. "Günde üç kere zıplamak gerek." "Yatakta sol yana yatmalı." diyenler
bile
varmış. Yalnız bunların aralarında kafası işleyen biri çıkmış.
- Beni dinleyin, demiş, ben sürüngenlerin, böceklerin neden çoğalıp
geliştiklerini anladım. Yeryüzünün başka ülkelerine bakıp, bunu öğrendim.
Bir hava esiyor, bu hava sürüngenlere, böceklere o kadar yarıyor ki
büyüyorlar, çoğalıyorlar.
Şimdi iş, bu havanın esmesine engel olmakta. Bu hava da, doğu yönünden
esiyor. Gezip dolaştığım yerlerde gördüm. Doğudan esen bu havayı kesen dağ
dibinde kurulmuş ülkelerde, bizde olanlar olmuyor. Aklımızı başımıza
toplayıp, büsbütün iş işten
geçmeden, doğudan esen hava yolunu kapamalıyız. Yoksa hepimiz, günün birinde
değişip insanlıktan çıkacağız, yılan çıyan olacağız.
Bu sözlere inananlar da olmuş, inanmayanlar da, gülüp geçenler de.. Ama
inananlar işi sıkı tutup, zehirli sürüngen, örümcek, kertenkele, yarasa
biçimindekilerle savaşa girmişler. Bu ölüm kalım savaşı çok kanlı olmuş.
Çünkü o zamanın Başbayı da, çoğunluktan yanaymış.
O, ülke düşmanlardan korunmak için çepçevre kale duvarlarıyla çevriliymiş,
Bu kalın duvarların her biyana kapıları varmış. Ülkenin insanları, doğu
kapısını kapamaya çalışırlarken, öbürleri de kapatmamaya çalışırlarmış.
İnsanlar kapıyı içerden itmeye, öbürleri dışardan dayanıp kapatmamaya
uğraşırlarken seller gibi kanlar akmış. Ama sonunda içerdekiler başarı
kazanımışlar, doğu kapısını sıkıca kapamışlar. Öbürleri de kapının dışında
kalmışlar. Bu düşünceyi ileri sürüp başarı kazanan kişi, o ülkeye Başbay
olmuş. Yurttaşlarına,
- Sakın, demiş, bu kapıyı aralamayın! Bir kere aralarsanız, sonunu
alamazsınız. Bu böyle bir kapıdır ki, bir parmak aralansa, günün birinde
ardına kadar açılır.
Bir zaman sonra bu akıllı kişi ölmüş. Onun yerine başkaları seçile seçile
Başbay olmuşlar.
Yine eskiden, her yerde, her zaman olduğu gibi o ülkede de sürüngenlerle
öteki böcekler varmış ama, doğu kapısı kapalı olduğundan, doğudan hava
girmediği için,
bunlar olduklarından daha çok büyüyemez, üreyemezlermiş.
Gel zaman git zaman, Başbay adayları arasında, sen seçileceksin, ben
seçileceğim, diye çatışmalar başlamış. Doğrusu bu Başbay adaylarının
hiçbiri, yeniden insanların örümcekleşmesini, akrepleşmesini
istemiyorlarmış. İstemiyorlarmış ama, ne yapsınlar, oy kazanmak gerek. O
zamanın Başbayı, düşünmüş taşınmış, öbür adaydan
üç oy daha çok alsa seçimi kazanacak.
- Ben şu kapıyı üç oyluk aralarım!.. demiş.
Dediği gibi de yapıp, Başbaylığı başkasına bırakmamış.
Bunu gören öbür adaylar, kapıyı daha da açıp, kendilerine oy verecekleri
içeri sokmaya başlamışlar. Onlar da, kapının büsbütün açılıp hepsinin
dolmasını istemiyorlarmış. Bunun için de kendilerine gerekli on oyluk kadar
kapıyı aralamışlar. Biyandan da kapı temelli açılmasın diye, kendi
adamlarına, kapıyı ardından ittirirlermiş. Kapı on oyluk, yüz oyluk, bin
oyluk aralana aralana, gün gelmiş, ardına kadar açılmış.
Gelgelelim Başbaylar, kapının hepten açık kalmasını istemediklerinden,
- Dayanın, içerden itin! diye de kendi adamlarına emirler verirlermiş.
İçerden ite, dışardan ite, kapı kendi ekseni üstünde fır fır dönmeye
başlamış.
İşte o zamandan beri o ülkede doğu kapısı fır fır döner, ama Başbaylar da,
hiç durmadan,
-Dayanın yurttaşlarım, dayanın!.. diye bağırırlarmış.