Küresel siyaset lunaparkının korku tünelindeki figürler, giderek
çoğalmakta. Putin, Orbán, Kaczyński, Fico, Erdoğan; yakın zamana kadar
Berlusconi, şimdi de Trump! İçlerinde en kudretli olanı, tabii bu son
zikrettiğim isim. Yine de listenin Trump ile kapanacağı yönünde herhangi bir
alamet yok. Tam tersine; Le Pen ve Wilders, Petry ve Farage, Dahl ve Hofer
ya da Strache gibi ürküntü veren şahsiyetler, tünelin karanlığında sıranın
kendilerine gelmesini beklemekteler.
Siyasal analizlerde bu isimler anıldığında, ilk akla gelen kavram
popülizm oluyor. Çerçevesi belirsiz bir kavram bu; politikada sorunlu
gözüken, arzu edilmeyen kim ve ne varsa, bu tencerenin içine atılıveriliyor.
Her şeyden öte, popülizm deyince sağ ile sol da iyice birbirine karışmakta.
Popülistler mahallesinde Putin, Orbán, ve Erdoğan’ın; Chávez, Correa ve
Morales’in komşusu olması tuhaf biraz. Grillo gibi, yüzünü hangi kıbleye
döndürdüğü pek de anlaşılmayan “yeni” politikacı tipini zaten hiç katmıyorum
bu karşılaştırmaya. Böylesi geniş bir yelpazeyi topyekûn tek isim altında
toplamak, farklı siyasetleri, hedef ve dinamikleri anlamayı epey
güçleştiriyor. Bazı politika yazarları, sağ popülizm ve sol
popülizm diye bir ayrımı uygun görmekte bu yüzden. Ama doğrusu bu iki
grup arasındaki farkı doyurucu biçimde açıklayabildiklerini söylemek de zor.
Popülizm, bir politik stratejiye verilen ad. Böylesi stratejilerle
kurulmaya çalışılan toplumsal sisteme ve devlet yapısına da
uygun kavramlar aranıyor tabii. Yunanlı-Fransız Marksist teorisyen Nicos
Poulantzas daha 1970’li yıllarda, bugün gözlemlediğimiz bir çok gelişmeyi
öngörmüş ve “otoriter devletçilik” kavramı altında yeni bir devlet biçiminin
oluşmakta olduğunu yazmıştı. Geçtiğimiz yıllarda, bu yaygın siyasi eğilimi
tanımlamak için bir dizi kavram önerildi: Diktatörlük 2.0,
post-demokrasi, post-politika, apolitize politika, plebisiter otoritarizm
vesaire. Ülkesinde bu tür bir sistemi yerleştirmeye çabalayan bir
popülistin kendi tabiri var bir de: Macaristan Başbakanı Viktor Orbán,
politik programını tanımlamak için illiberal demokrasi
kavramını kullanıyor. Yani, liberal bir zemine oturmayan, özgürlükleri
kısıtlamayı program haline getirmiş bir demokrasi biçimi...
Bu siyasal yönelime en doğru ismi bulmak değil tabii buradaki derdim. Adına
“megatrend” denilebilecek; Çin’den Türkiye’ye, Orta Avrupa’dan ABD’ye kadar
birçok ülkeyi kapsayan böylesi bir gelişmeyi, arka planıyla ve nedenleriyle
kavrayabilmek önemli olan. Yine de, kavramları kuşatarak başlayalım kavrama
sürecine.
Popülizm sözünün, Latince populus (halk) kökünden geldiğini
biliyoruz. Ama, her “halkçı” siyaset ya da siyasetçi, popülist olmak zorunda
değil tabii ki. 2016’da Almanca yayımlanan Popülizm Nedir? (Was ist
Populismus?) başlıklı denemesinde, siyaset bilimi profesörü Jan-Werner
Müller, bu politikanın en önemli özelliği olarak bir noktaya dikkat çekiyor.
Popülistler, ampirik anlamda bir halk mefhumundan yola çıkmazlar, diyor.
Yani; şu ya da bu hukuki özelliklere sahip, şu ya da bu deneyimi, tarihsel
geçmişi veya kolektif hafızayı, belki de dili birbiriyle paylaşmakta olan
gruplar her zaman ve her yerde “halktır”, gibi bir önerme değil popülizmin
çıkış noktası. Yunanca’da demos denilen, “seçebilen ve seçilebilen
kitle” anlamındaki sözcüğe eşit düşmüyor popülistlerin halk sözcüğü.
Popülistler, kendi halkını kendi yaratıyor, Müller’e göre. Kendi
koyduğu kıstaslar çerçevesinde belirliyor kimin halk olup olmadığını. Halk,
bizzat popülistler tarafından “asıl, gerçek ve ahlaki anlamda temiz” bir
ayrıcalıklı kitle olarak tasarlanıyor ve sunuluyor. Şöyle devam ediyor
Jan-Werner Müller:
“Somut olarak bu, şu anlama gelir: Popülistler, devleti kendi çıkarları için
ele geçirir, checks and balances (yetkilerin ayrılması ve karşılıklı
denetim) sistemini zayıflatır ya da tamamen ortadan kaldırır, kitlesel
kayırma ve himayecilik politikası güder ve sivil toplum ve medyadaki tüm
muhalefeti kamuoyunun gözünden düşürmeye çalışırlar. Bunu yaparken de,
kendilerini haklı çıkaracak kesin bir ahlaki ilkeye başvururlar: Bir
demokraside halk, ‘kendi’ devletine sahip çıkmalıdır; hayır ve hizmetler, bu
bütüne ait olmayanlara değil, tek gerçek halk kimse, ona verilmelidir; medya
ve sivil toplumdaki muhalif sesler, dış güçlerin megafonundan başka bir şey
değildir.”*
Rusya ve Türkiye gibi ülkelerde tanık olduğumuz ve Macaristan veya
Slovakya’da da yürürlüğe konmak istenen; popülist siyaset aracılığıyla
kurulan, plebisiter biçimde (halk oyuyla) meşrulaştırılan, başında
çoğunlukla bir karizmatik liderin bulunduğu hükümet tarzı! Böylesi
yönetimler, kendisini yenilikçi bir hareketin meşru ve haklı kurumlaşması
olarak lanse ediyor. Diğer yandan da milliyetçi veya dini ideolojik
söylemlerle, görünür bir-iki ekonomik başarıyı birbirine harmanlıyorlar.
Aslında kayırmacı, sayısız yolsuzluk tuğlasıyla inşa edilmiş bir
ekonomik-politik-ideolojik yapı bu.
Muhalif gruplar, medya ve siyasi kuruluşlar, bir yandan da bireysel
özgürlükler süreç içerisinde askıya alınıyor. Klasik anlamda keyfî bir
yasak, ezme ve sindirme politikası yerine daha uzun vadeli, halka küçük
dozlar hâlinde sunulan ve yandaş medya desteği ile de “lezzetlendirilen” bir
dizi yaptırım koymayı tercih ediyor bu tür yönetimler. Her önlemin gerekli
ve meşru olduğuna, hiçbir keyfî değişikliğe gidilmediğine, her adımın son
kertede kendi çıkarı için atıldığına inandırılıyor kamuoyu. Halkın
özgürlüklerinin günbegün kısıtlanması, “halkın iyiliği için” başlatılması
zaruri, “hayırlı” bir gelişme olarak sunuluyor. Hukuk devletini adım adım
yok eden, demokratik yapıları otoriter bir yapıya dönüştüren bu süreç,
“istisnai durumlar” çerçevesinde daha da inandırıcılık kazanıyor. Böylesi
“olağanüstü hâller”in yaratılması, bu tür rejimlerin yerleştirilmesindeki
kilit noktayı oluşturuyor.
Popülist siyasal stratejilerle iktidara gelmiş, özgürlük kısıtlayan
hükümetler oluşturmuş ve halk oyuyla otoriter bir rejim kurmaya yönelmiş bu
yönetim biçimine, temsili diktatörlük adını verelim. En azından
geçici olarak. Bir sonraki yazımda, bu yönetim biçiminin yapısal arka
planını, tarihî seleflerini ve muhtemel geleceğini konuşmak istiyorum.