Bıldırcın
Ivan Turgenyev
Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on yaşında kadar
vardım.
Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya'nın güneyinde bir çiftlikte oturuyorduk.
Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere kadar bozkırlar uzayıp gidiyordu.
Yakınlarda ne bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan,
fundalıklarla kaplı sel yatakları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi
kesiyordu. Bu sel yataklarının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede
beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar
görünüyordu. Çiğnenmiş keçi yollan oraya gidiyor, suyun önündeki cıvık
çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izleri birbirini kesiyordu.
İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı.
Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadığı, hava da güzel
olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boynuna asar, ihtiyar köpeği
Trezor'u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan
saymazdı, onları zağar avcılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi.
Bizim taraflarda bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela güzün
çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, hele keklik çoktu.
Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan
yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada
kuyruğu titremeye, alnının derisi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü
sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı.
Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti.
Pantolonumun paçalarını çizmelerimin koncuna sokar, matarayı boynuma takar,
kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak
taşlar çizmelerimin içine girerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan
da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman
yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar
arasında yahut Trezor'un dişleri arasında kanlar içinde çırpınırken ben yine
de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik
yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma
basmadan önce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek
vereceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti.
Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde
parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe,
sanki çıngırak çalarlardı. Onlara gelecekteki avım olarak bakar, omzumda
tüfek yerine taşıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın
yüksekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların arasına dalmadan
onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzakta, ekilmiş yerde yahut otlar
arasında toy kuşları vuruyordu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa,
ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi.
Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli
olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söylerdi. Bir defa yaralı olduğu
için sürüden ayrılıp tek başına kaldığını sandığı bir toy kuşuna gizlice
yaklaşmayı denedi. Trezor'a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden
kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor'a döndü,
hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: "Arrier! Arrier!.."
Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğrudan doğruya değil
de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor,
gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş
gibiydi, kuyruğunu arka ayaklan arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı.
Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor'un peşisıra gittim. Ama
toy bizi üçyüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını
çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı...
Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım... Hem öyle gücüme gitti
ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu
bulurdu...
işte bir gün, tam Petrov günü arifesinde babamla ava gitmiştik. O zaman genç
keklikler henüz küçük olduğu için babam onları vurmak istemiyordu. Küçük
meşe kümelerine doğru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar
bulunurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden
dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yonca, çıngırak çiçekleri,
mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla
gittiğim zaman kucak dolusu çiçek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek
çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım.
Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, "Pil!.." diye bağırdı, Trezor'un tam
burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu:
Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor
var kuvvetiyle onun arkasından... Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle
yapmazdı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden korkarak ateş
etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!..
Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı
gelmek üzere avucuna koydu. Yaklaştım, "Ne o" dedim, "yaralı mıydı?" Babam,
"Hayır!" diye cevap verdi. "Yaralı değildi; ama herhalde buralarda, yakın
bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini
sanması için böyle yaptı." "Peki ama, niçin böyle yapıyor?" diye sordum.
"Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel
uçacaktı. Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapmacık yaptı,
Trezor da onu yakaladı." Ben yine, "Demek ki yaralı değildi?" diye sordum.
"Hayır... ama yaşamaz... Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır."
Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela
gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki
bana bakıyor ve düşünüyordu: "Niçin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece
görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya
çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!..
Haksızlık bu!.. Haksızlık!.."
"Babacığım," dedim, "belki de ölmez." Sonra bıldırcının kafacığını okşamak
istedim. Ama babam, "Hayır!.. İşte bak, şimdi onun ayacıkları gerilecek,
bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır." Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın
gözleri kapanır kapanmaz ağlamaya başladım. Babam, "Niye ağlıyorsun?" diye
sordu ve güldü. "Ona acıyorum" dedim. "O, görevini yapıyordu, oysa onu
öldürdü. Bu haksızlık!.." Babam, "Kurnazlık etmeye kalkıştı" diye cevap
verdi. "Ama Trezor, ondan daha kurnaz çıktı." "Zalim Trezor!.." diye
düşündüm... Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi.
Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı
sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse,
Trezor da onu yakalamamalıydı!..
Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama, ben onu babamdan istedim,
itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama
kuşcağız kımıldamadı. Babam, "Boş, azizim," dedi, "onu diriltemezsin. Bak,
başcağızı nasıl sallanıyor." Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama
ben elimi çeker çekmez yine düştü. Babam, "Ona hâlâ acıyor musun?" diye
sordu. Ben de ona, "Ya küçükleri kim besleyecek?" diye sordum. Babam
dikkatle yüzüme baktı, "Üzülme," dedi, "erkek bıldırcın, babaları onları
besler. Dvır bakayım..." diye ilave etti. "Galiba Trezor yine ferma
yapıyor... Burada yuva olmasın? Evet, işte yuva..."
Gerçekten de, otların arasında, Trezor'un burnundan iki adım ötede birbirine
sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş,
boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes
alıp veriyorlardı... Artık tüylenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy
yoktu, yalnız incecik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, "Baba!..
Baba!.." diye bağırdım. "Trezor'u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da
öldürür!.." Babam, Trezor'u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının
altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım,
kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkararak bıldırcını üstüne
yatırdım. "Bakın," elemek istiyordum, "yetim yavrucaklar, işte anneniz!..
Sizin uğrunuza kendini feda etti!.." Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün
vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, "Bu bıldırcını bana hediye
edebilir misin?" diye sordum. "Buyur. Ama onu ne yapmak istiyorsun?" "Gömmek
istiyorum!.." "Gömmek mi!.." "Evet... Yuvasının yanına gömmek istiyorum.
Çakını bana ver; ona bir mezar kazacağım." Babam şaştı, "Çocukları mezarını
ziyaret etsin diye mi?" "Hayır," dedim, "öyle istiyorum. Burada yuvasının
yanında yatmak hoşuna gider!.." Babam birşey söylemeden çakısını çıkarıp
verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öptüm, çukura koydum ve
üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı çakı ile iki dal kestim, kabuklarını
soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla
oradan uzaklaş tık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum...
İstavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu.
Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim
bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine konmuş, ama kendisi de tıpkı istavroz
gibi bembeyaz. Başında altından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları
uğruna fedakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!...
Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sararmakla beraber, hâlâ
yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da buldum. Ama yuva boştu, yavrular sırra
kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere
götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük
bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, "Hayır!.. Babam
iyi kalpli!.." diye düşündüm.
Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duyduğum tutku kayboldu,
artık babamın bana tüfek hediye edeceği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce
ben de atış yapmaya başladım. Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha
oldu. Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvalan bulduk. Ana keklik
fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla
beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gidecek oldum; ama arkadaşım, "Burada
oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur... Şimdi hepsi buraya gelir."
dedi. Arkadaşım yavru keklikler gibi ötmesini pek iyi beceriyordu. Oturduk,
arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi,
sonra başkası, baktık, sonra ana keklik ötmeye başladı, hem de öyle şefkatle
ve yakın bir yerde ötüyordu ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine
karışmış otların arasından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü
kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendime öyle bir
zalim göründüm ki... Ayağa kalktım, ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu,
yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, bana "Deli!.." dedi... "Bütün avı
berbat ettin..."
Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye
başladı.