Akşamdan karar vermişti, erkenden vanp pazara, kelepir bir el arabası
düşürecekti bugün. İki tekerlekli. Tablalı.
Daha gün atmamıştı uyandığında, sabah ezanıydı. Kalkmış karısının zoruyla
iki rekât namaza durmuş, ardından gezmelik sırtlarını (çiçekli pazen
gömleğini, ceviz kabuğu yeşili kınalı şayak pantolonunu, çiğ iplikten ev
dokuması çizgili ceketini, kirmen eğirmesi keçi kılından tepesi püsküllü
külahını) özenle giyinmiş ve «Bismillah», fırlamıştı evden.
«Lan kanı, nihayet farkına varabildik bre. Meğer adam dediğin bir adamın,
mutlak kendi kontuna bir işi olmalıymış bu dünyada. Irgatlıkmış,
amelelikmiş, işçilikmiş?.. Elci olsan n'oluyormuş ki bana? Elçiliğine
dürtüyüm, emiii?..»
Sokak lâmbaları, vitrinlerin ışıklan falan yakılmıştı, «Yeter lan!!.. Sat
anasını be.» dediğinde. «Karar ver bre, karar ver de, birini kap koptur eve
artık: Maraktan çatlamıştır fukara avrat.» Bir sevinmiş, bir sevinmişti ki,
çocuklaşıvermişti içi karar verdiğinde. Hemen arabanın kollanna, hırsla
yapışmış, yokuş yukarı koptur babam kopturmuştu Boğazkesen'den Taksim'e
doğru. Taksim'den Şişli'ye. Şişli'den Hürriyeti Ebediye Tepesi'ne. Soluk
soluğa. Sabahtan akşama ağzına bir lokma koymamıştı, ama gariptir açlık
duymuyordu. Bayram arifesindeki çocuklar gibiydi tıpkı. Keserle kabaca
yontulup yuvarlatılmış kollar avuçlarının içinde sıcaktı. Yumşacıkü.
Arabanın ardından tırısa kalkmış, kopturur da kopturur. «Çoluk çocuk kapının
önüne çıkmışlardır mutlaka. Elif avrat da arabayı bir an önce görmeli.
Görmeli ki, inanmalı.» Kopturur ki, tıpkı, kısrakla Midilli bozması bakır
çalığı donlu, güçlü ve mütevekkil bir dağ katın. Kopturdukça, arabanın içine
yatırılmış, boz demirden, ucu halkalı bir deve çanı, bir o yana bir bu yana
yuvarlanır durur. Çıngıl da çıngıl!.. Çıngıl da çıngıl! «Elif avrat, Elif
avrat!.. Kadersizin Elif avrat, habarm var mı?»
Görülen ışığın kendisi midir, yoksa bir şeye çarpıp da yansıması mıdır?
Yani, insan bir şeye bakınca mı ancak görebilir ışığı?
Ne zaman geçmişti ışıl ışıl ısıtılmış zengin mağazalı yollardan? Akardeon
kepenkli dükkânların bulunduğu kısma ne zaman varmıştı? Ne zaman bitmişti ki
asfalt yol?
Kafasının içi cıvıl cıvıldı. Rengârenkti, alacalı bulacahydı. Bayram yeriydi
tıpkı. Ve farkına bile varmamıştı gecekondulara 'giden toprak yola
saptığının. «Elif avrat artık kapının önüne çıkmıştır. Çoluk çocuk kapının
önüne çıkmışlardır da, yolu gözlüyorlardır. Yasin, Remzi, Dürdane, hele hele
Hasan.
Ufak Hasan...»
— Lan felek, ettin edeceğini gene bize ha?.. Gördün mü halımızı Elif avrat?.
Gördün mü kıuz?.. Hani köy yerde arabalara at kısmını koşarlar, üstelik
arabanın da önüne koşarlar ya, meğer seher yerde bizim gibi essek kısmını
koşarlarmış bre. Hemi de ardına ha... Koş lan bakalım Allahsız felek,
koşşş!..
Toprak yola sapmış, Halic'e doğru inen vadiden aşağı, artık kendi kendine
giden arabanın ardından sevinçle kopturuyordu. Hani sesi olsa da, bir türkü
söylese şimdi. Arabanın üstüne bir türkü yaksa. Mutluydu. Mahallesinde
sayılırdı artık. Evi az ötedeydi. Evinde olacaktı birazdan.
— Heeeyt be!.. Allööööş!.. diye bağırdı vargücüyle karanlıklara.
Tam bağırdığı sıra mıydı? Ya da, bağırmasının üzerinden bir süre geçmiş
miydi? Nasıl olmuş, çok iyi bildiği halde buraları, toprak yoldan çıkıp
çimenlere sapmayı akıl edememiş ve birden yolun ortasındaki o kocaman çamur
deryasına balıklama dalmıştı.
—Breh breh bren!.. Vay anasını avradını..
Alabildiğine karanlıktı ortalık. Arada bir batıdan, Rumeli'nin üstünden ölü
şimşekler çakıyordu. Şimşekler çaktıkça da, karası bol lacivert gök,
damarları kabarmış kuru bir çınar yaprağı gibi dallanıp budaklanaraktan
belli belirsiz ışıyıveriyordu ufuktan bu yana.
Kaç gündür siyim siyim yağan yağmur, daha bugün öğleden sonraydı, birden şıp
diye durmuştu.
Bir an solukladı. Şaşkın şaşkın çevreyi süzdü. «Vay vay vay, gece yarısı
olmuş bre. Yatsı olmuş.» Demek gözü kararmış da, nasıl da farkına
varmamıştı? Ezbere bilirdi oysa bu yollan. Gözü kapalı gidip gelebilirdi.
Gözlerini yumdu, bir süre öyle durdu. Nasıl olmuştu? Ne zaman olmuştu? Hiç
hatırlamıyor. Ne asfalt yolun bittiğinin farkında, ne toprak yola döndüğünün
farkında. «Fesüpanallah... Körşeytan kör gözüne lanet.» Hani, çamur
deryasının da tam ortasını bulmuştu o hızla nerdeyse. Şöyle bir yokladı
arabayı, ileri geri yavaştan yavaştan çekiştirdi. Gözlerini kısarak,
çevresine bakındı gene. Sağı solu bir arşınladı, ilerden mi çıksa acaba,
yoksa geri geri mi çekse arabayı? Bir türlü karar veremiyor, bocalıyordu.
Arabanın kollarına abandı, iyice yorulmuştu. Hareketsiz durmak terini
soğutmuş, sırılsıklam olmuş gömleği buz gibi yapışmağa başlamıştı sırtına.
Üşüdüğünü hissedince, daha bir hırslandı. Henüz soluklaması dinginleşmemişti
ki, arabanın kollarına asıldı, geri geri çekmeğe çalıştı. Ama, ayaklarını
bile çekip çıkaramıyordu çamurdan. Tekerlekler, hilafsız bir karış
gömülmüştü çamura.
— Vay anasını be, dedi hırsla, sakız, sakız allahsız. Akşam, akşam tövbe...
Hay çamur gibi sinsileni senin, emi...
Var gücüyle bir daha asıldı kollara. Ne ki, yerinden bile kıpırdamıyordu
araba. «Geri geri çıkmayacağa .benzer kâfir.» Durdu. Derinden bir soludu. Bu
kez ileri doğru itti arabayı, var gücüyle abandı. Şöyle biraz yürüdü
yürümedi gibi oldu araba ve daha çok saplandı çamura. Hırslandı, sarsaraktan
sağa sola salladı. Çıngıl çıngıl etti çan, arabanın önüne doğru yuvarlandı
gitti. Çan sesine sinirlendi, bir daha abandı ileri doğru. Fakat yerinden
bile oynamıyordu. Yorulmuştu. Ayakları, bileklerine kadar çamura gömülmüştü.
Durdu. Umutsuz, göğe kaldırdı bağını. Bir türlü alaflandıramazmış da
sinirlenirmiş gibi şimşekleri çakan, habire şimşekleniyordu gök. Gittikçe
daha çok şimşekleniyordu. Ardı ardına, bdr cigara dumanı aklığına bulamyordu
ortalık, bir kararıyor zindan kesiliyordu. Şimşekler çaktıkça da, tıpkı
kesekler arasındaki kırağıların sabah ayazında üzerine basılınca incecikten
kırılışı gibi, çatırdayıveriyordu gök.
«Lan avrat inatlanma... Başka çaremiz kalmış mı ki? Hele bir hı de de, adamı
dinden imandan çıkarma. Alayım arabayı, o zaman gör sen. Dedim ya sana,
ırgatlıkmış amelelikmiş hepsini denemedik mi sanki ? Hepsinin de sinsilesine
dürtüyüm, kim adam olmuş ki, ırgatlıktan amelelikten?»
Elif avrat bir göz bir odanın içinde akşamdan beri hışımla dolanıp
duruyordu.
«Dedim ya avrat, adam kısmının kendi kontuna bir işi olmalıymış bu dünyada
meğer, yeni anladık. Başkasının kapısında mm? Kendini asacaksan bile ağa
kapısında as diyen deyyusun ağzına sıçayım ben, emiii... Kim iflah olmuş be
başkasının kapısında? Hu? Bir bildiğin varsa, göster. Dolanıp durma öyle
başımda be!.. Hele şöyle karşıma otur da, bir hı deyiver bakalım. Otur
lan!.. Başlatma şimdi sinsilenden beni!..»
Elif avrat dikelivermişti birden, kapının önünde durmuş da.
«Ne getirdin öyleyse bizi bu yaban ellere?»
Ne mi getirdin? Vay bre kancık, kendini adamdan sayıp da, erkeğin karşısında
ıçemkirmek ha ? Hele şu reşadı ver bir sen bana.
İçi kabarır kabarır taşar ya, Hanefi elini kaldıramaz, içine atar öfkesini.
Tam karşısına oturmuş, gözlerinin içine gülen burnu sümüklü Hasan çocuk
olmasa...
«Hele Remzi, şu çulu iyi dürt hele kapının aJtına., Amma da üfürüyor bre
imansız. Lan avrat, demek bunu da diyeceğidin bana ha? Demek ne getirdim
sizi buralara ha?»
Dik dik bakar Elif avrada ki, fırlayıp şaplağı çarptı çarpacak... Bir deri
bir kemik Elif avrat. Geriye kaymış çevresi işli yağlığının yanlarından
şakaklarına dökülmüş saçlan apak olmuş nerdeyse. Kırkına varmış mıdır ki
Elif avrat? ingiliz gâvurunun Toros'lara doluştuğu yıldı, buluğa ermişti,
îlk o yıl kirlenmişti. Ne ki, dağlık yerde kız çocuk kısmı daha buluğa
ermeden ana olur, önce kardaşlarının anası olur, işe koşulur. Onbeşine varır
varmaz da bıçkının ucu tutuşturulur eline, pürenlerin çiçeğe durduğu
mevsimde, tomruğun altına sokulur. Sabahtan akşama tahta biçsin gayri gırt
gırt. Hani, dağ köylüklerindeki kızların keçeleşmiş saçlarını, bıçkıdan
dökülen taze reçine kokulu çam talaşı gelin başı gibi .süsler ilk.
Rumeli'den bu yana yürüyüp gelen Alaman gâvurunu durdurmak için, topu tüfeği
kolay geçsin diye Gülek Boğazına ingiliz gâvurunun yol yaptığı yıldı.
Hanefi, bir çamın ardından fırlayıp çıkıvermişti önüne birden. Uçları bozank
saçları alev alev. Işıl ığıldı gözlerinin içine gülen gözleri. Elinde, tüylü
yapraklan daha büzülmemiş bir demircik dalı tutardı da, şıp şıp vururdu
külot pantolununun yanlarına, «Elif kııız, Elif kmz» diye kekeler dururdu.
«Bu Hanefi, o Hanefi mi ki?»
«Ne getirdin ya bizleriiii? Soykası batasıca, ne getirdin ya bizleri bu
yaban ellere? Hıh... Araba alacakmış da, kendi kontuna iş tutacakmış da...
Tek güvencem benim o son altın, bildin mi boynu bağrı altında kalasıca
herif?.. Çoluğumun çocuğumun tek güvencesi. Çoluğu çocuğu da gördüğün mü var
ki ya? Baksana şunlara, ser sefil ettin hepimizi. Kimimiz iplik tozu
yutmaktan muma döndük, kimimiz potin boyayacam diye kışta kıyamette, öyle
bir dert gelecek ki başımıza, allah korusun. Bu muydu taşı toprağı altın
seher, bre herif? Gözüne dizine dursun inşallah. Bir baltaya sap olama da
sen, gel koynumdaki son reşadıma göz dik ha? Gözün kesmiyordu da, ne taktın
ardına bizleri? Suyu mu çıktıydı köyün? Adam olmazsın sen herif, bilmem mi
ben? Zora mora .gelemezsin. Makina filan öğrenemezsin. Derdin günün
avantada. Sana mı kalmış sandın seher yerin avantasını be ? Elimizdekini
avucumuzdakini de yiyecek soyka, gerisini Elif düşünsün. Vay anam vay. Vay
benim kadersiz anam. Beni, bu boynu devrilesice herif ziyan zebil etsin diye
mi doğurdun anaaanı?»
Elif avrat, kapınm önüne çökmüş, hüngür hüngür ağlamıştı.
Ağlasın fukara bakalım, belki biraz açılır.
Ne ki, Hasan çocuk da, anasının ağlamasına bakmış, dudaklarını
sarkıtıvermişti. Hani ağladı ağlayacak.
«Ne oturursunuz daha lan deyyusun dölleri? Gece yarısı oldu nerdeyse, vanp
yatağa zıbarsamza. Yallah!..»
Sanki her şeyin suçlusu kendisi. Anaaa diye ağlamaya başlar başlamaz Hasan
çocuk, birden fırlamış, yüzünün ortasına indirivermişti şamarı kaşla göz
arasında. «Elin kinisin emi lan Hanefi sıpası. El kadar sübyandan ne istedin
akşam akşam.» Ardından kansına bağırmıştı.
«Sus lan fallik!.. Sülalesine sıçtığım, zırlama!.. Kalk da eniklerini sustur
bakayım. Öf be!..»
Daha çok hırslanmıştı kansının geceki ağlamasını hatırlayınca. Genzini
temizleyerekten doldurdu ağzını, çamurun içine tükürdü.
— Kör şeytan kör gözüne lanet, dedi, akşam akşam da nerden çattık bu belaya
be? Ne günah işledik? Yarabbiii, dedi kalın kalın, Hasan çocuğun yüzü suyu
hörmetine kurtanver şu boktan beni. Bir Tcurtar, bir horoz sana. Hemi de bir
Denizli horozu ki, öttü müydü yedi düvele sesini dinletir cinsten. Duydun
mu? Kurtanver şimdi beni şu boktan, hemen yann sabah Eyüp Sultan efendimizin
ayaklarının dibinde kesmezsem bana da Hanefi demesinler. Sakalının teline
kurban olduğum, hadi, bir gayret ver bana. Şöyle bir hmr aleyhisselam
kuvveti ver bana ki, dehleyim çıkayım şuradan, çoluğumun çocuğumun yanına
varayım.
Bildiği duaları mırıldana mırıldana arabanın kollarına var gücüyle bir daha
asıldı, geri geri çekmeğe çalıştı. Mümkünü yok, yerinden bile kıpırdamıyor.
Sanki çamura yapışmış, donmuş. Bir daha zorladı. Daha bir hırslandı, gene
salladı arabayı. Rasgele ileri itmeğe çalıştı, geri çekmeğe çalıştı.
Vazgeçti, dikeldi. Dişlerini iyice kenetledi birbirine, gözlerini burnunun
dikine karanlıklara dikti. Boyun kaslarını şişirmiş, germiş, kemik gibi
etmişti. Gayri umutsuz, rasgele bakarken karanlıklara, birden bir adam görür
gibi oldu. Gözlerini kırpıştırdı bir kaç kez üst üste.
«Ne o? Hele hele... Biri mi geliyor bu yana?»
Umulmadık bir raslantmm adamın üstüne birden çullanan kısa ömürlü
şaşkınlığıyla arabanın kollarını o an bırakıvermişti. İki yana kurşun gibi
sarkıyordu elleri. «Hele hele... Kurtulduk mu ne?» Bayağı umutlanmıştı,
yeğniyivermişti içi. «Tanrı, hızır aleyhiselamı mı gönderiyor ne?»
— Heeey!.. Hemşeriiim!..
Az ötede, karanlıklardan daha kara bir adam karaltısı var gibiydi. Sanki,
çimenlerin üzerinden seyirterekten geliyordu bu yana doğru.
— Hemşerim hemşerim!.. Hele bak hele bu yana biraz!.. Hey kurban, bak hele.
Sana seslerim bre!..
Gök şimşeklendikçe bir görünüp bir yitiyordu sanki karaltı. Bir bayırdan
aşağı hızlı hızlı iniyormuş gibi oluyordu, bir yokuşun başında durmuş da bu
yana bakarmış gibi oluyordu. At üstündeymiş gibi oluyordu bazan da.
— Hele bak hele biraz bu yana bre hemşerim. Hele var da yanıma, az yardım
et, n'olur? Gadasını aldığım, yardım et de, elbirliğiyle kurtaralım şu
soykayı çamur zıkkımından, hadi. Ölmüşleriyin hayrına.
Yürümüş gitmiş miydi ? Yoksa, adam madam değildi de, hayal mı görmüştü
yorgunluktan. «Duymadı mı ne? Yoksa?...»
— Heeey, hemşerim!.. Lan, cin misin yoksa iflahsız? Gözü çıkasıca, yoksa cin
misin, nedir lan?
«Bir ulu mulu mu yatar ki yoksa .burada? Bir ulunun mezarına mı çattık yoksa
lan? Tövbe.» Bir den içini dolduran korku, ürpertivermişti bütün vücudunu.
Yılgındı, îyice yorulmuştu bir an için umut. lamp, umudunu yeniden
yitirmekten. Çamurun içine çöktü.
— Lan gözü çıkasıca herif, dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Elin mi
kırılırdı lan biraz yardım et şeydin? Lan gâvurun dölü... Lan çiğ süt
emmiş... Lan it eniği... Lan anasını Urum gâvurunun bellediği... Geber
inşallah.
Görmez görmez batıya taraf bakmağa başladı. «Ne adamı bre sen de? Demek
gözün belerdi Hane fiii... Açlıktan, yorgunluktan gözün belerdi de, hayal
görür oldun demek bre Hanefiii... Hayaldi bu hayal. Bir ermişin ruhuydu ya
da. Bir ermişin ru hu mu dedin lan? Ne? Bismillahirahmanirahim. Tövbe.»
Şimşeklenip duruyordu gene ufuk. Sanki, yağmur pusuya yatmış da, yeniden
saldırmadan önce palasını başının üstünde döndürür dururdu. Döndürürken de,
uçuk mavi çelikten palası arada bir yalp yalp ışıldardı. Göğün
şimşeklenmesine daldı gitti. Bir yandan da bilinçsizcesine kendi kendini
yüreklendirmeğe çalışıyordu. «Adam mı belledin allanın bir karaltısını yoksa
lan Hanefi? Hay aklına .turp sıkayım, emi? Seni de adamdan sayıp, kütüğe
geçiren dümbüğün sülalesini... Tüh...»
Aradan ne kadar geçmişti ? İyot kokulu sert bir rüzgâr, kuzeyden güneye
ortalığı tırmalayıverdi. Yüzüne değer değmez rüzgâr, ürperdi, şöyle bir
yekindi. Telâşla uzattı sol elini, arabanın kolunu sıkı sıkı kavradı, îçi,
bir hoş oluvermişti arabasına bakarken. Yüreği daralmıştı sanki. Gök
şimşeklendikçe, çelik mavisinde iğne iğne ışıyıveriyordu arabanın eski bir
bisikletten sökülüp takılmış tekerleklerinin cantian. Tekerleklerin bir
karış gömülü olduğu çamur, mor menekşeden petrol yeşiline hareleniveriyordu.
Kuzeyden güneye rüzgâr üfürüp geçtikçe, toprak kokuyordu hava. Yeni sürülmüş
toprak kokuyordu. Göğe baktı, îyice telaşlandı. Gök alabildiğine kararmıştı.
Şimşekler daha yakından çakıyordu.
— Aboo, diye bir çığlık attı, rahmet geldim geliyorum nerdeyse!
Korktu. Yağmur gelmeden kurtulmalıydı bu çamurdan. Arabanın kollarına
asıldı, bütün gücünü toplayıp, yekindi kalktı. Şaşkın şaşkın göğe dikti
gözlerini. Napacağını bilemiyordu. Napacağını bilemediğini düşündükçe, daha
çok korkuyor, hörfleniyordu. Hem terliyordu sıkıntıdan, hem bir ısırgan otu
gibi dalıyordu sırtını teri soğumuş amerikan ıbezinden iç gömleği. Kalın
kara kaşlarının üzerine kaymış yün külahını elinin tersiyle geriye doğru
itti. Kısa kesilmiş saçlarının diplerindeki terleri, koluna siliverdi
aceleyle. Yalvarmağa başladı sesli sesli.
— Bre Allah kardaşım, bre kara gözlü yiğit kar,dağım, kurban olsun Hanefi
densizi sana, emi... Hey koca göklerin allahı, dünyanın her bir derdini bir
tamam ettin de, başkacana işin gücün kalmadı mı bre? Kalmadı da, akşam akşam
Hanefi densizi kulunla mı eğlenirsin? Hıı? Hızır dediydik, cini uğursuzu mu
gönderdin ne? Olmadı, öyle mi, şimdi de yağmur göndereceksin ha? Ne
kötülüğümüzü gördün, tavuğuna kiş mı dedik be? Gönder lan!.. Gönder bre!..
Hemi de öyle bir yağmur gönder ki, öyle bir rahmet ver ki, nemiz var nemiz
yok, silsin süpürsün, emi... Gönder, gözümüzün yaşına falan bakmasın da,
arabamızı bile önüne katsın sürüklesin götürsün Haliç denizine, emi...
Göndermeyenin de hem lan...
Ürküverdi yiğitlenmesinden. Korktu. «Tövbe, tövbe yarabbi» dedi içinden.
Arabanın kollarına yapıştı telaşla. Sanki arabasını elinden kapıp
kaçıracaklardı. «Lan götü boklu Hanefi, allahla sidik yarış, tırılır mı lan?
Ya şimdi, ortalık sel seli götürür de, arabayı sürükler denize atarsa
yağmur? Hay aklının çambardağına...» Elinden kapıp kaçırmak için çevresinde
fırsat kollarlarmış gibi, can havliyle üzerine uzandı arabanın, tablasının
iki yanından sıkı sıkı kucakladı. Başladı dövünmeye.
«Arabaaam, arabam... Tekerinin de ışıltısına kurban olduğum... Gözünün
çiçeğini sevdiğim
arabam, benim günahsızının... Arabalandık gayri de dik de, umutlandıydık az
biraz göya ha? Vay benim arabam. Gıcır gıcır da boyalı arabam. Velesbitten
de tekerlekli arabam. Gördün mü kurban, ne hallara kodum seni? Götü boklu
Hanefi de, daha ilk akşamdan ne hallara kodu seni? Lan Annaşalı Hanefi, lan
Hanefi sıpası, lan göğ gözlü uğursuz, arabalanmak kim, sen kim lan? Kendi
kontuna iş tutmak ha? Demek, arabalanıp da, kendi kontuna iş tutup
kurtulacaktın ha? Esnaf olup kurtulacaktın demek? Vay vay vay... Vay akılsız
vay... Vay hırpo vay... Kim yitirmiş lan kurtuluşu? Hah işte, böyle
damdazlak kaldın mı ortalıkta? Oh olsun. Yazan, yazını böyle yazmış bir
kerre oğlum, bildin miii?»
Birden gündüz gibi oluverdi her yan. Oldukça yakından çakmıştı bu kez
şimşek. Ardından da yıkılırcasma gümbürdemişti gök. Göğün gürlemesiyle
birlikte bir korkudur, yel gibi dolanı vermişti içinde. Ürpermişti belli
belirsiz. Başını az biraz kaldırmıştı tablanın üzerinden, gözlerini iri iri
açaraktan göğe dikmişti. Kaşları alabildiğine çatılmış, çıkık elmacık
kemiklerinin üstündeki etsiz yanakları ince ince seyriyordu hırstan. «Hava
patladı patlayacak vallahi.» Ağır ağır doğruldu. İçindeki öfke habire
kabarıyordu. Kesik kesikti soluğu. Göğsü inip inip kalkıyordu. Tanrı,
ufukta, sanki etli kemikli 'belirivermişti elinde asasıyla. Kollarını iki
yana havaya kaldırdı. Sağ elin. de, ağzına mermi sürülmüş bir mavzer tutuyor
gibiydi tıpkı. Parmaklan kenetlenmişti.
— Bak, dedi dişlerinin arasından hınçla. Ufukta görür gibi olduğu Tanrıyla
konuşuyordu. Alırsan arabayı elimden, iki kulunu ossutturmayanm avradını...
Habarın olsun!..
Şöyle bir serpeledi geçti yağmur. Arabanın içine bir kaç damla düştü
düşmedi.
— Cilve yapar allahsız be, dedi. Gülüverdi." Bizimle eğlenir bre akşam
akşam. Gururlanmıştı.
Şu an evinde olsa, n'olur? Çoluklarının çocuklarının arasında. Mutluluk
denilen şey ne ki? Çına. rın, söğüdün, akça kavağın, cevizin gölgesine
uzanıvermek hiç bir şey düşünmeden. Bir kurtulsa şu çamurdan, hiç bir şey
olmamış gibi, varsa gitse evine... 1971 yılı baharıydı. Havaların artık
ısınmak üzere olduğu bir sıraydı. Nasıl oldu, hava birden bozdu, kı şa
döndü. Mutluluk, çamurdan kurtulmakta mıydı acaba?
Oturuverdi çamurun içine. Karayel çıkmıştı. Kuzeyden bu yana hafif hafif,
buz gibi üfürüyordu. Şayak pantolonu, çamura iyice bulanmış, vıcık vıcık
suya kesmişti. Farkına varır varmaz, dehşetli üşümeğe başladı. Zangır zangır
titriyordu. Zemheride, ayazda kalmış gibi. Soluk alamıyacakmış gibi
oluyordu, göğsü sıkışıyordu. Bilinçsizcesine kollarını kasmış, böğürlerine
iyice yapıştırmıştı. Acaba şöyle bir yekinip, doğrulsa mı? Az yana
kaykılarak, pantolonunun kıçını sıvazladı. Dokunur dokunmaz ur peri
vermişti. Daha çok üşüyordu hareket edince. Dişleri takır takır birbirine
vuruyordu. Çarpılıyor gibiydi sanki. Azrail aleyhiselam sırtını sıvazlıyor
gibiydi. Korka korka dizlerinin üzerine çömeldi. Büzüldü, tortop oldu,
yumruk kadar kaldı.
Askere vardığı yıldı. Daha Eylül bitmiş bitmemisti ki, zorlu bir kığ
bastırmıştı Sürbahan'ı. Mübalağasız.Teşrinisani demiş başlamıştı kar,
Hıdırellez demiş durmuştu. Ne ki, kar dediğin , dağ adamı kısmına burcu
burcudur. Piri paktır karın kışı. Çamur kışı gibi mi? Beş yedi cephaneJik
nöbetinden dönmüştü. Cephanelik dediğin de dağ başında, say ki, bir cigara
içimlik yerde, tepenin eteğinde. Hâkî yün eldivenlerin içinde bile,
parmakları nerdeyse donmuş donacak. Sıkı sıkı bağlamıştı ya, gene de
postalın ağzından giri girivermiş karlar, çorabını morabını berbat etmişti.
Tüfeği yatağın üzerine attığı gibi, doğru sobanın başına koşmuştu. Tepeleme
linyit doldurulmuş soba, kıpkızıl olmuştu, nar gibiydi. Kapağının önündeki
küllerin üzerine dökülmüş mazot, uçuk mavi alevler çıkararak bir parlıyor,
bir sönüyordu. Eldivenlerini telaşla, koltuklarının arasına sıkıştıraraktan
çıkarmıştı ki, parmaklarının uçlan keçeleşmiş. Avuçlarının içleriyse terden
vıcık vıcık. Tedbirsiz uzatıvermişti ellerini sobanın üstüne. Oysa dağ adamı
kısmı deneyli olur, bilirdi, böyle selamsız sabahsız dondan çıkmış elleri
sıcağa tutmamak gerektiğini. Sonra bir sandalye çekmiş, oturmuştu.
Uzatıvermiş ayaklarını, köselesi meşini kar suyundan şişmiş postallarını
sobanın kıpkızıl saçına dayayıvermişti. Ayakkabıların yanlarından
cazırdıyarak kabarcıklanan suları seyrederken, ısınmış, gevşemiş, içi geçmiş
gitmişti.
Dağdaydı. Toroslardaydı. Yaman olmuştu kış. Ne ki, dağlı kısmı, kış yaman
geçsin ister dağda. Kar bastırdı mı dağlan silme, ormancı derdi kalmaz.
Karlı havada sıcak odasından çıkıp ortalıkta dolanmayı pek sevmez
ormancılar, bu nedenle kaçak tomrukçuluğun mevsimi karlı havadır, iyi
bilinir. Tipiyle birlikte dağların gayri fermansız olduğu iyi bilinir de,
korkusuz vurulur dağlara. Katırların terkisine bağlanır koca koca tomruklar,
bağıra çağıra indirilir Çakıt'ın kıyısına, bayramdaymış gibi, bir iyice
zulalanır. Baharın da, karlar erirken beraber, işaretlenir, suya itilir..
Her bir şey daha sonbahardan anlaşmalıdır Adana'nın, salcılarıy la.
Kurtepe'de, Çakıt'ın Seyhan'a karıştığı yerde kancalayıp toplamak onlara
aittir. Bir de sessiz olur ki dağlar tipinin ardından. Fin fin öter. «Heyt
be, gadanı alayım senin, emi Toros...» Askere vardığı yılın kışıydı. Kar
lapa lapa ki gene, pus çökmüştü dört bir yana. Kel Omar, Efe Gani, Köse Muşa
korkusuz varmışlar ormana, beğen beğendiğini, vur dibine. Bir yukardan aşağı
verevine vur, bir dikine vur aşağıdan, kopar yongayı. Koca koca zebellâ
camlan bir devir ki... Nasıl olmuştu? Yeni devirdikleri bir çamın dallarını
buduyorlardı. Yambaşlarına kadar sokulmuş da bir kurt sürüsü, farkına bile
varmamışlar. Ne ki, dağlı kısmı canavarla boğuşmakta talimlidir. Sırt sırta
verivermişlerdi dördü dört yandan... O gün bugündür sol dizi sızlar. Isındı
mı biraz, derin den derinden sızlar kâfir. Uzanmış sol dizini ovalıyordu
uykuyla uyanıklık arası, farkında büe olmadan. Sandalyenin üzerinde yayılmış
gitmiş. Gözka. pakları kurşun gibi. Köyünde mi? Mestan'ın kahvesinde sobanın
başında mı pinekler? Uyumuş da, düş mü görür yoksa? O ne, o? Bir hayal mı
karşısındaki? Birden, kavrayamamış, gözlerini kırpıştıraraktan seçmeye
çalışmıştı karşısındakini. Bir farkına varmıştı ki, eyvah!.. Alaattin
üsteğmen ze'bellâ gibi dikilir başında. Alaattin üsteğmen, komutan. Fırlamış
kalkmış, esas duruşa gec^ misti. ,«Ulan ne işin var bu saatte koğuşta? Ha?
Söyle bakayım ulan, ne işin var bu saatte burada? Ulan kemiklerini kırarım
senin, anladın mı? Herifteki keyfe bak be! Toplan!..» «Üşümüştüm
komutanım...» «Bak puşta, birde cevap veriyor. Şimdi gösteririm sana üşümeyi
ulan ayı oğlu ayı. Postaaa!.. Soyacaktm koğuşu, di mi ulan? Posta, oğlum, şu
Amerikan sopamı getir bakayım bana. Su ikmal cadın sopasını. Koş!.. Ulan
orospu çocuğu, kırmazsam sopayı sırtında, bana da kıdemli üsteğmen Alaattin
demesinler.»
Dağlık yerlerde, bir baharda, bir de güzün çamur olur. Baharda, karlar
çözülünce, bir yandan pıtrak gibi donanır yamaçlar papatyalarla, lalelerle,
ge. linciklerle, bir yandan da kıpkızıl çamura bulanır ortalık. Ne ki, dağda
bahar çamuru, kar suyu çamurudur, kulağasma. Bir kayanın üzerine vardın da,
ayaklarını patılattın mı, değdiği yerleri sulu kan rengine bulayaraktan
fırlar gider. Kınalıdır dağ çamu. ru ve çam kokar, ardıç kokar, mazı kokar.
Güz çamuru biraz daha yağlıdır. Kabaralı potin gibi olur altı, dağ çamuruna
bulanmış ayakkabının. Dağ çamuru gibi var mı? Dağ çamuru, şehir çamuru gibi
mi? Şehir Çamuru kalleş, kubur kokulu, lağım ko. kulu, üşütmesi bile bir
başka.
— Lan şehir çamuruuuu!.. Lan gadasını aldığım çamuuur!.. Bırak da bizi, bir
an önce evimize gidek kardaşım. Rahmet gelmeden gidiverek.
Sözünü bitirir bitirmez, hapşırıverdi üst üste iki kez. «Çok yaşa» dedi
kendi kendine. Elleriyle kürek kemiklerini tutarak, sıkı sıkı sardı göğsünü.
Şöyle bir gerindi. Derin bir soluk aldı, göğsünü şişirdi. «Eyi mi, şimdi bir
de şifayı kaptık mı? Vay anam vay.» Gene iki büklüm oldu. Avuçlarının içine
hohladı, sonra ellerini birbirine sürttü. Büzüldü. Dalıp gitmek, başka
şeyler düşünmek, üşümesini önlüyor*du sanki.
— Bre Alaattin komutaaan... dedi, bir an önce seski günlere dalıp gitmek
özlemiyle.
Hani kar dururdu bazan ya, daha da beter, hava bir ayaza dönerdi ki..
Taburun toprak avlusu, belle ki beton dökülmüş, cıncık kesilirdi. Nöbetçi
çavuşları, sabah erkenden kaldırırdı milleti, Alaattin komutanın bölük
odasının önüne, koğuşlara giden yollara, yemekhane barakasıyla toplantı
alanı arasına linyit külü serptirirdi. Güneş de olurdu böyle günlerde ya,
kulağasma, sanki dünyaya küsmüş •gitmiş ve de harı geçmiş, küllenmiş bir
köz, ısıtmaz 'da az biraz ısıtır şöyle. Sıkı talim olurdu ayazh günlerde.
Sabah yoklamasından sonra, erat, tepenin ete. ğine götürülür, «sağa çark,
sola çark» koşturulur babam koşturulurdu. Adamın açıkta kalan yerlerini ayaz
bir pişirirdi ki, talim dönüşü işocaklanna hani zor varılırdı. Ne ki,
nöbetçi amiri Alaattin komutansa, yandın. Asker kısmı, nöbetçi amiri kimdir
o gün, iyi bilir. Nöbetçi amiri Alaattin komutansa, gayri iş. ocaklarında da
sere serpe ısınılamaz. Bir yandan Alaattin komutan, bir yandan ayaz... Ordan
oraya kaçar durursun gözden ırak olmak için ya, hele bastığın yere iyi bakma
bir. Artık tüfeğin kudağı mi' olur, mekanizması mı olur, yoksa elin ayağın
mı olur, cıncık kesilmiş buzun üzerinde dağılıverir oraya buraya. Bastığın
yere iyi bakacaksın. Lakin, bu kez de Alaattin komutanla burun buruna
gelivermek var. «Ulan tüfeği ne biçim tutuş o? Ha? Çift sürmeye mi
gidiyordun ulan orospu çocuğu? Esas duruş! Şimdi alır sokarsam onu bir
yerine... Tüfek namustur ulan... Nöbetçi çavuuş!.. Al bu iti, tık içeri, üç
gün hapis. Dur ulan dur. Hapis neymiş ki bu ayılara? Ancak sopanın dilinden
anlar bu ayılar. Gel bakayım buraya. Çıkar harbisini tüfeğin. Domal! İyi
domal ulan! Topla şimdi takımını taklavatım. Hah şöyle... Elindekinin ne
olduğunu şimdi anlarsın...»
Gene hapşırıverdi sesli sesli, içinden «çok yaşa» dedi. Dehşetli üşüyordu.
Adalelerini gere gere hafiften oynattı kollarını. Uzandı, arabanın kollarım
yakaladı, şöyle bir yekindi, ama kalkamadı. Üstelik, hareket edince daha çok
üşümüştü. Öte yandan, suyun içinde büzülüp oturmaktan bacakları da uyuşmağa
başlamıştı, yavaş yavaş duyumsuzlaşıyordu. Zıbarıp gidecek miydi yoksa bu
çamurda? Kurtulamayacak mıydı? Artık ayağa kalkacak gücünün de kalmadığını
anlayınca, birden paniğe kapılmıştı. Telaşla bir daha asıldı arabanın
kollarına. Terden vıcık vıcık olmuş avuçlarının içinden kayıverdi arabanın
kolları ve götünün üstüne düştü oturdu çamura. Umutsuz, oluruna bıraktı her
şeyi. Bacaklarının karıncalanması azalmıştı oturunca, sevindi. Gittikçe
güçsüzleşmenin öfkesiyle ağladı ağlayacaktı nerdeyse. «Lan avrat, dedi
mırıldanarak, meğer bir akıl küpüymüşsün ki..» Azrail Aleyhiselam, canını
almak için karşısında dikilir dururmuş gibi. «Ölmek istemiyorum, ölmek
istemiyorum!..» diye bağırdı sonra. Sesli sesli ağlamağa başladı.
«Bre akılsız Hanefiii, avrat sözüne kulağasmazsm ha? Avrat sözü dinlemek
erkekliğe yaraşmaz ha ? Bre avraat, kurtar beni. Var da kurtar. Bir
kurtulayım, bir daha ha? Bir daha sözünden çıkmak ha? Bir sağ salim varayım
yanına, eline ayağına düşmezsem... Çiğne lan avrat, bastığın yer meğer
Kâbe'ymiş demezsem... Senden fetva almadan, bundan böyle çatlamaya gidenin
sinsileşme sıçayım, emi Elif avrat!.. Duymaz mısın bre?.. Lan kafasız
Hanefiiii... Lan essek kafalını, avrat lafı dinlemek meşrebine sığmaz ha?
Dinleme bakalım... Dinleme de, böyle çarpsın Allah da adamı. Çarpsın da,
böyle çönt etsin...»
Kendi kendine de olsa, konuşmak, öfkesini biraz yatıştırmış, ağlaması
durmuştu. Ellerini dizlerinin üzerinde kenetledi, biraz kıpırdayıp, .çamura
iyice yerleşti. Niçin sanki köyünü terketmiş de bu yaban ellere gelmişti?
Çoluğunu çocuğunu niçin ser sefil etmişti sanki? Özlemle Çukurova'nın
sıcağını düşünmeye başladı. Şimdi Çukurova'da olsa... isterse cehennem gibi
yansın Çukurova. Sıcak gibi var mı ? Soğukta yaşamak zengin işi. Pişmandı.
Başı. nı şöyle biraz yukarı kaldırdı, pişmanlığını herkese duyurmak istermiş
gibi var gücüyle bağırdı.
— Çukurova, Çukurova!.. Kurban olsun sana Hanefi aptalı, emi!..
«Çukurova gibi var mı? Kurban olayım Çukurova'nın sıcağına. Çukurova'nın
sıcağı bile bir başka bre. Nerene yetmedi lan akılsız Hanefi Çukurova? Hadi
diyelim köyde duramadın, orman köylülerini kollarsın diye Menderes'i astılar
da askerler, ağaç kesmenin cezasını idam yaptılar, hayat kalmadı dağda, peki
Çukurova köylükleri nerene yetmedi bre kafasız Hanefi?.. Tomrukçuluk
öldüyse, başka iş mi kalmadıydı dağda?»
Torosların eteğindeydi köyü. Poyrazı, karayeli kapalıydı. Arada bir yandan
yandan vururdu ya, kulağasma. Poyrazın ardından melteme dönerdi hava. Hele
yazın poyraz bir iki gün esip de, melteme çevirdi miydi, bir sıcak çökerdi
ki... Hani o serin meltem bile, ateşe kesmiş dağa vurup dönerdi de, yakar
kavururdu ortalığı. Belle ki çöl rüzgârı. Sıcaklar çöktü mü, Adana'nm beyi,
efendisi çoluğunu çocuğunu kaptığıyla kaçardı da Çukurova'dan, yayladır
diyerekten köyün beri yanına konardı. İğtişaştaki gibi tıpkı. Temmuz sıcağı
başladı mıydı, gayri göçleri yollar almaz.
«Lan sıcaktan kaçılır mıymış bre? Lan dinsizler... Lan domuzlar...»
O koca koca cevizleri, çınarları kökünden sökecekmiş gibi bir iki gün eserdi
de poyraz, birden diniverirdi ki, allah allah. Dağ taş, tüter. Sular da bir
kan gibi olur. Yazının böcüsü börtüsü serilir kalır bir gölgeliğe. Temmuz
sıcağını bir cırlavuklar sever. Çam ağaçları silme cırlavuğa keser, dağın
alafı vadinin üstüne pus gibi çöktü müydü. Hep bir ağızdan gayri, başlarlar
ciyak ciyak bağırmağa. İşte dünya tekmil cırlavuk sesine kesti miydi, bil
ki, zamanıdır gayri kar satmanın. Şehirlinin yüreği yandı mı, ne istersen
iste bir topak kara, Düşünme. Hemen kıl heybeleri vur atın terkesine, dağın
yamacına sür. Koyaktaki karlığa var, üstündeki pürleri sıyırıver yalandan,
baltayla parçala parçala doldur heybelere. Güneş değip de eritmesin diye
heybelerin üstüne dal sererdi Hanefi. Her gün bir başka çeşit dal. Cumartesi
günleri çam dalı keserdi. Pazarları ladin. Pazartesileri sedir dalı sererdi
heybelerin üstüne. Salıları ardıç, çarşambaları mazı meşesi, perşembeleri
ise palamut meşesinden keserdi. Cumaları kar satmazdı. Pazardır. Varır
otururdu caminin sundurmasına, biraz müezzin efendinin vaızlarım dinlerdi,
biraz yarenleşirdi onunla bununla. «Kar ha!,. Kar ha!..» «Karın güzel mi
emmi?» «Anan gibi oğul, anan gibi!..»
«Çukurova'nın sıcağına kurban olayım. Sıcak gibi var mı bre?»
Bir Çukurova'nın sıcağı tütüyordu burnuna burcu burcu, bir dehşetli üşüdüğü
günler geliyordu gözlerinin önüne. Soğuğu düşündü mü, Alaattin komutan
dikiliveriyordu karşısına sanki. Sol eli burnunun önünde, parmaklarıyla gür
bıyıklarını tarar durur. Koğuşa girmeye gelmez; nevresimler, çarşaflar
düzgün konulmuş mu, battaniyeler iyi gerdirilmiş mi, teftiş ediyordur.
Yemekhaneye varırsın, bakarsın, parmağının ucunu oraya buraya sürterekten
toz arıyordur, ya da gedikliyi sorguya çekiyordur. Terzi sivil elbise falan
diker mi, marangozhanede aynalı dolap filan yapılmasın sakın? Ola ki,
çarpmayasın gözüne; «O ne biçim selam vermek ulan? Kendim keranede mi sandın
deyyus çocuğu? Yılışma öyle pişmiş kelle gibi.» Ya da, kaputa sarınmış
sarma, l anmışsın; «Kaput böyle mi giyilir ulan? indir yakalarını.
Kemiklerini kırarım vallahi bir daha görürsem, anlaşıldı mı?» Ayazda sabah
yoklaması için toplanılmıştır, gelir adamın başına; «Çöz şunun yakasını» der
bölük çavuşuna, soğuk moğuk dinle, mez. «Kontrol et bakalım, içine başka bir
şey giymiş mi? Asker adam içine de beylik maldan başkasını giyemez,
anlaşıldı mı ayı oğlu ay?» «Ne? Üşüyor muymuş? Asker adam üşür mü ulan?
Sabah sabah tımar istiyor demek canın.»
Arife miydi, bayram mıydı, neydi? Akşamdan haber verip, bir sabah erkenden
toplamışlardı gene böyle soğuk bir günde bütün eratı avluya. Millet da, ha
geceden her şeyini bir iyice parlatmış, traş olmuş, ötesini berisini
onarmış, hazırlanmıştı. Tören urbaları giyilmişti, amerikan palaskalar
ıkuşanılmıştı. Amerikan palaskaların yeni dağıtıldığı bir sıralardı, içine
ilk, Hanefi yazmıştı kocaman harflerle «ANNAŞALI HANEFi» diye. Bütün alay
tam tekmil dizilmiş alana, homurdanaraktan bekleşi, yordu, «acep bugün ne
var ki?» diyerekten. Bir «bayram izini varmış bütün erata» diyorlardı. Bir
«başkomutan teftişe geliyormuş» diyorlardı. Bir «ismet paşa haber salmış da
Menderes'e, eratımı gediklilerin elinde perişan ettirme dermiş, halımızı
hatırımızı soracakmış kumandanlar» diyorlardı. Yok, «Menderes toplatmış
bizi» diyorlardı, güya Menderes «iktidara geceli bunca zaman oldu, unuttuk
era tımıza bahşiş dağıtmayı» dermiş, diyorlardı. Diyorlardı oğlu diyorlardı.
Niçindi ama? Ne ki, diğer günlere benzemez bir gündü. Komutanlar dolaşırlar
da eratın arasında, gözlerinin içine bakıp bildik bildik gülerlerdi.
Alaattin komutan bile bugün bir başka bakardı da, hal hatır sorar, hani
konuşur adamla, gülerdi. Ama sonra anlaşılmıştı, niyeydi bunca törenler. Eli
değnekli bir komutan gelmiş, bölük bölük «merhaba asker!» demişti hepsine.
Ardından dehşetli ıbir nutuk atmıştı. Ne ki, büyük komutan ne der, birden
kavrayamamıştı Hanefi. «Ne der, ne der?» diye sormuştu yanındakine usulca.
«Duymaz mısın bre, savaş varmış gene bir yerlerde.» Ürperivermişti Hanefi.
«Savaş mı varmış? Nerde?» «Bilmem.» «Demedi mi büyük komutan, nerdedir?»
«Dedi ya, Kara mı dedi, Kore mi dedi iyi çıkaramadım.» «Kara olur muymuş
bre, demek Kore. Kore nere ki acep?» «Bilmem.» «Düşman gâvuru muymuş bu
Kore, hı?» «Moskof gâvuru dedi ya komutan, duymadın mı?» «Deme? Yani, bu
Moskof gâvuru gene bir komonistlik mi yapar?» «Hey ya.» Öte yanında duran
Köşker Kemal'e dönmüş Hanefi, «duydun mu hemşerim, demişti, Moskof gâvuru
bir komonistlik yaparmış gene. Kore köyüne saldınrmış.» Durmuş, ilk
konuştuğu kişiye dönmüştü sonra. «Hemşerim bre, bu Kore köyü, bizim bir köy
müy. muş ki?» Dirseğiyle dürtmüştü Köşker Kemai, «Yok lan, uzakta bir
memleket Kore. Dinle de duy.» Bir süre şaşkın şaşkın büyük komutana bakmıştı
Hanefi. Kafasının içi allak bullak. Nasıl bir şeydi ki savaş? Oyun gibi
geliyordu. Kavga etmek gibi geliyordu. «Pekiii, n'olacağımış?» demişti
Koşker Kemal'e. «Bizden de erat isterlermiş» «Bizi mi?» diye sormuştu Hanefi
gözlerini açarak. «Yok yahu, kim isterse, onu. Gönüllü isterler.» Hanefi'nin
göz>leri ışıyıvermişti birden. Savaş dediğin de ne ki? Hayatında hiç mi
kavga etmemiş? Sonra asker dediğin dövüşmeli. Canavarla boğuşmaktan zor mu
ki? Gözlerinin içi ışıl ışıl, «Alaattin komutan da g;der mi ki dersin?»
demişti Kemal'e. «Bizim alaydan sadece erat isterlermiş.» «Yani, Alaattin
komutan burda kalacak, öyle mi?» «Heye bre.» İçinde bir yerleri coşuvermişti
Hanefinin. Bir sevinmiş, bir sevinmişti. Dövüşmek neydi ki? Hasan dedesi,
doksan üç harbinde dövüşmüştü. Çabası dersen, Enver Paşa'mn yanında
Sarıkamış harbine girmiş de dönmüştü. Büyük komutana dikmişti gözlerini.
Büyük komutan bir de güzel gözükür ki gözlerine, nur akar yüzünden. Kulak
kesilmişti dediklerini kaçırmamak için. Gönüllüler öne çıksın der demez
fırlasın da sıradan, geride kalıp, fırsatı kaçırmasın. Gönüllüler üç adım
öne çıksınlar demiş, daha cümlesini tamamlamamıştı ki büyük komutan, Hanefi
birden üç adım öne fırlayıvermişti.
«Yaaa, bir de Kore'de saplandıydık böyle bir çamura ki... breh breb ...Üç
adım çıktık öne fırladıkdı ya, komutanlarımızın biri bırakır biri tapışlar
sırtımızı. Bir buyurdular ikmal subayına, nemiz var nemiz yok yenilendi.
Uzun kollu yün fanilalar. Amerikandan gelmiş donlar. Çifte çifte. Bir yün
çoraplar verdiler ki, makina dokuması, konçları adamın tâ diz kapağını
bulur. Daha hiç giyilmemiş sırtlar verdiler. Belle ki Merinosun yünlü
kumaşından. Adamın baldırını maldırım dalamaz cinsinden yani. Kopçah çizme
gibi ruzveltler verdiler ki, sanki gönden değil, kemikten allahıma. Ayağına
geçirdi mi, önüne mönüne bakmadan dal içine çalının çırpının, korkma.
Kütüklükler, mataralar, ekmek torbaları, sırt çantaları, parkalar... Hepsi
de, belle ki vapurdan yeni inmiş daha. Gıcır gıcır. Amerikan palaska
verdiler misal, yahu üstümdeki daha yeniydi dediysem de, kulak bile
asmadılar. Bizi bir süslediler, bir gelin ettiler ki, hani beş kuyruğumuzun
kordelesi eksik. Aldılar sonra, seher seher gezdirdiler. N'oluyoruz yahu,
daha anlamadan, ardından da bindirdiler vapura,, git babam git. Meğer ne de
çok deniz varmış bre dünyada? Bilmem kaç; gün sonraydı, kusa öğüre vardık
Pusan dedikleri Kore memleketine. Vardık ki, bir rahmet bir rahmet, allah
allah, suyu sanki helkelerle boşaltıyorlar gökten. Yağmurla boğuşurken
farkına varmadıydık ya, akşam olup yağmur dinince, üstümüze bir garipliktir
çöktü ki... Sorma. Gâvurun memleketinde bizim için bildik tanıdık bir toprak
kokusu var. Toprak bir kokar ki, tıpkı hısım kokusu bre. Anladım ki, toprak
dünyanın her bir köşesinde aynı kokarmış. Devlisi gündü. Sabahtan makinalara
bindirdiler bizi, cepheye sürdüler derakap. Cephe gerisinde de şöyle
solukladık soluklamadık, yallah sipere. Sanırım teşrinievvelin ortalarıydı.
Güz iyiden iyiye çökmüş, göğün gözü sulanmış gitmiş. Yağar babam yağar.
Bir durur bir yağar. Şarıl şarıl yağar. Meğer, çengin de iyi kızıştığı bir
sıralarmış. Bir yana Amerikanlar yığmış topu tüfeği, öte yana da Ruslar. Biz
Amerikandan yanayık. Yanımızda yöremizde altmış •iki çeşit millet var. Kimse
kimsenin dilinden anlamaz, dininden anlamaz. Ama her iki yandaki de, can
havliyle ver babanı ver, atar mermiyi. Biz de de. nizden içerilere doğru
girmişik, saldırırız. Hani saldırırız da lafın gelişi ya... Göğüs göğüseyiz
Çin'li gâvurunlan. Yerden gökten ataş yağar, ne ki biz kaptırmışık kendimizi
bir kere döğüşe. Türk kısmı dövüşten döner mi, atadan mirastır bizde
dövüşmek. Gayri bizim için ölmek var dönmek yok. Lâkin kendi yok allahı var,
Çin'li gâvuru daha iyi sıkıştırır bizi. Siperden burnunu çıkarmanın mümkünü
yok. Siper dediğin de, diz boyu çamur. Göllenmiş. Siper savaşı dedikleri
şey, önce çamurla boğuşması m bilmek demekmiş meğer bre. Göğüs goğüse
olsa... Şaşırmışık, her bir yanımız çamura bulanmış, vıcık vıcık. Üstümüz
başımız berbat. Soğuk soğuk değdi miydi adamın bir yanma, tekmil dondurur.
Pusan'dan bu yana da karnımıza sıcak bir. f.ey girmemiş. Tabii uyku muyku da
hak getire, iki ataş arasında ne kestirebilmişsek. Hani lafın erkekcesi,
düşmandan yılmadıydı da gözüm, çamurdan yıldıydı. Hemi de öylesine yılmışım
ki, kendi kendime söylenir dururum, komonist kurşunu mu olur, ne bok olursa,
işte, gelse de bulsa gayri. Laı akılsız Hanefi derim, gönüllüyüm dedin de
eyi b&k mu yedin sanki ? Hı ? Ah lan memleket, ah! Ala,attin ko. mutan,
Alaatin komutan, senin sopana kurban olsun bu kafasız Hanefi, emi!..
Dedim ya, düşman bir yaman ataş altına almış ki bizi, eyi sıkıştırmakta.
Topçusu, sabahın köründen beri döver üstümüzü. Makinahları takır takır
çalışır. Gün ikindiye dönmüş, dur durak bildikleri yok deyyus çocuklarının.
Döşeme mahallesinden hem. şerim, Köşker Kemal derler, yanımdaydı. Fukara
baktı baktı da, lan dedi, hassiktirsin böyle dövüşmek, dövüşmek demek
siperde pısmak mı yahu? Eyi bunalmış. Fırladı çıktı çamurun içinden, aklı
sıra oraya buraya siperlene siperlene atasın altından çıkacak. Ne ki, daha
siperden çıkar çıkmaz, tomruk gibi biçti devirdi makinah fukarayı. Ya... Bir
de Şıhlı'lı hemşerim, bizim dağlı, Hasan Hüseyin vardı. Başka birlikten
gelmiş, aynı mangaya düşmüştük. Onu da kan tutmuş demek. On adım gide. medi
siperden öteye, başına bir havan mermisi kondu ki, gözün çıksın inşallah
gâvur. Lafın kısası, siper bir türlü, siperden çıkmak bir türlü. Ne zamandı,
bir tevatürdü yayıldı, dediler Amerikan gâvuru, bize habar salmadan çekilmiş
gitmiş. Düşman da gerimizden sarkmış, bizi kuşatmakta. Millet, Amerikan
gâvurunun anasına avradına söver ya, ne fayda. Boş yere mi demişler, ayıdan
post, gâvurdan dost olmaz diye... Amanın derler, ölün de, komoniste esir
düşmeyin, komonist, adamın derisini yüzermiş. Siperlerden fırladık,
körlemesine ataş ede ede, kâh koşarak, kâh yatıp sürünerek geri geri
çekiliriz. Çamurdan kurtulmuştuk ya, bir sevinirini bir sevinirim. Gayri
amacımız, tugay karargâhına biran önce ulaşmak. Lâkin, baktık, Çin'li gâvuru
ardımızdan da bitmiş. Süngüleri taktık, hah bre, şöyle yiğitcesine göğüs
göğüse başladık vuruşmaya. Ne ki yedi canlı sanki deyyus çocukları.
Ölümlerine saldırırlar. Kendi kendime, komünistlik n'apmış böyle bu adamlara
ki yahu derim. Afsunlamış sanki. Bilmese adam, müslüman sanır. Kuşatmayı
yardık çıktık ya, eyi de telefat verdik. Yarımızdan çoğu şehit. Tövbe tövbe,
şehit olmasına şehit ya onlar, ne yoluna, bilemem. Din yoluna desen, olamaz,
çünkü gâvura karşı gâvuru kollamaktayık. Memleketse, dünyanın öbür ucunda
kaldı. Neyse... Karargâha bir de vardık, ne var ne yok yüklenmiş kamyonlara,
taşınmakta. Komutanı momutanı kim din îermiş gayri, atladım birinin ardına,
çöktüm. Kurtuldum bre derim, demek memleketi tekrardan görmek de kısmetmiş
derim, soluklarını. Lâkin, ne kadar gittik, bilemiyorum, bindiğim kamyon
varıp bir çamurun içine saplanmaz mı? Vay ananı avradını senin çamur, iniler
iniler, çamura daha çok saplanır, îndik çamurun içine. De lan!.. Yürü lan
allahsız!.. Yürü lan gâvurun dölü!.. Yürümez. Tekerlekler üstümüzü başımızı
çamur yapar durur boşa dönerken. Dizimize kadar gömüldük çamurun içine. Lan
allahı yok çamur. Bırak lan. Bırakmaz. Ardımızda da düşman...»
Dalmış gitmiş, unutmuştu nerede olduğunu. Koredeki çamurla boğuşmasını
keyifli keyifli düşünüyordu ki, tam tepesinde bir şimşek çaktı. Gündüz gibi
etti ortalığı. Ortalık ışıyıp sönünce korkuver'di. Birden ellerini çamurun
içine sokup, fırladı kalktı.
— Lan allahsız çamur, dedi, ben senin feriştahını tepmiş çıkmışım be!
Kore'deki çamurdan da kurtulmuş olduğunu düşününce bayağı umutlanmıştı
yeniden. Hırsla arabanın kollarına yapıştı, vargücüyle ileri doğru itti. Ama
mümkünü yok, araba yerinden oynamıyor. Sarstı, salladı, geri geri çekmeğe
çalıştı. Yürümüyor. İyice yorulmuştu. Kulakları uğulduyordu, beyninin içinde
binlerce kuş ötüyordu sanki, böcekler vızıldıyordu. Gözleri kararı
kararıveriyordu, bir şeyler uçuşuyordu. Gene dayandı kaldı arabaya. Bir süre
hareketsiz durunca dehşetli üşümeye başladı. Bir şeyler yapmalıydı. Ama ne?
— Vuuuuv, dedi, dondum bre, dondum. Lan Annaşalı, dedi, postu bu pis seher
çamuruna mı bırakacağız dersin nedir? Lan İstanbul ç,amuruuu, gözünü allah
doyursun inşallah, e mi!.. Dedemi yuttun, babamı yuttun, doymadın mı lan?
Gördün mü Hasan dedeee?.. Mergup babam gördün müüüü?.. Az geliksiniz de bre,
bir kurban daha ister bu Istanbul çamuruuu?
Kurtuluş umudunu yeniden yitirmiş, artık rasgele bakıyordu ilerilere doğru.
N'olacaksa bir an önce olsa bari... Bakıyordu ki, bir an, gene birilerini
görür gibi oldu. Son bir umutla heyecanlandı. Dikeldi.
— Hey hemşerim!.. diye bağırdı.
Bağırırken de, farkında bile olmadan ellerindeki çamurları silkeledi.
Ellerini silkelerken dengesi bozuldu, tam düşüyordu, atıldı, arabanın
kollarına yapıştı telaşla ve sol ayağını çekti çıkardı çamurdan, bir karış
öteye bastı. Ne ki, pabucu çamurda kalmış, nakışlı yün çoraplarıyla basmıştı
çamura.
— Hey hemşerim, diye bağıraraktan gene yu karı doğru baktı.
Kimseler yoktu, karaltı maraltı yoktu. «Hayal mı gördüm gene, ne?» Sapıtıyor
muydu yoksa?
Yağmur, iri iri yağmağa başlamıştı. Arabanın tablasına pat pat düşüyordu.
Ellerindeki [çamurlar arabanın .orasına burasına bulaşmış, berbat etmişti.
Arada bir şimşek çaktıkça, gıcır gıcır boyalı arabanın üzerindeki çamurlar
ışıyıveriyordu hâkî hâkî. Gözlerini kırpmaksızın arabaya dikmiş, bakar
dtrrurken, birden sevindi. İri iri yağmur damlaları değ. dikçe, arabanın
orasına burasına bulaşmış çamur topaklan, yavaş yavaş çözülüyor, incecikten
akıveriyordu. «Acaba yağmur çok yağarsa, gevşer mi ki çamurlar? Çamur bir
iyice sulanınca arabayı bırakır mı? Yoksa, tanrı, hızır aleyhisselamı yağmur
kılığında mı gönderdi?» Yeniden umutlandı. Sevindi. Bardaktan boşanırcasına
yağmur yağsın istiyordu şimdi. Ellerini pantolonunun kıçına sildi, temizledi
biraz. Hani, hazırlanmağa başlamıştı. Sanki biraz sonra kurtulacakmış gibi,
hazırlanıyordu. Birden farkına vardı sol ayağının yalın olduğunun.
— Vay ağzına sıçtığımın çamuru, dedi sinirli sinirli. Birazdan gösteririm
sana, hele bekle.
Bir eliyle arabaya tutundu, ötekini çamura ras." gele daldırarak
ayakkabısını aramağa başladı. Bir yandan da habire konuşuyordu kendi
kendine.
— Lan ayakkabı... Hadi tosunum, nerdes^ı? Sesleyiver bre... Kör şeytan kör
gözüne lanet... Tövbe tövbe ...Lan akşam akşam... Nerdesin lan? Şimdi bir de
sen tüy dikme, nerdesin allahsız? Hadi gayri. Sesleyiver. Gözünün çiçeğini
sevdiğim... Hanefi emmisinin bir tanesi... Hadi, üzme gayri Hanefi emmini.
Hanefi emmin kurban olsun sana inşallah. Seninle beraber daha çook yol
gideceğiz tâ... Meşinini sevdiğimin ayakkabısı... Benim kadife meşinlim...
înatlanma... Hadi çık da, emmin yazıda yabanda yalın kalmasın, e mi? Hadi
gönünü sevdiğim, hadi gayri, eylenmeği bırak...
Bir türlü bulamıyordu ayakkabıyı. Bulamadıkça da daha çok sinirleniyordu,
îki büklüm çamuru karıştırmaktan iyice yorulmuştu. Elini beline daya.
yaraktan, biraz doğruldu. Göğe kaldırdı başını.
— Akıl diyor ki, dedi, ko git... Ko git de yalnız kalsın yazıda yabanda,
buysun ölsün deyyusun ayakkabısı. Lan bırakırım ha, dedi bağırarak. Kafamın
tasını attırma bak, Allahıma bırakır giderim!..
Yağmur iyice hızlanmıştı. Sabahki gibi gene, incecikten siyim siyim
yağıyordu. Bir an için kendi kendini aldatmıştı ya, yağmurun bir kurtuluş
olabileceğine inanamıyordu. Arabası çakılmış kalmıştı çamura, ayakkabısının
bir tekini de yitirmişti üste. lik. Şimdi de yağmur başlamıştı. Dehşetli
üşüyordu. Yağmur, ensesinden içeri sızı sızıveriyor, donduruyordu.
Umutsuzdu. Yorgundu. Birden başı döndü, kapaklamverdi arabanın üzerine, îç
çeke çeke ağlamağa başladı. Hem ağlıyor, hem de kendi kendine kahrederekten
pısır pısır konuşuyordu.
— Bre akılsız Hanefiii, şimdi eve bir de yalın varırsan, ne demez avrat
sana? Bre akılsız, bre
akıl fukarasın, demez mi, der. Ah essek kafalı, ah. Avrat sözü dinleme de,
gölüğünün çocuğunun son güvencesini götür kurda kuşa yem et ha... Oh olsun
sana lan.. Hadi gayri, var avradın yanına da. de bakalım, nasılmış kurtuluş?
De bir bir, ki avrat da seni bir alkışlasın, bir alkışlasın... Lan essek
kafalı, lan aptal... Tövbe mi? Tövbe ki, ne tövbe... Tövbe kaç para eder ki?
îş işten geçti gayri oğlum. Kurtuluş murtuluş yok sana. Burada zıbarıp
gidersin, leşin kokar da, kimsenin haban bile olmaz, bildin mi? Vay anam
vay, beni bunun için mi doğurduydun ki bre... Hay ağzının ortasına sıçayım e
mi, böyle yaşamanın? Hay ağzına sıçtığının. Hay babasının ağzına sıçtığımın
çamuruuu... Lan senin Allahmı kitabını ikiyim...
Birden pişman olmuş, tövbe çıkarıyordu ki, tâ yanıbaşından bir ses;
— Orda durmuş, öyle kendi kendinle ne konuşuyorsun be? dedi. Evine niçin
gitmiyorsun?
«O da kim?» Tâ yanıbaşma kadar biri gelmiş de, nasıl farkına varmamış?
«Evime mi niçin gitmiyormuşum? Duydun mu lan Hanefi, yoksa bu da hayal mayal
mı?» Yitip gitmesinden korkarak, göz ucuyla baktı bir. Yanıbaşmda biri
duruyordu. Sevindi. «Duydun mu kız Eliiif, dedi içinden, Allah hızar
aleyhiselamı gönderdi herifine. Duydun mu kıuz?»
— Allah gönderdi seni bana, dedi dikelerek, Tövbe yarabbi, tövbe, dedi
usulca ve ardından dua okumağa başladı. «Eşşediennailahiillalllahveeşge.»
— Ne dedin, ne dedin hele? dedi ses. Beni Al., lah mı göndermiş sana? Hadi
canım sen de ordan.
Tam karşısına geçmiş, çömelmiş oturmuştu çayırların üzerine. Arada bir
şimşek çaktıkça, gözlüklerinin camları ışıl ışıl parlıyordu. Düzgünce
katlanmış, sarılmış şemsiyesini bir baston gibi bacakları, nm arasından yere
dayamış, iki eliyle abanmıştı tutamağına. Hasta gibiydi. Sarhoş gibiydi ya
da.
— Niye karanlık her yer bugün böyle? Işıkları niçin söndürmüşler acaba,
biliyor musunuz?
Bir an kuşkulanmıştı Hanefi, Acaba? «Hızır mızır değil mi yoksa?» Camlan
ıslandığı için olacak, demek karşısındakini iyi göremiyordu ki, iki de
buyanlarından tutup gözlüğünü düzeltiyordu adam. Fötr şapkasının yanları,
yağmurdan iyice aşağı sarkmıştı. «Hızır mızır değil de, sarhoşun biri mi
yok. sa?»
— Bre efendi, halımı görmez misin sanki? Ben mi söndürdüm ki, bana sorarsın
ışıkları? Görmez misin, yalvarır dururum Allaha akşamdan beri, yalvarırım
ki, bir hızır göndersin de, beni şu çamur zıkkımından kurtarsın.
Kuşkuyla süzüyordu adamı. «Hızırlar, ben hızırım der mi ki acep?»
— Bizim gençliğimizde kendi kendine konuşana deli derlerdi. Fakat, amma da
garip olmuş dünya son günlerde ha... Sokağa çıkıyorum, bakıyorum herkes
kendi kendine konuşup duruyor. Milletin dudakları kıpır kıpır. Kimsenin
kimseye güveni kalmamış demek, en yakın bildiğine bile derdini açamıyor da,
kendi kendine söyleşip duruyor.
— Benimkisi çaresizlikten bre efendi baba. Bilirdim bilmesine ya, kör şeytan
gözümü bağlayıverdi işte. Bağlayıverdi de, tam sapaktan sapmam gerekirken,
sapamadım, vanp şu çamur belâsının içL ne daldım. Ondan konuşurum kendi
kendimlen işte. Kendi kendimi lanetler dururum. Allaha yalvarırım bir yandan
da, bir hızır göndersin diye. Araba almıştım bugün efendi baba. Ya... Aha,
şu arabayı, gördün mü? Gayri seyyar satıcılık yapacaktım da, kendi kontuma
bir iş tutacaktım. Hani yetti artık el kapısın...
— Nasıl denir bilmem ki, öylesine karmaşıklaştı ki dünya yüzyılımızda, artık
insanın, çevresindeki her olgunun bilincine varması, varabilmesi, öyle kolay
kolay mümkün olamıyor bence. Dolayısıyla da, ister istemez bilinçaltına
itiliyor bir dolu şey. Yani ilk çağlardaki insanla, bugünün insanı arasında,
bilinçaltı doluluğu bakımından öylesine büyük bir fark var ki. Bugünün
insanı, kontrol altına alamadığı, hatta bilemediği bilinçaltı dürtülerinin
bir çeşit esiri. Bana sorarsanız, günümüz insanının, hele hele bizlerin,
böyle olur olmaz yerde kendi kendine konuşması, işte bu lüzumundan fazla
bilinçaltı dolmasmdandır. Yani insanlar, artık gündüzleri de, yürürken bile,
rüya görüyorlar. Bir çeşit rüya görüyorlar. Daha başka bir deyimle,
günümüzdeki bir takım görünmez baskılar, yani uygarlığın beraberin de
getirdiği sınırlamalar, ama hangi uygarlığın diyeceksin, tabii sermaye ve
makina uygarlığının sınırlamaları, tutuklamaları, kontrolleri artık
insanlardaki halisinasyonlann çoğalmasını zorunlu kılıyor. —Tam cümlesini
bitirmişti ki sesli sesli geğiri. verdi, «affedersiniz» dedi, yutkundu,
yeniden başladı konuşmağa.— Keratanın getirdiği pilaki ekşimişti. Dedim
demesine ya, yemin billah etti bugün yapıldı diye. Demek o da, toplum adına
benden intikam aldı. —Gülüverdi sesli sesli.— Bak, dokundu işte mideme.
Eskiden böyle miydim ya ? Sabahlara kadar içerdim, ne bulursam yerdim de,
vız gelirdi, bana mısın bile demezdi. O zamanlar dostlarımız da çoktu,
şimdiki gibi mi, her akşam bir yere davetli olurduk. Bilmem, siz de hoşlanır
mısınız? Ben rakı sofrası sohbetine bayılırım. Hani, sofranın öyle fazla
ahım şahıs olması da şart değil. Biraz beyaz pey nir, biraz salata,
mevsimiyse biraz lakerda, tamam. Yeter. Ama nicedir ağzımı süremiyorum
içkiye falan. Doktorlar yasakladılar. Asabi tansiyonum yüksek. Sinirlerimin
bozukluğundan gastritim var. Damar sertliği başlamış. Kalp de bir iki kere
yokladı. Uygarlıktan mıdır, ihtiyarlıktan mıdır işte... Ama bugün
dayanamadım, iki kadeh içtim. İçtim ya, bak, nasıl da kulaklarım uğulduyor,
başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Sanki niçin içtim bugün? Biliyor musun
niçin içtim? Nereden bilecekmişsin...
Birden süsuverdi. Şemsiyenin tutamağını sıkı sıkı kavramış ellerinin üzerine
yatırdı başını. Ardından esen karayelin, ensesini, bir mordiken çalısı
dahyormuş gibi arada bir soğuk soğuk tırmalayıvermesi, hoşuna gidiyor, derin
derin soluk alıyordu. Hanefi, bir an beklemiş, ama çekip gitmesinden
korktuğu için hemen konuşmağa başlamıştı. «Ya hızır. sa... Derdini söylemedi
diye çekip giderse ya...»
— Efendi baba, Allah seni bana gönderik ya, gayri korkmam, bildin mi? Var
ihtiyar ol istersen, geldin ya bir kez Hanefi kulunun yanına. Yeter. Toros
köylüklerindenim ben efendi baba, Çukurovah sayılırım esasta. Bizim oraların
adamı, sırrına eremedi mi bir şeyin, hemen Allahtan alır öcünü. AUahmdan
kitabından başlar hemen. Hani sorarsan bana, ne ki, içinde kötülük yoktur
Çukurova adamının. Yaaa efendi baba, ben de çok sövmüşümdür sövmesine, amma
bil ki, hiç kötülük yoktur içimde. Üstelik yemin sana, bundan böyle AHaha
kitaba sövmek mi, tövbe,. Seni bana gönderik ya Allah şu dar günümde, tövbe
gayri. Hanefi akılsızı kulum da, yalnız kalmasın yazıda yabanda demiş de,
seni göndermiş, senin gibi bir piri faniyi göndermiş ki, gayri kurban
olayım, emi... Tövbe, bir daha mı. Hadi efendi baba, kurtar gayri şu aptal
kulunu. Tabii sende akıl tomarladır. Hanefi aptalı gibi mi, sendeki akıl,
breh breh breh... Bildin mi, derdim nedir? Bilmez olur muymuşsun. Ya işte
efendi baba, benim Elif avrat çok dediydi aHşam ya, ne ki bizde kancık sözü
dinlemek erkek meşrebine sığmaz, ondan kulağasmadıydıftı. Eyi kötü bir
işçiydim bir dökümhanede bre efendi baba, ama ne ki, şeytan dürttü bir kez,
iş zor para az. Dedim kendi kendime, ben çalışacam, başkası yiyecek,
dürtüyüm öyle işin içine. Adam dediğinin kendi kontuna bir işi olmalı en
iyisi. Vurdum çıktıydım işten. Hani araba alacaktım da, esnaf olacaktım,
kurtulacaktım göya. Hökümet zam mı yaptı, ben de zam yapacaktım aklım sıra
yani, kurtuluşu kolay yoldan aradıydım. Lâkin gördüğün gibi efendi baba, bu
kafayla daha ilk akşamdan vardım, bir dehşetli bokun içine saplandım ki...
Gayri kurtar kendini bu çamurdan kurtarabilirsen...
Hanefi daha sözünü bitirmemişti, «'beni kurtarırsan, sen kurtarırsın, kurtar
beni hadi» diyecekti, bu çamurdan nasıl kurtulunulur, bir yol göstersin
isteyecekti ki, ihtiyar adam yavaş yavaş doğrulttu başını, dik dik Hanefiye
taraf bakmağa başladı. Hanefi korktu, şıp diye sustu. Kötü bir söz mü
etmişti acaba? Yoksa, derdini zaten biliyordu da, kalkıp kurtaracak mıydı?
Gözlerini adamın üzerine dikmiş, öyle bekliyordu. Gene sağ eliyle
yanlarından tutup, gözlüğünü düzeltti adam. Kendisini, sanki ilk kez
görüyormuş gibi bakıyordu. Siyim siyim yağan yağmurun altında telâşsız,
güvenli, umut vererekten bakıyordu Hanefiye. «Yoksa kalkıp kurtaracak
mıydı?» İyice heyecanlanmıştı Hanefi. Acele acele yeniden konuşmağa başladı.
— Akşamdan beri gayri telaşlanmalardır ki çoluk çocuk efendi baba, yağmur
mağmur demeyip, mutlak kapının önüne çıkmış bekliyorlardır beni. Ya... Heç
akıllarına mı gelir ki, babalan bir kurşun atımı ötede, .çamura saplanıp
kalık olsun. Hadi benim hızır babam ...Hadi kurban olduğum, bir akıl ver
bana... Bir akıl ver, nasıl kurtulurum bu çamurdan? Bu boktan nasıl çıkarım?
Umutla bekledi adamın konuşmasını.
— Afedersiniz, dedi adam tane tane, bu yoldan bizim eve gidilebilir mi?
Burası neresi? •—Sonra birden hatırlamış gibi—, tamam tamam —dedi—, sen şu
kendi kendine konuşan adamsın, değil mi? Ni. cin kendi kendine konuşuyordun
yahu, söylemedin.
—Bir an sustu gene, derin derin soludu— Gerçekten, artık içkiye
dayanamıyorum demek, —dedi—. ihtiyarladım. Bak, sinirlerimi gevşetiverdi,
perişan etti içki. Hani nerdeyse ağlayacağım şurada. Oysa, insanoğlunun acze
düşüp ağlaması, bence alçalmasıdır. Ağlamayacaksın yani. Ne olursa olsun,
ağlamaya, çaksın insan olduğunun bilincindeysen. Ben ağlıyor muyum? însan
niçin ağlar öyleyse? Ağlamak, bence bir bilinç zayıflığıdır, ucuz bir duygu
gösterisidir. Aciz adamlar, daha doğrusu, adamlığın gereklerini yerine
getiremiyen, hatta gereklerin neler olduğunu bilmeyen kişiler ,hemen
ağlarlar zora geldiler mi. Oysa, insan için çözülmiyecek bir soru var mıdır
yeryüzünde? Yoktur. Unutma, her sorunun cevabı da birlikte oluşur. Yani,
insanoğlunun çözemiyeceği bir soru yaratılmamıştır yeryüzünde, çünkü
insanoğlu her soruyu çözebilecek güçtedir.
— Hızır baba, hızır baba, daha açık konuş bre. Kurban olduğum, Hanefi
aptalında nerde o akıl ki, bilmez gibi sen de... Hadi diyelim gücün kuwatur
yetmez, bari bir akıl ver, bu çamurdan nasıl kurtulurum? Aklın da yok değil
ya?..
— Ne demiş Yunus? Bir ben var .benden içeri1 demiş. Ne demek bu? Yaa, işte
düğüm burada. Yani insanoğlunun gücünün bilincine varması demek. Yalnız,
insanoğlunun kendi bilincine varması da öyle kolak kolay mümkün değil ha.
Adamın kendi kendisiyle dövüşmesi gerekli. Yani adam dediğin, bir adam
olabilmek için kendi içindeki beni buluncaya kadar kendi kendisiyle
dövüşecek. Kendi içinde bir devrim yapacak.
— Dövüşmek mi dersin hızır baba? Bre hızır "baba, kendimi bildim bileli
dövüşürüm bre... Hem de yalnız ben mi ki? Dedem rahmatlık, doksanüç harbinde
dövüşmüş. Babam rahmatlık Enver paşanın yanında enverî askeri olmuş da,
Sarıkamışta dövüşmüş. Daha sonra İsmet paşanın yanında dövüşmüş Yunana
karsı. En son ben dövüştüm. Kore'de komonist gâvurunlan dövüştüm bre Hızır
baba. Yetmedi mi bre?..
Başını oynattıkça bir yanı ışıldayıveren gözlü, günü gene sağ eliyle
düzelterek uzun uzun baktı Hanefiye. Gök şimşeklendikçe apak gözüken pos
bıyıkları, çenesini tekmil gölgelendiriyordu. Yüzünün derileri kat kat
sarkmıştı. Gülümsüyor gibiydi Ha nefiye bakarken. Umut veriyor gibiydi.
«Hızır bu, hızır. Mutlak hızır. Bıyıklarına baksana, apak olmuş hızır
bıyığı. Allah gönderdi bunu bilmem mi, hızır aleyhiselâm bu. Hilâfsız hızır.
Hızır olmasa, üşümez mi bre bu yağmurun altında? Elinde şemsiyesi varıp
durur da, bana mısın demez yağmura, açmaz, görmez misin? Lâkin akılsız
Hanefi, nerde o kafa ki sende, dediklerine akıl erdirebüesin. Bir anlasan
tılsımını, heç kuşkun olmasın, dehler çı karsın ya, iş, tılsımı anlamakta.
Hele hele biraz daha yalvar bakalım.»
Ağlamayı düşündü bir ara Hanefi, ama «ağlamayacaksın» demişti hızır. Nasıl
yalvarsa ki? Köyünü mü anlatsa? En iyisi yeniden çotuğunu çocuğunu
anlatmaktı. Tam çoluğunu çocuğunu anlatmağa karar vermişti, adam konuşmağa
başladı.
«Hele eyi dinle.»
— Seni sevdim ben, dedi adam.
«Duydun mu lan Hanefi, seni sevdim dedi değil mi hızır? Duydun mu lan, hızır
beni sevmiş. Yasşa be, kurtulduk demek.»
— Mert bir insana benzersin sen. Daha doğrusu, o iki yüzlü çıyanlardan
değilsin. Niçin ama? Dejenere bir burjuva değilsin de, ondan, tabii. Biz
burjuvalar, en büyük kötülüğü gene bir burjuvadan görürüz. Bak, sorayım
şimdi sana, niçin içtim bugün ben? Çevremdeki o pis burjuva iki
yüzülülüğünden kurtulmak için. O pis burjuva duygululuğundan uzak kalmak
için. Hatta, belki de, kendi kendimden kaçmak için içtim. Ne bileyim ben,
içersem kurtulur. muşum gibi geldi bana. Hani gençliğimizde öyle yapardık.
Bir sıkıntımız mı var, bunalıyor muyuz, hemen içkiye vururduk kendimizi,
filimi koparırdık, tamam. Deşarj olurduk sözün gelişi, bilinçaltımız bir
parça da olsa, kısa bir süre için de olsa, rahatlardı. Ama gel gör ki,
yaşlanınca insanoğlu, artık içkiyle miçkiyle de kurtaramazmış meğer kendini.
Biyolojik olanakları elvermezmiş meğer. Bak, iki kadeh içtim, kulaklarım
uğulduyor, başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Yolumu yordamımı şaşırdım.
Evime nasıl varırım, hatta evim nerededir, onu bile bilemiyorum. Hani, zil
zurna sarhoş muyum? Asla. Aklım başımda henüz de, ne ki, toparlayamıyorum.
Doğruyu söylemek gerekirse, aslında ağlamak istiyorum şimdi. Ama dedim ya,
bir kere karar vermişim ağlamak, in sanoğlunun acze düştüğünü
kabullenmesidir diye.
Dolayısıyla alçalmasıdır diye. Ama sen öyle misin ya?.. Sen istersen şimdi
doya doya ağlayabilirsin.
— Yani şimdi ağlarsam kurtulur muyum? Hele hızır baba, sen bir yol daha açık
söyleyiver hele.
— Ağlayınca kurtulmak mı? Kimsin sen, ne iş yaparsın ?
— Dedim ya Hızır baba, Toros dağlıklarındanım, Çukurovalı sayılırım.
Annaşalı Hanefi derler bana. Duymuşluğun var mı Annaşayı?
— Çoluğun çocuğun da var mı bari Hanefi?
— Tövbe ...AHahın emaneti bize onlar Hızır baba, üç oğlan, bir kız.
Ellerinden öperler. Hele bir Hasan oğlum var ki, gözümün çiçeği. Şimdi
kapının önüne çıkmışlardır da mutlak, gayri mızırdanmaya bile başlamışlardır
babamız nerde kaldı diye. Ya...
— Benim de bir oğlum vardı. Allah kahretsin, gördün mü, söylemiyecektim güya
kimselere. Kendi kendime and içmiştim, bu akşam bu konuda konuşmak yok diye.
Ama gördün mü işte, ağzımdan kaçırıverdim. Dedim ya içki sinirlerimi perişan
etti. îki kadeh içtim, gevşeyiverdi her yanım. Yaa, Hanefi kardeşim, benim
de bir oğlum vardı bir zamanlar. Aylardır yüzünü görmüyordum, bu sabah
gazetede okudum. Resmini de basmışlardı. Nurhak dağlarında, çatışmada ölmüş.
Belki sen de okumuşsundur.
— Benim okumam yazmam yok ki, dedi Hanefi acele acele ihtiyarın sözünü
kesip.
— Sabah gazeteyi açar açmaz dondum kaldım. N'aptım sonra, bildiğim mi var?
Sersem sersem dolaşırım. Ağlayabilsem, belki daha iyi, belki biraz
rahatlarını, ama ağlayamıyorum. Çünkü biliyorum, ne oğlum acze düşmüştü, ne
de ben düştüm. Öyleyse alçaklaşamam. Hakkım yok.
Birden sustu ihtiyar.
«Acaba ne. demek ki oğlu ölmek? Yoksa Kasanıma bir şeyler oldu da, beni mi
alıştırır bu Hızır?»
Şemsiyeye dayanarak biraz doğruldu, gözlüklerini düzeltti gene ve hemen
konuşmasına devam etti.
— Siz köylüler var ya, siz, hani daha tamyamıyoruz sizleri gerektiğince ama,
gene de doğrusu hayranım sizlere. Cervantes Türkiye'de yaşasaydı, eminim, on
Donkişot daha yazardı sizlere bakardı da. Bence her biriniz ayrı bir
Donkişotsunuz. Tek başına yeldeğirmenlerine saldırmaktan çekinmeyecek,
korkmayacak kadar yürekli ve yiğit birer Donkişotsunuz. Ne demek, sen çık
köyden, mutluluğa kavuşabilmek için, bilmediğin diyarlara yürü ve şehir
denilen canavarın üzerine saldır. Şehir, öyle beri benzer bir yeldeğirmeni
mi ki üstelik? Her köşesi bir başka canavar. Kolay mı ? Hani ben bu kadar
farkındayım da, saldırabilir miyim? Mümkün mü? Ama diyeceksin, şehir denilen
yeldeğirmenleri, kanatlarıyla çarpıp çarpıp, şimdilik kolayca altediliyorlar
sizleri. Olsun. Ne ki unutma, savaşın nasıl kazanılabileceği, ancak
savaşılarak öğrenilebilir.
Sözünü bitirir bitirmez, yekindi kalktı ihtiyar adam. Fötr şapkasının
tepesindeki çukurda birikmiş sular, kalkar kalkmaz, şarr diye sırtından
aşağı aktı. Bir süre şemsiyesine dayandı durdu. Gene gözlüklerini düzeltti.
Uzun uzun süzdü Hanefi'yi.
— Suçlusu ben miyim acaba oğlumun ? dedi sonra tane tane.
Şöyle bir an durdu durmadı.
— Haydi eyvallah Donkişot —dedi, elini salladı—. Elbet bir gün, yalnız
Donkişotluğun yetmediğini de öğreneceksinizdir, eminim.
Şemsiyesine dayana dayana, bayır aşağı yürümeğe başladı.
«Ne dedi, ne dedi? Donkişot da ne demek ki acep?»
Bir solukta karanlıklara dalmış, gözden yitmiş gitmişti.
— Hızır babaaa, Hızır babaaaa, diye bağırdı var gücüyle ardından Hanefi.
Hele dur hele!.. Hele söyle bre!.. Hızır babaaaa!..
Aceleyle uzandı, arabanın tablasında ön tarafta duran boz demirden deve
çanını aldı.
— Hızır babaaaaa!.. Hele var da, biraz daha açık söyle bre!..
Halkasından tuttu, vargücüyle sallamağa başladı çanı. Çıngıl, çıngıl,
çıngıl, çıngıl!..
— Hızır babaaaaa!.. Hele dur heleî.^ Çıngıl, çıngıl, çıngıl, çıngıl,
çıngıl!...
— Hızır babaaaaaa!..