(İlk olarak Nisan 1845'te American (Whig) Review'da, sonra 1 Kasıın 1845'te
The Broadway Journal'de yayımlanmıştır.
Öykünün konusu, hiyeroglifin şifresinin çözülmesine olanak sağlayan Reşit
Taşı'nın (Rosette Stone) 1799'daki keşfinden sonra doruğuna çıkan eski
Mısır'la ilgili konular karşısında gösterilen çılgınca ilgidir.
Öykünün kaynakları arasında George Robins Gliddon'un Nisan 1843'te New
World'da yayımlanan "Ancient Egypt"ı, 21 Aralık 184l'de New York Tri-bune'de
yayımlanan ve John Gardner Wilkonson'un "Manners and Customs at the Ancient
Egyptians"ını eleştiren bir makale, Ippolito Rosellini'nin benzer bir kitabı
(1840), imzasız olarak yayımlanan "Egyptian history deduced from monuments
still in existence" (1841) ile Encyclopedia Americana'daki mumyalar ve
mumyalama ile ilgili makaleleri sayabiliriz.)
Önceki akşamki içki alemi sinirlerimi bir parça germişti. Başım fena halde
ağrıyor, gözlerimden uyku akıyordu. Bu yüzden, önceden niyetlendiğim gibi
gece dışarı çıkmaktansa, birkaç lokma birşey atıştırıp erkenden yatmanın
daha iyi olacağını düşündüm.
Tabii ki hafif bir yemek. Gal tavşanına1 bayılınm. Bir defada bir libreden2
fazla yenmesi her zaman pek tavsiye edilmeyebilir. Ama yine de, iki libreye
de çok ciddi bir şekilde karşı çıkılamaz. Ve gerçekten iki ile üç arasında
sadece bir birimlik fark vardır. Belki dördü bile yemeye kalktşmışımdır.
Karım, bunun beş olduğunu iddia edecektir; -ama iki farklı şeyi birbirine
ka-nştırdığı çok açık. Soyut beş rakamını kabul etmeye hazırım, ama somut
olarak bu rakam Brown Stout3 sişeleriyle ilişkilidir ki, sos niyetine bu
içki olmadan, Gal tavşanından kaçınmak gerekir.
Böyle hafif şekilde atıştırdıktan sonra, gece başlığımı giyindim, ertesi gün
öğleye kadar uyumak niyetiyle başımı yastığa koydum ve vicdanımın rahat
olması sayesinde derhal derin bir uykuya daldım.
Ama, insanın umutlan ne zaman gerçekleşmiştir ki? Sokak kapısının zilinin
acı acı çalınması ve kapı tokmağının sabırsızlıkla vurulmasıyla sıçrayıp
uyandığımda henüz üçüncü horlamamı tamamlamamıştım. Bundan bir dakika sonra,
ben hâlâ gözlerimi ovuştururken eski bir dostum, Doktor Ponnonner'dan4 gelen
bir notu karım burnuma doğru uzatıyordu. Notta şunlar yazılıydı:
Sevgili dostum, bu notu alır almaz, ne pahasına olursa olsun derhal bana
geliniz. Gelip sevincimi paylaşınız. Büyük bir kararlılıkla yürüttüğüm
diplomatça çabalar sayesinde en sonunda mumyayı -hangi mumyayı kas-dettiğimi
bilirsiniz- incelemek için Kent Müzesi yöneticilerinin iznini elde
edebildim, istersem mumyanın sargılarını çözmeye ve açmama izin verdiler.
Sadece birkaç dostumu -ve bu arada, elbette sizi- çağırdım. Mumya şu anda
benim evimde; bu gece saat on birde sargılarını açmaya başlayacağız.
Her zaman dostunuz PONNONEK
Daha yazının altındaki imzaya gelmeden, bir insanın olabileceği kadar uyanık
olduğumun ayırdına vardım. Deli gibi yata-
ğımdan fırladım, yoluma çıkan her şeyi sağa sola savurarak inanılmaz bir
çabuklukla giyindim ve doktorun evine gitmek üzere büyük bir hızla yola
koyuldum.
Orada toplanmış hararetli bir grup insan buldum. Büyük bir sabırsızlıkla
beni beklemekteydiler; mumya yemek masasının üzerine yatırılmıştı; ben içeri
girer girmez mumyanın incelenmesine başlandı.
Bu mumya, Nil nehri üzerindeki Teb kentinden oldukça uzaklardaki Libya
dağlarında bulunan Eleithias5 yakınlarındaki bir mezardan Ponnonner'un amca
çocuklanndan Kaptan Arthur Sabretash6 tarafından birkaç yıl önce getirilmiş
iki mumyadan birisiydi. Buradaki mağaralar, Teb mezarlıklarından daha
görkemli olmamakla birlikte, eski Mısır'ın özel yaşamına ilişkin çok daha
fazla resim bulunması nedeniyle daha çok ilgi çekmekteydi. Bizim mumyanın
alındığı odanın bu tür resimler bakımından oldukça zengin olduğu
söylenmekteydi -duvarlar boydan boya fresklerle, yarım kabartmalarla
kaplıydı; heykeller, vazolar, zengin desenli mozaik işleri ölünün servetinin
büyüklüğünü göstermekteydi.
Bu değerli hazine müzede, tam olarak Kaptan Sabretash'ın onu bulduğu haliyle
bırakılmıştı -yani, tabutun kapağı açılmamıştı. Sekiz yıl süreyle halkın
yalnızca dışından görmesine izin verilmişti. Şimdi mumya bütünüyle emrimize
amadeydi; yağmalanmamış bir eski eserin bizlere ulaşmasının ne kadar az
rastlanır bir olay olduğunu bilenler; bu büyük şanstan dolayı kendimizi
kuüamakta ne denli haklı olduğumuzu derhal anlardı.
Masaya yaklaştığımda, üzerinde yaklaşık yedi ayak uzunluğunda, üç ayak
genişliğinde ve iki buçuk ayak derinliğinde büyük bir kutu ya da sandık
gördüm. Tabut şeklinde değil, dikdörtgen bir sandıktı. Sandığın malzemesini
önce frenk inciri (plata-nus) tahtası zannettik, ama kestiğimiz zaman karton
olduğunu ya da daha doğru bir deyişle papirüsten oluşan papier mache7
olduğunu anladık. Cenaze merasimlerini ve daha başka kasvetli konuları
betimleyen çok sayıda resimle bezenmişti -resimlerin arasına, değişik
konumlarda, ölünün adı için olduğundan kuşku duyulmayacak bir dizi
hiyeroglif karakteri serpiştirilmişti. Allah-tan aramızda bulunan Bay
Gliddon, tamamen fonetik olan bu harfleri tercüme etmekte hiç zorluk
çekmedi. Ortaya çıkan sözcük şuydu: Allamistakeo.8
Zarar vermeden sandığın kapağını açmakta biraz zorlandık; ama bu işi
başardığımızda dıştaki kutudan çok daha küçük ama her bakımdan tamamen ona
benzeyen tabut biçimi ikinci bir sandıkla karşılaştık, ikisi arasındaki
boşluk, içerideki sandığın rengini bir dereceye kadar bozan reçineyle
doldurulmuştu.
Bu ikinci sandığı açtığımızda (bunu çok kolaylıkla yaptık), yine tabut
biçiminde üçüncü bir sandıkla karşılaştık; sedir ağacından yapılmış ve bu
ağaca has güzel kokuyu hâlâ yaymakta olan bu sandık, malzemesi dışında
hiçbir bakımdan ikinci sandıktan farklı değildi.9 ikinci sandıkla üçüncü
sandık arasında hiç boşluk yoktu -biri diğerine tam olarak uyuyordu.
Üçüncü sandığı çıkararak içinde bulduğumuz gövdeyi dı-şan çıkardık. Her
zamanki gibi ketenden sıkı sıkıya sarılmış bant ve şeritlerle karşılaşmayı
umuyorduk; ama, bunlann yerine papirüsten yapılmış bir tür kılıf bulduk; bu
kılıfın üzeri yaldızlanmış ve resimlerle bezenmiş bir alçı tabakasıyla
kaplanmıştı. Resimler, ruhtan beklenen çeşitli görevlerle ilgili konulann
yanı sıra ruhu tannlara tanıtmayı amaçlayan ve büyük bir olasılıkla
mumyalanmış kişinin portreleri olan çok sayıda birbirinin üpaüp aynı insan
figürlerinden oluşuyordu. Mumyanın başından ayağına kadar sütun halinde ya
da yukarıdan aşağıya yazılmış fonetik hiyeroglif bir yazı10 yine ölünün
adını, ünvanlannı, akrabalarının adlarını ve ünvanlannı veriyordu.
Kınından sıyırdığımız boynun etrafında kanatlı kürelerle,11 çeşitli
tanrılar, bokböceği gibi12 imgeleri oluşturacak şekilde dizilmiş renk renk
cam boncuklardan bir kolye vardı. Belin en ince yerinin etrafında da benzer
bir kuşak ya da kemer vardı.
Papirüsü soyup çıkardığımızda etin son derece iyi korunmuş olduğunu gördük;
hissedilir bir koku yoktu. Rengi kırmızıya çalıyordu. Cildi sert, pürüzsüz
ve parlaktı. Dişleri ve saçı iyi durumdaydı. Gözleri (öyle gözüküyor ki)
çıkanlmıştı ve yerine çok fazla sabit nazarlarla bakması dışında tıpkı canlı
gibi gözüken son derece güzel cam gözler yerleştirilmişti. Parmaklar ve
tırnaklar parlak bir yaldızla boyanmıştı.
Üst derinin renginden dolayı, Bay Gliddon mumyalamanın tamamen maden
ziftiyle13 yapıldığını düşünüyordu; ama yüzeyi çelik bir aletle kazıyıp elde
edilen tozu aleve attığında, kâfur ve daha başka hoş kokulu sakızların
kokusu kendini belli etti.
Bağırsaklann çıkarıldığı kesik yerini bulmak için bedeni dikkatle
araştırdık, ama büyük bir şaşkınlıkla böyle bir yer bulamadık, içimizden hiç
kimse, o zaman, böyle tam ya da kesilerek açılmamış mumyalara sık sık
rastlandığını bilmiyordu. Beyin, alışılageldiği üzere burundan, bağırsaklar
böğürde açılan bir yarıktan boşaltılıyor; sonra gövde traş ediliyor,
yıkanıyor, tuzlanıyor; birkaç hafta bekletiliyor ve gerçek anlamda mumyalama
işlemi bundan sonra başlıyordu.
Hiçbir kesik izi bulamadığımızdan, Doktor Ponnonner aletlerini teşrih için
hazırlamaya başlamıştı; o sırada saatin ikiyi geçtiğini fark ettim. Bunun
üzerine gövdenin içinin incelenmesini ertesi akşama ertelemeye karar verdik
ve tam oradan aynlıyor-duk ki, birisi Volta pili ile bir iki deney yapmamızı
önerdi.
Üç dört bin yıllık bir mumyaya elektrik uygulanmasının çok bilgece olmasa da
oldukça orijinal bir düşünce olduğunu hepimiz derhal anladık. Onda bir
oranında ciddiye alarak, onda dokuz şakayla doktorun çalışma odasında bir
pil hazırladık ve Mısırlıyı oraya taşıdık.
Epeyce uğraştıktan sonra, vücudun diğer parçalanna göre daha az sertleşmiş
gözüken şakak kasının bir bölümünün üstünü açmayı başarabildik, ancak tahmin
etmiş olduğumuz gibi, teli bu kasa değdirdiğimizde pile karşı bir tepki
vermediğini gördük. Bu ilk denememizin sonucu bize kesin gözüktüğünden,
saçmalığımıza kahkahalarla gülerek birbirimize iyi geceler diliyorduk ki,
tesadüfen mumyanın yüzüne çevrilen bakışlarım şaş-kınlıkla gözlerine çakılı
kaldı. Başlangıçta yabanıl bakışlarıyla dikkatimizi çeken ve hepimizin cam
sandığı göz kürelerini şimdi göz kapakları sıkı sıkıya örtmüştü, öyle ki
tunica albuginea'-nın14 sadece küçük bir bölümü görülebiliyordu.
Bir çığlık atarak dikkatleri olaya çektim ve herkes anında durumu gördü.
Bu olayın beni telaşlandırdığını söylemeyeceğim, çünkü "telaşa kapılmak"
benim durumumu tam olarak anlatacak sözcükler değil. Akşam içtiğim sert bira
nedeniyle belki biraz sinirli olabilirdim. Grubumuzun geri kalan üyelerine
gelince, pençesine düştükleri büyük korkuyu gizlemek için hiç gayret
sarfetmedi-ler. Doktor Ponnonner acınacak bir haldeydi. Bay Gliddon kendine
has birtakım usullerle görünmez olmuştu. Bay Silk Buckingham,15 sanırım,
dört ayak üzerinde masanın altına kaçmış olduğunu yadsıma cesaretini
gösteremeyecektir.
Bununla birlikte şaşkınlığın ilk sarsıntısını adattıktan sonra, doğal
olarak, derhal deneylere devam etmeye karar verdik. Bu defa deneyimizi sağ
ayağın başparmağına yönelttik. Os sesamo-ideum pollicis pedis'in dış
tarafını yararak abductor kasın köküne ulaştık. Pili yeniden ayarlayarak
açığa çıkmış sinire akım verdik. O zaman, mumya sanki canlıymış gibi sağ
dizini büküp iyice karnına doğru çekti, sonra ayağını yeniden ileri uzatarak
Doktor Ponnonner'a öyle bir tekme attı ki, bu tekmenin etkisiyle zavallı
adam mancınıktan fırlatılan bir ok gibi pencereden sokağa uçtu.
Kurbanın parçalarını toplamak için en masse16 dışarı koştuk, ama inanılmaz
bir aceleyle merdivenleri tırmanırken rastladık ona; deneylerimize daha
büyük bir coşku ve gayretle devam etme istek ve kararlılığıyla doluydu.
Onun önerilerine uyarak mumyanın burnunun ucunu hemen derince yardık ve
doktor hızla hareket eden ellerini mumyanın üzerine koyarak telin ucunu
hızla kesilmiş yere değdirdi.
Bu hareket, kelimenin gerçek ve mecazi anlamıyla tam bir elektrik etkisi
yarattı. Ölü ilk olarak, gözlerini açtı ve birkaç dakika süreyle Bay
Barnes'ın17 pandomim yapması gibi gözlerini hızlı hızlı kırpıştırdı; ikinci
olarak, hapşırdı; üçüncü olarak dike-lip oturdu; dördüncü olarak yumruğunu
Doktor Ponnonner'ın yüzüne doğru salladı ve beşinci olarak Bay Gliddon ve
Bay Buck-ingham'a dönerek kusursuz bir Mısır diliyle onlara şöyle dedi:
"Şunu söylemeliyim ki baylar, davranışınız beni incittiği kadar şaşırttı da.
Doktor Ponnonner'dan zaten daha iyi birşey beklenemezdi. O, fazla birşey
bilmeyen küçük, zavallı, şişman bir budaladır. Ona acıyor ve onu
bağışlıyorum. Ama siz Bay Gliddon -siz Bay Silk, Mısır'da doğmuş sanılacak
kadar Mısır'da çok seyahat etmiş ve oturmuş olan, Mısır dilini sanırım, ana
diliniz ölçüsünde iyi okuyup yazmanıza yetecek kadar aramızda yaşamış olan
ve her zaman mumyalann yakın dostu olduğuna inandığım sizler- gerçekten de
daha kibar davranışlar beklerdim sizden. Bana böyle kaba davranılırken
sizlerin kenarda durup seyretmenize ne diyeyim? Bu berbat soğuk iklimde
şunun bunun beni tabutlarımdan çıkarmasına, giysilerimi soymasına izin
vermenizi neye yorayım? Sözün kısası, bu sefil, küçük, alçak Doktor
Ponnonner'ı burnumdan çekmek için yüreklendirmenize ve ona yardım etmenize
ne diyeyim?"
Bu koşullar altında bu sözleri duyunca hepimizin kapıya doğru atılmış veya
şiddetli bir isteri nöbetine yakalanmış ya da bayılıp yere yığılmış
olduğumuza kesin gözüyle bakılacağına hiç kuşku yoktur. Dediğim gibi, bu üç
şeyden biri beklenmeliydi. Elbette bu üç davranış biçiminin hepsinin veya
bunlardan herhangi birinin izlenmesi akla uygun olurdu. Nasıl olup da bu üç
davranış biçiminden birini ya da diğerini izlemedik, vallahi bilmiyorum.
Ama, belki de bunun gerçek nedeni, bugün genellikle paradoks ve olanaksızlık
türünden her şeyin çözümü olarak kabul edilen zıtlıklar yasasına göre
hareket eden bu çağın ruhunda aranmalıdır. Ya da belki de, mumyanın son
derece doğal tavırları sözlerindeki dehşeti ortadan kaldırıyordu. Nedeni her
ne olursa olsun içimizden hiç kimsenin korkmamış olduğu ya da birşeylerin
son derece yanlış gitmekte olduğunu düşünmediği gün gibi ortadaydı.
Ben, şahsen her şeyin yolunda olduğu kanısındaydım, sadece Mısırlının
yumruğunun erişemeyeceği bir uzaklığa çekildim. Doktor Ponnonner ellerini
pantolonunun cebine soktu, mumyaya sert sert baktı ve kıpkırmızı kesildi.
Bay Gliddon favorilerini okşadı ve gömleğinin yakasını düzeltti. Bay
Buckingham başını önüne eğdi ve sağ elinin başparmağını ağzının sol tarafına
soktu.
Mısırlı, yüzünde sert bir ifadeyle birkaç dakika Bay Buck-ingham'a baktı ve
sonra küçümseyerek:
"Niçin konuşmuyorsunuz, Bay Buckingham?" dedi. "Size sorduğum şeyi
duymadınız mı yoksa? Başparmağınızı ağzınızdan çeksenize!"
Bunun üzerine, Bay Buckingham hafif irkildi, sağ elinin başparmağını ağzının
sol tarafından çekti ve bunu telafi etmek ister gibi sol elinin başparmağını
ağzının sağ tarafına soktu.
Bay B.'den yanıt alamayınca mumya hırçın bir ifadeyle Bay Gliddon'a döndü ve
buyurgan bir tavırla, kendisinden ne istediğimizi sordu.
Bay Gliddon fonetik olarak uzun uzun yanıtladı; Amerikan basımcılığında
hiyeroglif karakterler olsaydı bu mükemmel konuşmanın tamamını orijinal
diliyle buraya aktarmaktan büyük bir zevk duyardım.
Bu arada şuna da işaret etmem sanırım yerine olacak: Mumyanın katıldığı
bundan sonraki tüm konuşmalar (grupta, benim gibi seyahat etmemiş üyeler
olması nedeniyle) tercüman olarak Bay Gliddon ve Bay Buckingham'ın
aracılığıyla eski Mısır dilinde yapıldı. Bu baylar mumyanın anadilini eşsiz
bir akıcılık ve ze-rafetle konuşuyorlardı; ama (hiç kuşku yok ki, tamamen
modern imgelerin dile girmiş olması ve doğal olarak bunların mumya için
tamamen yeni olması yüzünden) belirli bir anlamı aktarabilmek için bu iki
seyyahın zaman zaman bir başka çağdaki bir başka anlamı ifade edecek
biçimleri kullanmak zorunda kaldığını gözlemlemekten geri durmadım. Bay
Gliddon, örneğin, konuşmasının bir yerinde, hatip kürsüsünde sol bacağını
geriye atmış, sıkılı yumruğuyla sağ kolunu ileri uzatmış, gözlerini
gökyüzüne dikmiş ve ağzı doksan derece açık, sivilceli burunlu, kılıksız
ufak tefek bir adam resmini, bir kömür parçasıyla duvara çizinceye kadar,
Mısırlıya "politika" terimini anlatamadı. Aynı şekilde, Bay Buckingham da,
(Doktor Ponnonner'ın önerisiyle) beti benzi atarak kendi başındaki perukayı
çıkarmaya razı oluncaya kadar kesinlikle çağdaş bir kavram olan "peru-ka"yı
anlatamadı.18-
Bay Gliddon'un söylevinin esas olarak mumyaların sargılarının açılmasından
ve bağırsaklarının dışarı çıkarılmasından bilimin sağlayacağı yararlan
etrafında dönüp dolaştığı kolayca anlaşılacaktır; bu arada özellikle ona,
yani Allamistakeo adlı mumyaya herhangi bir zarar verilmişse, bundan dolayı
özür diledi ve artık, bütün bu küçük meseleler açıklık kazandığına göre,
niyetlenilen araştırmaya devam edilebileceği ima (evet yalnızca ima) etti.
Konuşmanın burasında Doktor Ponnonner aletlerini hazırladı.
Hatibin son önerisi üzerine, niteliğini tam olarak anlayamadım ama,
Allamistakeo kendi kendisiyle hesaplaşır gibi bir an tereddüt geçirdi, sonra
dilenen özürlerden tatmin olduğunu ifade ederek, masadan aşağı indi ve orada
bulunan herkesin elini sıktı.
Bu tören sona erdiğine, cerrah bıçağının deneğimiz üzerinde yaptığı
tahribatı onarmaya giriştik. Şakağını diktik, ayağını bantladık ve burnunun
ucuna bir parmak eninde ve bir parmak boyunda siyah yakı19 vurduk.
Tam o sırada Kontun (Allmistakeo'nun unvanı kontmuş) hafifçe titremeye
başladığını gördük - kuşku yok ki soğuktan titriyordu. Doktor hemen
gardrobuna koştu ve çok geçmeden Jennings'in makasından çıkmış gayet şık
siyah bir ceket, gök mavisi damalı ve yanı şeritli bir pantolon, çizgili
pamuklu kumaştan bir gömlek, işlemeli bir yelek, beyaz bir palto, kıvrık
saplı bir baston, kenarsız bir şapka, bir çift rugan çizme, oğlak derisinden
saman rengi bir çift eldiven, bir gözlük, bir çift favori ve bir kravatla
döndü. Kont'la doktorun boylan eşit olmadığı için (biri diğerinin iki
katıydı) bu giysileri Mısırlının üzerine uydurmakta biraz güçlük çektik; ama
sonunda bu işi tamamladığımızda, Mısırlı giyinmiş sayılabilirdi. Bay
Gliddon, bundan sonra Mısırlının koluna girerek onu ateşin yanıbaşındaki
koltuğa götürürken, doktor hemen zili çalarak sigara ve şarap getirilmesini
emretti.
Sohbet kısa sürede koyulaştı. Allamistakeo'nun hâlâ canlı kalmış olması gibi
oldukça olağanüstü bir olgu karşısında duyulan hayret dile getirildi,
elbette.
Bay Buckingham, "sizin çoktan ölmüş olmanız gerekirdi diye düşünüyordum"
dedi.
"Neden?", diye yanıtladı, çok şaşıran Kont, "Yedi yüz yaşımı daha yeni
geçtim! Babam bin yıl yaşadı ve öldüğünde hiç de bunamamışü. "20
Bunu bir dizi hararetli soru ve hesaplamalar izledi ve sonuç olarak
anlaşıldı ki mumyanın yaşı konusunda büyük ölçüde yanıhyorduk. Mumya
Eleithias katakombuna indirileli beş bin elli yıl ve şu kadar ay olmuştu.21
"Ama benim işaret etmek istediğim nokta" diye konuşmasını kaldığı yerden
sürdürdü Bay Buckingham, "Sizin mezara konulduğunuz zamanki yaşınızla ilgili
değildi (gerçekte hâlâ genç bir adam olduğunuzu kabul etmeye hazırım); sizin
de açıkladığınız gibi, maden ziftine sanlı olarak çok uzun bir zaman
geçirmiş olduğunuzu söylemek istiyordum."
"Neye sanlı olarak?", dedi Kont.
"Maden zifti", diyerek yanıtını tekrarladı Bay B.
"Alı! Evet, ne demek istediğinizi sanırım anladım; kuşkusuz bu da işe
yarayabilir, -ama biz kendi zamanımızda civa bik-lorürden başka birşeyi pek
kullanmazdık."
"Ama, bizim anlamakta özellikle zorlandığımız şey şu ki", dedi Doktor
Ponnonner, "beş bin yıl önce Mısır'da ölmüş ve gömülmüş olmanıza rağmen,
nasıl oluyor da bugün burada canlı bulunuyor ve üstelik çok da sağlıklı
görünüyorsunuz?"
"Dediğiniz gibi, o tarihte ölmüş olsaydım", diye yanıt verdi
Kont, "şu anda da hâlâ ölü olmam neredeyse kesindi; çünkü, gördüğüm kadanyla
galvanizmde22 hâlâ çok acemisiniz ve bizim zamanımızda çok sıradan kabul
edilen şeyleri bile onunla becerecek durumda değilsiniz. Gerçek şu ki,
katalepsiye23 düştüm ve en yakın dostlarım da öldüğümü ya da ölü sayılmam
gerektiğini düşünerek derhal beni mumyaladılar -sanırım, mumyalama işleminin
temel ilkelerini biliyorsunuzdur?" , "Tam olarak değil."
"Anlıyorum, -acınacak bir cehalet! Pekâlâ, şu anda ayrıntılara
giremeyeceğim, ancak şu kadarını açıklamalıyım ki, Mısır'da mumyalama
(kelimenin tam anlamıyla) işleme tabi tutulan bütün vücut fonksiyonlarının
sonsuza kadar durdurulması anlamına geliyordu. 'Vücut fonksiyonlan'nı manevi
ve ruhi varlık dışında kalan fiziksel varlığı kapsayacak şekilde en geniş
anlamıyla kullanıyorum. Tekrar ediyorum, bizde mumyalamanın temel ilkesi
bütün vücut fonksiyonlarının derhal durdurulması ve sürekli olarak askıda
tutulmasıydı. Kısacası kişi mumyalandığında ne durumdaysa, hep o durumda
kalırdı, İmdi, ben bokböceği kanından olmak mutluluğu bahşedilmiş biri
olarak şu anda beni gördüğünüz durumda, canlı olarak mumyalandım."
Doktor Ponnonner, "Bokböceği kanından mı?" diye haykırdı.
"Evet. Bokböceği, çok az sayıda üyesi bulunan, seçkin ve soylu bir ailenin
amblemi ya da 'arması' idi. 'Bokböceği kanından olmak' amblemi bokböceği
olan aileden biri olmaktan başka bir anlama gelmez. Elbette, mecazi olarak
söylüyorum."24
"Ama, canlı kalmanızla bunun ne ilgisi var?"
"Neden olmasın? Mısır'da bir bedeni mumyalamadan önce onun beynini ve
bağırsaklarını çıkarmak adettendir; yalnızca bokböceği kanından olanlara bu
âdet uygulanmazdı. Dolayısıyla, ben bir Bokböceği olmasaydım, şimdi ne
beynim ne de bağırsaklarım olurdu ki, bunlarsız da hayatta olamazdım."
"Anlıyorum", dedi Bay Buckingham, "ve sanırım, organları çıkarılmamış
durumda tam olarak bize ulaşan mumyalann hepsi Bokböceği soyundan olmalı."
"Buna ne şüphe!"
"Ben düşünüyorum ki", dedi çekingen bir tavırla Bay Glid-don, "bokböceği
Mısır tanrılarından biridir."
Ayağa sıçrayan mumya, "Mısır nelerinden biri?" diye haykırdı.
"Tanrılarından!" diye tekrarladı, seyyah.
"Bay Gliddon, sizin böyle konuştuğunuzu duymak beni gerçekten şaşımı", dedi
yeniden sandalyesine oturan Kont. "Yeryüzünde hiçbir ulus birden fazla
Tanrıyı kabul etmemiştir.25 Bokböceği, ibiş26 ve daha başka birçok yaratık
bizde, (başkaları için başka yaratıkların olduğu gibi) doğrudan
yaklaşılamaya-cak kadar yüce Yaratıcıya tapınmanın sembolleri ya da
aracılarıdır. "
Bir süre hiç kimse konuşmadı. Sonunda Doktor Ponnon-ner sohbeti yeniden
başlattı:
"Sizin açıklamalarınıza bakılırsa", dedi, "Nil nehri yakınla-nndaki
katakomblarda, bokböceği kabilesinden canlı durumda daha başka mumyaların da
bulunması hiç de olanaksız değil."
"Bu da sorulur mu?" diye yanıtladı Kont, "canlıyken kazayla mumyalanmış
bütün bokböcekleri canlıdırlar. Hatta kasten böyle mumyalanmış, sonra da
vasiyetleri onları yerine getirecek görevliler tarafından savsaklanmış
bazdan hâlâ mezarda kalmış olabilir."
"'Kasten böyle mumyalanmış' derken ne demek istediğinizi biraz açıklamak
lütfunda bulunur muydunuz?" dedim.
Gözlüğünün arkasından beni uzun uzun süzdükten sonra, -çünkü ilk defa ona
doğrudan bir soru yöneltmek cesaretini göstermiştim- "Memnuniyetle" diye
yanıtladı mumya.
"Benimi zamanımda insan ömrü genellikle ortalama sekiz yüz yıl kadardı.
Olağandışı bir kazaya uğramadıkça çok az insan altı yüz yaşın altında
ölürdü; az sayıda insan da bin yıldan daha uzun yaşardı, ama sekiz yüz yıl
normal bir süre kabul edilirdi. Size daha önce anlattığım gibi, mumlamaya
tekniğinin
bulunmasından sonra, bu doğal sürenin taksitler halinde yaşan-masıyla çok
fazla merak edilen hususlarda bu merakın giderilebileceği ve aynı zamanda da
çok ilerlemiş bilimden yararlanılabileceği geldi filozoflarımızın aklına.
Tarih bilimi açısından, bu türden bir deneyin yaşanması bir zorunluluktu.
Örneğin beş yüz yaşına gelmiş bir tarihçi, büyük emeklerle bir kitap yazar
ve sonra da vasiyetini yerine getirecek olanlara, belirli bir süre sonunda
-söz gelimi beş altı yüz yıl sonra- uyandırılmasını isteyen pro tem27 bir
talimat bırakarak kendini özenle mumyalatır-dı. Bu sürenin sonunda yeniden
hayata döndürüldüğünde, şaşmaz bir şekilde her seferinde, büyük emeklerle
yazdığı eserini rastgele toplanmış bir not defterine -bir başka deyişle,
öfkeli bir yorumcu güruhunun birbiriyle çelişen tahminlerinin, anlaşılmaz
yorum ve kişisel çekişmelerinin yazınsal oyun alanına-dönüştürülmüş olarak
bulundu. Açıklayıcı notlar veya düzeltmeler adı altında yapılan bu
tahminler, bu yorumlar, vb. metni öylesine sarmış, çarpıtmış ve boğmuş
olurdu ki, yazar kendi kitabını bulabilmek için elinde bir fenerle dolaşmak
zorunda kalırdı.28 Bulunduğunda ise, bulunan kitabın arama zahmetine
değdiğini görürdü. Kitabı baştan aşağı yeniden yazdıktan sonra, kendi
kişisel bilgi ve tecrübesine dayanarak, daha önce yaşadığı dönemin
gelenekleri ile ilgili bilgileri düzeltme işine derhal girişmesi zorunlu bir
görev olarak istenirdi tarihçiden. Ve böylece çeşitli bilgelerce zaman zaman
uygulanan bu yeniden yazma ve kişisel düzeltme süreci, sonuçta târihimizin
yozlaşa-rak bir masala dönüşmesini önledi."
Bu noktada, Doktor Ponnonner elin: yavaşça Mısırlının kolu üzerine koyarak
"Afedersiniz efendim", dedi, "bir an için sözünüzü kesebilir miyim?"
"Elbette" diye yanıt verdi Kont, ciddileşerek.
Doktor; "Ben, sadece bir soru sormak istiyordum" dedi. "Tarihçilerin kendi
dönemlerine ilişkin gelenekler konusundaki kişisel düzeltmelerinden söz
ettiniz. Lütfen söyler misiniz, efendim, bu Kabbala'nın29 ne kadarı doğru
kabul edilebilir?"
"Çok yerinde bir terimle ifade ettiğiniz gibi Kabbala'nın genellikle yeniden
yazılmamış tarihlerdeki kayıtların tam eşdeğeri olduğu görülmüştür; -yani,
her ikisinde de tek bir harf yoktur ki, her durumda tamamen ve kökten yanlış
olmasın."
"Ama", diye sözlerine devam etti doktor, "mezara konulmanızdan bu yana en
azından beş bin yıl geçtiği belli olduğuna göre, mezara konulmanızdan sadece
bin yıl kadar önce meydana gelen ve sizin de bildiğinizi sandığım, evrensel
bir ilgi uyandıran Yaratılış30 hakkında o dönemdeki yıllıklarınızda ya da
tarihlerinizde kesin bilgiler bulunduğuna muhakkak gözüyle bakıyorum."
"Efendim?" dedi Kont Allamistakeo.
Doktor sözlerini tekrarladı, ama ancak birçok ek açıklama yapıldıktan
sonradır ki, yabancı bunlan anlayabildi. Mısırlı sonunda tereddütle şöyle
konuştu:
"ileri sürdüğünüz düşünceler, itiraf ederim ki, benim için tamamen yenidir.
Benim zamanımda hiç kimsenin evrenin (ya da isterseniz, dünyanın
diyebilirsiniz) başlangıcı gibi tuhaf bir düşünce taşıdığını bilmiyorum. Bir
defasında, evet sadece bir defasında, bir düşünürün insan ırkının
yaratılışıyla ilgili olarak birşeyler söylediğini hayal meyal anımsıyorum;
bu kişi sizin de kullandığınız Adem31 (ya da balçık) sözcüğünü kullanıyordu.
Gerçi o, sözcüğü genel anlamda, dünyanın beş ayn ve hemen hemen eşit
bölgesinde, aynı anda çamurdan kendi kendine -tıpkı gözle görülemeyen
binlerce küçük canlının üremesi gibi- beş büyük insan sürüsünün oluşması
anlamında kullanıyordu."32
Buna hepimiz omuz silktik ve bir kaçımız anlamlı bir şekilde alnımıza
dokunduk. Bay Silk Buckingham, Kont Allamista-keb'nun önce başının arka,
sonra üst kısmına bir göz attıktan sonra yeniden söze başladı.
"Açıkladığımız gibi zaman zaman taksitler halinde yaşama uygulamasıyla
birlikte, sizin zamanınızdaki insan hayatının uzunluğu, genel olarak bilimin
ilerlemesine ve bilgi birikimine herhalde büyük katkılar sağlamıştır. Bu
durumda, eski Mısır biliminin her bakımdan günümüz biliminden, özellikle de
Yankee biliminden geri olmasını Mısırlıların kafatasının olağanüstü
kalınlığına vermek zorundayız."
Kont çok hoş bir tavırla: "Yine itiraf ederim ki", diye yanıtladı, "sizi
anlamakta oldukça güçlük çekiyorum. Lütfen, söyler misiniz hangi
bakımlardan?"
Bunun üzerine, frenolojinin varsayımlarından ve manyetizmanın mucizelerinden
ayrıntılarıyla ve uzun uzadıya hep bir ağızdan söz ettik.
Bizi sonuna kadar dinledikten sonra Kont, Gali ve Spurz-heim kuramlarının
prototiplerinin neredeyse anımsanmayacak kadar uzun bir zaman önce Mısır'da
gelişip yok olduklarını ve Messmer'in çevirdiği dolaplann, bit ve buna
benzer birçok şey yaratan Tebli bilginlerin gerçek mucizeleriyle
karşılaştınldığın-da ne kadar acınacak hileler olduğunu ortaya koyan bazı
anekdotlar anlatmaya koyuldu.33
Burada Kont'a, halkının güneş ve ay tutulmalannı hesaplayıp
hesaplayamadıklarını sordum. Oldukça tepeden bakan bir tavırla gülümseyerek
hesaplayabildiklerini söyledi.
Bu beni biraz rahatsız etti, ama yine de astronomi konusundaki bilgisiyle
ilgili daha başka sorular sormaya devam ettim; o sırada, o ana kadar hiç
ağzını açmamış biri, eğer bu konuda bilgi edinmek istiyorsam Batlamyus'a
(her kim ise bu Bat-lamyus)34 ve Plurtarkos'un de facia lunce35 adlı
yapıtına bakmamın daha iyi olacağını kulağıma fısıldadı.
Sonra mumyaya büyüteç ve mercek camlanyla ve genel olarak cam üretimiyle
ilgili somlar sordum. Sorularımı daha bitirmemiştim ki, ağzını hiç açmayan
üyemiz yeniden sessizce dirseğime dokunarak benden Allah aşkına Diodorus
Siculus'a36 bir göz atmamı rica etti. Kont'a gelince yanıt yerine, bana
sadece biz çağdaşlann akik taşını Mısırlıların kestiği tarzda kesmemize
olanak verecek bir mikroskobumuzun olup olmadığını sordu. Bu soruya nasıl
yanıt vereceğimi düşünürken, ufak tefek Dok-tor Ponnonner, fevkalade tuhaf
bir ses tonuyla:
"Mimarimize bakınız!" diye haykırdı ve iki seyyahın son derece sinirlenerek
kendisini hiçbir sonuç elde edemeden morar-tana kadar çimdiklemelerine
aldırış etmeden, heyecanla devam etti:
"New York'taki Bowling Green Fountain'a bakın! Yok eğer bu seyir sizi
ezecekse, o zaman bir an için Washington'daki Ca-pitol'ü görmeye gidin!" -ve
bu ufak tefek tıp adamı en ince ayrıntılarına kadar söz konusu binaları
anlatmaya girişti. Sadece binanın revakında birbirinden onar ayak uzaklıkta
beşer ayak çapında yirmi dört adet sütun olduğunu açıkladı.
Kont, temelleri zamanın karanlık bir döneminde atılmış olmakla birlikte,
kalıntıları kendisinin mezara konulduğu dönemde Teb kentinin batısına doğru
uzanan geniş kum ovasında hâlâ durmakta olan Aznac37 kentinin belli başlı
binalarının boyutlarını o an için tam olarak anımsayamadığı için üzgün
olduğunu söyledi. Yine de, revaklardan bahsedilince, Karnak39 denilen bir
tür varoşta ikinci dereceden bir sarayın, birbirinden yirmi beşer ayak
aralıklarla yerleştirilmiş, çevresi otuz yedişer ayak gelen yüz kırk dört
sütundan oluşmuş bir revakı olduğunu anım-samışü. Nil'den bu revaka her iki
yanı sfenksler, heykeller ve yirmi, altmış, yüz ayak yüksekliğinde
dikilitaşlarla bezenmiş iki mil uzunluğunda bir cadde ile ulaşılıyordu.
Sarayın kendisinin bir yöndeki uzunluğu, anımsayabildiği kadarıyla, iki mil;
çevresi ise toplam yedi mil kadardı. Duvarlann içi ve dışı baştan aşağı
boyanmış, hiyerogliflerle süslenmişti. Bu duvarların içerisine doktorun
Capitolü'nden elli ya da altmış tanesinin inşa edilebileceğini ileri sürecek
değildi, ama iki yüz-üç yüz tanesinin biraz zahmetle sıkıştırılamayacağından
hiçbir şekilde emin değildi. Karnak'taki bu saray, ne de olsa önemsiz küçük
bir binaydı. Bununla birlikte, doktorun anlattığı Bowling Green'deki
çeşmenin görkemini, üstünlüğünü ve yapılışındaki ustalığı yadsımaya Kont'un
vicdanı elvermiyordu. Ne Mısır'da, ne de başka bir yerde bir benzerini daha
görmemiş olduğunu kabul etmek zorundaydı.
Bu noktada, Kont'a demiryollarımıza ne diyeceğini sordum. "Söyleyeceğim özel
birşey yok" diye yanıtladı. Demiryolları oldukça zayıftı, kötü tasarımlanmış
ve beceriksizce döşenmişlerdi. Mısırlıların üzerinde koca koca tapınaklan,
yüz elli ayak yüksekliğindeki dikilitaşları taşıdıkları demir oluklu, geniş,
düz, dosdoğru uzanan yollarıyla karşılaştırılamazlardı. Dev mekanik
kuvvetlerimizden söz ettim. Bu bakımdan birşeyler bildiğimizi kabul
ediyordu, ama Kap-nak'taki küçük bir sarayın bile üst sövesi üzerindeki
üzengi taşını nasıl yerine koyabilirdim diye bana sordu.
Bu soruyu duymazlıktan gelmenin yerinde olacağına hükmederek artezyen
kuyuları hakkında bir fikri olup olmadığını sordum; Bay Giddon açık bir
şekilde bana göz kırparak, Büyük Sahra'da kuyu açma işinde çalışan
mühendislerin yakın zamanlarda bir artezyen kuyusu keşfetmiş olduklannı
alçak bir ses tonuyla söylerken Kont sadece kaşlannı yukarı kaldırdı.
Bunun üzerine ona çeliğimizden söz ettim; ama yabancı burun kıvırdı ve
dikilitaşları süsleyen ve tamamen bakır aletlerle yapılmış oymaları
çeliğimizle yapıp yapamayacağımızı sordu bana. Bu bizi o kadar rahatsız etti
ki, sözü metafiziğe getirmenin uygun olacağına hükmettik. Dial39 adlı
kitaptan bir tane getirmeye birini gönderdik ve anlamı pek açık olmayan ama
Bos-tonlulann Büyük ilerleme Hareketi dedikleri bir şey hakkında bir iki
bölüm okuduk.
Kont, Büyük Hareketlerin kendi zamanında çok sıradan şeyler olduğunu,
ilerlemeye gelince bir ara sıkıntı olduğunu ama ilerleme düşüncesinin asla
ilerleme getirmediğini söylemekle yekindi.
Sonra Demokrasinin güzelliğinden ve öneminden söz ettik, ama oy kullanma
hakkının ad libitum40 olduğu, kralın bulunmadığı bir ülkede yaşamanın ne
kadar güzel olduğu konusunda Kont'u ikna etmede çok zorlandık.
Belirgin bir ilgiyle dinledi ama pek fazla hoşlanmış görünmedi. Sözümüzü
bitirdiğimizde, buna çok benzer bir olayın olduk-ça uzun bir zaman önce
Mısır'da da yaşanmış olduğunu anlattı. On üç Mısır eyaleti birden bağımsız
olmaya ve insanlığın geri kalanı için muhteşem bir örnek oluşturmaya karar
vermiş. Bütün bilginlerini bir araya toplayarak düşünülebilecek en usta işi
anayasayı yapmışlar. Bir süre işler oldukça iyi gitmiş; yalnız yüksekten
atma huylan müthişmiş. Ama bu on üç devletin on beş yirmi kadar başka
devletle birleşmesinden sonra, yer yüzünde görülen en iğrenç ve dayanılmaz
birdespotizme varmış işin sonu.
iktidarı zorla ele geçiren despotun adını sordum.
Kont'un anımsayabildiği kadanyla bu despotun adı Ayak-takımıydı.
Buna ne diyeceğimi bilemediğimden sesimi yükselterek Mısırlıların buhar
konusundaki bilgisizliklerine üzüldüğümü belirttim.
Kont büyük bir şaşkınlıkla bana baktı ama bir yanıt vermedi. Öte yandan
bizim sessiz arkadaş dirseğiyle kaburgalanmı şiddetle dürttü ve -bu sefer
kendimi fena halde ele verdiğimi söyleyerek- gerçekten de modern buharlı
makinaların Solomon ve Caus41 vasıtasıyla Hero'nun42 icadından hareketle
icat edildiğini bilmeyecek kadar aptal olup olmadığımı sordu.
Artık neredeyse bozguna uğramak üzereydik ki, Allahtan, kendini toparlamış
olan Doktor Ponnonner imdadımıza koştu ve Mısır halkının kılık kıyafetle
ilgili bütün önemli hususlarda gerçekten çağımız insanına rakip olmak
iddiasında bulunup bulunmadığını sordu.
Bu soru üzerine Kont, pantolonunun şeritlerine bir bakış attı, sonra
ceketinin kuyruklanndan birinin ucunu tutup gözlerine yaklaştırarak birkaç
dakika dikkatle inceledi. En sonunda ceketin eteğini elinden bıraktığında,
yavaş yavaş yüzüne yayılan bir gülümsemeyle ağzı kulaklarına vardı; ama
yanıt olarak birşey söyleyip söylemediğini anımsamıyorum.
Bunun üzerine keyfimiz yerine geldi ve Doktor Ponnonner büyük bir
ağırbaşlılıkla mumyaya yaklaşarak Mısırlıların herhangi bir dönemde
Ponnonner pastilleriyle Brandreth haplan-
nın43 nasıl imal edildiğini anlayıp anlamadıklarını bir centilmen olarak
şerefi üzerine içtenlikle söylemesini rica etti.
Büyük bir tedirginlikle verilecek yanıtı bekledik, -ama boşuna. Bu sorunun
yanıtı verilmedi. Mısırlı mahcubiyetle kızardı ve başını önüne eğdi. Zafer
hiçbir zaman bu kadar tam, yenilgi hiçbir zaman bu denli zor yutulur
olmamıştır. Mumyanın küçük düşmesine bakmaya daha fazla dayanamadım. Şapkamı
aldım, hafif bir baş eğişiyle mumyayı selamlayarak oradan ayrıldım.
Eve vardığımda saatin dördü geçmiş olduğunu gördüm ve hemen yattım. Şu anda
saat sabahın onu ve ben yediden beri ayaktayım; ailemin ve insanlığın
yararlanması için bu anılan kaleme almaktayım. Ailemi bir daha görmeyeceğim.
Karım cadının teki. Gerçek şu ki, bu hayattan ve genel olarak on dokuzuncu
yüzyıldan bıktım, usandım. Her şeyin yanlış gittiğini düşünüyorum. Bundan
başka, 2045 yılında kimin Amerikan Devlet Başkanı olacağını çok merak
ediyorum. Bu yüzden tıraş olup bir fincan kahve içer içmez Ponnoner'in evine
gideceğim ve kendimi birkaç yüzyıllığına mumyalatacağım.
NOTLAR
1 Gal tavşanı (Welsh-rabbit): Kızarmış ekmeğe sürülen eritilmiş peynir.
Birçok zengin İngilizin sofrasını süsleyen tavşan etini bulamayan, Galler'in
nispeten yoksul insanlarının et yerine yediği hazım güç olan bu yiyeceğin
geceleri kâbus görmeye neden olduğu ileri sürülür. Sözcük, zamanla
"Welsh-rarebit" şeklini almış ve içerisinde taşvan bulunmayan şeklinde
yorumlanır olmuştur (Rare: Nadir, az bulunur).
2 Libre: Yaklaşık yarım kilo (454 gram).
3 Stout, normal siyah biradan dalın fazla malt içeren daha koyu renkli yüzde
altı-yedi alkollü sert ve keskin kokulu bir bira.
4 Ponnonner, pon honor, upon honor: Şerefim üzerine. Durmadan şerefi üzerine
yemin eden birinin kastedildiği düşünülmekte. Burton Pollin, Dr. Ponnonnerin
tıpkı 'Dr. Swaim' ve 'Dr. Brandreth' gibi adları insanın aklına ikiyüzlülük
ve alçaklığı getiren bir kahraman olduğunu ileri sürmektedir.
5 Eleithias ya da Eileithyia. Mısırlıların Nuben diye adlandırdıkları eski
bir Mısır kenti. Libya dağları Teb kenti yakınlarındadır.
6 Sabretash (sabretache) süvari subayının kılıç kayışına asılan deri el
çantası. Bu adın Fraser Magazine tie "Oliver York'a (William Maginn in
lakına adı) mektuplar yazan "Kaptan Orlando Sabertash"tan (uyduruk bir ad)
alındığı sanılıyor.
7 Papier mache (Fr.): Sıkıştırılmış kâğıt.
8 Allamistakeo (All a mistake): Her şey bir hata.
9 Gövde genel olarak sedir yağı, kimyon, parafin, doğal sodyum karbonat (su
gidermede kullanılan bir bileşik) sakız ve muhtemelen süt ve şarap
karışımıyla ovulur, sonra üzerine baharat serpilirdi.
10 Eski Mısırlılar pictogramlardan (resimyazı) hiçbir zaman vazgeçmemiş
olmakla birlikte, fonetik sembollerde kullanırlardı.
11 Kanatlı Küre: Poe, Kanatlı Disk'i kastediyor. Kanatlı Disk, güneşi temsil
eden bir Mısır motifidir.
12 Bokböceği (scarabaeus): Eski Mısırlılar tarafından dirilmenin sembolü
olarak kabul edilen ve kutsal sayılan hayvan. Ayrıca bir böcek şeklinde
taştan oyulmuş ve arkasında yazılar bulunan muska.
13 Maden zifü (asphaltum), doğada petrolün buharlaştığı yerlerde bulunan
kahverengi-siyah bir madde. Katransı özü koruyucu nitelikte olabilir, ama
Mısırlılar genel olarak kara sakız ve reçine kullanırlardı.
14 Göz akı.
15 James Silk Buckingham (1786-1855): Gezi kitapları yazan. Özellikle Doğuya
yapılan gezilerle ilgili kitaplarıyla ünlü. Birleşik Devletlerle ilgili bir
dizi kitabı köleliğin ve Güney'in eleştirisi niteliğindeydi ve Poe ona karşı
çıkmaktaydı.
16 En masse (Fr.): Hep birden, birlikte.
17 Ünlü bir tiyatro oyuncusu.
18 Peruka: Wig. Poe'nun yayınladığı metinde "wig" olan bu sözcük,
Gris-wold'un yayınladığı basımda da ondan sonraki basımlarda da "whig"
olarak geçmektedir. Whig, İngiltere'de on sekizinci yüzyılda kurulan ve
şimdi Liberal Parti olan siyasi parti üyesi. Bir önceki cümlede geçen
"politika" sözcüğü Griswold'a Poe'nun sözcük oyunu yaptığını düşündürtmüş
olabilir.
21 Aralık 1841 tarihli New York Tribune'de yayımlanan (ve bir Londra
gazetesinde yeniden yayımlanan) bir makale, bir ingiliz müzesinde bulunan
Teb şehrinden getirilmiş "Charles 11 zamanında modaya düşkün salon
adamlarının ya da günümüzün allaıne yargıçlarının kocaman perukaları" kadar
büyük bir perukadan söz etmektedir.
19 Plaster: Alçı ve yakı anlamlarına gelmektedir. Burada sözü edilen katran
ve parafinden bir yakı olabilir.
20 Poe, Eski Ahit'teki uzun yaşayan kişiliklere gönderme yapıyor.
21 Bu dununda, öykü 1845'te yazıldığına göre mumyanın mezara indirilme
tarihi M.Ö. 3203 yılı oluyor.
22 Galvanism: Kimyasal etkiyle oluşturulan elektrik, galvanik elektrikle
tedavi. Elektrikleme, harekete geçirme, canlandırma.
23 Kasların donınasıyla irade ve hissin birdenbire kaybolması hastalığı.
24 Bokböceğinin küre biçimindeki küçük gübre parçalarını yuvarlayarak
yuvasına götürme huyu, Mısırlılarca Güneş Tanrısı Khepri'nin güneşi
gökyüzünde çekip götürmesine benzetilmiştir. O zamanki adlandırılışı kheper
böceği olan bu hayvan Güneş Tanrısı'nın adı için hiyeroglifik esin kaynağı
olmuş ve taştan yapılmış suretleri muska olarak kullanılmıştır.
25 Başlangıçta Mısırlılar yerel tanrılara taparlardı: Busiris'te Osiris,
Emphis'te Ptab, Teb'de Amon-Re (veya Ra) ve On'da Atum-Re (veya Ra). Atum-Re
bir güneş tanrısıydı ve Orta Krallık'ın başlangıcında (İ.Ö. 2445) birçok
yerel tanrıyla özdeşleşti. Böylece ülke tektanrıcı bir sisteme doğru gitti.
Bununla birlikte tek tanrıya tapınmanın devlet dini olarak kabulü, ancak
Amenophis IV'ün İ.Ö. 1375'te tahta çıkmasıyla oldu: Bu tanrı, Güneş Kursu
Re-herakthe idi. Amenophis IV'ün iktidarının beşinci yılında tanrının adı
Akheııateıı ("Güneş kursuna yararlı") olarak değiştirildi ve Karnak'taki
Amon-Ra Tapınağı'nın kapatılarak bu tanrının adının ortadan kaldırılması
emredildi.
Mısır'ın tektanncı dönemi sadece otuz yıl kadar sürdü. Tutanka-mon'un
("Amon'un yaşayan imgesi", İ.Ö. 1357-1347) ölümünden sonra, Horebheb'in
(Î.Ö. 1344-1315) iktidarı sırasında ülke yeniden Amon-Ra'ya ve onun yerel
benzerlerine tapınmaya geri döndü. Akhenaten'in güneş tanrısı tapınakları
sistemli bir şekilde bir kenara itilerek yeryüzünden silindi.
Poe'nun döneminde bu bilgilerin çoğu bilinmiyordu. Bu bilgilerin büyük bir
bölümü ancak 1970'Ierde öğrenildi.
26 İbis: Balıkçıl familyasından bir kuş, çeltik kargası.
27 Pro tem veya pro tempom (Lat.): Geçici olarak.
28 Lamba, elinde fenerle dürüst bir adam, daha doğrusu "adam" diyebileceği
birini arayan Diyojen'e gönderme yapıyor olabilir.
29 Kabbala ya da Kabala, ibrahim'den geldiği savlanan, ama gerçekte
hahamların biçimciliğine bir tepki olarak Orta Çağlarda üretilen esoterik
bir Ki-tab-ı Mukaddes yorum sistemi. On ikinci yüzyılda popülaritesinin
zirvesine ulaşan bu sistem, her harfin, her sayının, hatta her fonetik
işaretin sadece sırrı bilen kişilerce yorumlanabilecek gizler içerdiği
inancına dayanmaktaydı.
30 Piskopos Ussher'in (1581-1656) t.Ö. 4004 yılını yaratılış tarihi olarak
göstermesine atıf yapılıyor. Yüzlerce yıl revaçta kalan bu inanış ancak
Mısır'da yapılan keşiflerle sarsılmaya başlamıştır.
31 Asur dilinde tanrı tarafından yaratılmış çocuk anlamına gelen "adımı
"sözcüğünden gelen "Adem'', tbranice ilk insan ve kırmızı toprak (ya da
balçık) anlamına gelir.
32 Kendiliğinden üreme veya abiogenesis (cansızdan canlı oluşumu) fikrinin
tarihi, mikroskopsuz olarak bazı hayat biçimleri için başka bir açıklama
bulamayan Eski Yunan'a kadar gider. Bundan çok sonraları bile, insanlar
farelerin zahireden veya karanlık bir kutuda bırakılmış kirli bir gömlekten:
kurtçukların çürümekte olan etten; hamamböceklerinin bozuk yiyeceklerden
anasız-babasız ürediklerine inanıyorlardı. Pasteur, mikropların bile daha
önceden mevcut mikroplar olmadan üreyemedigini göstererek soruna son noktayı
koydu.
Bugün, dünyanın başlangıcındaki atmosferin de yıldırım etkisiyle organik
bileşiklerden oluşan ilkel hayat kuramı tek olanaklı "kendiliğinden üreme"
olarak görülmektedir.
33 Gali ve Spurzheim frenolog, Messmer ipnotizma ile hastalığın tedavi
edilebileceğini ileri süren ve adından mesmerism sözcüğü türetilen şahıs.
"Bit yaratan Tebli bilginlerle dolaylı olarak 'bit yaratmaya çalışıp
başaramayan' Mısırlı büyücülere gönderme yapılmaktadır (Exodus 8:18): "Aaron
asasını hızla toprağa vurdu ve insanda ve hayvanda bit oluştu; bütün Mısır
toprağı bite kesti."
34 Batlamyus (Ptolemaios): ikinci yüzyılda Mısır'da yaşamış ve
iskenderiye'de gözlemler yapmış Yunanlı matematikçi, coğrafyacı ve astronom.
Ko-pernik'in öğretisi kabul edilene kadar Batlamyus'un eserleri standart
ders kitaplarıydı. Batlamyus sisteminde güneş ve diğer gök cisimleri
dünyanın etrafında dönerler. Batlamyus bir astrolab (usturlap, gök
cisimlerinin yüksekliğini belirlemede kullanılan bir cihaz) yapmış, ay ve
güneş tutulmalarını hesaplamıştır.
35 Plutarkos (Plutarch, M.S. 46-120): Romalı tarihçi. De facia lunce, ayın
fazlan üzerine. Eserin Plutarkos'a ait olduğu kuşkuludur.
36 Diodorus Sicilus, (Ölüm tarihi: M.Ö. 21) bugün güvenilmez kabul edilen
kırk ciltlik bir dünya tarihi yazmış olan Sicilyalı tarihçi.
37 Uydurma bir isim.
38 Karnak, Luxor'un bir mil doğusunda bulunmaktadır ve Teb kentinin bir
bölümü üzerine kurulmuştur. Firavunlarla ilgili birçok kalıntı
bulunmaktadır; kalıntıların en ünlüsü Büyük Amon Tapınağı'dır.
39 Poe'nun edebi bir savaş açtığı New Englandlı transandantalistlerin yayın
organı.
40 Ad libitum (Lat.): istenildiği kadar.
41 Solomon de Caus (1576-1626), buhar kuvveti üzerine öncü çalışmalar yapmış
Normandiyalı mühendis.
42 Hero (ya da Heron), iskenderiyeli. Yaşadığı tarih tam olarak bilinmiyor.
Büyük bir olasılıkla l.Ö. 2 ve 3. yüzyıllar arasında. Buharlı bir makina
yapmış olduğu varsayılıyor.
43 Çok bilinen ve kullanılan yumuşatıcı bir ilaç (müshil).