Ağzında sigarası, önündeki aygıta durmadan bir şeyler yazıyor Signor
Katerinov. Gerçi sınıfta sigara içmek yasak, ama böyle şeylere aldırış
ettiği yok onun. Az sonra bir düğmeye basıyor; ardındaki dev boyutlu ekran,
yeni fiil çekimleriyle dolu: Fui, fosti, fu... Nasılsa, yanımda oturan genç
kıza ilişiyor gözüm; ekranda yazılı sözcüklerden birini atlasa, üzüntüden
kahrolacak sanki! Keçe uçlu renkli kalemlerle, kimi sözcüklerin altını
kırmızı, mavi, yeşil, vb. habire çizip duruyor; her şey büyük bir düzen
içinde. Belli etmeden yüzüne bakıyorum; halka halka ve mosmor olmuş
gözlerinin altı. Besbelli, sabaha kadar uykusuz ve çılgınca bir gece
geçirmiş. Zaten, dizkapağının bir hayli üstüne çıkan etekliği ve sutyensiz
göğsü ile haplarını aksatmadan aldığı her halinden belli oluyor.
Perugiada, yabancılar için dil eğitimi yapan okulun sınıfında en fazla otuz kişiyiz. Etiyopya, Sudan ve Cezayirden gelen birkaç kişi sayılmazsa, öğrencilerin büyük bir bölümünü Kuzey Avrupa ülkelerinden gelen gençler oluşturuyor. Hepsi insan azmanı! Bu kez de, az ileride oturan genç oğlana takılıyor gözüm; yanımdaki kızdan farkı yok. Bir ilkokul çocuğunun safiyetiyle, fermuarlı kalemkutusuna renkli kalemlerini sıralamış; durmadan yazıyor. Sıraya sığmakta güçlük çektiği için, çıplak ayağını da öne doğru uzatmış; göğüs hizasından düğümlediği gömleğin altında kalan bronzlaşmış beli ise, en masum aile kızlarını bile baştan çıkaracak denli erotik! Birdenbire Signor Katerinov’un sorusuyla uyanıyorum: “Trapassato remoto’ya geldik; essere fiilini kim çekecek?” Daha o gece seviştiklerinden kuşku duymadığım tüm gençlerin eli havada. Şaşırıyorum; ancak, seksle görev bilincinin barışçıl işbirliği karşısında, saygıyla bütünleşen bir şaşkınlık bu.
Az sonra teneffüse çıkıyoruz; ‘bluejean’lerinin arka cebinde, Hesse’nin buruş buruş olmuş bir kitabı. Parkta, kafeteryada, otobüste, vb. her yerde ve her zaman okunduğu belli oluyor. Tuhaf bir duyguyla kaplanıyor içim; düpedüz imreniyorum bu gençlere.
Avşada, kumsalla yolun kesiştiği yerde oturmuş, biramı yudumlarken, yok yere takılmadı bu konu kafama. Her şey, körelmiş kalem için gereken bir kalemtıraşla başladı. Gerçi daha önceki yıllardan, koskoca adada bir tek kitapçı bile olmadığını biliyordum; ama kalemtıraş da yoktu burada! Adanın altını üstüne getirdim; boşuna. Peki, hiç mi kalem gerekmiyordu bu insanlara! En azından, bakkal ve manavlar nasıl yapıyorlardı hesaplarını? Hadi hepsinin elektronik bir hesap makinesi vardı diyelim; ya marangozlar! Suntayı ne ile işaretliyordu bu adamlar? Neyse, en sonunda kışın kırtasiye gereçleri satan bir bakkal buldum; adamcağız, ne kadar makarna ve hazır çorba paketi varsa, hepsini yerle bir ettikten sonra, her nasılsa köşede kalmış bir tane buldu nihayet. Doğrusu ya, bunca sıkıntıya niçin katlandığını pek anlayamadan ayrıldım dükkandan, kalemtıraş yüz liraydı çünkü!
Kitap ve kalemle ilgisi olmayanların yaşadığı bu adada, birden kumsala takıldı gözüm; çevreye daha eleştirel bir tavırla bakmaya karar verdim. Önümdeki kumsalda, vücutlarının en çarpıcı kısımlarını ortaya çıkaran lasteks mayolarıyla, yüzlerce genç kız ve oğlan, sere serpe uzanmış güneşleniyorlardı. Plaj torbalarının içine bakmaya bile gerek yoktu; yabancı marka bir sigara, güneş sütü ve havlu; kitap şöyle dursun, dergi ve gazeteye bile el sürmemeye yemin etmişlerdi sanki! Bitmedi; kesin olan bir şey daha vardı: Sıcak kum ve denizin etkisiyle, kanı güneşten daha fazla kaynayan bu gençlerin, aklı fikri hep oradaydı; ve kan dolaşımı asla belden yukarı çıkmıyordu! Boyutları "ifrazat la sınırlı bir aşkın ardına düşmüş olan bu insanların çoğu, bir liraya geceledikleri kıytırık somyalarla, çaplarına en uygun aksesuarı da bulmuşlardı nasılsa!
İçim karardı; arkaya kulak kabarttım bu kez. Kahveden bozma birahanede, Emel Sayının şarkısına videodaki İnek Şabanın sesi karışıyordu. Az ötede ise, yine genç kız ve oğlanlar, Elif Ananın kıymasız kıymalı böreğini almak üzere sıraya girmiş, itişip kakışıyorlardı. Fırının duvarına biraz daha dikkatli bakınca, en seksi dudak büzüşüyle poz veren Kibariye'nin posterine çarptı gözüm: “Bu Akşam ve Her Akşam Sizlerle”. Demek ki, hala modası geçmemiş dedim kendi kendime.
Elbette nedensiz değil bu; gereksiz baskılarla cinselliğin böylesine aşağılandığı bir toplumda, yasağın albenisi, ilk fırsatta diğer insani etkinlikleri gölgeliyor hep. Şiirle,müzikle,resimle cinsellik bir türlü yan yana gelemiyor. Sevişme, doğal ve her vesileyle tadını çıkaracağımız bir zevk değil, aklı başında olan insanın asla oralı olmaması gereken hayvani bir edim sanki! Oysa, birtakım bağnazca telkinlerin etkisiyle örtünüp kapandıkça, gitgide ön plana çıkan cinsellik, aslında pekala onunla birlikte yaşamın öteki alanlarında da tadına varabileceğimiz tüm zevkleri silip süpürüyor sonunda. Dahası genç kızlar ne ölçüde kapanırlarsa, kendilerini o oranda erkeklerin "haz objesi’ ne dönüştürdüklerinin ayrımında değiller mi acaba? Yaşamı boyunca on roman okumamış bir kişi, bizzat kendi eliyle sevişmenin canına okumaz mı? Yeri ve zamanı ayrı da olsa, bir Çehov yahut Kafka’dan alınan zevk, karşı cinsin vereceği hazdan daha mı azdır? Apaçık: Plaj çantasına kitap koymayı düşünemeyenler için aşk yok, bulduğu yerde, yapma vardır. Nitekim, böyleleri karşı tarafın gönül rızası ile de yatağa girmiş olsalar, sevişmelerinin "bir ileri, bir geri"ye indirgenmiş iç mantığı, “Halime’yi samanlıkta bastılar” anlayışından farklı değildir pek!
Oysa, Perugiadaki gençler de, en az Avşa’da birbirini dikizleyenler kadar seksi önemsiyor; üstelik hiçbir sınır tanımadan doludizgin yaşıyorlardı onu. Ama bu, ne okumalarını, ne de yapmaları gereken işi engelliyordu. Çünkü, İsa’nın eşcinsel olup olmadığını kilisede papazlarla tartışabilecek denli özgür bir toplumun üyesiydi onlar. Yaptıkları, uğrunda her türlü entelektüel etkinliği bir yana itecek kadar özveride bulunmaları gereken bir şey değildi ki, Siddhartha’dan yorulunca İtalyanca çalışıyor, jambonlu pizzadan sonra da, canı sevgilisini çekiyorsa, sıkılmadan yatağa girip kıyasıya sevişiyordu. Bütün konu, cinselliğin cayılmaz tadını, uyumlu ve dengeli bir biçimde, insanca yaşamaya katık etmiş olmalarıydı.
Önümde duran delikanlıya bakıyorum. Çevrede fink atan kızlardan birinin elini tutacak olsa, daracık mayosuyla güç durumda kalıp, derhal yüzükoyun yatmak zorunda kalacak kumsala. Hadi Avşa’da okunmuyor diyelim; peki, kışın çok mu farklıydı yaşamı? Küçük Emrah'tan Adnan Saygun’a, ağlayan çocuk posterinden Adnan Varıncaya, fotoromandan Orhan Pamuk’a geçebilmek için en ufak bir çaba gösterdi mi acaba. Gazete ve dergilere göz gezdiriyorum; 1960'lılar arasından düşünce üretimine katkıda bulunabilen bir tek genç çıkmıyor, ya da yok denecek kadar az! Oysa, büyüklerin en fazla gereksinme duyduğu şey onların eleştirileridir; çünkü, kültür yaşamı genç kuşakların üretken huzursuzluğu ile silkelenip tazelenmeyen bir ülke, eninde sonunda kokuşmaya mahkûmdur. Fazla öteye gitmeyelim: Bugün yirmisini süren kuşak, 1980’lere biraz daha hazırlıklı gelmiş olsaydı, acaba YÖK engizitörleri böylesine kolay cirit atabilirler miydi ortalıkta!
Az sonra, içi tepeleme dolu bir yolcu teknesi geçiyor karşıdan; az gayret edip, biraz daha kıyıya yaklaşsa karaya oturacak. Kaptan köşkünde, klarnet ve darbuka eşliğinde göbek atan bir eşcinsel; beline doladığı kırmızı şalla, değme dansözlere taş çıkarırcasına kıvırıyor da kıvırıyor! Aşağıda kendini kaptıran gençler ise, elleriyle tempo tutup, göbek atıyorlar durmadan. İlk gördüğümde çok şaşırmıştım; şimdi biliyorum: Açıkhava bahçesinde sazlı sözlü eğlence var bu akşam. Açıkçası, yöneticilerin depolitizasyon konusunda bunca duyarlı davranıp, telaşa kapılmalarını hiç anlayamıyorum ben; çevrelerine şöyle bir dikkatlice baksalar, isteseler bile bu gençleri politize edemeyeceklerini anlarlar zaten.
Elbet yalnızca Avşaya özgü bir durum değil bu; diğer tatil yörelerinde de, üç aşağı beş yukarı, hep aynı şey yaşanıyor. Hatta Bodrumdan Fethiye’ye kadar uzanan sahil şeridinde daha da içler acısı bir durum söz konusu. Yabancı dilde iki sözcüğü yan yana getiremeyen boğa gibi genç, Brigitte'yi, Ursula’yı ayartma peşinde. Kız bir razı olsa, erkek neymiş görecek! Oysa kız yatsa bile, Türk mutfağını tadar gibi yapıyor bunu. Ursula ya da arkadaşının kanıtlayacağı bir şey yok ki; hoşlandığı için beraber olmayı kabul etmiş sadece; ama Ahmet öyle değil, düpedüz sınav veriyor o! Zorlanıp, üç günde posası çıksa bile gık demiyor; ne olursa olsun, karbonhidrat ve soğanla beslenen Türk erkeğinin gücü karşısında dize gelip, pes etmeli Ursula! Hem sonra, bol içkili muhabbet sofralarında, bire on katarak, ballandıra ballandıra anlatacağı bu anılar da olmasa, aralarında konuşacakları ne var ki!
Apaçık; Batıdaki gencin cinsel rahatlığıyla da sorunsuz cinsel yaşamı, yaşamın tüm alanlarında elde ettiği bir özgürlüğün sonucu. Dolayısıyla, Fethiyede Ahmet’le sevişen Ursula için orada kapanan olay, Ahmet için aylarca sohbet malzemesi olabiliyor. Biri onu da tadıyor; diğeri ise onunla yaşıyor ancak.
işin en ilginç yanı, bu gençler kırk elli yaşına geldiğinde de, değişen pek bir şey olmayacak. Nitekim, o zaman da altı sözcükten oluşan bir tümce kurmakta sıkıntı çektikleri halde, seçtikleri mesleğe göre, güçlerinin yettiğine sulanacaklar hep. Andropoz bunalımı ile gençlik heyecanını birbirine karıştıran bu yaşlıları hepimiz tanımıyor muyuz?
Bira bitti; aklım hala, Perugia’da. Dersin sona erdiğini bildiren zil çalıyor. Az sonra karşıdaki lokalde yerlerini alan gençler, pizza ve Chianti ile yaklaşan geceye hazırlanıyorlar. Arkada Celentano'nun sesi: "Chi non lavora, non fa l’amore." [1]
[1] Çalışmayana aşk yok 152