1948 yılında Birleşmiş Milletler’ce imzalanan insan Hakları Evrensel
Bildirgesi, o tarihten bu yana arada bir okunmuş, nadiren anlaşılmış ve
ender olarak uygulanmıştır. Üçüncü bin yıla girerken olumlu değişimleri
gerçekleştirebilmemiz için devlet, toplum ve din önderlerinin bu bildirgenin
gerçek anlamı konusunda bir düşün birliğine varmaları gerekmektedir.
Evrensel insan hakları ancak bu yolla anlaşıldıktan sonra yasal ve pratik
anlamda uygulanabilir. Öte yandan insan hakları, demokrasi, barış, çevre
sorunları, ekonomi, işsizlik, kalkınma, rekabet, çok kültürlülük ve
ayrımcılık gibi çağımızın içinden çıkılmaz duruma gelmiş bulunan
sorunlarından kurtulabilmek için yapılması gerekenleri şöylece
sıralayabiliriz: Güven verici önderlik, eski gelişme kavramını yeniden
değerlendirmek, bütün önyargılardan sıyrılarak iyi niyet eşliğinde bir
hedefe yönelmek, varolan tüm değerleri gözden geçirmek, daha etkili bir
insan hakları hareketi oluşturmak ve değişik alan ve konulardaki savaşımları
tüm insanların eşitliği için birleştirmenin önemini kavramak. Eğer
önümüzdeki yeni binyılı öncekilerden farklı kılmak istiyorsak, sayılan bu
noktalara büyük bir özenle yaklaşmamız gerekir. Bunu başarmanın koşulu da
Evrensel insan Hakları Bildirgesi’nin temel metin olarak ele alınmasıdır.
Dünya tarihimizin zaman zaman şiddete, savaşa ve kişisel çıkarları uğruna güçlenenlere fazlaca yer verdiğine tanık oluyoruz. Yine de kendimizi, diyalog kurabilmenin erdemlerini bilen, barış şampiyonluğu yapan ve herkesin eşit tutulması için çalışarak o bilinmez ve güç yolu seçenler olarak görebiliriz. Önümüzdeki binyılı, tüm insanların, özellikle de ikinci binyılda ihmal edilmiş olanların bilgeliğine kulak vererek, öteki binyıllardan farklı kılabiliriz. Çünkü biliyoruz ki ırk, cinsiyet, din, dil, cinsel seçenek ya da siyasal görüşleri ne olursa olsun insanların eşitliği için girişilen eylemler, insan hakları savaşımında çok önemli bir yer tutmaktadır.
Çağımızda gelişme adı altında görkemli teknolojik ilerlemelere tanık olmaktayız. Ancak bilimsel ve teknolojik ilerlemelere koşut biçimde değerler dünyasında gelişmeler gözlememekteyiz. işte bu nedenle bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler yaşama bakış açımızı bütünüyle kaplamamalı ve bizler düşünürlerimizin, sanatçılarımızın, bilge yöneticilerimizin görüşlerine daha fazla değer vererek bir denge oluşturmalıyız. Savaş ve işkence yapanlarla işbirliği içinde olan yalnız birkaç bilim adamı ve doktorun varlığı bile bilimin çoğunlukla kendi için var olduğu, sanat ve felsefenin ise insancıl yaklaşımdan yoksun olduğu gerçeğini güçlendiriyor. Oysa bu bir sanıdır ve doğru değildir. Bir zamanlar tek bir disiplin oldukları halde bilim, zamanla sanat ve felsefeden ayrılıp temelinde olan bilinçlilikten uzak bir küstahlığa sapmış; bilimin geçirdiği değişim aslında, daha genel bir eğilimin yalnızca bir yansıması olmuştur. Bunun içindir ki yaşadığımız dünyayı ve kendimizi nasıl yok ettiğimizi anlayabilmemiz için, sanat ve felsefe alanında (yalnız bilimi değil, tüm disiplinleri birleştiren) dünya çapında yeni bir altın çağa gereksinmemiz vardır.
işte bu temelden yoksunluk nedeniyle insan haklarının durumunda değişiklik yapmak için alman yasal önlemlerin tek başına etkisiz kaldıklarını görüyoruz. Bu da yalnız adaletin eksiksiz uygulanmasında değil, fakat yaşamın her yönünde değişimi ve yeniden yapılanmayı gerçekleştirecek olumlu toplum liderliğine gereksinim olduğunu ortaya koymaktadır, insan haklarına karşı çıkan değer yargılarının yeniden yapılanmasında, gerçek bir demokrasinin yerleştirilmesinde eğitimin önemli bir rolü vardır. Değerlerin yeniden gözden geçirilerek, biçimlendirilerek ve temellendirilerek ancak insan haklarının eksiksiz biçimde uygulamaya konulabileceğini söyleyebiliriz. Etik değerlerin yeniden yorumlanmasında eğitimciler kadar din önderlerinin de etkin rol almaları gerekir. Din, tarihsel olarak ahlaksal değer yargılarının yaratılmasında başlıca etken olmuştur ve onların yeniden yorumlanmalarında da bu rolü üstlenebilir. Din önderlerinin ve din kurumlarının laikliğe aykırı biçimde yaymış oldukları hoşgörüsüzlük ve dogmatik tutum, günümüzde ne yazık ki başlı başına bir sorun yumağıdır. Bunun bir nedeni dinler arasındaki rekabetse de cehaletten doğan dinsel hoşgörüsüzlük daha sık rastlanan bir olgudur. Bu yüzden dinsel önderlerin birbiriyle çatışma durumunda olan dinsel gruplar arasında, diyalog ve anlayış çağrısı yapacakları uluslararası bir din forumuna bugün her zamankinden çok ve ivedi olarak gereksinim vardır. Bütün toplumlarda geçerli etik ilkeler insan haklarının temelini oluştururlar. Tüm insan haklarının korunması ve geliştirilmesi yalnız ulusal bir sorun değil, uluslararası toplumun da yasal bir ödevidir. Bu bakımdan toplumların demokratik tutumu önem taşır. Demokrasiyi ise, zaman zaman seçimlerde oluşan siyasal bir tutum ya da sistem olarak değil, kişilerin kendileriyle ve öteki insanlarla ilgili doğru kararları her gün verdiği bir yaşam biçimi olarak algılamamız gerekir.
Hiçbir ideoloji insan yaşamından daha değerli değildir, insanla varolan değerler, yine onunla varlık kazanan hak ve sorumluluklarla sıkı bir ilişki içindedir. insan hakları insan değerleriyle birlikte sözkonusudurlar ve birbirlerine sıkıca bağlıdırlar. Değer yargılarındaki en ufak bir değişiklik, hakları da etkiler.
Değerlerin olmadığı yerde insan haklarından sözedemeyiz. İnsana özgü değerler temelinde yükselen insan hakları, bu değerlerin toplumda ne kadar yer ettikleriyle bağlantılandırılabilir. Kişi özgürlükleri ve siyasal haklardan, sosyal, iktisadi ve kültürel haklara ve buradan da dayanışma haklarına değin tüm insan hakları insan değerleri ile birlikte düşünülmelidir. Değerleri amaç ve araç değerler olmak üzere ikiye ayırırsak, insan haklarının amaç değerlerle birlikte ele alınması gayet doğaldır. Araç değerlerin zaman içinde sürekli değişmelere uğramalarına karşılık, amaç değerlerin bu süreçte pek köklü değişime uğramamakla birlikte kapsamının hep gelişme gösterdiği görülür. 18. yüzyıla değin insanın amaç değerleri içinde yer almayan insan hakları bu yüzyıldan sonra sözkonusu değerlerin kapsamı içine girmiştir. Etik değerler, kapsamı giderek genişleyen değerlerdir ve son aşamada insan haklarını da içine almıştır.
Ancak 18. yüzyılda temellendirilebilen insan hakları evrensel boyutlarına da yine bu çağda ulaşmıştır. Fransa’da Voltaire, Rousseau, Diderot, Montesquieu; Almanya’da Kant, Herder, Lessing, Mendelssohn ve Goethe; İngiltere’de Locke, Hume gibi filozofların öncülüğünde ortaya konulan insan haklarına ilişkin düşünceler bu konuda atılan ilk adımlar olmuş ve bu düşünürler bazı ayrımlar altında insanların her zaman ve yerde bazı ayrıcalıklarının olması gerektiği üzerinde anlaşmışlar ve bu anlayışı bütün insanlığa yaymaya girişmişlerdir. Böylece bütün insanların haklar, görevler ve sorumluluklar bakımından eşit oldukları anlayışı yayılarak genişlemiş ve çağımızda hemen bütün dünya ülkelerince kuramsal olarak benimsenmiştir.
Bilindiği gibi her insanın bazı temel hakları vardır ve bireylerin salt insan olmakla kazandıkları bu haklara insan hakları denir. Bu haklar insan olmanın taşıdığı değerin her türlü baskı ve kıyım karşısında korunması isteğinden kaynaklanmıştır. Özünde genel ve evrensel nitelikte olan bu haklar bütün insanların her yerde ve her zaman sahip olması gereken haklardır. Bütün normatif gelenekler gibi insan hakları da zamanın bir ürünüdür. Özünü ve biçimini veren tarihsel sürekliliği ve değişim süreçlerini yansıtır. Bu yüzden de içeriklerinin, yasal sınırlarının ve aralarındaki öncelik sıralamasının anlaşılması büyük ölçüde temelinde yer alan görüşlerin ve etkinliklerin belirlenmesine bağlıdır.
İnsan haklarının bir defada oluşup bitmesi yerine günümüze değin başlıca üç aşamalı bir gelişme gösterdiğini söyleyebiliriz. İlk aşama, 17. ve 18. yüzyıllarda İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin klasik hak ve özgürlükleri getirmesiyle başlar. Daha çok bireysel nitelikli olan bu haklar arasında yasal eşitlik, kişi güvenliği, bireysel özgürlük, düşünce ve inanç özgürlüğü, siyasal haklar ve mülkiyet hakları en başta gelmekteydi. Kapitalizmin yükselişine denk düşen ve burjuvazinin taleplerini dile getiren bu ilk aşama ya da birinci kuşak insan hakları karşısında devletin görevi, genellikle karışmama ya da seyirci kalma biçiminde sınırlanmıştı. Çağın egemen ideolojisi olan bireycilik ve liberalizm devletin rolünün en düşük düzeyde kalmasını öngörüyor, doğal varlığı kabul edilen insan haklarının korunması için devletin pasif bir tutum takınmasını, yani bekçilik yapmasını yeterli buluyordu. Oysa ekonomik ve toplumsal güçten yoksun geniş halk kitleleri için bu soyut özgürlük ve insan hakları yaklaşımı büyük bir anlam taşımıyordu. Emeğiyle yaşayanların maddi durumları düzelmedikçe, bunların söz konusu haklardan yararlanmaları da olanaksızdı.
19. yüzyılın ikinci yarısına doğru yükselmeye başlayan kitle hareketleri bu kez daha çok sosyal eşitlik eksenine yöneldi. Bütün yüzyıl boyunca sosyalist ve reformcu düşünceler bu hareketlere eşlik edip yol gösterdiler. Bunların sonunda yeni bir senteze ulaşıldı; insan hakları listesinin genişlemesi ve devletin tutumunun değişmesi sosyal haklar ve sosyal devlet olgularını doğurdu. 20. yüzyılda yasalara ve anayasalara, daha sonra da uluslararası belgelere giren bu ikinci aşama ya da ikinci kuşak insan hakları ekonomik, sosyal ve kültürel nitelikliydi; çalışma, adil ücret, sosyal güvenlik, sendika ve grev, sağlık ve eğitim gibi hakları kapsamaktaydı. Özellikle kapitalizmin baskısı altındaki halkların daha iyi yaşama özlemlerini dile getiren bu yeni haklar, devletin tutum ve işlevinde de değişmeye yol açtı. Devletin artık etkin bir rol oynaması bekleniyor, kapitalizmin getirdiği sosyal eşitsizlikleri giderici müdahalelerde bulunmak, çalışan sınıfları ekonomik, sosyal ve kültürel yönden desteklemek de onun ödevleri arasına giriyordu. Böylece ‘bekçi devlet’ ya da ‘jandarma devlet’ yerini ‘sosyal devlet’e ve müdahaleciliğe bırakıyordu.
Üçüncü aşama ya da kuşak insan hakları ise, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan ve bir ölçüde üçüncü dünya ülkelerinin taleplerini yansıtan yeni bir halkayı oluşturur. Ulusların siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel geleceklerini belirleyebilme hakkının, sosyal gelişme ve kalkınma hakkının, doğal kaynaklardan yararlanabilme hakkının dile getirildiği bu aşamada ezilen ulusların ve halkların bağımsızlık, dünya nimetlerinden eşit ve hakça yararlanabilmek için verdikleri savaşımın izleri açıktır. Üçüncü aşamadaki hakların, örneğin barış hakkı, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı, gelişme hakkı gibi bütün insanlığı kucaklayan biçimleri de sözkonusudur. Yeni hakların kolektif niteliğinin ağır basması, bunlara “dayanışma hakları” denmesine yol açmıştır.
Görüldüğü gibi insan haklarıyla bunların dayandığı temel etik değerler arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bu yüzden insan hakları etik değerler ile birlikte düşünülürse temellendirilebilir. İnsan hakları sorunu temelde etik bir sorun olmakla birlikte aynı zamanda siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik ve felsefi bir sorundur da. İnsan haklarının korunması bu nedenle yukarıda sayılan bütün öğelerin göz önünde bulundurulmasıyla olanaklıdır. Bunu da bize sağlayan her yaşta ve her zaman yürütülecek olan felsefe eğitimidir. Felsefe eğitiminin yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması insan haklarının çiğnenmesini önleyecek önemli bir adımdır. Bu bağlamda özellikle felsefeye düşen görev, insan haklarının özüne ve evrensellik taleplerine dikkatleri çekmek ve evrenselleşmelerine katkıda bulunmaktır. Bütün insanların eşit olmasını sağlayan insanlık onuruna dikkatleri çekmek felsefenin bir başka önemli görevidir.
İnsanların kendi haklarını savunabilmeleri ve bu haklardan yararlanabilmeleri için elverişli ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel koşullar içinde yaşamaları gerekir. İşte bu koşulların sağlanmasında ve yaygınlaştırılmasında değerler felsefesinin hatırı sayılır bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Ama her şeyden önce insanın kendisini tanıması ve dönüştürebilmesi gerekmektedir. Kendini bütün yaşamsal ilişkilerin değer ölçüsü haline getirmeden, yargılarım kendi insanlık özüne uydurmadan, dünyayı kendi yapısının isteklerine uygun gerçekten insancıl bir biçimde kurmadan insan hiçbir zaman kendi haklarını yaşama geçiremez. İnsanın önce etik bir varlık olarak sürekli kendini yeniden değerlendirmesi ve bunu hep yapması gerekmektedir. Temel değerler geliştikçe bunlara bağlı davranış biçimleri de değişeceklerdir. İnsanın insanlaşma süreci bilgisel birikimi gibi hızlı bir gelişme göstermemiştir, insanın kendi kafasının ürettikleri ona egemen olmuştur; şimdi yapılması gereken insanın yeni bir değerler düzenini oluşturmasıdır, frisanın iç dünyasını dönüşüme uğratacak yeni değerler düzeni onun taleplerin de yanıt verebilecektir. Hayvanlar dünyasında normal bir durum olan yaşam kavgası ile serbest rekabet bu yeni değerler düzeninde yer almayacaktır. Çünkü insanın özgürleşmesinin temele alındığı bu yeni değerler düzeninde pek çok yeni değer gün ışığına çıkarılmış olacaktır. Böylece yeni değerlerle gerçekleştirilen toplumsal düzendeki dönüşümler, insanın kendi görüşleri ve tasarımlarında da dönüşümler yaratacaktır. Her insanın özel çıkarı bütün insanlığın çıkarıyla uyum içine girecektir. Çünkü insan kendi eylemlerinin kaçınılmaz sonuçlarından kurtulamayacağının bilincine varacaktır. İşte felsefe takviminin gündeminde şimdi insanın yeniden kendini keşfi ve dönüştürmesi bulunmaktadır. Kendi çıkarıyla genelin çıkarını birleştiren insan yeni baştan kurduğu etikle insan haklarını temellendirecek ve böylece kendi içsel gelişmesini gözardı etmemiş olacaktır.