Türkiye Tek Parti Rejimine Koşuyor
Nuray Mert
İki koro arasında solo yapmanın müthiş ağırlığını
hissedenlerden biri de siyaset bilimci Nuray Mert. Türkiye gibi onlarca
sorunu çözme sürecindeki bir ülkede gerçekten de fikir yürütürken akılcı,
hakça bir yaklaşım sergilemeye çalışıyor ve her seferinde birileri
tarafından yanlış anlaşılıyor. Tepkiler ne olursa olsun, o duruşunu
bozmuyor. Sözgelimi en son ’Ergenekon’u sulandırma’ suçlamasına muhatap
olduğu gibi... O, iç rahatlığıyla kızgınlığını dile getiriyor, hatta kendi
deyimiyle ’Artık patlıyor’... Hatırlatma gereğini hissetmiyor, ama geçmişte
belki şu anda esip üfürenlerin pek çoğundan daha net biçimde dindar kesimin
hakkını savunan o değil miydi? Başörtüsü konusunda ya da “AKP, bu ülkeyi
İran’a çevirecek” diye suçlandığında... Şimdi de haksızlığa uğrayan başka
bir kesimi savunduğu iddia ediliyor Mert’in... Aslında kimseyi savunmuyor,
sadece aklı selimden şaşmamaya çalışıyor hepsi bu. Ama ’akla kara’ diye iki
kutba bölünmüş bir tartışma ortamında iktidar yanlıları tarafından olmadık
suçlamalara maruz kalıyor, biraz önce verdiğimiz örnekte olduğu gibi...
Çok ciddi kaygıları var Mert’in; “Bu iktidar, sivil otoriter tek parti
rejimine doğru gidiyor” diyor. Üstelik tüm bu olup bitenler, daha otoriter
bir siyaset yaklaşımından daha demokratik olana gitmek için yaşanıyor.
Gidişattan çok endişeli, “Türkiye yokuş aşağı gidiyor. Bütün bunlar
yapılırken, evdeki bulgurdan olabiliriz. Maalesef böyle bir tehlike var”
diyor Mert. Mert öyle dedikçe, belli bir kesimden, adı üstünde kayıtsız
şartsız iktidar destekçilerinden bol bol yafta yiyor. Gidişatı görmeyenlere
son bir sözü var; “Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak.
Buna eminim!” Ama görmek, bakmak istemeyenler karanlığı bile göremez ki!
Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak
Son yazınızda, “Her şeye rağmen iyi yıllar” temennisinde bulundunuz...
Evet. Oldukça karanlık bir tablo çizdim. Şimdiye kadar da dünyanın en
iyimser, en pembe bakan yazarı olduğumu söyleyemem ama gittikçe bu karamsar
hava yazılarımda daha fazla oluyor. Çünkü şu hatayı yapıyoruz; Türkiye’de
temenni ile değerlendirmeyi birbirine karıştırıyoruz. Eğer hasta ruhlu
insanlar değilsek tabii ki her şeyin daha iyi olmasını umarız. Ama mevcut
tablo oldukça karanlık ve gelecek yılın bir öncekinden daha iyi olacağını
umut etmemiz için şimdilik bir neden yok. Türkiye’nin gidişatını, olanları
hepimiz biliyoruz.
Böyle düşünmenizin nedeni ne?
Daha önce de söyledim, ’Demokratikleşme’ ezberimizin yeni sözcüğü, ’Sancılı
süreç!’ Sanıyoruz ki, belli sözcükleri kullanırsak, sorunu tespit etmiş
olacağız ve bazı sözleri yeterince tekrarlarsak selamete çıkacağız. Sancılı
süreç adlandırmasını yapmak, bu süreçten selametle çıkmayı vaat etmez. Ne
olacak da bu süreçten çıkılacak konusunda sahiden fikri olan var mı?
Geldiğimiz noktada, tüm tarafların çözüm formülü; diğerlerinin kendi fikir
ve siyasetlerini benimsemesi, hepsi bu. İktidar, ’Herkes sussun beni
dinlesin, dahası medya sadece benim siyasetimi desteklesin, haberi, yorumu
öyle yapsın, sorunlar öyle çözülür’ diyor. Muhalefet, ’İktidar siyasetinden
vazgeçsin benim olduğum noktaya gelsin, öyle çözülür’ diyor. Kürtler,
’Herkes istediklerimizi kabul etsin, öyle çözülür’ diyor. Sizce böyle bir
tablodan çözüm çıkar mı? Siz “İşler kötüye gidiyor” dediğinizde de, “Değişim
sancılı olur “ deniyor. Sanki bu bir doğum anı ve doğumun doğal
sancılarından sonra nur topu gibi bir geleceğimiz olacak!
* Bütün değişiklikler iyiye gider gibi...
Evet. Ama böyle değil. Böyle düşünen arkadaşları bir kere daha düşünmeye
davet etmek isterim.
‘BENCE DE TÜRKİYE’NİN ÇİVİSİ ÇIKTI AMA...’
Demokrat Parti Başkanı Cindoruk, ’Türkiye’nin çivisi çıktı, yerine çakacak
kimse yok!’ diyor. Katılıyor musunuz?
Evet, bence de çivisi çıktı. Ama çivisi yerinden çıktı, neler oluyor
derseniz, sizi statükocu ilan ediyorlar. Eskisi iyi miydi? Hayır değildi
tabii ki! Daha da doğrusu, hepimizin yıllardır tartıştığı sorunları var
demokrasimizin. Zaten demokrasiler tabiatları icabı her zaman yenilenmek
durumundadırlar. Yani, ‘Bu çok iyi bir nokta’ deyip orada kalamazsınız.
Sürekli çıtayı yükseltmeniz lazım. Daha iyisini istersiniz ama bizim siyasi
sistemimizde bunun ötesinde bazı kronik problemler var.
Ne gibi?
İşte, 1982 Anayasası... Daha sivil bir anayasa, daha demokratik bir çerçeve
gerekiyor. Her birinin bir ihtiyaç olduğu, hedefimizin sonuçta bunlar olması
gerektiği aşikâr. Fakat bugün Türkiye’de bunların bizim zannettiğimizden
daha köklü değişimleri gerektirdiği de bir gerçek. Ama şu anda olan
değerlendirmeler, yani işte ‘Türkiye’de taşlar yerinden oynadı, bir daha
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, her şey baştan aşağıya yenilenecek’
talebinin bir toplumda öyle uhuletle suhuletle olması zor. Yani temenni
edilir, bir sihirli değnek ülkeye dokunsun, orada ne aksi giderse onlar
birdenbire değişsin istenir ama bu gerçekte böyle olmaz, bu süreçlerin
yönetilmesi fevkalade zordur.
‘DEVRİM OLMADAN DEVRİM YAPILMAYA ÇALIŞILIYOR!’
Neden?
Bugün Türkiye’de istenen bir devrim olmadan, devrim niteliğinde
değişiklikler olmasıdır. Ben bunu yazdım da... Çok sevinerek bu sözü en son
Andrew Arato’dan duydum. Arato, sivil anayasa yapma süreçleri konusunda
uzmanlaşmış bir siyaset bilimci. Benim de çok hayran olduğum isimlerden
biri. Radikal Gazetesi ile Koç Üniversitesi’nin ortak bir daveti oldu
geçenlerde, orada konuşmacıydı... Anayasa önerilerini, taslakları
değerlendirdi ve aynen bu lafı söyledi; ”Türkiye’de devrim olmadan devrim
yapılmaya çalışılıyor“ dedi. Bu lafı duydum ve çok heyecanlandım. ”Ben bunu
birkaç ay önce yazdım ama Türkiye’de böyle şeyler yazanları çok suçluyorlar“
dedim. Diyeceksiniz ki, ”Bunun ne zararı var, insanlar bir şeyi hayal
edemezler mi?“ Edebilirler tabii de bunun riski şudur; önünüze çıkacak
sorunları görmezsiniz. O zaman da bu kadar zorlu süreçleri hafife alırsanız,
yani ’Oldu da bitti maşallah’ modunda bakarsanız olaylara, hiçbir sorunu
görmezseniz ya da görmezden gelirseniz, daha sonra süreç içerisinde önünüze
çıkacakları da hiç öngöremezseniz, süreçlere ilişkin sorunları önceden görüp
yönetebilmeniz mümkün olmaz. Öyle olunca da bu ülkede yaşayan herkes için
çok riskli bir tablo çıkar ortaya, yani yönetilme krizi çıkar.
Habur sınır kapısından gelişlerden sonra yaşananlar gibi galiba...
Evet. Kürt meselesi iyi bir gösterge; çünkü görünür bir sorun. Bir işe
girişip yönetemezsiniz, riskleriniz büyüyor. Yani o yönetememe işi sorunu
daha da büyütüyor. Yanlış anlaşılmasın, kimse ”Kürt meselesi olduğu gibi
kalsın“ demiyor. Ama o süreçleri dönüştürebilmek için o süreçleri
yönetebilmeniz lazım. Siyaset, öngörülü bir yönetebilme işidir, yoksa her
olana bitene, her rüzgara göre savrulacaksanız ona ‘siyaset yapma becerisi’
demiyoruz.
Benzer bir yönetememe süreci şimdi askerle iktidar
arasında yaşanıyor diyebilir miyiz?
Evet. Uzunca bir süredir, ortalıkta ’vesayet siyaseti’ eleştirileri
dolaşıyor. Ancak, uzun vadede, gerçekten vesayet siyasetinden kurtulmanın
yolu, sadece askeri kendi sınırına çekmek değil, sivil siyasetin kırıp
dökmeden yönetebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Yoksa, asker gider, sivil
dikta gelir. Mevcut iktidar karşısında mevzilerini kaybedenler, Türkiye’de
olan biteni kavramaktan aciz düştükçe nasıl binbir komplo teorisine
başvuruyorsa, şimdi de iktidar çevresi olan biteni kavrayıp, yönetmekte acze
düştükçe karşı komplo teorilerine dayanır oldu. Bunun sonu yok. Daha doğrusu
var da, bu son acı bir son. Sancılı bir süreçten geçtiğimiz doğru. Ama,
dediğim gibi ’sancılı süreç’ demekle iş bitmiyor. Bunu söyleyerek,
insanların sokaklara döküldüğü, herkesin kendi komplo teorisine inandığı,
birbirini dinlemez hale geldiği bir ortamı olağan karşılamak mümkün değil.
Böylesi bir sancıyı gidermenin yolu, giderek daha fazla inkar, susturma ve
daha fazla yönetme zaafına düşmek olmamalı. Sindirerek yönetmeyi herkes
becerir, demokrasi ile yönetmek zor iştir. Buna talip olan ve en çok
demokrasiden bahsedenler, sıkıştıklarında kendileri dışında herkese ateş
püskürür, herkesi susturmaya girişirlerse bir vesayetin yerini bir başkası
almış veya almaya çalışıyor demektir. Biz demokratik çerçevede siyasetten
bahsediyoruz, yoksa yönetme işi hot zotla da, zorbalıkla da olur, ama biz
ona ’demokrasi’ değil, ’otoriter siyaset’ diyoruz. Yani ipin ucunu
kaçırmayalım.
‘KÜRT MESELESİNDE ARTIK DAHA KÖTÜ BİR NOKTADAYIZ’
Biz niye böyle bir ciddi dönüşüm süreci istiyoruz? Daha otoriter bir siyaset
yaklaşımından daha demokratik olana gidebilmek için. Ama eğer işin sonunda
evdeki bulgurdan olacaksak bunun hiçbir anlamı olmaz. Kalkış noktamızı
unutmayalım, yani statükoyu beğenmiyoruz, daha iyisini istediğimiz için yola
çıkıyoruz. Eğer bunun sonunda daha iyisi değil, statüko bile değil, daha da
gerisi olacaksa bunun için kaygı duymamız gerekir.
* Böyle bir ihtimal görüyor musunuz?
Tabii görüyorum. Birincisi yönetememekten dolayı görüyorum, işte Kürt
meselesi! Artık daha kötü bir noktadayız.
İKTİDARIN KÖTÜ İŞARETLERİ OKUYABİLMESİ LAZIMDI AMA ARTIK ÇOK GEÇ!
Reuters geçen hafta, “Türkiye’de halk artık kime inanacağını bilmiyor”
yorumunu yaptı...
Bunu çıplak gözle de söyleyebiliriz. Böyle bir ülkeyi yönetemezsiniz, kim
olursanız olun yönetemezsiniz. Bu noktaya gelinmesi çok vahimdir. Hem kimin
neye inanacağı belli değil, hem de ortada bir belirsizlik, güvensizlik,
kurumlar arası herkesin görebileceği aşikâr bir kavga var. Böyle bir ülkeyi
ne bu iktidar, ne de başka birisi kalkıp bu noktadan itibaren, bir
rehabilitasyondan geçirmeden yönetebilir. O yüzden gidişatın fazlasıyla
yokuş aşağıya olduğunu düşünüyorum. İktidarla asker ağız dalaşına girişmiş
vaziyette, ordu ile emniyet kavga ediyor, bunlar bir dedektiflik hikayesi
gibi gazetelerde yer buluyor, yok efendim takip edilen araçlardan patatesler
çıkıyor veya daha vahimi kozmik odada devlet sırları ortaya dökülüyor... Her
ülkenin dünya şartlarına göre güvenlik konsepti değişebilir. Ama güvenlik
konseptiniz değiştiyse bu böyle ‘Bülent Arınç’a suikast yapmak isteyen biri
şemayı yutarken yakalandı’ filan gibi bir olayla başlayıp ortalara dökülerek
olmaz...
Galiba daha önceleri AK Parti’ye inanç daha fazlaydı. Mesela e-muhtırada
büyük olay olmuştu. Şimdi suikast falan dendi mi insanlar pek de
ilgilenmiyorlar?
Evet, ciddi bir şey de olsa inanmıyorlar. Asıl tehlike budur. Yani bu ülkede
çok ciddi, çok gerçek bir şey de söylense, artık bir taraf söylediğinde
diğeri, bir diğeri söylediğinde ise öbürü inanmıyor. Bu ülkede domuz gribi
aşısında bile bu hale gelindi. Aşı önemsizdi ama ayrışmanın biçimi ve
derecesi önemliydi. Televizyonda ilkokul çocuklarına soruyorlar, ‘Aşı
oldunuz mu?’ diye. Çocuk hangi evden geldiyse ona göre cevap veriyor.
‘Olmayacağız, yan etkisi varmış’ falan diyor. Ne anlar o çocuk yan etkisi
neymiş, ne değilmiş, kendi de karar vermiyor ki evde öyle konuşuluyor çünkü.
Aklı başında insanlar bile tıbbi bir olay olarak almadılar bunu. “Madem ki
onlar aşı olun diyor, olmayalım” dediler. Başbakan da “Olmuyorum” diyerek
biraz durumu karmaşıklaştırdı ama öyle algılanmadı sonuç itibarıyla. “Değil
mi ki bu hükümet bunu bir kampanya haline getirdi vardır bir bit yeniği”
dendi. Bu kadar apolitik bir konuda, sağlık konusunda bir ülke bu hale gelir
mi? Geldi! Bunlar hep kötü işaretler, iktidarın bu işaretleri okuyabilmesi
lazım. Aslında ‘lazımdı’ diyeceğim, çünkü artık o kadar geç kalındı ki, ben
çok kolay da geriye adım atılacak bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum
açıkçası.
Sonu nereye varır peki?
Halihazırda mucizevi bir şey olmazsa, herkes birden aklını başına alıp
kendini yeniden yaratmazsa tüm taraflar yokuş aşağıya gidiyoruz. Gidişin
sonuçlarını da maalesef 2010’da göreceğiz.
Sizce sonuç, bir sivil dikta mı, darbe mi olur?
Vallahi şimdiki iyi gidiş diye takdim edilen şey, zaten hali hazırda bir tür
sivil otoriter tek parti rejimine doğru bir gidiş. Halihazırdaki bu. Yani
demokratikleşiyoruz diye başladığımız değişimde gelinen noktada böyle büyük
bir savruluş yaşanıyor. Bir taraftan toplumda inanılmaz gerilim,
güvensizlik, kavga diğer taraftan da bu karanlık tabloyu örtmek, bastırmak
üzere harekete geçen ve iktidar gücünü böyle kullanan bir siyaset tablosu
var. Medya bu sorunları sizin istemediğiniz, beğenmediğiniz bir şekilde dile
getirebilir, abartır da hatta ama bunların yolu o medya kurumlarını yok
etmek veya susturmak mıdır? İşin kötüsü medyanın da bir kısmı olan bitene
kafa yormak yerine sadece ve sadece Ergenekon davasından söz edip, iktidarı
destekliyor ve Türkiye’nin sorunlarından diğer meslektaşlarını sorumlu
tutuyor. Böyle tuhaf bir tablo olabilir mi? Bu içinde yaşadığımız günleri
tarih yazacak. Biz görürüz göremeyiz bilmiyorum ama çok tuhaf, çok karanlık
dönemler olarak yazacaklar bundan eminim!
Ama onun dışında darbenin uluslararası konjonktürde bir karşılığı yok.
Darbeyi düşünmek için çıldırmış olmak gerekir. Bir zamanlar, uluslararası
konjonktürde göz yumuldu Türkiye’nin darbeler ülkesi olmasına. Ama böyle bir
dönem yok artık. Ne Türkiye için, ne de daha az önemli, daha az demokratik
ülkeler için. Bu o ülkelerin, o kurumların intiharı olur!
* Dünkü konuşmamızda, ’Demokrasi diye diye sivil otoriter tek parti rejimine
doğru koşuyoruz’ demiştiniz. Böyle bir Menderes örneği var geçmişte.
Öngörünüz nedir? Bu gidişin sonu neye varır?
Hiçbir öngörüm yok. Çok insanla konuşuyorum, hiçbir aklı başında insanın da
bir öngörüsü yok.
* İki yıl önce yaptığımız söyleşide ’Darbe olmaz diyemem’ demiştiniz. Tabii
ki darbe istemediğinizin altını çizerek. Bugün ne düşünüyorsunuz?
Darbe istemiyoruz, o ayrı. Ama onun dışında bugün darbenin uluslararası
konjonktürde bir karşılığı yok. Darbeyi düşünmek için çıldırmış olmak
gerekir. Bir zamanlar uluslararası konjonktürde de göz yumuldu Türkiye’nin
darbeler ülkesi olmasına. Ama böyle bir dönem yok artık. Ne Türkiye için, ne
de daha az önemli, daha az demokratik ülkeler için. Bu o ülkelerin, o
kurumların intiharı demektir.
* Neden?
O zaman uluslararası konjonktürde Türkiye dünya sisteminin dışına çıkar.
Zaten ben Silahlı Kuvvetler’in böyle bir hazırlık içinde olduğunu
düşünmüyorum. Böyle bir girişimin Türkiye’yi dünya sistemi dışına atacağını
bilirler ve bundan azami olarak çekinirler. Bunca provokasyona rağmen bu tür
girişimlerin olmamasının nedeni de budur.
* Peki ya Ergenekon?
Ben Ergenekon adı altında isnat edilen planları, girişimleri ciddi bir darbe
hazırlığı olarak görmüyorum. Bu oluşumları birtakım başı bozuk çeteleşmeler
olarak görüyorum. Türkiye’de arbede çıkarmak isteyenler her zaman vardır ama
bunların ciddi bir alan kapladığını veya Genelkurmay’ı temsil ettiğini hiç
düşünmüyorum. Varolan tüm bu çeteleşmelerin, oluşumların fazlasıyla
abartılarak bir darbe tehlikesi yaratıldığını düşünüyorum. Sindirme,
susturma, sorunları tartışabilme imkanını engellemek için, olanı biteni
örtmek için hep bu Ergenekon gerekçesinin arkasına sığınıldığını
düşünüyorum. Bugün bu susturmanın, sindirmenin etkili olabilmesi için darbe
ihtimalinin çok gerçek ve çok büyük olduğu iddiasına ihtiyaç var. Bu darbe
iddiası fazlasıyla önemli iktidarın susturma, sindirme politikası için. Daha
da önemlisi diğer taraftan darbe tehlikesi iktidara yakın medya tarafından
iktidara toz kondurmamak için ve varolan hiçbir sorundan bahsetmemek için
çok güzel bir gerekçe oluyor ve bu şekilde kullanılıyor. O yüzden de bu
konuda en ufak bir itiraz, bir kuşku olduğunda en yumuşak olanına bile çok
sert cevap veriyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de bu darbe tehlikesinin çok
büyük olduğu iddiasına ihtiyaç var. Bu nedenle olan şeyler de varsa,
bunların büyütüldüğünü, etraflarında korku yaratıldığını ve diğer sorunların
üzerine bunun bir şal gibi örtüldüğünü düşünüyorum.
* Yine dün, “Türkiye yokuş aşağı gidiyor” demiştiniz. Bu gidişi ne durdurur?
Bakın, askeri vesayetli veya her türlü vesayetli veya çatıları dar çakılmış
sistemlerin en büyük sorunlarından biri sivil siyaseti tembelleştirmesidir.
Bizim şu anda çektiklerimiz de, bu iktidardan ziyade sivil siyasetin
tembelleşmiş olmasından kaynaklanıyor. Yani hep bir darbe şikayeti vardır
Türkiye’de ama sivil siyaseti güçlendiren çabalar yoktur. Hadi iktidar
böyle, şu öyle, bu böyle, peki niye biz bu durumdayız? Muhalefet var mı?
Demokrasi, öyle gelsin demekle gelmiyor. Onun toplumsal alt yapısını kurmak
lazım. Hep birlikte siyasal tartışmasını yapmak lazım. Yaptık mı bunları?
Bizim yakın zamana kadar demokrasi tartışmamız AB üyelik adaylığından
ibarettir. Bütün demokrasi teminatınız AB olursa, o süreç tökezlediğinde bu
halde olursunuz. Söylemekten dilimde tüy bitti; bir ülkenin
demokratikleşmesi kendi iç sorunudur. Bizim aydınlarımız ne dedi; “İç
dinamikler yetersiz, dış dinamik lazım.” Böyle bir ülkede demokrasi olmaz.
Böyle bir toplumda iktidar da böyle olur, muhalefet de böyle olur. Kimse
işin içinden, ’Bunlar da geldiler, baskıcı oldular’ diye sıyrılmasın.
İktidarların baskıcı olup olmaması, sivil siyasetin daha özgürlükçü
olmasıyla, o toplumdaki iradeyle çok yakından ilgilidir.
BİRİNCİ İKTİDAR DÖNEMİ İYİ BİR REHABİLİTASYON DÖNEMİYDİ
* Öyle ama özellikle telefon dinlenmelerinden sonra herkes çok korktu, hele
Yargıtay’ın bile dinlendiği ortaya çıkınca...
Bu ihtimalleri önceden göreceksiniz. Sivil iktidarlar da otoriterleşebilir.
İşler kötü gidebilir ihtimalini dikkate alacaksınız. Yani ‘Bugünün modası
bu, o günün modası o’ diye otomatik pilota bağlı bir demokratikleşmeye
umudunuzu bağlarsanız olacağı budur. Mesela toplum olarak biz sendikalara
özgürlük mücadelesinin önünde yer almalıyız, bunları biz demokrasimizin
birinci mücadelesi yapmalıyız. Peki yaptık mı? Maalesef bizim demokrasi
mücadelemiz AB adaylık sürecine alkış tutmaktan ibaret. Böyle olmasaydı
belki biraz daha değişik bir sahnemiz olurdu. Demokrasi mücadelesi üç
kişinin, beş kişinin bir araya gelip, durduk yerde parti kurmasıyla da
olmaz. Demokrasiler tabandan, alttan örülür, o tür mücadelelere omuz
vereceksiniz. Biz, ’aydın’ dediğimiz adamın apartmanında yönetici olmaktan
kaçtığı bir ülkeden bahsediyoruz. Öyle değil mi? ’Vaktim yok’ diyecekler ama
hiçbir şeye vakitleri yok ki!
* Peki bu iktidar döneminde iyiye giden bir şey olmadı mı? Mesela başörtüsü
konusunda, dindarlığı, muhafazakârlığı yaşama konusunda. Çünkü siz de destek
veriyordunuz...
Evet veriyordum. Ama sonuç itibariyle başörtüsü konusunda özgürlük
mücadelesi başarılamadı.
* Ama en azından toplumda görünürlük açısından kabul gördü.
Evet, birinci iktidar dönemi iyi bir rehabilitasyon dönemiydi. Ben o
iktidarın politikalarını desteklemiyorum, yani benim sağ politikalarla başım
hoş değil, genel olarak itirazlarım var ama Türkiye’de yaşanan süreçler
açısından ‘laik ve dindar’ geriliminde aslında bir rehabilitasyona
gidiliyordu. O dönem hatırlarsanız çok daha yumuşak, ılık bir dönemdi. En
azından benim aldığım intibalar oydu. Eskiden beni başörtüsünü savunduğum
için ’İslamcı’ diye suçlayanlar oluyordu ama bence uzlaşmacı bir iktidar
tablosu iyi kötü çiziliyordu. Bu ülkede hiç alışık olunmayan bir tablo
olmasına rağmen Başbakan’ın ve pek çok politikacının eşinin başının örtülü
olması bir rehabilitasyon süreci yarattı toplumda. Bu hiç de fena değildi,
yani ben bundan memnundum doğrusu ama ikinci iktidar dönemi öyle olmadı.
Mert’e göre, Cumhuriyet devrimini normalleştirip esnetemedik.
***
Bu gidişat Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle başladı!..
* Birinci iktidar dönemi iyi bir rehabilitasyon dönemiydi dediniz. Ya ikinci
dönem?
Cumhurbaşkanlığına takılmış olmam yine sorun yaratacak ama bence bu gidişat
cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle başladı.
* ’Vazo cumhurbaşkanlığı seçiminde kırıldı’ demiştiniz...
Evet dedim ve hâlâ ısrarlıyım. Sayın Cumhurbaşkanı, çok beğendiğim bir insan
olmasına rağmen bu mesele şahıs meselesi haline getirildi. Nasıl bu kadar
önemli bir mesele şahıs meselesi haline getirilebilir anlamıyorum,
şahıslardan bağımsız konulardır bunlar. Vesayetçi bile dendi o dönemde bana.
Bunun vesayetçilikle ne alâkası var?
* Kurumlar arasında yaşanan kavga da Cumhurbaşkanlığı seçimiyle mi başladı?
Hayır, ama ondan sonra iktidar daha içine kapandı, öfkeli oldu,
yönetemedikçe daha da öfkeli bir hale geldi. Bu tür sonuçları oldu
Cumhurbaşkanlığı seçiminin. İkincisi, o zaman demiştim, hatırlıyorsunuzdur o
röportajları sizinle yaptık, ‘Önümüzde Kürt meselesi var, Ermeni meselesi
var... Son derece önemli değişimler, tarihsel dönüşümler yaşanacak bu
ülkede. Cumhurbaşkanlığı makamı aynı zamanda hakemlik makamıdır, bu yüzden
tarafsızlığı daha az tartışmalı biri seçilmeli Sayın Gül’ün yerine’
demiştim. Ha, Sayın Gül’ün cumhurbaşkanı olmaması tek başına durumu kurtarır
mıydı, hayır! Elbette bu makama daha az tartışmalı biri seçilse her şey
güllük gülistanlık gidecek değildi, kendimizi kandırmayalım. Bunlar
çetrefilli süreçler ama bu önemli bir göstergeydi.
* Kurumlar arası çatışma nasıl başladı?
Türkiye’de rejimin değişim sorunu var. Bunu açıkça söylemekte fayda var. Bu
rejim 20. yüzyılın başında kurulmuş olan, Batılı bir ulus devlet modeli,
seküler bir model... Her devrim ancak otoriter rejimlerle yerleşebilir ve
bizim devrimimiz cumhuriyet de bir rejim değişikliğidir. Ama o devrim
normalleşemedi. Bizim demokratikleşme sorunumuz bu, biz o devrimi
normalleştirip esnetemedik. Burada haksızlık etmeyelim; bizim demokrasi
tecrübemiz de yabana atılacak bir tecrübe değil. Şöyle diyelim, istediğimiz
ölçüde demokratikleşme olmadı, hâlâ otoriter unsurları içeren bir siyasal
sistem devam edegeldi. Eğer hedefimiz daha demokratik bir Türkiye ise,
mevcut siyasal rejimin demokratikleşerek normalleşmesi lazım. Çünkü ulus
devlet modeli iki yerden baskı altında kalıyor. Burada iki huzursuzluk,
memnuniyetsizlik hakkı var. Biri, bu rejim Kürt nüfusu entegre edemiyor
sisteme, bu sorunu ancak dışlayarak, sindirerek halletmeye çalışıyor veya
ulus devlet terminolojisi içerisinde bizimkisi katı bir ulus devlet diyelim.
Bu arada ben ulus devletleri önemserim, ‘Modası geçti, atalım bir tarafa,
yenisini alalım’ denilemez, üzerinde düşünülmesi gereken bir modeldir. Ama
katı ulus devlet, üniter ulus devlet modelini zorlar. Diğer taraftan din ve
vicdan özgürlüğü konusu var. Muhafazakâr kesimin birtakım taleplerini,
dışlanmışlıklarını, memnuniyetsizliklerini tam anlamıyla absorbe edemedik.
Bu da neden oluyor? Biz laiklik tanımını fazlasıyla sert yapıyoruz. Bizim
bütün başörtüsü sorunumuz buydu.
* Ama aynı zamanda bir semboldü?
Evet başörtüsü bir semboldü bu manada, doğru ama bunun dışında laikliğin çok
kötü tanımlanmış olmasının da dışa vurumlarından biriydi. Üniversiteye
başörtülü öğrenci almayan bir toplum, problemli bir toplumdur, bunu kabul
etmemiz lazım. Buralarda sorun vardı ama bunu bir türlü demokratik bir
çerçevede normalleştiremedik. Şimdi halihazırda vesayet denilen şey de
bununla, yani rejimin tarifi ile alakalı. Tabii siz laikliği bu şekilde
tanımlarsanız, bu sefer başörtülü öğrencinin üniversiteye girmesi laikliğin
elden gittiğine dair bir işaret sayılıyor. Ondan sonra devletin
kurumlarından ordu diyor ki ’Ben bu rejimin koruyucusuyum.’ İyi de rejim
elden falan gitmiyor. Rejimin demokratikleşmesine alan açılması lazım,
burada kendini görevli addetmelisin. İşte laikliğin bu katı yorumunda ısrar
edilmesi bu tür bekçilik konularını vesayete dönüştürdü.
* Öyle ama hükümet başörtüsü konusunu da yönetemedi galiba. Sorun tıkandı
kaldı...
Ne deniyordu? ’Başörtülü öğrenci üniversiteye girerse Türkiye’nin altı
üstüne gelecek!’ Bizi biraz da bu noktalara getiren, savuran sebeplerden
biri de bu inat, bu anlayışsızlık, bu kavrayışsızlık. Başörtüsü lafı edilir
edilmez kıyamet kopuyor. Ben orada iktidarı bir tek şeyden dolayı
suçlayabilirim, zaten eleştirdim de, dedim ki, ‘Cumhurbaşkanlığı gibi çok
daha önemli, ciddi bir konuda ısrarlı davranabildiniz, hiç uzlaşmadan yana
olmadınız, demek ki olabiliyor. Neden başörtülü kızların üniversiteye
girmesi konusunda aynı ısrar veya aynı kararlılık gösterilmedi? Bu, demek ki
bir öncelikler meselesi.’
* Laiklik tarifi de esnetilmeli yani?
Evet. Ama ben laikliği çok önemseyen, bütün Müslüman ülkeler için
demokrasinin baş koşulu olarak gören biriyim. Laikliği çıkardığınız zaman o
demokrasi eksik kalır. Ama başörtüsü gibi dayatmalar başka dayatmaları
doğuruyor. Yani bir taraftan gelen dayatma, öbür tarafı da dayatmacı hale
getiriyor; onun dilini de etkiliyor. Laiklik çok önemli ama Türkiye’deki
laiklik tanımı çok sorunlu, çok dışlayıcı. Bu yüzden laikliğin tanımı ruhuna
sadık kalınarak esnetilebilir diyorum.
***
Bizim korkumuz hep şeriat tehlikesi üzerineydi ama bu süreç daha tehlikeli!
* Rejim değişimiyle hâlâ tartışılan ’Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ni
kastetmiyorsunuz değil mi?
Hayır, ben daha demokratik bir cumhuriyeti kastediyorum. Bu iktidar, rejimi
sorunlu gördü ama daha çok kendisi açısından sorunlu gördüğü alanları
değiştirmeye çalışıyor. Ve askerin zayıflamasıyla bu vesayetin kalkacağını
düşünüyor. Ama ‘Bir askeri vesayet mi var, ha o zaman bu kurumun
zayıflamasıyla bu vesayet kalkar’ diye düşünmek bir çıkar yol değildir.
Asker çok güçlü olsun, ‘En büyük asker bizim asker’ manasında söylemiyorum
bunu. Böyle kör gözün parmağı bir kurumu zayıflatmak ve dengesini bozmak
doğru değil. Ha, şu noktaya gelindi, yani demokratik süreçlerle biz bunu
yapamıyoruz, olmuyor, bir şekilde bu kıskacın içinden kurtulamıyoruz oldu.
İnsanlar öbürüne böyle ikna oldular bence. Yani ’Mademki demokratik
süreçlerle olmuyor, bu gölgeden kurtulamıyoruz, o halde bir fırsat da var,
uluslararası konjonktür de müsait, hazır, bunu topyekün halledelim’ dendi.
Ama bu demokrasi çerçevesinde gerçekleştirilebilir bir şey değil. Bir kurumu
yıpratarak bunu yapamazsınız, sivil siyasetin güçlenmesi lazım. Bunu
yapmadığınız zaman bir kurumu yıpratırsınız, esaretten kurtulursunuz ama
başka bir esaretin altına girersiniz.
***
Sırtını Emniyet’e dayamış yarı otoriter bir rejim var,
bugün gözüken o!
* Şimdi askere karşı polisin güçlenmesinden bahsediliyor...
Bakın, sivil iktidarların otoriter araçları, istihbarat ve emniyet
örgütleridir. Yani bir askeri otoriter rejimler vardır; sırtını askere,
güçlü, toplu tüfekli bir kuruma dayayarak otoriter rejim kurulabilir veya
diğer taraftan emniyet ve istihbarata sırtını dayayarak yarı otoriter
rejimler kurulabilir.
* Şimdi olan bu mu?
Evet. Şimdi gözüken o. Ama dediğim gibi bu değişiklikler, hızlı ve topyekûn
değişimlerdir, devrim veya devrimsi değişikliklerdir. Bunlara
yelteniyorsanız, bunlar hiçbir zaman demokrasinin dışına taşmadan mümkün
olmaz. Her devrimin akabinde mutlaka otoriter rejimler vardır. En yakını
bizim Cumhuriyet devrimimiz. Bu dönemin çok gerilerine gidelim bir de
Fransız devrimi... Bütün devrimlerin en büyük problemi bu zaten. Politik
teoride devrimleri eleştiren tartışma, ne getirdiği ve götürdüğü üzerinedir.
Tabii götürdüğü şey, arkalarından hemen hızlıca ya terör, büyük
karışıklıklar, kaoslar ya da çok ağır otoriter dönemlerin takip etmesidir.
* Yakın zamana kadar ’Türkiye İran mı olacak?’ diye korkuluyordu. Tabii
başörtüsü üzerinden yapılıyordu bu tartışmalar... O zaman çok da boşuna
tartışmalar değildi bunlar?
Hayır boşunaydı. Onlar başka hassasiyetlerdi... Muhafazakârlık tartışması
başka bir tartışma, başka bir alt başlık. Ama bakın o zamanlar bu laiklik,
cumhuriyetçilik başlığı altında yapılan şey de şu idi; şeriat rejimi
gelecek. Yani dindarlık ve şeriat üzerineydi tartışmalar, daha fazla
otoriterlik üzerine değil. AK Parti iktidarıyla ilgili problemler daha
ziyade hep, sanki laiklik tehlikeye giriyor, daha dindar rejim gelecek gibi
görüldü. Otoriter lafı telaffuz edilmiyordu son zamanlara kadar.
* Otoriterlik şeriattan daha mı tehlikeli peki?
Evet. Demokrasi adına otoriterlik daha tehlikeli. Çünkü dediğim gibi kendi
başına dinden bahsetmiyoruz ki, onun politik işlevinden, politik etkisinden
bahsediyoruz.
“Benzetmek gibi olmasın” demeyi ihmal etmeden
bu gidişle tıpkı Filistin’deki gibi ’bir Kürt intifadası’ yaşanabileceğini
söylüyor Nuray Mert... Peki nasıl oldu da açılım derken bu noktaya gelindi?
Mert’e göre temel sebep, pek çok meselede olduğu gibi aynı; AKP’nin kendini
fazla önemseyip, sorunları hafife alması...
* Daha ilk gününde, “Açılım projesinin başarılı olma şansı sıfırdır”
demiştiniz. Tabii çok da eleştiri almıştınız...
Evet. Ben bir kahin değilim, öngörülerinde çok iddialı bir siyaset bilimci
de değilim ama bu o kadar aşikârdı ki! Türkiye’de biraz olsun siyaseti
gözlüyorsanız bunu söyleyebilirsiniz.
* Neden aşikârdı?
Yani şunu çıplak gözle görüyorsunuz, iktidar bu işi çok hafife aldı. Çünkü
bu sorun herhangi bir iktidarın kolay baş edeceği bir sorun değil; o kesin.
O bakımdan gerçekçi olmamız lazım. Tarihte kökleri olan, karmaşıklaşa
karmaşıklaşa bu hale gelmiş bir sorun. Özellikle 1990’lar sürecinde olayı
iyice içinden çıkılmaz hale getiren bir sürü sebep var. Herhangi bir
hükümetin bu meseleyi çözmesi zor, o konuda haksızlık yapmamalıyız. Ama onun
ötesinde hal böyle iken, bu kadar karmaşık ve herhangi bir hükümetin bizim
mazur göreceğimiz derecede zorlanacağı bir sorunu bir de fazla hafife
alırsanız, yani bir-iki günde veya Ocak’a kadar çözeceğim derseniz iş
çığırından çıkıyor. Daha az yönetebiliyorsunuz süreçleri, süreçler sizin
kontrolünüzden çıkıyor ve kimsenin ağzından çıkanı kulağı duymuyor.
Dolayısıyla bir çözüm, bir müzakere platformu oluşmuyor. Sorunlu olan kısmı
bu işin.
* Hükümet bu sorunu niye hafife aldı?
İki nedenden hafife aldı. Bir kere mevcut iktidar, başta Başbakan olmak
üzere kendisine biraz lüzumundan fazla güveniyor ve ’Ben nasıl olsa toplumun
yüzde 47’sinin oyunu almışım, bakın bütün bölgelere öbür partiler yok, ben
varım’ diyor. Yani diğerlerinin olumsuzluğundan bile kendine pay çıkarıyor
ve ’Ben karizmatik bir liderim, zaten vatandaşım ben ne dersem dinler,
peşimden gelir’ gibi fazladan, böyle karmaşık süreçleri idare etmek için hiç
yetmeyecek bir sermayeye güveniyor. İkincisi; dış ilişkilere, dış
pazarlıklara güvenildi. Beşir Atalay’ın Irak ziyaretinden sonra yine altı
çizilen şey bu; ’Amerika ile, Kuzey Irak yönetimi ile görüşüyoruz, üçlü bir
mekanizmayla biz bu işi çözeceğiz.’
* Yani DTP’lileri dışladılar?
Evet. Türkiye’de Kürtler adına siyaset yapan ve bu açılım projesine direnen
çevrenin en büyük problemi bu, kendilerini devre dışı bırakılmış
hissettiler. Yani burada bir siyaset alanı ve toplumsal tabanı var ama siz
ona diyorsunuz ki, ’Siz marjinal bir grupsunuz, benim vatandaşım beni
dinler, ben ABD ve Kuzey Irak’la pazarlıklarımı yaparsam mesele çözülür, siz
de boş boş konuşursunuz, tarih sizi tasfiye edecek zaten!’ Dolayısıyla bunun
tepkisini alıyorsunuz.
* Peki Kürt meselesinde geriye mi gittik?
Geriye gitmekten ziyade daha kötüye gittik.
* Dünkü konuşmamızda, ‘Bizim Cumhuriyeti normalleştirip esnetmemiz lazım’
dediniz. Yoksa ne olur?
Yoksa kırılır! Kürt meselesi ayrı yerden kırılır. Kırılırsa ne olur? Benim
orada öngördüğüm şey, Kürtler arasında siyaset yapan partilerin çok önemli
sorunu var, bunu görmezden gelemeyiz. Silahlı bir mücadele örgütüyle
bağlantıları, onun devamı oldukları yönünde kuşkular var diyelim, böyle bir
durumu hiçbir demokrasi, hiçbir sistem kaldıramaz. Ne olacak? Bir süreç
içerisinde bu hareket demokrasi sınırlarının içerisine çekilecek veya
kendisi girecek. O çerçevenin içerisine girmediği sürece durum tabii bir
kronik alarm; yani sürekli bir silahlı mücadele olacak. Çünkü silahlı
güçlerin kolaylıkla bertaraf edilmesinin mümkün olmadığını görebiliyorum.
Bütün silahlı mücadeleler çok direnir. Bu silahsızlandırma süreçleri çok zor
süreçlerdir. Ve o yüzden de zaten hükümetin bu meseleyi çok hafife alması
ters tepti. Yani iki görüşmeyle, iki anlaşmayla silahsızlanma olmayacağını
hepimiz biliyorduk. Bunlar zor süreçler ama nihayetinde ufku bu olmalı.
Sadece iktidarın değil, Kürtler adına siyaset yapanların da ufku bu olmalı.
Yoksa, bu sorun ya kronik bir sorun halini alacak veya bunu yazdım, çok da
itici kaçtı ama bir Filistin intifadası (Filistin halkının başkaldırışı)
gibi bir Kürt intifadası bölgede olacak, yani bölge içine kapanacak büyük
ölçüde. Türkler hiç sevmezler İsrail-Filistin meselesine benzetilmesini,
çünkü “biz İsrail miyiz?” derler. Doğru, beraber yaşayan halklardan
bahsediyorum ama orada da 60 senedir çözülmeyen bir mesele olduğu için böyle
diyorum. Kürt meselesinin de yıllarca ufku belirsiz bir şekilde çözülmezliğe
gitmesi, uluslararası aracılılarla çözülmeye çalışılması açısından
İsrail-Filistin meselesi hatırlatmasını yaptım. Çok doğru olmayabilir ama
bence dikkate almakta fayda var.
***
Bu toplum cinayet davasında bile kutuplaştı
* Birinci kırılma bu, ya ikincisi?
İkinci kırılma, kurumlar arasında. İktidarın, ‘Başka türlü olmuyor, ben bu
vesayet rejimini kıra döke değiştireceğim’ kanaati giderek siyasal sistemin
tümünü batırır. Kurumları bu hale gelmiş bir toplumu yönetmek ise fevkalade
zordur. O kurumlara hakim olmak da zordur. Yönetim, iktidar zor bir iştir.
İnsanlar hep yıpratılan kurum açısından bakıyorlar olaya. Hayır, iktidar
için de zordur. Çünkü o kurumlar arasında koordinasyonla idare edeceksiniz
ülkeyi. O koordinasyonu kuramaz, ipin ucunu kaçırırsanız yönetemez hale
gelirsiniz. Allah korusun inşallah olmaz! Ama yönetilemeyen toplumlar
nasıldır yavaş yavaş hissedersiniz, hayatınızın her alanında karşınıza
çıkar. Bence iktidar bunu hissettikçe öfkeleniyor.
* Bunun ipuçları neler?
Şu an itibariyle toplumda şaşkınlık, gerilim, karamsarlık olarak
hissediyorlar.
* Toplumdaki ayrımı 12 Eylül öncesine benzetenler de var...
Benzeyen tarafları var, benzemeyen tarafları var tabii. Ama, bir cinayet
davası bile bu kutuplaşmış toplumda, ’Katil zanlısının ailesi bir çevreye
yakınmış, Emniyet Müdürü de bu çevreye yakınmış bu yüzden zanlı korunuyor ve
cinayet çözülemiyor’ diye algılandı. Bu çok vahim bir gelişmedir. Bir toplum
bir cinayet vakasına bile artık siyasi kutuplaşma çerçevesinde bakıyor,
kendisini o kutuplaşma çerçevesinde makul buluyor, isyan ediyor, kızıyor
olabilir ama adalet beklemiyor. Olayların bu şekilde algılanmaya başladığı
bir toplumu yönetmek mümkün olmaz. O zaman en basit asayişi bile
sağlayamazsınız.
* İki kırılma noktası dediniz. Üçüncüsü var mı?
Ekonomik krizin de ağırlaşması ve bunlara çarpan etkisi yapması. İnşallah
hızla buraya doğru gitmeyiz.