1- Hazzın Derinliklerinde Koşuyorum.
En alt kademeden başlanan meslekte, gösterilen başarılar, iş bitiricilik,
insan idare edebilme becerisi, patronla arayı hoş tutabilme gibi yetiler
birleşince, zaman içinde kazanılan para, başka bir coğrafyanın
standartlarına çıkıyor. Bu ülkenin dertleri yazılmaya devam edilirken, bir
akşamüstü Boğaz manzarasının karşısında, yıllanmış bir viski eşliğinde caz
dinlenmeye, İngiltere'deki o küçük dükkândan alınan nefis çayın dışında çay
içilememeye başlanıyor. Yazarımız, haz yelpazesini gitgide genişletirken, bu
zengin hayat mönüsünü okurlarıyla paylaşmayı şımarıklık olarak değil,
"hayatta yaşanması gereken zevkler"in bir listesini sunmak olarak algılıyor.
Solculuk günlerinde boşa geçen o 'kayıp zaman ı şimdi konsantre bir hayat
yaşayarak telafi etmeye çalışıyor. Bulup çıkarıyor haz kuyusunun
derinliklerinde parıldayan ne varsa. Bir şarap mesela, 25 yıldır bir şişenin
içine hapsedilmiş mutluluk iksiri... İşte hayat... İşte o nefis şaraplardan
başı dönen muhteşem "pazar yazıları." Biliyorsunuz ekonomik çalkantılar,
savaşlar pazar günleri yaşanmıyor. Biz de hafta içi dünyanın sorunlarıyla
boğuşup, hafta sonu kaliteli bir yaşamın guruları olarak görev yapan bu
insanların köşelerine gömülüyoruz. Keyifle uzatıyoruz ayaklarımızı ve
yazarın derdiyle dertleniyoruz: "... Hala Romano Conti şarap içemedim."
2- Bana Ne! Ben Hayatı Böyle Biliyorum.
Kendi sorunlarını, tüm dünyanın sorunları gibi anlatıyor. Yılışık bir
umursamazlıkla yazıyor yazılarını. Ama ayda ortalama bir defa karşısına,
artık yazmasa ayıp olacak büyüklükte bir toplumsal olay çıkınca, gözlerini
koca koca açıp, şaşkınlıkla "ay inanamıyorum bu olanlara" ana fikirli
yazılar yazmayı bir görev biliyor. Bir ömür, açılan yeni bir kafenin
reytingiyle; yeni taşındığı evin boyasını yapan ustayla aralarında boya
rengi konusunda çıkan anlaşmazlığı anlatmakla; gidilen nefis restoranın
adresini ve telefonunu okurlara duyurmayı borç bilmekle; kedisinin tıraş
zamanının geldiğini haykırmakla; yağmurda birlemediği taksiler yüzünden
sırılsıklam olmuş halde dünyanın en lanet, en uğursuz anlarını yaşadığı o
saatleri, sakar bir kurgu içinde anlatmakla; tatil telaşını, ayağını
incittiği için berbat geçen tatilini, dönüşte uçağı kaçırmasını bir melodram
filminin en can alıcı sahneleri gibi kaleme almakla geçiyor. Bizeyse
seyretmek düşüyor.
3- Kafam Sığ Ama Yazıyorum Yıllardır, Abi Derler Bana Camiada
"Bak kardeşim! Vay vay vay... Adama sormazlar mı, sen in misin cin misin?
Kulaklarını aç beni iyi dinle. Çıkarsın, gümbür gümbür topunu oynarsın.
Bahanelerin arkasına sığınmazsın."
İşte, her gün yazılan bu tür yazıların özeti budur. Bu interaktif yazım
stili daha çok, sonradan gazeteci olmuş, gençliğinde bin defa "önümüzdeki
maça bakacaz artık," diyen ağabeylerimizce kaleme alınır. İnsanın bu yazıyı
okurken, cevap veresi, konuşası gelir, o kadar sahicidir...
4-İki Satır Arasına Kafam Girsin.
İşte büyük ustalar! Neyse gündem, 5 cümlede paketleyip okurun eline
verenler. Bu yazıların her biri kıssadan hisse, her biri karmakarışık
gündemin yılların tecrübesinden damıtıldığı birer manifesto. Bu köşe her
biri altın değerinde, "Ya... Ya" diye onaylayacağımız, birbirinden 5 santim
uzaklıktaki cümlelerden oluşuyor. Yazarımızdan, yılların tecrübesiyle
ulaştığı bu sadeliğe yaraşır, tek bir cümleden oluşan bir köşe yazısı
diliyoruz artık: "Bundan böyle hep tatilde olduğumdan, yazılarım artık
elinize ulaşmayacak..."
5- Sürekli Dolaşıyorum, Ama Hep Çok Güzel Yerlere Gidiyorum.
"... Biz de kalktık Halil Be/in misafiri olduk, iyi ki de olmuşuz. Halil Bey
7 kuşaktır İstanbullu. Mevsim tabi lüferden yana, yanında da Halil Beyin
özel tarifi rokalı kuskus pilavı... Ve tabi Halil Beyin insanı sarıp
sarmalayan muhabbeti, eşi Aylin Hanım'ın benim diyen şarkıcılara taş
çıkartan sesi... Hayatımın en güzel gecelerinden birini yaşadım. Teşekkürler
Halil Bey, elleriniz dert görmesin..."
Yakın dostlarla sahibini tanıdığı restoranlarda; kendini evinde gibi
hissettiği ve sahiplerinin mutlak ülke meselelerine duyarlı olduğu E
otellerde geçen bir hayat Mecburen biz de konuk oluyoruz o sofralara, Ş o
otellere. Onlar yiyip, içiyor; biz okuyoruz. Yeri geldiğinde ülke elden gidiyor, kahrolunuyor; yeri geldiğinde eski dostlar anılıyor,
hüzünleniliyor; İ, yeri geldiğinde bir şarkı patlatılıyor ki eskilerden,
neşeden geçilmiyor... Ama şu soru hiç akıldan çıkmıyor "Fakat bize ne
Halil Efendinin muhabbeti eşliğinde mideye indirdiğin balıktan?"