Çölde
Memduh Şevket Esendal
Güneş hayli yükseldi, sabahın serinliğine mukabil ovada boğucu bir sıcak
dalgalanmaya başladı. Atlar sinekten tepmiyor, rahat yürüyemiyor, yaylı
gittikçe yavaşlamaya, gittikçe ağırlaşmaya başlıyordu. Arabacı da artık
uyukluyordu. Yolumuza çıkan Zincirli Han'a uğradık. Hemen arabadan atlayıp
karanlık han odasına girdim.
Burada, vakıa küf kokusuna benzer ekşi bir koku var; insana bir başka hayat
zevki veren hafif, fakat nüfuz edici bir koku! Sanki ben üç yüz sene evvelki
hayatı yaşıyormuş gibi oluyorum ve bundan nihayetsiz bir zevk duyuyorum.
Fazla olarak, bu karanlık izbede ovaların o cehennem sıcaklarına mukabil loş
bir serinlik vardı.
Hancının kahvesi, çayı yokmuş.
— Pekâlâ! Ne var? dedim.
— Hiçbir şey yok! dedi.
Böyle de hancılık olur mu ya? Ne ise sıcaktan kurtulduğum, biraz
serinlediğim de kârdır. Benim yanımda biraz şeker var, fakat burada
kullanmak istemiyorum. Peykede sırtımı duvara dayadım, gözlerimi kapadım.
Bir müddet sakin oturdum; fakat böyle hiçbir şey yapmayarak oturmaktan ise,
kızgın ovaların ötesi içinde yürümek daha hayırlı. Arabacıya söyledim :
— Burada çok kalmasak... dedim.
— Atlar yemini kestirsin, gideriz! dedi.
Tekrar duvara dayayıp gözlerimi kapadım. Arabacı ile hancı ahbap; kimbilir
kaç defa birbirlerine tesadüf etmişler, konuşuyorlardı; fakat
söylediklerinin birçoklarını anlayamıyordum. Birisi Kayseri'li, diğeri
Konya'lı olsa gerekir. Kelimeleri çabuk çabuk söylüyorlar. Ne kadar dikkat
etsem, üç beş kelime içinde ,bir kelime olsun kaçıyor, bir alacak verecek
meselesinden bahsediyorlar, arada bozulmuş bir pazarlık lakırdıları var,
ikisi birbirine muhtefif havadisler veriyorlar. Bor'dan, Kayseri'den,
Niğde'den, Ereğli'den, Aksaray'dan bahsediyorlar. Bu lakırdıları bitirdikten
sonra benden bahse başladılar; fakat seslerini alçatmağa lüzum
görmüyorlardı. Arabacı, benim kim olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi
bildiği kadar anlattı ve tuhaftır bir hayli malumat verdi; halbuki ben ona
hiç kendimden bahsetmemiş idim. Ve kendisini ,bana karşı pek lakayt gibi
görüyordum. Merak ettim, acaba benim kim olduğumu nasıl öğrenmiş, dedim.
İnsanın kendini anlatması ne kadar güç ve huyunu saklaması da ne kadar
müşküldür. Arabacının beni bildiğine hem teaccüp ettim, hem de biraz
sıkıldım. Bu adamlar nazarında adeta küçülüyordum. Bana hiç ehemmiyet
vermiyorlar, benden korkmuyorlar. Hele, bu hancı eşkıya gibi bir herif; eğer
iki üç yüz sene evvel gelseydi, mutlaka buralarda istiklâl ilân ederdi.
Feleğe boyun eğmez, cihana ehemmiyet vermez bir herif... Kendi âleminde çok
vakalar görüp geçirmiş; çok belâlar, felâketler atlatmış bir adama benziyor.
Vakıa bizim arabacının da ondan kalır yeri yok. Genç bir oğlan, ama gözleri
kan çanağı gibi, insana taş kovuğundan yırtıcı bir kuş bakar gibi bakıyor.
Bunlar ikisi bir olup da burada beni öldürseler, sonra bu düz, bu cehennem
gibi yanan ovaların bir köşesine gömseler, ne olur? Hiç! Bu han, Ağustosun
kızgın güneşi ile otları yanmış, düz bir ovanın ortasında dünyanın sanki bir
bucağı! Fakat, acaba niçin öldürmüyorlar? Ve nasıl oluyor da biz, emniyet
edip bu ıssız çöllerin ortasından böyle insana benzer heriflerle geçip
gidebiliyoruz?
Düşündükçe evham zihnimi kaplıyordu; adeta korkmaya başladım, sanki
gözlerimi açsam, o korkunç hancının bıçağını göğsümde bulacağımı
zannediyordum. Arabacı ile hancı, ocağın önünde konuşmakta devam
ediyorlardı. Biri diğerine, bir arabacının çalınan atlarının Tarsus'ta
tutulduğunu hikâye ediyordu.
Bu nihayetsiz çöllerin ortasında, bu hancı, nasıl dayanıp yaşıyor? Biz dört
beş saatlik yol geldik, ne bir insana, ne uzaktan bir köye olsun tesadüf
etmedik. Şimdi biz çekilip gidince kimbilir ne kadar zaman için bu han
yolcusuz, bu hancı yalnız kalacak. Kışın buz deryalarına dönen bu ıssız
ovaların ortasında, yazın cehennemden eser gibi sıcak rüzgârlarla kavrulan
bu beyabanda insan yalnız kudurur, hayvanlasın Düşündükçe zihnime fenalıklar
geliyor. Arabacıdan sordum :
— Daha atlar yemlerini kestirmediler mi? dedim.
— Hinçik, hinçik... dedi ve dışarı çıktı. Ben de çıktım, hancı da arkadan
bizi takip etti. Bu han, duvarları yıkılmış, damları çökmüş bir harabe idi.
Ortasındaki avlu eskiden taş döşemeliymiş; fakat bozulmuş, yürünmez bir hale
gelmiş. Kapının önünde bir kuyu vardı. Bir uzun ağacı mancınık gibi
yapmışlar, bu kuyudan su çekiyorlar. Arabacı, beygirlerini getirdi, suladı.
Sonra söverek, vurarak arabayı koştu.
Bunlar beygir değil, adeta iki iskelet! Biz nasıl oluyor da merhamet
etmiyoruz, bunlara kendimizi taşıtıyoruz? Bunlar, hattâ belki, hastadır.
Böğürleri çökmüş, kemikleri fırlamış, ayakları eğrilmiş, kulakları düşmüş,
dudakları sarkmış, gazetelerde yaptıkları at karikatürlerine benziyor. Yayan
yürümek, kendini bu biçarelere sürükletmekten elbette ehvendir. Arabacıya
söyledim :
— Bunlar dedim, bir gün yolda yıkılıp kalacaklar!.
O, arabasını koşmakta devam ederek:
— İyisi bize yaramaz, diye cevap verdi ve biraz durduktan sonra ilâve
ederek, yiğit atı görünce bizim elimizde korlar mı? dedi. Hancı da bizi
dinliyordu. O, benim sualim ile hiç alâkadar olmayarak atın birinin çeki
kayışlarını geçirmeğe yardım etti ve hayvanın kurumuş sağırısına bir tokat
vurarak:
— Bu İrecep'ten aldığın at değil mi? diye sordu ve ilâve ederek, buna ne
olmuş? Arıklamış! dedi. Arabacı yanında getirdiği kovayı kuyudan doldurdu.
Tekerleklere su döktü ve hancıya cevap vererek:
— Aslından yufkadır! dedi.
Araba koşulmuştu, handan çıktık, tekrar kızgın güneş altında yürümeğe
başladık. Havada ara sıra girdaplar oluyor ve direk gibi bir toz sütunu
kırların yüzünden koşarak yükseliyor ve yerden bir kuş kalksa ufacık bir toz
bulutu beraber kalkıyordu.
Ben, zihnen, hep hancıyla meşguldüm; arabacıdan sordum:
— Buralarda hiç köy yok mudur? dedim.
— Vardır, dedi; dehaa!.. orada Kurt, onun böğründe «Alkali»... Gösterdiği
taraflara baktım, düz ova.. Bomboş ... Hattâ, belki bir tümsek bile
görünmüyor.
— Köy görünmüyor? dedim. O da baktı ve hiçbir cevap vermedi.
— Buralarda hiç yol kesip adam soydukları olmaz mı? diye sordum.
— Geçen yıl asker kaçakları vardı ya, birini Mut'ta vurdular, dedi.
— Ya öteki? dedim.
— O, kimbilir? dedi, ne yana gitti?
— Mut'takini kim vurdu?
— Kim vurduğu belli olmadı, dedi. Geçen yıl bu hancının avradını dağa
kaldırdılardı. Hancı onları yüzbaşıya haber vermiş, onlar da herifin
avradını dağa kaldırdılar.
— Ee, sonra ne oldu?
— Hiç... Karıyı parçalamışlar.
Biraz evvel kendisinden nefret ettiğim hancıya acıdım. Bu kırlarda yaşamak
ne müthiş birşey... Karısını dağa kaldırıp parçalamışlar! Hancı hâlâ orada
yaşıyor. Bir gün gelip kendisini de parçalasalar...
Şimdi bu ateş gibi yanan düz ova benim gözüme karanlık, ormanlı dereler gibi
korkunç görünüyordu. Birdenbire uzakta Hasan Dağı'nın dibinde tatlı bir
serap gördüm! Durgun bir su görünüyordu. Suyun boyunca uzanmış ağacın
arasında, sanki büyükçe bir köy yahut şehir vardı. Acaba dünyada hiçbir göl
bu kadar güzel midir? Hiçbir şehir bu kadar güzel olur mu? Ağaçlar ve şehrin
gölgesi suya ne güzel aksediyordu. Şüphesiz, tabiat, insanları bu ıssız
çöllerden çıkarmak için ufuklarında böyle tatlı seraplar icadediyor diye
düşündüm.
Acaba arabacı serabı biliyor mu? diye merak ettim.
— Bu görünen göl neresidir? diye sordum.
— Göl yoktur! Öyle görünür! diye cevap verdi.
— Gölü görmüyor musun? dedim. Göl yoktur olur mu?.
— Göl yoktur! diye tekrar etti, öyle görünür..
Anladım, daha ziyadesini o da bilmiyor, merak da etmiyordu. Sustum. Serabı
seyretmeğe başladım. Bu defa arabacı söze başladı ve asker kaçaklarının bir
defa kendisini nasıl yoldan çevirdiklerini, dövdüklerini, «Parayı çıkar!»
diye bıçak batırdıklarını, sonra nasıl çırılçıplak soyduklarını ve sonra da
ekmeğini alıp kendini bıraktıklarını anlattı.
— Ee, atlarını almadılar mı? dedim.
— Atları n'edecekler? dedi.
— Üstüne biner giderler!
— Benim atlar yaramazdı! dedi. Arıktı. Başlarına belâ mı alacaklar?
— Ee, sen şimdi korkmaz mısın dedim, bak bıçak batırmışlar, dövmüşler?
— Ne korkayım, dedi. Dövdüler, koyup gittiler. Kaymeleri bulamadılar ya...
— Vay, sende kayme de mi var? Onları nereye saklamıştın?
— Sakladım! dedi. Fakat yerini söylemedi.
— Ee... Seni kesseydiler, ne yapardın?
— Kessin, yine demezdim, diye güldü ve atlarını kamçılayarak :
— Ben adama para mı veririm! dedi. Gebertse vermen!
Ben ise böyle bir vakaya tesadüf etsem canıma dokunmasınlar, bana eziyet
etmesinler diye evvelâ paraları çıkarır oraya dökerim. Bu fikrimi arabacıya
da söyledim.
— Ah... dedi, öldüreceği varsa parayı alır, yine de öldürür!
— Ee. bir daha önüne çıkarlarsa diye korkmaz mısın? dedim.
— Korkup ne göreyin? dedi.
Düşündüm haklı. Sustum.
Aramızda bir daha lakırdı olmadı.. Arabacı, uyuklamaya hazırlanıyordu. Benim
de gözlerim kapanıyor, yaylının içine uzandım. Yattığım yerden serabı
seyreder, düşünürken uyumuşum. Rüya mı görüyorum, yoksa kâbus mu basmıştı
bilmem, bana haydutlar bizi basmışlar gibi geldi. Arabanın içinde bağırarak
uyandım. Arabacıyı da korkutmuştum. Dehşetle, bir müddet birbirimizin yüzüne
baktık. Bor bahçelerinin içinden geçiyorduk. İki tarafta kerpiç duvarlar
arasında ağaçlar uzanıyordu ve lâtif bir akşam serinliği ortalığı
kaplamıştı. O cehennem ateşleri saçan ovayı geçtiğimize memnun oldum.