GÜLNAR/
‘İkinci kadın’ın saraya meyvesiydi. Baba sessiz bir gecede kurşuni
bulutlarla sehere yıldırımlar yağdıran Gülnar’ın doğuşunu açılıp kapanan
kaderine, ukdelenmiş kederine sevindirmişti. ‘Babam, sevgili babam
derinleştikçe büyüyen alnındaki çizgilere, ağardıkça çoğalan saçındaki
ıstıraba kurban olduğum eşsiz babam! İhtiyarlığınca hüzün nedir?’ Tahta
yığılıp kalıyordu. Padişah saltanatın ölümüne ağlıyor, dünyanın gözü önünde,
zamanın ihtiyarlattığı tahtına gömülüyordu. ‘Alın götürün beni. Sevdamızı
değiştiren, kalbime karşı kalp getiren, bu ay yenisi, perilere tuzak
bebeğimi.’ Taht çatırdadıkça, insanların bahtına matem haberleri doğuyordu.
PERİ PADİŞAHINA GÜLNAR SEZGİSİ
Dünya simsiyah bir kabre dönüştü. Siyah kefeni giydi. Kalp kulağı açıldı,
saltanat ömrünün gündüzü geceye, dünya gündüzü berzah gecesine, hayatın yazı
ölümün kış gecesine dönüyordu. Peri padişahının üç oğlu vardı ve üçünün de
gönlü çiçeğe düşmüştü. Balözüne düşen arı ilhamı gibi. ‘Biz
ne yapalım da Sultan babamıza duyuralım?’ dediler. Akıldaneyi çağırdılar.
‘Bahçıvana haber salın.’ Bahçıvan geldi. ‘Üç tane karpuz kes bize’ dediler.
‘Biri tam ergin olsun’ bahçıvan karpuzları kesti getirdi. Korkuyla elleri
ve
gözleri küçülüyor ve yalvarıyordu. ‘Götür bunları, Sultan babamıza ver’
dedi- ler. Bahçıvan dehşetle irkildi, korkuyla büzülen, küçülen, kuruyan bir
yaprak damlası oldu. Sonra boyun eğdi, çaresiz götürdü. ‘Şevketliye kızları
saldı’ dedi. Akıldaneyi çağırdılar. Peri padişahından istekliler geldi.
Bekledikleri buydu. Bütün dünyanın gözü, yıkılan ve eriyen tahtın
servetindeydi. Leş kargaları gibi üşüşmüşlerdi. Gülnar geldiğinde yeni ay mı
doğardı Gülnar mı gelirdi bilinmezdi. Sarayda zamanı süsleyen bir gül çiçeği
gibi saklanmıştı. Peri padişahının küçük oğlu deliler gibi aşıktı ona.
Korkuyor, ihtiyarlıyor
ve çılgınlar gibi seviyordu. Gülnar mustaripti. Saçları, kendini ele
verecek, dünyayı baştan çıkaracakmış gibi uzun ve güzeldi. Gözleri, yeni ayı
kıskandıracak, yüzü, güneşi utandıracak denli pervasız ve berraktı. Peri
padişahının küçük oğlu intikam sevdasıyla yanıyordu. Gece olup gündüze
gündüz olup geceye mecnun olup sahraya düştü.
GÜLNAR İÇİN GAGASI ŞAFAĞA UYANMIŞ GÜVERCİN MASALI
Peri olup at kılığına girdi, bağı bahçeyi dağıttı, yıktı, tüketti küçük
oğul. Sihir çoktu.
Gökte havai fişekler, barut ve bilgisayar tüketen sesler, ülkenin tümünü
reklam savaşlarıyla kuşatan bir karabasandı. Herkes meyvesini sebzesini
pazara çıkarmışken, saray bahçıvanı yoktu. Padişah sordu. Bahçıvan; ‘nasıl
getiririm şevketlim, sihirli bir at gelir bağı bahçeyi komaz haşat eder.’
Bir hendek kazdılar derince. At geldi. Tuzağa düştü. Ahıra bağladılar.
Aylarca bir şey yemedi huysuzlandı. Ona yem vermedik bir Gülnar kalmıştı.
Gülnar
gittiğinde, huysuzluğu uysallığa dönüştü, eliyle verdiği yemi yedi. Padişah
‘bu atı çok sevdim, buna sen bakacaksın’ dedi Gülnar’a. Gece Gülnar
uyuyunca, at silkinerek kalktı. Ayın ondörtü gibi bir yiğit doğuverdi.
Ellerini dua eder gibi göğe kaldırarak haç çıkardı genç adam. İbadet
ateştapar bir geceydi.
Gümüş mercan gözleri, hilal kaşları, kalbindeki sihir ateşi, yumuşacık ayva
tüyü sesiyle Gülnar’ın kalbini bağladı. Gülnar ürpertiyle kalbinin ellerini
uzattı ona: ‘Uzat ellerini sana biat edeyim.’ ‘İnanma ona.’ Gülnar, şeffaf
bir mah- beste gördü ruhunu. Yalvarıyordu. Gözlerinden ve zamandan
korkuyordu. Sihirli bir gülüşle erimeğe başladı. ‘Madem’ dedi Gülnar, ‘sihre
kapılarak babam sana adadı beni, kalbim senindir.’ Yiğit ‘şafakta kuş olup
uçacağız, tılsımdan kimseye söz etmeyeceksin.’ dedi. Üç kardeş şafakla
birlikte uyandı. Beyazlar giyinip uçtular. Büyük kız ‘sütte leke var,
yarimde yok’ diye inli- yordu. Diğeri ‘kar gibi beyaz’ diyordu. Gülnar
duyulmuyor ve seçilmiyordu
: ‘Babam adadı beni.’ Nereye olduğunu bilmeden uçtular, döndüler. Şafakta
uyandılar. Al giyip uçtular. Nereye uçtuklarını bilmeden gittiler, dönüp
uyudu- lar. Sonraki şafakta karalar giyinip uçtular. ‘Tılsım’ diye büyüden
söz etti Gülnar. Büyü bozuldu. Gün döndü. Düşte gibiydiler. Kuş bağlandı,
yiğit kay- boldu. Bütün kuşlar yuvalarından çekildi. Gülnar, engin bir çölde
yapayalnızdı. Vazgeçemiyor, onunla olamıyordu. Neredeydi? Kimdi? Dünya dönüp
duran, büyüdükçe kararan bir taş parçası gibi kaskatıydı.
‘Demir asan eğilmedikçe Demir çarığın delinmedikçe Hacıleylek başına yuva
yapmadıkça İnce kemer belini kesmedikçe
Beni arayıp da sevda köyünde bulasın.’
Yaralı bir kuş gibiydi. Kanatlandı. Padişah tahtıyla birlikte öldü. Kızına
ellerini uzatmış, bir kılavuz bırakmıştı.
BİR ZÜLEYHA TACIDIR ÖRDÜĞÜ HÜZÜNLERDE/
Gülnar fecrikazipde kalktı. Demir asa, demir çarık, ince kemer aldı, yola
düştü. Babasının mezartaşında yüzyıllık utancı ve gözyaşı çizilmişti. Aylar,
yılları kovaladı. Gülnar kurtlar ülkesine geldi. Ülkenin girişinde korkuyla
geriledi. Alıp ülkenin hakimine götürdüler. Hükümdar’a sordu. Tanıyan yoktu.
Bir sonraki ülkenin hakimine gönderdiler.
DÜŞLERİ VEDA ETMEDE ZAMANSIZ GECELERE/
Gülnar elindeki kılavuza uyarak düştü yola. Dağ yaklaştıkça güneş doğuyor,
güneş doğdukça ay bölünüyor, ay bölündükçe yıldızlar parlıyor, yıldızlar
parladıkça dağın gözündeki gümüş bakışlı kuşlar selamlıyorlardı Gülnar’ı.
Pusu? Yoktu. Dağ? Gümüşle yakut arasında tabiat diliydi.
Dağın gözünde sihri haber veren uyarılar gördü Gülnar. Düne uzandı. Gelecek
aydınlandı. Bir yaban çiçeği dile gelip babasının mezartaşındaki hüznün
müziğiyle kalbine ağan sihir çilelerini dillendirdiğini duydu. Git gide
gezindi. Dün, ansızın çıkıveren samyeliyle saçlarından uçan bir haşirçiçeği
oluverdi. Çiçeğin ellerine bıraktı kendini. Büyü cadıları üşüştü başına.
Biri; zambakların en ıssız yerlerde açmışlarından küçük bir şehir, diğeri;
gülleri ve leylakları, kalbi mercan, dili mercan, gözü mercan bir sonsuzluk
tacı yapıp, tacı sihirleyip, gebe bir kadın gibi rüya sancılarıyla doğan
kötürüm bir çocuk, vehim tuzağıyla örülü kızıl dağ saçları yaptığını
anlattı. Günlerce Gülnar’ın çevresinde döndüler. Korkuyla yığılıp kalmıştı
oraya.
Dağın gümüş bakışlarından süzülen bir kalp ve akıl arasında gidip gelmekten
bıkmış, yeni açılan berzahi bir yolda, şeklini ve dünyasını tarihe ve
insanların zihnine armağan etmişti. Kısacık ömrüne yerleşen dünyasını
leylaklarla süslemek, sonra onu güller arasındaki kadınlığından süzülen bir
zaman
süsü olarak beslemek geldi içinden. Sustu, sihir doğmakta, suretiyle görün-
mekteydi. Kendisini çaresiz suretin diline bıraktı Gülnar. Dağ geçit verdi.
Aslan ülkesinin girişinde saldırdılar. Kılavuzu çıkardı. Alıp ülkenin
hakimine götürdüler. Tanıyan bilen yoktu. Geçit’e kadar uğurladılar
Gülnar’ı.
İMBATTIR AŞK VE IŞIK GÖRMEMİŞ TOMURCUKLARIN/
Geçidin sonunda yaklaştıkça küçülen şeffaf bir saray görünüyordu. Gurup
güneşi gibi kaynayan ateş gerisinden saraya sağılan kuşlar, saraydan atılan
kemikler uçuşuyordu. Gülnar, saraya yaklaştıkça içinde sürekli tahrip ve
tamirle çalkanan şehirler ve o şehirde her zaman harp ve hicret içinde
kaynayan ülkeler ve o ülkelerde her vakit hayat ve ölüm içinde yuvarlanan
alemler gördü. Bir kasırgaya kapılır gibi derin bir karanlığın yüreğine
düştü. Işıkla ateş karışmış, sanki dünya durup Gülnar dönmeye başlamıştı.
Yer
gök neredeydi? Yükseklik neydi? Bu hercümerc içinde karanlığın yüreğinde
ışıltı bulduğunda hemen üstüne bir kelime bırakıyordu. Sonra, bunların
işaret için birer alamet olduğunu anladı. Karanlık derinleşti. İşaret
keskinleşti. Hüznünden yükselen ahlar karanlığın erişemediği bir yerde
şefkatli bir bulut oluşturdu. Güneş göründükçe Gülnar parlıyordu. Kuşlar
ülkesine geldiğinde sessiz bir korku karşıladı onu. Çığlık çığlığa Gülnar’ı
çevrelediler. Kılavuzu buldu. Sordular. Bilinmiyor, tanınmıyordu. ‘Daha
sorulmayan kaldı mı?’
‘Haberkuşu kaldı’ dediler. Haberkuşu, naz kuşuydu. Buldular. ‘gelmem’ dedi.
Hükümdar, ‘ne istiyorsa verin, gösterin’ diye buyurdu. Haberkuşu’nun
rehberliğinde iki kuş kanatlarına aldı Gülnar’ı, uçtular. Hükümdar içinde
inci büyüten sihirli bir mahfaza vermişti. Abanoz ağacından yapılmış,
üzerine mavi ışıklı bir dille şafak kalbi işlenmişti. Uçtular uçtular,
denize kavuştular.
Denizden öteye hükmedemeyen Haberkuşu, ‘biz döneceğiz, öte geçemeyiz’
diyerek havalandı. Gülnar umutsuzca denizin karaya kavuştuğu, dalgalarla
kayaların öpüştüğü çizgiye uzandı. Yere bırakır bırakmaz, yeşille mavi
arasında uzak bir deniz hülyası oluverdi. Hülyanın tüyler üzerinden doğan
sesine kayboldu. Girdiği dünya hep geceydi. Dünya küçüldü. Deniz yüzündeki
canlılar ve insanlar görünmeyecek derecede küçüldüler. Görünen, dünyanın
içinden ve üstünden menzil’i sermedi avuçlarında karanfil sesi gibi okşayan
kudretli bir ışıktı. Gülnar kalbine gizlenmiş üç büyük cenaze başında gördü
kendisini. Saçlarındaki leylak rüzgarı, ölmüş ve defnedilmiş kabri üstünde
bir mezartaşıdı. Yeryüzündekilerin ölüp mazi kabrine defnedilmiş büyük
cenaze- sinin başında, mezartaşı olan kendi çağının yüzünde gezer karınca
gibi
bir canlıydı. Her yıl dünya yüzünde gezen bir alemin ölümüyle büyük dünyanın
da ölümüydü. Üç büyük cenazeden Gülnar’ın ruhuna pek çok menfez açıldı. Biri
akıl nuruydu. Biri melek ruhu. Biri vicdan ışığıydı. Biri gül ruhu. Gülnar,
yalnız bir nar çiçeğiydi şimdi. Deniz aralandı. Gülnar, denizin nerede
bittiğini anlayamıyordu. Yorgun, kaya üstüne yığılmış soluklanırken sanki
biri götürüyormuş gibi eli başına gitti. Hacı leylek yuva yapmıştı.
Ayaklarına uzandı bakışları, demir çarıkları delinmişti. Elindeki asa iki
büklümdü. Denizin bittiğini, ağaçların başladığı tabiattan bildi. Yürüdükçe
sokaklar inceldi, dünya küçüldü, menzil büyüdü, çocuklar göründü.Birine
sevda konağını sordu. Çocuk korkuyla ağladı. ‘Niçin?’ dedi Gülnar. ‘Yedi
kat yerin dibinde sihirli elleriyle konağın hanımı duyarsa geldiğini.’
Gülnar dinlemiyordu. ‘Sen’ dedi Gülnar, ‘koşa koşa git, konağın kapısında
dur, ben anlarım.’ Çocuk koştu, kapıya ulaşınca düştü, kalkıp tekrar koştu.
Gülnar vardı konağa. Hanım’a yalvardı hizmetçiler, Gülnar’ı konağa aldılar.
Konak, meydana açılan geniş kapılarıyla yetmiş menzilliydi. Gülnar’ın odası,
yiğidin kapandığı, aynı yönlerden bakıldığında ışıklı, loş ve karanlık
görünen gizli menzilin kaybolduğu yerden başlıyor, bir ucu kaybolan şimşek
çocuğuna,
bir ucu babasının mezartaşına, diğer ucu saçlarına uzanıyordu. Gülnar,
hizmetçilere katıldı, konağı gezdirdi, tanıttılar. Bir odadan yıllardır
müzik damlıyordu/ sevda odası dediler, ama yetim. Bir başka odadan kapısı
açılmayan, açıldığında çağlar boyu birikmiş yalnızlık nehri boşanacak mercan
gizliydi/ hüzün odası dediler, ama muzlim. Bir diğer odaya dünya
kurulduğundan bu yana güneşten damıtılmış sabah çocukları hapsedilmişti/ gül
odası dediler, ama gizli. Makine kokulu, teknik dilli resim odasına
tozları silinmiş kelebek kanatları doldurulmuştu/ coşku odası dediler, ama
korkulu. Orman müjdeli yunusların serildiği odaya/ aşk odası dediler,
ama solgun. Gülnar’ın aradığı oda, karnında taşıdığı sihre gebe çocuğun
gözbebeğine yerleştirilmişti. Hüzünle titriyordu. Hizmetçi kadınlar, doğumun
göze yaklaşan kirpik gibi yakınlaştığını, can bedenle birleştirilinceye
kadar sürenin uzayacağını öğrenince hayretevi kurdular ve hiç bitmeyecek bir
ağlamaya durdular. Konağın terzinin kapatıldığı odada şiddet aygıtları
biçilip dikilmekte, tekrar bozulup tekrar dikilmekteydi. Konak Efendisinin
bayramlığını terzi dikecekti. Bayram gelmiyordu. Gülnar’ı sabahın ilk
ışıklarıyla birlikte karşı odada, ağlayan kumrular uyandırdı. Gülnar kalktı
ve işaret parmağında elmas bir yüzüğün parıldadığını gördü. Konağın hanımına
koşup haber verdi hizmetçiler, ‘aman sultanım, yeni gelen hizmetçinin
parmağında elmas parıldar ki, ancak size layık...’ Yedi kat yerin dibinde
sihirli elleriyle Hanım uzandı ve Gülnar’ın yüreğindeki isteği seçti. Konak
Efendisinin odasında bir gece kalmak diliyordu. Efendi’ye büyülü içecek
içirip, Gülnar’ın yüzüğünü aldı, gece odasına gönderdi.
Gülnar şafağa dek Yiğit’in yanında inledi:
‘demir asam eğildi demir çarığım delindi hacıleylek başıma yuva yaptı ince
kemer belimi kesti
uyan sevdalım uyan’
Şafakta odadan çıkardılar Gülnar’ı. Terzi, odasında biçip dikiyor, bozup
tekrar dikiyordu. Gülnar’ın serzenişlerini dinlemişti geceboyu.
AŞK VEYA BALRENGİ BİR FECİR/
Bir sonraki şafakta kumrular uyandırdı Gülnar’ı. Boynunda zümrüt bir
gerdanlık parlıyordu.
Koşup Hanım’a haber verdiler. Yedi kat yerin dibinde büyülü elleriyle Hanım
uzandı, Gülnar’ın yüreğindeki isteği seçti. Bir gece bir gündüz Yiğit’le
beraber kalmak istiyordu. Gülnar’ı Efendi’nin odasına gönderdi. Terzi biçip
dikiyor, bozup tekrar dikiyordu. Gülnar bir gün bir gece Yiğit’in başucunda
ağladı.
Bir sonraki sabah, terzi, Efendi’ye Gülnar’ın yakarışlarını anlattı. Gülnar
odasında;
‘demir çarığım delindi demir asam eğildi...’
diye inleyince, Yiğit gözlerini açtı. Gülnar’ın belindeki gümüş kemere
baktı. Gözlerini göremedikleri, seslerini duyamadıkları şeffaf bir hürriyet
çocuğu doğdu. Çocuğun doğduğu dünyadan ışık ve sesle birlikte, yedi kat
yerin dibinde sihirli elleriyle konağın Hanım’ı eridi.
BİR MECNUN MASALI DOLAŞTIRIR ŞAHDAMARLARDA/
Çocuk babası kiliseye götürdüğünde çığlık çığlığa yok oluyor, hasta
annesinin başucunda elleri göğe yükseliyordu. Suyun havaya, aşkın nefrete
dönüştüğü bir avuç kül savrulurken şafak oldu. Çağlar çağları kovaladı.
Çocuk her çağa bir gül ve bakış diliyle girdi.
Bir mecnun masalı olup şahdamarlarda dolaştı.