Muhafazakarlık
Ahmet Yücekök
Muhafazakârlığın çeşitli tanımları arasında en geçerli ve evrensel
gerçeklere en yakın olanı kuşkusuz «durumsal» (situational)
muhafazakârlıktır. Bu tanıma göre, mevcut kurumlara karşı yöneltilen köklü
bir muhalefete bu kurumların savunucuları tarafından karşı koyma «durumsal»
bir muhafazakârlığı içermektedir. Buna göre muhafazakârlık, var olan bir
sosyal düzeni korumak ve onu haklı göstermek için kullanılan bir fikir
sistemidir. Saldırı ve muhalefet nereden gelirse gelsin muhafazakârlığın
esası ve anlamı, mevcut kurumların değerlerinin sonuna kadar kıskançça
korunmasıdır. Buna göre muhafazakârlık, değişimin bütünüyle karşısında
durmak değildir; tam tersine, düzeni ve mevcut kurumları koruyabilmek için
bir muhafazakâr, ikinci plandaki değişmelere rıza gösterebilir Ama ancak bu
değişmeler düzenin devamı için gerekli değişimlerse rıza gösterecektir.
Statü farkını, hiyerarşiyi ve liderliği bir toplumun kaçınılmaz ve ilâhî
gerekleri olarak gören muhafazakâr ideoloji, toplumda kişileri ümitleri
yüksek fakat görüşleri kıt olan insanlar olarak niteler, Bu insanların
kötülüklerle savaşmaları daha beter kötülükleri topluma musallat edeceği
inancında olan muhafazakâr ideoloji, yavaş bir değişime taraftardır.
Muhafazakâr ideolojiye göre kişi temelde dine dayanır ve din toplumun
temelidir. Yasal, meşru ve gerçek toplum düzenini Tanrısal irade sağlar.
Varsayım II: Türkiye'nin geri kalmış, durgun bölgelerinde İslâm Dini,
Statüko'yu korumaya yarayan «Muhafazakâr» bir ideoloji olarak önem
kazanmaktadır, İslâm, bu anlamda, ağaların ve şeyhlerin ekonomik ve
toplumsal düzenlerini koruyan bir «afyon» mu olmaktadır?
Gelişmemiş bölgelerimizde ekonomik durgunluk sosyal hayata da bir değişim
yokluğu getirmiş, az ihtisaslaşma, işbölümü cılızlığı, dikey hareketliliği
gerçekleştirmemiş, modernleşmeyle sınıf toplumuna dönebilecek bir toplum,
varlığını statü toplumu olarak sürdürmüştür. Farklılaşma sürecini
oluşturmayacak böyle bir toplumsal yapı statik, içe dönük ve kaderci
olacaktır. Geri kalmış illerimizin birçoğu (Örneğin : Adıyaman, Ağrı,
Bingöl, Diyarbakır, Tunceli, Hakkâri, Mardin, Muş, Urfa, Van), bu tür bir
sosyal yapıya sahip illerimizden oldukları için, batıda giderek oluşan
atomize bir sosyal yapı burada yerini farklılaşmamanın ve değişim yokluğunun
zorunlu kıldığı aşiret ve ağalık düzenine terketmiştir. Çokcası kendi
ürettiğini kendi tüketen toplum, içe dönük kalmış, yeniliklere kapalı
yapılarından ötürü de davranışlarında ve davranışlarına yön veren değer
kalıplarında da bir değişim geçirmemişlerdir. İhtisaslaşma azlığı nedeni ile
kişi doğa karşısında tek başına durabilme yeteneğinden yoksun kalmış, yaşama
için elverişli koşullar aşiretler ve geniş aileler içinde aranmıştır.
Niteliği sayısal olarak belirtilen ekonominin, hemen hemen bütünüyle tarıma
dayanması ve toprakların da büyük çoğunlukla ağa toprakları olması nedeniyle
bu geri kalmış bölgelerimizde en büyük ekonomik güce ağalar sahip olmuş,
yüzbinlerce geri kalmış yurttaşın yaşantılarında buyrukları dinlenen,
toprakları işlenen, her türlü zorlukta ona sığınılan ağalar bu şekilde
ekonomik, sosyal ve siyasal birer güç haline gelmişlerdir. Bu bölgelerimizde
tarımla uğraşan ailelerin % 4 2'si tüm toprakların % 51.5'ini işletirken
gene ailelerin % 66.7'si tüm toprakların ancak % 10’unu
işletebilmektedirler. Toplumsal farklılaşmama nedeniyle geri kalmış
bölgelerimizde en önemli sosyo-ekonomik ve siyasal güç olarak beliren
ağaların bu egemen durumlarını sonuna kadar savunacakları kuşkusuzdur. Ama,
doğal olarak, geri kalmış bir topluma karşı kazanılan egemenlik, ancak, o
toplumu o geri kalmış düzeyde tutarak sağlanabilir. Bunun için de toplumun
geleneksel yapısını kıracak sosyo-ekonomik değişimlere karşı cephe alınacak
ve o geleneksel yapıyı sürdürecek geleneksel kültür kalıplarından medet
umulacaktır. İşte burada islâm dini, telkin ettiği sabır, kanaatkârlık ve
kadercilikle egemen sınıfların elinde, topluma karşı kullanacakları en büyük
silâh olacaktır.
Ağaların korumak istedikleri düzenden büyük çıkarları vardır. D.Avcıoğlu'nun
da dediği gibi: «Büyük aşiretler şehirlerde oteller yapmışlardır, aşiret
mensubu köylü, şehre inince bu otellerde kalmak zorundadır. Malını aşiretin
şehirdeki dükkânına satmak, borç para; ve mal ihtiyacını oradan karşılamak
durumundadır. Şehirde avukat parti başkanı ve milletvekili, bey, ağa ve şeyh
ailelerinden kişilerdir.» Kredi ve tohumluk dağıtımı onların kontrolü
altındadır. Bunlar devlet memurları ve köylü arasında bir «demirperde»
kurmuşlardır. Mahallî küçük memurlar genellikle onların adamlarıdır. Yüksek
memurlar onların politik baskısı altındadır. Ağalar pazarla, maliyet ve
satış fiyatlarıyla ilgilenmelerine ihtiyaç kalmadan, hiç bir külfete
katlanmaksızın, köylünün üretiminden pay almayı tercih etmektedirler. Boğaz
tokluğuna çalışan marabaların kol kuvvetinin, bey ve ağaya, makineden çok
daha ucuza mal olması mümkündür. Bu sebeple, Doğu'da bey ve ağalar, köylüyü
prekapitalist ilişkiler çemberinde tutmak için çaba göstermektedirler.»
Bu çabalarını da. yukarıda belirtildiği gibi, en etkili bir şekilde dinsel
değer ve inançları sömürerek yapmaktadırlar. Din'in getirdiği kadercilik ve
kanaatkârlığın yanı sıra, oluşturduğu hiyerarşik düzen, itaat ve cemaat
denetimi, geri kalmış bölgelerimizde egemen sınıfların korumaya çalıştıkları
statik düzeni perçinleyen en etkili unsur olduğundan din, batıdaki
kapitalistten aaha çok doğudaki ağanın hizmetinde bulunmakta, onun düzenini
korumaktadır.
Şeyh ve ağaların elinde, sosyo-ekonomik koşulların pekiştirdiği inanç ve
değerleri sayesinde birer tutsak olan geri kalmış bölgelerdeki halkımız,
Din'in, egemen sınıfların hizmetinde bir sömürü aracı olduğunu görememekte,
onu kendi kurtuluşunun müjdecisi olarak benimsemekte ve öyle kabul
etmektedir.
Bu bölgelerin egemen güçleri de, batıdaki kapitalistler gibi dine karşı iki
yüzlü bir davranışta bulunmamakta, kendi çıkarlarının gerçek temsilcisi
olarak ona dört elle sahip çıkmaktadırlar.
İslâm Dini ve kültürü «Statüko» yu korumaya çalışanlar yararına «tevekkül»
ve «sabır» öneren niteliklere sahip midir?
İslâm dini ve kültürü egemen çevrelerin çıkarlarını koruyacak bir niteliğe
sahiptir. Örneğin İslâm dini eşitsizlikleri mesele haline getirmemeyi
tavsiye etmektedir. «Allahın kiminize daha çok verdiği şeyi arzulamayın»
telkini buna bir örnek teşkil edebilecek niteliktedir. İslâm dini ayrıca
hükmü ilâhî karşısında servetin faydasızlığına işaret etmekle yetinir.
Sosyal koşullardaki farklılaşmaya değinilmez. tam tersine bu farklılaşma,
öbür dünya için avutucu bir nitelik taşır. «Bak biz onları birbirinden nasıl
da üstün kıldık. Öbür dünyada basamakların daha yüksekleri, üstünlüklerin
daha yüceleri vardır»der.
Burjuvazinin halktan tamamen kopuk çıkarları nedeniyle körüklediği ve
gelişmeden yarar görmeyen sınıflar tarafından benimsenen, dinsel irtica, DP
iktidarının son yıllarında, burjuvazinin baş destekleyicisi olmuştur. Saidi
Nursi bir mektupta talebelerini şöyle uyarmaktadır: «Biz Demokratları
iktidar yerinde muhafaza etmeğe Kur'an menfaati için kendimizi mecbur
biliyoruz». Saidi Nursi ezilen ve sömürülen kitlelere kadercilik, kanaat ve
sabır telkin etmiş ve bu anlamda egemen sınıfların çıkarlarına hizmet
etmiştir.
Eski bir Arap atasözü de İslâm'da tevekkül telkininin ne derece güçlü
olduğunu göstermektedir: «Eğer Halife âdilse mükâfat onundur, sana şükretmek
düşer. Eğer âdil değilse, günah onundur, sana sabretmek düşer». Böyle bir
düzenin, iktidarı elinde bulunduranlara büyük imkânlar sağlayacağı açıktır.
Din, gelişmiş bölgelerimizde de egemen sınıflara hizmet etmekte midir?
Türkiye'de Din'in egemen sınıfların hizmetinde olduğu yerler genellikle az
gelişmiş bölgelerimizdir. Yalnız bir noktayı iyice belirtmek gerekir:
Gelişmiş bölgelerimizde de din egemen sınıfların yararına çalışan bir unsur
olabilmektedir. 1968'de Konya'da. Kayseri'de ve gene 1969'da İstanbul'daki
Kanlı Pazar olayları, Türkiye'de, kapitalizmin sol eylemleri kısıtlamak ve
bastırmak için, irticayı kullanmasından başka bir şey değildir. Daha başka
örnek olaylarla beslenmesi mümkün olan bu öneriye göre, kapitalizm,
gelişmesinden çekindiği sola karşı, solun can düşmanı olan dinsel taassubu
bir vurucu güç olarak kullanmaktadır. Ama kapitalist sistemi ayakta tutan ve
onu yaşatan değerlerin ve kültür yapısının islâmî değerler ve kültür yapısı
ile hiç bir ilgisi yoktur. Kapitalizm dinden bağımsız bir şekilde gelişme ve
büyüme yeteneklerine sahiptir. Bu anlamda da dinden, kapitalist sistemi
tehdit eden düşmanlarına karşı imkânlar elverdiği sürece yararlanmakta ve
fakat dinsel akımların bir noktadan sonra kendi aleyhine dönüşeceğini
aklından bir an olsun çıkarmamaktadır. Gerçi kapitalizm sola karşı zaman
zaman aşırı sağı çıkararak durumunu korumak çabasındadır ama bu hiç bir
zaman kendini dinle özdeşleştirme eğilimini içermemektedir. Çünkü Türkiye'de
gelişen kapitalizmle dinin, birbirlerine çok yabancı iki ayrı düzeni
gerçekleştirme çabaları bir yana, artık parçalanmakta ulan yüzeydeki
ittifakları da çok iğreti bir tabana dayanmaktadır. Türk dincileri
kapitalizmi solcu bir düzene, ya da aydın bürokrat egemenliğine tercih
ettikleri için onu ehveni şer olarak kabul etmekte, kapitalistler ise dinin
zorunlu olarak kabul ettiği bu ittifakı sol aleyhine istismar etmektedirler.
Ümmetin önemi nereden gelmektedir?
Bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kurumlar kaçınılmaz olarak o toplumun
üretim biçimlerinin üst yapı yansımalarıdır. Örneğin kapalı pazar
birimlerinin egemen olduğu tarımsal ekonomilerde bir burjuva kültürünü
aramak hayal olur. Tam tersine, böyle bir toplumda bulabileceğimiz üst yapı
kurumları, toprak soylularının egemenliğinde bir siyasal yapı geleneksel ve
kaderci bir kültür ve çıkarlarını rasyonel olarak saptama yeteneği olmayan
renksiz, şekilsiz kitlelerdir. Gerçek sanayi toplumuna dönüşememenin
doğurduğu az ihtisaslaşma işbölümü yokluğu, kapalı pazar ekonomilerinin
yarattığı ekonomik hareketsizlik, sosyal yapıda statik bir görüntü
sağlayacak, ekonomik çıkar çatışmalarının cılızlığı sonucu sınıf toplumu
gerçekleşmeyecek ve toplum başarıya değil unvana önem veren bir statü
toplumu olacaktır.
Değişen üretim ilişkilerini yansıtan yeni toplumsal koşullar toplumda yeni
patlamalar, meşruiyet krizleri, değişik iktidar ilişkileri ve yeni denge
sorunları yaratmaktadır. Bu, alt yapısal değişmenin, kendine uygun üst yapı
kurumları arama ve oluşturma çabasıdır.
Diktatörlük, demokratik yönetim, evrimler ve devrimler kendilerine en uygun
ortamlarda gelişir ve uygulanırlar. Bir başka deyişle, bunlar kendilerini
yaratan alt yapının üst yapı ürünleridir. Toplumu da kendilerine özgü bir
şekilde etkileyip yön vereceklerdir. Toplumlar arasındaki bu farklılık ve
değişik siyasal davranış boyutları, o toplumların değişik sosyo-ekonomik
tabanlarından ötürüdür. Gene bir başka deyişle, siyasal sistemler ve bu
sistemlerin içinde yer alan ve onları oluşturan siyasal davranış boyutları,
o toplumun sosyo-ekonomik tabanının yarattığı bir üst yapı olan siyasal ve
toplumsal kültürün etkisindedirler.
Davranış kalıplarının bu şekilde saptanması toplumun gelişme süreci
içerisinde hangi noktada bulunduğunu da bize gösterecektir. Toplumun
kurumsal yapısına bakarak hangi gelişme düzeyinde olduğunu saptayabildiğimiz
gibi davranışların niteliği de bize toplumsal ve ekonomik yapı hakkında
fikir verebilecektir.
Soruna böyle bir yaklaşımla eğildiğimizde toplumdaki dernekleşme oluşumunun
yoğunluğu da bizi toplumun yapısı ve nitelikleri hakkında sağlam teşhislere
varmaya götüre-bilecektir. Çünkü dernekler ancak modern bir toplum
bünyesinin ürünüdürler ve bu anlamda ekonomik ve sosyal gelişmenin ölçüsü
olarak ele alınabilirler.
Atomize ve çok yönlü, karmaşık bir toplumda, eş çıkarları olan kişileri bir
araya getirme ve onlara dayanışma olanağı sağlayarak topluma karşı daha
güçlü kılma gereği ile oluşan dernekler, böyle bir dinamizme sahip olmayan
geleneksel toplumların ürünü olamazlar. Çünkü geri kalmış toplumlarda
dernekleşme sürecini gerektirecek yoğun ihtisaslaşma, işbölümü ve
farklılaşma gerçekleşmemiştir. Türkiye'nin geri kalmış bölgelerinde de
gördüğümüz gibi, böyle bir sosyo-ekonomik ve kültürel yapıda devletle kişi
arasında bulunabilecek tek tampon kuruluş «Ümmet yapısıdır. Dinsel
buyuruların kesin bir şekilde yön verdiği «Ümmet» yapısı aynı zamanda
«cemaat denetimini» de sağlamakta ve kişi bükülmez, hiyerarşik ve dogmatik
bir ortamda tamamen dinsel kuralların etkisinde kalmaktadır.
Farklılaşma yokluğu sonucu kişinin toplum içerisinde sığınabileceği
kurumların oluşmaması kişiyi ister istemez ya «Ümmet»e bağlanmaya ve
sığınmaya itmiş, ya da kişi sorunlarına çözüm bulabilmek için, var olan bu
tek kuruma kendini adamıştır, ve her iki halde de kişi arzu edildiği
şekilde, mistisizmin pençesine büsbütün düşmüş bulunmaktadır.