Liberal Faşizm
Soner Yalçın
Milton Friedman duayen bir liberaldi ve Şilili diktatör Pinochet'nin
dünyadaki en büyük destekçisiydi.
Bugün liberallerin, hızla sivil bir diktatörlüğe doğru giden bir hükümete ve
Türkiye'yi "koçbaşı" gibi kullanmak isteyen uluslararası güçlerin
denetimindeki cemaate övgüler düzmesinin altında ne yatıyor?
Liberal Fascism adlı kitabın yazarı Jonah Goldberg, liberalizmin kaynağının
faşizm olduğunu söylüyor.
O halde...
Liberallerin "şeyh uçmaz, mürit uçurur" misali göklere çıkardıkları ABD
Başkam Barack Obama'yla ilgili birkaç söz söylemek şart. Ama önce yüz yıl
geriye gidip XX. yüzyılın başındaki dönemin Başkan Obaması'nı iyi tanımak
gerekir. Bu tarihsel gerçekler bilinmeden yapay imajlar üzerindeki örtü
kaldırılamaz.
Adı, Thomas Wocdrow Wilson.
28 Aralık 1856'da doğdu! 3 Şubat 1924'te öldü.
1913-1921 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri başkanlığı yaptı.
Obama gibi Demokrat Parti'dendi.
Obama gibi hukukçuydu; sonra akademisyenlik yaptı; Princeton Üniversitesi
rektörlüğünde bulundu. Ardından politikaya girdi; başkan oldu.
Bu kısa bilgilerden sonra Başkan Wilson’un siyasal duruşunu öğrenebilmek
için
ABD'nin ondan önceki politik doktrinine bakalım:
ABD tarihine baktığınızda dış siyasetin belirli dönemlere ayrıldığım
görürsünüz. 1823 Monroe Doktrini, Amerika dış politikası için bir başlangıç
sayılabilir. ABD'nin değişmez "anayasası" olan bu doktrin kabaca şunu
içeriyordu:
- Avrupalılar artık topraklarımızda yeni bir koloni kuramaz.
- Kendi siyasal-dini sistemlerinin propagandasını bizim topraklarımızda
yapa-
maz.
Yani diyorlardı ki, biz verimli zengin kıtamızda mutluyuz; ne Avrupa bize
karışsın ne de biz Avrupa'ya karışalım.
ABD bu doktrin sayesinde XIX. yüzyıl boyunca Avrupa'nın çatışmalı
dünyasından uzak durdu; kendi kıtasında büyüdü; ekonomik gelişme çizgisini
kendi duvarları ardında tamamladı. Çok da zenginleşti.
Îç pazarını fethetmiş her düzenin/ülkenin dışarıya açılması bir "siyaset
yasa-
sı"dır; ABD de öyle yaptı, sömürge edinme politikası gütmeye başladı.
İngiltere, Fransa ve ardından Almanya, İtalya, Rusya, Japonya dünyayı
paylaşma
mücadelesine girmişlerdi. Amerika bu rekabetinin gerisinde kalamazdı.
ABD'de emperyal güç haline gelme politikasını uygulayan dört başkan çıktı:
1897'de ispanya'ya savaş açan gözü kara McKinley; 1901’de "büyük sopa" poli-
tikasını uygulayan popüler T. Roosevelt; 1908'de Çin'e ve Latin Amerika'ya
"dolar dip-
lomasisi" yürüterek baskı yapan Taft; 1913'te Birinci Dünya Savaşı'na
katılan Wilson.
ABD bu dört başkan döneminde Monroe Doktrini'ni çöpe attı; "dışarıya
açıldı." O tarihten bugüne yüz yıldır süren "globalizm" dönemi başladı.
Bunun en önde gelen temsilcisi Wilson’du. Oysa...
Wilson seçimlere sömürgecilik politikasını eleştirerek girdi. Dışa yönelik
askeri
harcamaların önemli ölçüde kesilmesini, çiftçilere, sanayicilere krediler
verilmesini
savundu.
"Yeni özgürlük" adıyla bilinen ekonomik ve siyasal bir program açıkladı.
Banka
ve para sisteminde köklü değişiklikler yapacağım vaat etti. Gümrük
tarifelerini düşü-
recekti.
Yıllar sonra seçimi kazanan Demokratlar Wilson sayesinde Beyaz Saray'a
yerleş-
ti.
Gençlerin ve kentli orta sınıfın oylarını alan Wilson seçim meydanlarında
söylediklerini unuttu. Çünkü reel politika farklıydı...
Başkan Wilson ABD'nin yüz yıllık politikalarını değiştiren karizmatik siyasi
bir lider ve kimilerine göre ise "mesih" olarak, dünya siyaset sahnesine
çıktı.
Wilson'a göre, Amerikan mallarının gittiği her yere Amerikan -siyasi,
iktisadi ve
kültürel- düzeninin gitmesi şarttı.
Yıllardır dikensiz gül bahçesinde ekonomisini büyüten ABD'nin ilk hedefinde,
Latin Amerika, Pasifik ve savaşlar nedeniyle bitkin düşmüş Avrupa ile Önasya
vardı.
1917'de Rusya'da çarlığın devrilmesi, Almanya'nın gittikçe çökmesi,
Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun her an yıkılıp
dağılacak bir durumda olması ABD'nin iştahını kabarttı.
Ve Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında "büyük adım" atıp savaşa girdi.
Harbe girişini "aman gideyim, şu ganimetlerden biraz da ben kapayım"
havasında yapmadı. Avrupa topraklarına ateşli silahlarından önce psikolojik
silahlarını soktu. Örneğin Wilson, "savaş kararanı aldığı zaman kabinesi
önünde hüngür hüngür ağlayan bir devlet adamı" imajıyla tanıtılmaya
başlandı.
O kadar barışçıldı yani!
Wilson hemen "büyük kurtarıcı" rolünü üstlendi. Îşsiz-evsiz-aç kalan
milyonlarca çaresiz insanın umudu olarak gösterildi. Bolşeviklerin Rusya'da
iktidara gelmesinden korkanların da güvencesiydi o.
"Kurtarıcılıkta" Lenin'in rakibiydi!
Tarih, 8 Ocak 1918.
Harbe girme kararı alan ABD başkanı, kendi adıyla bilinen "Wilson
Prensipleri"ni açıkladı.
"Sömürge topraklardaki uluslara kendi kaderini tayin hakkı verilmeli;
uluslara-
rası bütün ekonomik engeller kaldırılmalı; Avrupa, Önasya sınırları yeniden
çizilmeli;
milletlerarası barış teşkilatı kurulmalı" gibi 14 madde içeriyordu Wilson
Prensipleri.
Wilson Prensipleri başta Avrupa olmak üzere dünyada heyecan dalgası yarattı.
Savaştan çıkmış acılı insanların umudu oldu; dünyaya yeni bir düzen
getireceği-
ne inanıldı. Dünyanın ezilenlerinin gözünde Başkan Wilson, Yenidünya'dan
gelmiş barışçıl bir kahramandı. Wilson Prensipleri sanki ezilen halkların
kurtuluş programıydı. Bu prensipler, Lenin'in "ulusların kendi kaderini
tayin hakkı" ilkesiyle karşılaştırıldı.
Not eklemeliyim: Aslında Wilson Prensipleri, Bolşeviklerin savaştan
çekildikle-
rini açıklayan, 22 Aralık 1917'deki Brest-Litovsk Konferansı'ndaki barış
programı maddelerinin neredeyse tıpatıp benzeriydi.
Ama bunu kim bilirdi ki?..
Sonuçta Wilson, Bolşeviklerin etkisini silmede başarılı oldu ve sonuçta,
Rusya
Devrimini alkışlayan Avrupa sosyal demokratları o günlerden sonra Lenin'den
çok
Wilson'a yakın oldu. Herkes Wilson'da kendini buldu; sosyal demokratlar
Wilson’u
"sosyalist"; muhafazakârlar yeni "mesih-peygamber"; ulusal kurtuluş savaşı
verenler
ise "halkların ağabeyi" olarak gördü. Batı'nın liderliği artık yavaş yavaş
Washington'a
geçiyordu.
Bu arada bu maddelerin çoğuna da uyulmadığını, Wilson Prensipleri'nin kâğıt
üzerinde kaldığını yazmalıyım. Fakat buna rağmen Birinci Dünya Savaşı'ndan
kazançlı çıkan tek ülke ABD oldu.
Birinci Dünya Savaşı soması Başkan Wilson, milyonlarca kişinin öldüğü,
eskimiş ve yıkılmış Avrupa'yı ziyaret etti.
Avrupalılar ellerinde ABD bayraklarıyla Başkan Wilson’u sokaklarda coşkuyla
karşıladı.
Gazeteler Wilson için "büyük kurtarıcı" manşetleri attı.
Çizilen karikatürlerde, Wilson, Bolşevizmi tehdidinden korkan, eskimiş
Avrupa'ya güneşi getiren adam olarak tasvir edildi.
Ve sıkı durun...
Wilson pek çok ülkede İsa'ya benzetildi. Kimi ise ona "Mesih" dedi!
"Aziz" Wilson’un fotoğraflarının altında mumlar yakıldı. Önünde diz çökülüp
dualar edildi.
Parantez açayım: Wilson başkanlığının son yılında ağır hastalıklarla
mücadele
etti ve o dönemde kendini "Tanrı'nın resulü İsa" zannetti. Propagandaya
kendisi de
inanmıştı.
Neyse... Biz Wilson’un Avrupa'da estirdiği rüzgâra geri dönelim. Çünkü bu
oluşturulan hava İstanbul'u da çok etkiledi.
Tarih, 4 Ocak 1919.
Robert Koleji'ndeki toplantılar sonucu İstanbul'daki münevverler "Wilson
Prensipleri Cemiyeti"ni kurdu. Bu sivil toplum kuruluşunun merkezi
Nuruosmaniye'deki Zaman gazetesi bürosuydu.
Kurucuları; Halide Edip, Gelaleddin Muhtar, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Refik
Halid gibi Osmanlı'nın tanınmış münevverleriydi.
Derneğin üyelerinin çoğunluğu gazeteciydi:
Sabah başyazarı Ali Kemal, İkdam başyazarı Celal Nuri, Akşam başyazarı
Necmettin Sadak, Yeni Gazete başyazarı Mahmud Sadık, Vatan başyazarı Ahmet
Emin, Yeni Gün başyazarı Yunus Nadi, Zaman yazan Cevat...
Osmanlı münevverleri Başkan Wilson’u "kurtarıcı" olarak görüp methiyeler
yazdılar. O zor koşulların altından kurtuluşun ancak ABD'nin desteğiyle
olacağına
inandılar.
Bu nedenle bir tür kolonileştirme amacı taşıyan "manda isteriz" taleplerini
yazıya döktüler.
Bu düşünceye sahip olmalarının nedeni, Avrupa gazetelerinde okudukları
Wilson’u göklere çıkaran makalelerdi.
Doğrusu Başkan Wilson da güzel laflar etmeyi biliyordu. "Barbar ülkelere
uygarlık götüreceğini" söylüyordu. Sihirli sözcüğü "özgürlük" ve karizmatik
oluşu, Osmanlı münevverlerini mest ediyordu.
Oysa Wilson, Batı'nın iktisadi ve siyasal egemenliğine özünde karşı
çıkmıyor,
sadece biçimini değiştiriyordu. Manda/kolonileştirme aslında sadece
sömürünün biçim değiştirmiş haliydi.
Kuşkusuz insanlık tarihinin böylesine büyük karışıklık yaşadığı bir dönemeç
noktasında Wilson’un "kurtarıcı" olarak görülmesi anlaşılabilir.
Ancak pek çok mazlum ülke insanı, aydını, burjuva demokratı, aldatıldığını
sonra anladı.
Avrupa'da barışsever gözüken Wilson, Amerika kıtasında diktatördü.
Meksika'ya, Dominik Cumhuriyeti'ne, Haiti'ye, Küba'ya, Panama'ya,
Nikaragua'ya ve Honduras'a Amerikan askerlerini göndermekten hiç
çekinmemişti.
Mazlum halkların lider olarak örnek aldığı Emiliano Zapata'ya, Pancho
Villa'ya neler yaptığı, o köylü isyanlarını nasıl bastırdığı Avrupa'da ve
Doğu'da ancak zamanla duyulacaktı.
Nobel Barış Ödülü sahibi Wilson’un yumuşak tavırlarının, güler yüzünün
altında ne sakladığı sonra görülecekti. "Mesih" Wilson aslında dünyayı
ülkesinin çıkarma göre düzenlemek isteyen "büyük patron"du, hepsi bu!
XXI. yüzyılın başında birileri (örneğin, Amerika'daki islam Ümmeti lideri
Louis Farrakhan) Obama'nın "mesih" olduğunu iddia ediyor! Peki, öyle mi?
Obamalar Turuncu Devrim peşinde
ABD Başkanı Barack Hussein Obama'nın, aynı adı taşıyan babası Hussein
Obama'nın Müslüman bir Kenyalı olduğunu artık biliyorsunuz. Peki, Kenyalılar
ne zaman Müslüman oldu?
Kara Afrika'nın en çok bilinen Müslüman'ı kimdi?
Sanırım büyük çoğunluk biliyordur: Bilal-i Habeşi.
Hz. Peygamber'in müezziniydi. Aynı zamanda Müslümanlığı kabul eden ilk yedi
sahabeden biriydi.
Bilal-i Habeşi, bugün de kara Afrika İslami’ni temsil eden güçlü bir simge.
Bu nedenle, ABD'deki Müslüman Siyah hareketine "Bilalian movement"
denilmektedir.
Bilal-i Habeşi'nin îslam dinine nasıl girdiğini, işkencelere rağmen
Müslümanlık-
tan vazgeçmediğini hepimiz çocukluğumuzdan biliyoruz.
Peki, islam mücahitleri, kara Afrika'yı, yüksek bir ideal olan
"Bilalileştirmeye" ne zaman, nasıl başladı?
Türkiye'de pek üzerinde durulmaz ama İslamiyet, Medine'den önce Afrika'ya
ulaştı. Müslümanların Mekke'de ikamet etmeleri imkânsız hale gelince Hz.
Peygam-
ber, başta damadı Osman bin Affan olmak üzere, on biri erkek dördü kadın on
beş
sahabesinin Habeşistan'a (yeni adıyla Etiyopya'ya) göç etmesine izin verdi.
Yıl, 615'ti.
Habeş Kralı Necaşi Aşhama, gelen sahabelere hürmet göstermenin yanı sıra
kendisi de Müslümanlığı seçti. Böylece islam, Medine'den önce kara Afrika'ya
ulaşmış
oldu.
Bu nedenledir ki, Kenya, Sudan, Uganda vd ülkelerde her yıl "hicri yılbaşı"
kutlamaları yapılmaktadır.
İslam'ın kara Afrika'ya bu sembolik girişinden sonra, Müslüman Arap ordusu-
nun 639'da Mısır'ı almasıyla Afrika kıtası kuzeyden başlayarak
Müslümanlaşmaya baş-
ladı.
Afrika sadece askeri fetihlerle İslam'a kazandırılmadı. İkincil ve aslında
daha önemlisi ticaretti.
İslam'dan önce, başta Hz. Peygamber olmak üzere Arap tüccarlar Kuzey ve Doğu
Afrika liman-pazarlarına gidip geliyorlardı. İslam'ın Arap toplumunu
geliştirmesiyle bu kıyı ticareti daha da gelişti. Sadece Arap tüccarlar da
gelmedi. ;
İran körfezindeki ülkelerden ve Hindistan'dan gelen tüccar Müslümanlar da
Afrika'ya yeni bir dinin ve kültürün getirilmesinde öncü oldular.
Kızıldeniz'in iki yakası arasındaki alışverişler ve Arapların yerli
kadınlarla ev-
lenmekten kaçınmamaları, İslam’ın özellikle Kuzey ve Doğu Afrika'da hızla ve
çabuk yayılmasına neden oldu.
Sadece ABD Başkanı Obama değil, bugün bile Kenya'da Araplarla kaynaşan
birçok aile neslinden hem Siyah hem Beyaz hem de melez bebekler dünyaya
gelmektedir.
Yeni gelen dinle birlikte dil de değişti: Arapça "sahil" sözcüğü anlamına
gelen
ve yüzde 40'ından fazlası Arapça olan "Svahili"' dili ortaya çıktı.
Dünyanın en önde gelen dillerinden biri olan Afro-İslami Svahili dili,
Obama'nın
baba tarafının kullandığı dildi.
Doğu Afrika denilen bölgeyi oluşturan Kenya, Uganda ve Tanzanya'da
Müslümanlar bugün azınlıkta. Bunun nedeni Hıristiyan misyonerler.
Oysa bugün Hıristiyan misyonerlerin yaptığını geçen yüzyıllarda Müslüman
Sufi
tarikatlar yapmıştı, İslam’ın kıtada hâkim din haline gelmesi bu tarikat
mensubu Sufiler eliyle sağlandı.
Kabile kavgalarının yaygın olduğu, kıta emniyetinin söz konusu olamadığı,
deniz korsanları ya da karadaki silahlı eşkıyalar yüzünden yol güvenliğinin
kalmadığı dönemde toplumsal dayanışmayı, paylaşma kültürünü, birlikte yaşama
tecrübesini, hak ve hukuka saygıyı öğütleyen islam, Afrika yoksullarınca
hemen kabul gördü.
Afrika'da tekke demek aynı zamanda ribat demekti.
Ribatlar, sınır boylarında kurulan ve gönüllü Müslüman mücahitlerin, İslam
topraklarına dışarıdan gelebilecek tehlikeleri önlemek gayesiyle nöbet
tuttukları askeri kuleler, garnizonlardı.
Bu ribatlarda hem askeri hem de tasavvufi eğitim verilirdi.
Sahra topraklarında, Afrika'nın kavurucu sıcağı altında yaşam mücadelesi
veren yoksul kitlelerin yegâne sığmağı da zaviyeler oldu.
Müslümanlar Afrika'nın vahşi bölgelerinde bile kurdukları zaviyelerle sağlık
hizmetlerini, dönemin ve şartların elverdiği oranda en işlevsel tarzda
gerçekleştirdiler.
Ayrıca misyoner Sufiler kendilerine özgü metot, zikir, sülük ve terbiye
usullerini
coğrafi ve kültürel şartlara da uygun hale getirerek Afrikalıların İslam’a
geçmelerini
kolaylaştırdı.
Afrika topraklan farklı tarikatlar arasında âdeta taksim edilmiş
vaziyetteydi. Senegal denince Müridiye, Moritanya denince Ticaniye, Fas
denince Darkaviye, Tunus denince Arusiye, Cezayir denince Medyeniye, Mısır
denince Şaziliye, Libya denince Senusiye, Nyerya denince Kadiri-ye, Sudan
denince Mirganiye ve Eritre denince Salihiye akla geliyordu.
Peki, Obama'nın memleketi Kenya'da hangi tarikatlar güçlüydü?
Kenya'da en yaygın tarikat Kadiriye'ydi.
Bugün dünyaya yayılmış kırk beş kolu olan Kadiriye tarikatım, XII. yüzyılda
Bağdat'ta Abdülkadir Geylani ( ö. 1167) kurdu.
Başta Sudan olmak üzere bazı Afrika bölgelerinde Şeyh Geylani mehdi olarak
tanınmaktaydı.
Kesin olmamakla birlikte bu tarikat 1550'lerde Hicaz'dan Doğu Afrika'ya
geldi. O tarihe kadar islam dünyasında pek de yaygın olmayan Kadiriye
tarikatı Afrika'da çok çabuk benimsendi ve hemen yayıldı. Bunun temel nedeni
tarikata sık sık zikir meclisi düzenlemesiydi! Zikir Afrika kültürüne yakın
bir dini ritüeldi.
Kenya'da bir diğer tarikat ise, XIII. yüzyılda Tunus'ta Şeyh Abdullah Şazili
(ö. 1258) tarafından kurulan Şaziliye'ydi.
Sünni bir tarikat olan Şaziliye'nin XV. yüzyılda Doğu Afrika'ya geldiği
tahmin ediliyor. Tarikat XIX. yüzyılda bölgenin en güçlü tarikatı haline
geldi. Tarikata Kenya'da hâlâ zaviyeleri var.
Burada bir parantez açacağım: Sultan II. Abdülhamid Şaziliye şeyhlerinden
Hasan Zafir'i İstanbul'a çağırıp, Yıldız Sarayı'nın bahçesindeki iki konağı
ona tahsis etti. Böylece İstanbul'da yaşamasını sağlayarak Afrika'daki
Senusi ayaklanmasını bastırdı. Bu konak Beşiktaş Barbaros Caddesi
üzerindedir ve harap halde durmaktadır. Acaba bu tarihsel bina "tasavvuf
müzesi" haline getirilemez mi?
Devam edelim:
Rıfaiye tarikatının da Doğu Afrika'da belli bir tesiri vardı. Keza Muhammed
Ali (1178-1255) tarafından Güney Arabistan'da kurulan Aleviye tarikatı da
bilhassa Kenya'da güçlüydü.
Aleviye zamanla iki kola ayrıldı: Ebubekir Abdullah el-Ayderus'un kurduğu
Ayderusiye ile Abdullah Alevi Muhammed Ahmed el-Haddad'ın kurduğu Haddadiye.
Kenya'nın yerli tarikatı ise Şeyh îdris Sa'ad tarafından 1930'da
Darü's-Selam'da kurulan Askeriye idi. Ancak bu tarikat diğerlerine göre çok
az rağbet gördü.
Obama ailesi bu tarikatlardan birine bağlanmış mıydı acaba?
Bilinmiyor. Ancak bir tarikata bağlı olduklarından şüphe yok; çünkü hemen
he-
men tüm Afrikalı Müslümanlar bir tarikata mensuptu.
Bugüne kadar ABD Başkanı Obama'yla ilgili her tür haberi yapanların bu
durumu görmezden gelmeleri hayli ilginç.
XVIII. yüzyılda islam dünyasını etkileyen yenilik (tecdid) hareketi, başka
yerler-
de olduğu gibi Afrika'da da yeni tarikatların doğmasına neden oldu.
Bunlar, Fransız, İtalyan, İngiliz sömürgecilerine karşı bağımsızlık
mücadelesi
verdiler. Kısa zamanda bölgesel siyasetin de motor gücü haline geldiler.
"Neo-Sufizm hareketi" olarak tanımlanan bu tarikatlar, hurafe ve batıl
inançla-
ra karşı çıkıp, sünnetin yaygınlaşmasına öncelik etmeyi görev edindiler.
Yani tasavvufi
uygulamalarda yer yer rastlanan kimi taşkınlıklara, aykırı yaklaşımlara
karşı bayrak
açtılar.
İşte bu tarikatlardan biri de XVIII. yüzyılda Abdülkerim es-Samman
tarafından kurulan Hicaz merkezli Sammaniye tarikatıydı.
Sammaniye tarikatım geliştiren büyüten Ahmed el-Tayyip (ö. 1824) oldu. Bu
nedenle bu tarikata daha somaları "Tayibiye" denmeye başlandı. Tarikat,
merkezi Sudan'da olmak üzere Doğu Afrika'da hayli gelişti.
Uzatmayalım; Tayyibiye gibi onlarca tarikat vardı Afrika'da.
Aynı soruyu sormak durumundayım: Obamalar hangi tarikata mensuptu?
Ailenin oturduğu Victoria Gölü çevresinde "Tayyibiye" tarikatının ağırlıkta
olduğu biliniyor.
Obamalar için "Tayyibiye" tarikatından diyebilir miyiz? Bu konuda elimizde
bilgi/belge yok. Sadece "ihtimaldir" diyebiliriz...
Diğer yandan, ABD Başkanı Obama Tayyibiye'yi bilmeyebilir ama Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan tanıyor.
Peki, Tayyip Erdoğan Obama'yı tanıyor mu? Örneğin şu sorunun yanıtını
biliyor
mu?
Kunte Kinte'yi kaçıranlara Obamalar yardım etti mi?
"Kökler" tek kanallı televizyonun unutulmaz dizilerden biriydi.
Afrikalı Müslüman Siyah genç Kunta Kinte, davul yapmak için kütük ararken
kö-
le peşinde koşan Beyazlar tarafından yakalanıp gemiyle ABD'ye götürülüp köle
olarak
satıldı.
Kuşkusuz Amerikalılara bu esir ticaretinde yardımcı olan Afrikalılar da
vardı. Bunlar arasında Obama'nın akrabaları var mıydı?
Obama ailesi, Afrika'nın en büyük tatlı su gölü olan Victoria Gölü
çevresinde yaşayan Luo kabilesinden.
Luo kabilesi, bugün Sudan, Uganda, Kongo, Kenya, Tanzanya'ya yayılmış
bulunan köklü bir kabile.
Kenya'nın yüzde 13'ü Luo kabilesinden. Luoların büyük çoğunluğu Hıristiyan,
çok azı Müslüman. Buraya bir not eklemeliyim: Kenyalı Müslümanların
ritüelleri, gele-
nekleri Anadolu Müslümanlığına pek benzemiyor; örneğin reenkarnasyona
inanıyor-
lar.
Luolar, Kenya'nın en büyük etnik grubu Kikuyularla sürekli çatışıyorlar.
Kikuyular, Somali'nin güneyindeki Shungwaya'dan gelmişlerdi.
Luolar, Somali'den gelen, içlerinde Müslümanlar da olan Kikuyulara düşmandı,
ama nedense Somali'deki Siyah renkli Yahudi kabilesi Yabirslerle çok sıcak
ilişkileri
vardı.
Luolar ile Yabirsler aralarında dinsel farklılık olmasına rağmen kız alıp
veriyor-
lardı!
Luo kabilesiyle Yabirslerin ilişkisi eskiye dayanıyordu. Yabirsler Davud
Peygamber döneminde Somali'ye gelip Luolarla ilişkiye geçmişlerdi.
Bu ilişki konusunda Batı basınında son dönemde ilginç haber yorumlar çıktı.
İddialara göre, Luolar Afrikalıları Yabirsler aracılığıyla köle olarak
Amerikalılara satmışlardı! Beraber köle ticareti yapmışlar yani.
Ve bu yüzden Luolar, Batı'yla oldukça iyi ilişkiler kurmuşlardı.
Afrikalı kabilelerin bu nedenle Obama'nın kabilesi Luoları pek sevmediği
yazılı-
yor.
Bu iddiaları ortaya atanlar iki örnek olay gösteriyor:
Bunlardan birincisi, Obama'nın babasının Amerikalı misyonerin bursuyla
ABD'ye gitmesi.
İkincisi ise, seçim çalışmaları sırasında Obama hakkında sürekli, "Obama hiç
köle olmadı" denilmesi. Bu propaganda ilginçti; sanki Afrika'da yakalanıp
Amerika'ya köle olarak getirilmek ayıptı!
B. Hussein Obama'nın dünyanın en sevimli siyasal lideri haline gelmesinin
nedeni Kunta Kinte'lerin bu çilek hayatı değil midir?
Obama'nın akrabalarının bugün renkli devrim peşinde olduğunu da söylemeli-
yim.
Kenya'nın yüzde 13'ünü Laolar, yüzde 22'sini Kikuyular oluşturuyor, iki
kabile arasında çatışma siyasi arenada da kendini gösteriyor.
27 Kasım 2007 seçimlerinde Kikuyuların adayı Mwai Kibaki, Luolarınki ise
Raila Odinga'ydı.
Devlet başkanlığını Kikuyuların adayı kazandı.
Ancak Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna'da olanlar Kenya'da da tezgâhlandı.
Laolar seçime hile karıştırıldığı gerekçesiyle ayaklandı.
Ayaklanmanın öncüsü "Turuncu Devrim" isteğiyle Laoları harekete geçiren,
Turuncu Demokratik Hareketinin lideri Raila Odinga'ydı.
Luolar ile Kikiyuların çatışması somjcu bin kişi öldü, 200 bin kişi yerinden
yurdundan oldu.
BBC'den Mukoma Wa Ngugi, Luoların Turuncu Devrim yapmak için bu vahşete
neden olduklarını söyledi.
Tahmin ettiğiniz gibi Luolar ile Kikuyuların çatışmasında büyük güçlerin
desteği de vardı.
Luoların lideri Raila Odinga'nın arkasında ABD vardı.
Batı'nın "totaliter" olarak değerlendirdiği Kikuyular, bağımsızlıktan beri
iktidardalar. Önceleri Sovyetler Birliği'yle müttefiktiler.
Sonunda Kibaki devlet başkanı, Odinga başbakan yapılarak çatışmalara son ve-
rildi.
Nerede bir renkli devrim girişimi olsa, adı mutlaka geçen "para sihirbazı"
G. Soros, ABD seçiminde B. Obama'yı destekledi.
Soros'un, Kenya'daki Turuncu Demokratik Hareketinin de finansörü olduğunu
biliyor musunuz?
Obama'nın babasının, Odinga'nın dayısı olduğunu belirtmeliyim! Kuzenler
yani.
Soros'un vakıflarıyla ilgili tartışmalar bugün Kenya'da da medyanın
gündemin-
de.
Bakalım Obama'nın ABD başkanı olması, Kenya’daki Luolar ile Kikuyular
arasındaki çatışmayı nasıl etkileyecek?
Kuzenler yani, Obama ile Odinga el ele verip Kenya'ya Turuncu Devrim
getirecekler mi?..
Göreceğiz...
Başa dönersek; dün Wilson’u mesih görenler (ki içlerinde Türk aydınlar da
var-
dı), bugün de Obama'yı kurtarıcı görüyorlar (ki içlerinde Türkler olduğunu
yazmaya
gerek yok).
Bu topraklarda birileri kurtuluşu hep dışarıdaki güçlerden bekledi. Bu
yazgıları hiç değişmedi...
Ne zaman dış dünyadan destek arayışına girilse, aklıma Osmanlı'nın çöküş
dönemi gelir...
"İngiliz Partisi" ile "Fransız Partisi"
Bundan tam 153 yıl önce...
Paris'te yayımlanan bir kitap kısa sürede üç baskı yaptı.
Yazar, "Destrilhes" takma adım kullandı.
Kitabın adı, Confidences sur la Turguie (Türkiye Hakkında Sırlar) idi.
Bestseller olan kitap Osmanlı devletinin bazı sırlarını ifşa etti. Bu kitaba
yanıt gecikmedi.
Emile Tarin adlı avukat iddialara yanıt veren bir kitap kaleme aldı: Reponse
aux
Confidences sur la Turquie (Türkiye Hakkındaki Sırlara Yanıt).
Tartışmalar sürüp gitti...
Taraflar belliydi: "İngiliz Partisi" ile "Fransız Partisi." Önce bu partiler
de neyin nesiydi onu açıklayalım, sonra Paris'teki kitaplara dönelim...
Osmanlı devletinin son dönemlerinde hizipler/gruplaşmalar arttı. Ancak
bunlar kitle tabanı olan, halkın ilgilendiği siyasal kavgalar değildi.
Yönetici zümre arasındaki kişisel nedenlere dayalı ayrılıklardı.
Batılılar Osmanlı'daki bu hiziplere/gruplaşmalara kendi terminolojilerine
uygun olarak "parti" ismini verdi.
Diplomatik yazışmalarında, Osmanlı'daki gruplaşmalardan "Fransız Partisi",
"İngiliz Partisi", "Rus Partisi" diye bahsediyorlardı.
Çünkü bu gruplar sırtlarını mutlaka yabancı güçlere dayıyorlardı. Ne acı ki
bağımsız parti yoktu!
Örneğin dönemin sadrazamı Mustafa Reşid Paşa "İngiliz Partisi”ne mensuptu.
Bir diğer sadrazam Mehmed Ah Paşa ise "Fransız Partisi"ndendi.
Gruplara, yakın oldukları ülkenin adım veren diplomatlar, kamuoyuna yönelik
açıklamalarda bu partilere ne isim veriyordu biliyor musunuz?
"Reform Partisi", "Yenilikçi Parti", "Muhafazakâr Parti" vs... "Muhafazakâr-
demokrat parti" henüz "icat" edilmemişti anlaşılan! Neyse...
İngilizlere göre Sadrazam Mustafa Reşid Paşa "büyük reformcu"ydu! Ve işte
bestseller kitabın yazılış nedenine geldik: Fransa'da yazılan, Destrilhes
imzalı kitaba göre ise reformcu Mustafa Reşid Paşa, bakın aslında neydi...
Yazar Destrilhes kitabında Mustafa Reşid Paşa'yı şöyle tanımlıyordu:
Yiyici, yeteneksiz ve her türlü ahlaki ilkeden yoksun bir memur sürüsünü
ayak-
ta tutmak ve statükoyu korumak için çabalıyordu. Batılılığı sağlam bir
kültüre dayan-
mıyor, salon adabının sınırlarım aşamıyordu. Londra ve Paris elçiliklerinde
bulunması-
na rağmen sağlam bir formasyon sahibi olamamıştı. Vaktini sürekli tavla
oynayarak
geçirmişti.
Kitap uzun uzadıya Mustafa Reşid Paşa'nın serveti üzerinde de duruyordu.
Sadece Mustafa Reşid Paşa'yı değil, ekibi içinde yer alan Musa Saffeti Paşa,
Rıfat Paşa, Rıza Paşa'yı vb cehalet ve yiyicilikle itham ediyordu.
Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'yı yerden yere vuran kitap, kimi övüyordu?
Sadrazam Mehmed Ali Paşa'yı.
Sultan Abdülmecid'in kız kardeşi Adile Sultan'la evli olan Damat Mehmed Ali
Paşa Fransızlara yakındı.
Destrilhes Ömer Paşa, Ali Paşa, Mehmed Rüşdü Paşa, Kıbrıslı Mehmed Paşa gibi
isimlerden oluşan bu ekibe "Ulusal Parti" adını veriyor ve onları öve öve
bitiremiyor-
du.
Osmanlıdaki hizip çatışmaları Paris-Londra'nın sürekli gündemindeydi.
Kendilerine bağlı hizipleri öven haberler yaptırıyorlardı. Amaçları, ne
reformdu ne de hürriyet! Tek çıkarları vardı: Kendi siyasal nüfuzlarını
artırmak.
Ve işin ucunda ise hep para vardı...
Ferdinand Lesseps, Fransa İmparatoru III. Napoleon'un eşi Eugenie'nin
kuzeniydi. Mühendisti.
Osmanlı paşaları arasındaki hizip kavgasının giderek büyüdüğü o günlerde
mühendis Lesseps elinin altındaki dosya için İstanbul ve Kahire'de kulis
yapıyordu.
"Fransız Partisi" ile "İngiliz Partisi" arasındaki hizip kavgasının en
önemli nede-
ni, mühendis Lesseps'in koltuğunun altındaki bu dosyaydı...
Dosyanın üzerinde "Süveyş Kanalı Projesi" yazıyordu...
Uzakdoğu'dan Avrupa'ya mal getiren gemiler Afrika kıtasını dolaşmak zorunda
kalıyordu. Mühendis Lesseps, Akdeniz ile Kızıldeniz'i birleştirecek
(uzunluğu 163 km olacak) Süveyş Kanalını hayata geçirmek istiyordu.
İngilizler, Fransızlara büyük ticari üstünlük getirecek bu projenin hayata
geçmesini istemiyordu. Akdeniz ve Hindistan'daki hâkimiyetleri zora
girebilirdi. Projeyi engellemeleri şarttı. Güvenceleri Sadrazam Mustafa
Reşid Paşa'ydı.
Ama önce "Fransız Partisi" Başkanı Sadrazam Mehmed Ali Paşa'yı "yemeleri"
gerekiyordu.
Ermeni sarraf Cezayirli Mıgırdiç'i harekete geçirdiler. Sarcaf Mıgırdiç,
Sadrazam
Mehmed Ali Paşa'ya her biri 4,5 milyon kuruş olmak üzere üç kez rüşvet
verdiğini açık-
ladı.
Dava "yüksek mahkeme" Meclis-i Âli-i Tanzimat'ta görüldü. Raporlar ve
deliller sadrazamı aklasa da, İngilizlerin baskısıyla Mehmed Ali Paşa
Kastamonu'ya sürüldü.
İngiliz Büyükelçisi Stratford Canning'in sözünden çıkmayan Mustafa Reşid
Paşa, Süveyş Kanalı Projesi'ni "uyutmak" için elinden geleni yaptı.
İşte Confidences sur la Turauie adlı kitap Fransa'da o tarihte piyasaya
çıkarıldı.
Yetmedi, medrese öğrencileri de Mustafa Reşid Paşa'ya karşı ayaklandı. Tarih
bu olayları reformcular ile antireformcular arasındaki kavga diye
yazmaktadır. Heyhat!
Ve bugün de ülkeler arasındaki nüfuz kavgaları hâlâ "reform" maskesi altında
sürmektedir.
Batılılar, Türkiye'deki gerici partileri bile bugün "ilerici", "reformcu"
diye gös-
termektedir. Kendi diplomatik yazışmalarında ne diye isim verdiklerini siz
tahmin
edin.
Dün Süveyş Kanalı için çatışan güçler bugün Kuzey Irak petrolleri için
entrika-
lar çevirmektedir. Onların stratejisine göre siz "reformcusunuz" ya da
"tutucusu-
nuz."
Görünen manzara acıdır; Batılılar için önemli olan çıkarlarıdır. Gerisi
hikâye-
dir.
Ben demiyorum. Tarih öyle diyor...
Aslında bugün tartıştığımız birçok konu Osmanlı tarihinde yaşandı.
Medyada ne zaman Ergenekon derin devlet, darbe tartışmaları yapılsa, konu
mutlaka ittihat ve Terakki Cemiyeti'ne getiriliyor; bu tür
oluşumların-müdahalelerin bu cemiyetle başladığı iddia ediliyor. Kısmen
doğru.
Ancak, kimse Halaskar Zabıtan (Kurtarıcı Subaylar) Grubu'ndan bahsetmiyor.
Örgüt liberal olduğu için mi acaba?
Halbuki parlamentoya ilk askeri muhtırayı onlar verdi.
Tarihimizde ilk kez bir başbakanı (sadrazamı) suikastla onlar öldürdü.
Gelin tekmili birden liberal Kurtacı Subaylar'ın hikâyesine bakalım, Bakalım
ki, Osmanlı üzerindeki emperyalist kapışmanın piyonlarım yakından
tanıyalım...
Liberal darbe
Tarih, 11 Haziran 1913.
Yer, İstanbul. Saat, 11.30.
İttihat ve Terakki'nin sadrazamı (başbakan) ve harbiye nazın (savunma
bakanı) Mahmud Şevket Paşa, Babıâli'ye (başbakanlığa) gitmek için makamından
çıkıp otomobiline bindi.
Paşanın yanında seryaveri Eşref, bahriye yaveri İbrahim ve sadık koruması
Kâzım vardı.
Makam arabası Beyazıt Meydanından Çarşıkapıya sapacağı sırada, Fatma Sultan
Çeşmesi'nin yanında duran bir otomobil dikkatlerini çekti. Otomobil
bozulmuştu ve iki kişi tarafından tamir ediliyordu. Paşa ve korumalar
otomobile bakarken önlerine tabut taşıyan küçük bir cemaat çıktı.
Mahmud Şevket Paşa şoförüne cenazeye yol vermesini emretti. Makam aracı
durdu.
Cenazeyi taşıyanlar yolun tam ortasına geldi. Ve tam o esnada paşanın makam
aracı üç koldan yaylım ateşine tutuldu.
Cenaze alayı ve otomobili tamir edenler suikastçıydı. Bir de onlara yıkık
bir duvar arkasına saklanmış bir başka suikastçı yardım ediyordu.
Seryaver Eşref kurşun sesini duyar duymaz otomobilden atlayıp karşılık
vermeye başladı. İlk kurşunlar Kâzım'a isabet etti. Sarı pardösülü terörist
tabancasını Kâzım'a yöneltip şarjörü boşalttı.
Bahriye yaveri İbrahim de şehit oldu.
Hedefte Mahmud Şevket Paşa vardı. O da beş kurşunla şehit edildi. Paşanın
öldüğünü gören saldırganlar kaçmaya başladı.
Güya bozuk otomobil hareket etti. Saldırganlardan biri ayağı sakat olduğu
için otomobile yetişemedi, Gedikpaşa istikametine kaçtı.
Olaydan kısa süre sonra güvenlik güçleri olay yerine geldi.
Sadece bir kadın görgü tanığı vardı; ayağı sakat olan saldırganın Ağa Han'a
girdiği söyledi. Hemen operasyon yapıldı. Topal Tevfik yakalandı.
Tetikçi Topal Tevfik hemen konuştu: Yıkık duvar arkasından ateş eden sarı
pardösülü tetikçinin adı, Ziya'ydı.
Otomobildeki saldırganlar ise, eczacı Nazmi, bahriyeli Şevki, Hakkı ve
Abdulrahman'dı.
İstanbul Muhafız Komutanı Cemal Paşa (gazeteci Hasan Cemal'in dedesidir)
kimsenin gözünün yaşma bakmadı, ikinci saldırgan Ziya da hemen yakalandı.
Ziya'nın yakalanmasıyla örgütün daha yukarılarında kimlerin olduğu ortaya
çık-
tı.
Mahmud Şevket Paşa'yı öldürmekle görevlendirilen terörist grubun lideri Zi-
ya'ydı.
Ziya'ya emri Kolağası (Yüzbaşı) Kâzım vermişti.
Miralay (Albay) Fuad Bey, Kaymakam (Yarbay) Zeki Bey bu gizli teşkilatın
önemli isimlerindendi.
Tetikçi Hakkı da Galata Köprüsü üzerinde yakalandı. Hakkı'dan alınan
bilgilerle
Beyoğlu Piremehmet Sokağı'ndaki İngiliz bir kadının işlettiği kumarhaneye
baskın ya-
pıldı.
Evden açılan ateş sonucu bir subay şehit oldu.
Hücre evinde örgütün en önemli isimlerinden Kolağası (Yüzbaşı) Kâzım ve
adamları vardı.
Kâzım önemli bir isimdi ve sağ yakalanması şarttı. Peki, bu nasıl olacaktı?
Çare hemen bulundu.
Kâzım, Çerkez'di, İttihat ve Terakki'nin Çerkez fedailerine haber salındı.
Yakub Cemil, İzmitli Mümtaz, Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Sami ile Topçu İhsan
(Meral Okay'ın büyük dayısıdır) olay yerine geldiler.
Enver Paşa'nın yaveri İzmitli Mümtaz içeridekilere kendini ve arkadaşlarını
tanıttı. Kâzım, "Mademki sizsiniz, teslim oluyoruz" dedi. Yanındaki Şevki ve
Mehmed Ali'yle teslim oldu.
Soruşturma genişledikçe örgütün amacı ve eylemleri ortaya çıktı.
Suikast planını Beyoğlu Kallavi Sokak'taki Topal Tevfik'in evinde
yapmışlardı.
Hedeflerinde sadece Sadrazam Mahmud Şevket Paşa yoktu; İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin önde gelen isimleri vardı. Sanıkların evlerinde suikast
yapılacakların isimleri ve evlerinin krokileri bulundu. Yapılacak darbeden
sonra dağıtılacak, "Osmanlı ulusuna ve ordusuna sesleniş" başlıklı
bildiriler ele geçirildi.
Amaçları bu suikastlar sonucunda ihtilal yapıp İttihat ve Terakki hükümetini
yıkmaktı.
Çerkez Kâzım da önemli isimler verdi.
Bu arada soruşturma hemen bitirildi. Divanıharpte yargılanmalar da kısa
sürdü.
Mehmed Remzi Bey başkanlığındaki heyet, suçu sabit görülen yirmi dört kişi
hakkında idam hükmü verdi. Ancak sanıkların yansı ele geçirilemediği için
haklarındaki hüküm gıyaplarında verildi.
On iki kişi Beyazıt Meydanı'nda asıldı.
322 kişi sürgüne gönderildi. Bunlar arasında Refik Halid (Karay), Refii
Cevad (Ulunay) gibi yazarlar, gazeteciler de vardı; gelecekte Türkiye
Komünist Partisi'nin başına geçecek olan Mustafa Suphi de...
İdam edilenlerin birkaç istisna dışında hemen hepsi, vaktini meyhane ve
kumar âlemlerinde geçiren siyasi amaç peşinde olmayıp macera arayan
kişilerdi.
Peki, bu örgütün tepesinde hangi isimler vardı? Beyin takımı kimdi?
Soruların
yanıtları için bir yıl geriye gitmek gerekiyor...
Türkiye'deki tartışmaları takip ediyorsanız bilirsiniz; güya bir yanda
darbeciler diğer yanda demokratlar varmış!
Demokratlar aynı zamanda kendilerini "liberal" olarak tanımlıyor. Güzel.
Ancak yakın siyasal tarihe baktığınızda liberallerin darbeci olmadığını
söylemek biraz güç.
İşte bir örnek...
Tarih, 22 Temmuz 1912.
Bir türlü kurulamayan hükümeti Gazi Ahmed Muhtar Paşa kurdu. Hükümetin
kurulamamasının nedeni parlamentoya verilen askeri muhtıraydı.
İttihat ve Terakki hükümetine muhtıra veren Halaskar Zabitan Grubu'ydu:
"Memleketimiz, devletimiz hufra-i inkıraz ve pençe-i izmihlal"dir; yani
memle-
ketimiz uçurumun kenarında ve yıkımın pençesindedir. Bu hükümet gitmezse
askeri
darbe yapılacaktır!
Halaskar Zabitan muhtırasının içeriği bu topraklarda bir ilkti. Ancak son
olmadı; ne ilginçtir ki bundan sonraki tüm darbe bildirileri hep bu
muhtıraya benzeyecekti. "Memleketimiz uçurumun kenarındadır..."
İttihatçılar salt bir muhtıra yüzünden iktidardan olmadılar kuşkusuz.
Öncelikle, İstanbul'daki subaylar içinde hareketlenme olduğu bilgisini
aldılar ve ikinci bir 31 Mart (1909) Vakasından korktular.
Ayrıca, Rumeli'de Halaskar Zabitan'ın dağa çıktığı haberi de onları geri
adım atmaya zorladı.
Keza, aynı tarihte başlayan Arnavut ayaklanması ile Halaskar Zabitan
muhtırası arasında ilişki olup olmadığından da emin olamadılar.
Halaskar Zabitan'ın muhtıra/darbe bildirisi nerede hazırlandı?
Muhtıra, -padişah Reşad'ın yeğeni- Osmanlı liberal hareketinin lideri,
İngilizlerin desteklediği Prens Sabaheddin'in Kuruçeşme'deki köşkünde
hazırlandı.
Bildiri hazırlanırken bazı siviller korkup köşkü terk etmek istedi. Bir
sonuç al-
mana kadar kimsenin köşkten ayrılmasına izin verilmedi.
Bu arada çoğunluğu subay olan bir grup Halaskar Zabitan da Bostancı'daki bir
evde toplantı halindeydiler.
İttihatçılar iki toplantıdan da haberdardı. Hatta Bostancıdaki eve üç
paşadan oluşan bir heyet gönderip yeni kabinede kimleri istedikleri soruldu.
Halaskar Zabitan, eski sadrazam Kâmil Paşa ve Nâzım Paşa'nın mutlaka kabine-
de olmasını istiyorlardı.
Ve her iki grubun da onayını alan "Büyük Kabine" Gazi Ahmed Muhtar Paşa
tarafından kuruldu. Padişah Reşad'ın deyimiyle, "baldın çıplaklar, Selanik
dönmeleri, yerlerini göğüslerinde sırma şerefler/madalya taşıyan paşalara
bırakmıştı!"
Halaskar Zabitan'ın önde gelen subaylarından Binbaşı Saffet, İstanbul merkez
kumandanlığına getirildi.
İttihatçılar mevzilerini tek tek kaybetti. Cemiyetin merkezini bile tekrar
Selanik'e taşıdılar.
Başta Hüseyin Cahit olmak üzere ittihatçı gazeteciler tutuklandı. Tanin
kapatıldı, Cenin çıktı; Cenin kapatıldı Şercin çıktı ve sonunda ne adla
olursa olsun İttihatçıların gazete çıkarması yasaklandı!
Gazi Ahmed Muhtar Paşa Kabinesi'nin kurulmasından bir gün sonra Meclis-i
Mebusan Başkanı Halil Bey'in evine imzasız tehdit mektubu gönderildi.
Mektupla, "Fındıklı Tiyatrosu"na benzetilen meclisin kırk sekiz saat içinde
lağ-
vedilmesi isteniyordu. Eğer istekleri olmazsa bazı ölümler gerçekleşecekti!
Mektup Halaskar Zabıtan Grubu'ndan geliyordu.
Hükümeti deviren Halaskar Zabitan'ın hedefi şimdi meclisti.
İttihatçılar bu kez tehdide "pabuç bırakmadı." Sert açıklamalar yaptılar.
Taşra örgütleri Halaskar Zabitan'ı kınayan telgraflar çektiler meclise.
Mecliste coşkulu konuşmalar yapıldı. Dört yüz subay Abide-i Hürriyet'in
başında
toplanarak Halaskar Zabitan'ı protesto etti.
İttihatçıların tekrar moral kazandığını gören "liberal" Halaskar Zabıtan,
İttihatçıların lideri Talat Paşa'ya suikast düzenlenmeye karar verdi.
Talat Paşa gizlice takip edildi; Yerebatan'da oturuyor, geceyarısına kadar
parti-
de çalıştıktan sonra evine gidiyordu.
Evinin bulunduğu bölgedeki polis karakolunun mürettebatı değiştirildi;
tetikçiyi koruyacak isimler seçildi. Talat Paşa'yı vuracak kişinin, avukat
Fuad Şükrü'nün evine saklanması bile kararlaştırıldı.
Tüm bu işleri organize eden kişi ise Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'nın yaveri
Nafiz'-
di.
Yaver Nafiz suikast planını gerçekleştirmek için Prens Sabaheddin'in adamı
Hasan Vasfi'ye para verdi.
Ancak Prens Sabaheddin, eylemin gerçekleşeceği günden kısa bir süre önce
suikast teşebbüsüne izin vermedi. Korkmuştu...
Sonra ne oldu?
"Liberal" hükümet Balkan hezimetine neden oldu. Osmanlı Edirne'yi bile kay-
betti.
Bulgar ordusu İstanbul yakınlarına kadar geldi.
Ve ittihatçılar, 23 Ocak 1913 Babıâli darbesiyle, Harbiye Nazın Nâzım Paşa
ve yaveri Nafiz'i öldürüp iktidarı liberallerden geri aldı.
İşte bu olaydan sonra, "liberal" darbeci Halaskar Zabitan Grubu, Mahmud
Şevket Paşa'yı ve diğer İttihatçıları öldürüp darbe yaparak iktidarı geri
almak istedi.
Beceremedi. Mahmud Şevket Paşa öldüğüyle kaldı.
Halaskar Zabitan büyük zayiat verdi: İdam cezası alanlar arasında Prens
Sabaheddin de vardı.
Toparlarsak:
"Liberaller demokrattır, İttihatçılar ise darbecidir" gibi anlamsız
polemiklere gerek yoktur:
İkisi de darbecidir; ikisi de suikast yapmıştır. Sadece biri yenmiş, diğeri
yenilmiştir.
Birinin arkasında Almanya, diğerinin arkasında İngilizler vardır. Hepsi bu.
Peki Halaskar Zabitan Grubu'nun şifreleri nelerdi? Kuruluşu konusunda kesin
bir tarih verilemiyor. Kuruluş yeri: İstanbul.
Toplantı yerleri: Bostancı ve Üsküdar (Bağlarbaşı).
Kurucuları: Binbaşı Gelibolulu Kemal, Kolağası Kastamonulu Hilmi, Süvari
Kaymakamı Recep, Bahriye Binbaşısı İbrahim, Kolağası Kudret.
Amacı: İttihat ve Terakki iktidarını yıkmak, orduyu siyasetin dışında
tutmak.
Bildirilerinde hep İttihatçıları hedef gösterdiler: "Askerler! Elinizdeki
namusuna helal gelmeyen silahı vatandaşlarımıza değil, din-i İslami mahv ve
nabut etmeyi, millet-i Osmaniye'yi menfaat-i şahsiyetleri uğrunda tamamıyla
yitirmeyi niyet etmiş olan bu namussuz hainlere çevirin...''
Grubun finansmanını Prens Sabaheddin sağladı. Darbe bildirisini, Beyoğ-
lu/Tünel'deki M. Pantazi'nin Anadolu Matbaası'nda çoğaltarak dağıtan kişi
ise Prens
Sabaheddin'in sağ kolu Satvet Lütfi (Tozan) idi. İlginçtir, Halaskar Zabitan
Grubu İtti-
hatçıları masonlukla itham etmiştir hep. Halbuki Satvet Lütfi önemli bir
masondu!
Halaskar Zabitan Grubu ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasında gizlisi
saklısı olmayan bir ilişki vardı.
Örgütün tarikat desteği de vardı: Üçüncü dönem Melamilerin önde gelen şeyhi
Terlikçi Salih de Halaskar Zabitan Grubunu destekleyenler arasındaydı.
(Melamilerin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Halaskar Zabitan Grubu'yla
kurduğu ilişkiler bir doktora tezine konu olabilir!)
Mahmud Şeyket Paşa suikastından sonra Halaskar Zabitan Grubu'nun lideri
Binbaşı Kemal, Prens Sabaheddin'in evinde saklandı. Sonra yurtdışına kaçtı.
Bu olayla birlikte Halaskar Zabitan bir daha toparlanamadı ve örgüt dağılıp
gitti.
Liberaller asker içindeki güçlerini kaybettiler ama siyaset ve basındaki
yerlerini korudular.
Bu gerçekler ortada iken dinci-liberaller neden her fırsatta 1908 Temmuz
Devrimi'ne karşı çıkıyorlar? Bunun için devrimin o sıcak günlerine dönmek
gerekiyor. Liberal faşizmin ne olduğunu en iyi 1908 Devrimi anlatmaktadır.
Liberal faşistler Temmuz Devrimi'ne niye karşı?
Geleneksel Türk tarih yazıcılığı, Temmuz Devrimi'ne "II. Meşrutiyet" adını
vererek bu aydınlanma hareketinin çapını küçültmeye çalışıyor.
Dinci-liberal ittifak ise dün olduğu gibi bugün de Temmuz Devrimi'ne ve onu
gerçekleştiren ittihat ve Terakki'ye düşman. Peki neden?
1908'deki toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimleri iyi bilmek gerekiyor.
İyi bilmek gerekir ki, yandaş medyanın Temmuz Devrimi'ni neden hâlâ düşman
bellediği iyi anlaşılabilsin...
Bugünlerde, tarihimizdeki tüm ilerici hareketlere savaş açan liberal-dinci
faşistlerin, 1908 Temmuz Devrimi'ne bakışı ile alışılagelmiş Türk tarih
söylemi arasında paralellik vardır.
Bunlara göre Temmuz Devrimi, "Devleti iç düşmanlarından kurtarıp, kötü
gidişata son vermek isteyen askerlerin siyasal cinayetler işleyip, dağa
çıkıp darbe yaparak iktidarı ele geçirmeleridir."
Bugün Temmuz Devrimi'ni gerçekleştirenlere, "darbeci", "katil" yaftası
vuruluyor. Hiçbir siyasal, ekonomik ve toplumsal çözümlemeler içermeyen bu
basmakalıp/yüzeysel sözleri çoğu çevre doğru kabul ediyor. Üstelik buradan
hareket ederek demokrasi üzerine büyük laflar söylüyorlar!
Gerçek ne?
Önce bir tespitte bulunmamız gerekiyor:
Geleneksel Türk tarih yazıcılığında halk hareketlerine karşı büyük bir
ilgisizlik
vardır.- Bu çevreler siyasal hareketleri/devrimleri oluşturan maddesel
koşullan irde-
lemekten kaçınır. Bunda Soğuk Savaş döneminin baskıcı uygulamalarının büyük
payı
vardır. Halk hareketlerini yok sayarlar. Evet, bizim tarihçiliğimiz
topaldır; iktisadi ayağı
yoktur.
Örneğin Temmuz Devrimi öncesi, ağır vergi yüklerinin halkı nasıl yokluğa
sürüklediği, huzursuzluklara/ayaklanmalara neden olduğu görülmez.
1906'daki Kastamonu, Erzurum, Bayburt, Trabzon, Sivas, Giresun, Samsun vergi
ayaklanmaları konusunda kaç çalışma biliyorsunuz? Bilemezsiniz, çünkü
yoktur. Bu ayaklanmalarda İttihatçıların Erzurum, Trabzon, Van şubelerinin
ve bu gizli örgütlerin dağıttığı bildirilerin ne kadar payı vardır? Tarihsel
çalışmalarda bunlara yer bile verilmemiştir.
Dünyada, toplumsal hareketler üzerine çalışma yapanların en birinci
kaynakları,
tahıl ürünlerindeki fiyat artışlarıdır. XX. yüzyıl başı Osmanlı'da un
mamullerine ne ka-
dar zam yapıldığı konusunda kaç çalışma hatırlıyorsunuz? Hatırlayamazsınız,
çünkü
yoktur.
Çalışmalarında yoksul halk yoktur.
Ya toplumun diğer katmanları?
Maaşlarını alamadıkları için İskenderun, Arnavutluk, İzmir, Elazığ,
Diyarbakır,
Manastır, Erzincan gibi birçok kışlada protesto eylemleri yapan binlerce
askerin ve
aynı durumdaki memurların devrime giden süreci hızlandırdığı göz ardı
edilebilir mi?
"Bu sefer hangi vatan parçası elden gidecek" karamsarlığındaki aydınların,
Makedonya güvenliği konusunda, İttihatçıların Avrupa'ya rest çeken tavrından
etkilenmemeleri söz konusu olabilir mi?
Peki ya, çoğu yedi sekiz kuruş için on altı-on yedi saat yabancı sermayenin
em-
rinde çalışan işçiler, Osmanlı'nın her bir yerine asılan, dağıtılan
bildirilerden habersiz
olabilir mi?
Görmezden gelinse de Temmuz Devrimi, içinde askerleri, sivil bürokratları ve
büyük çoğunluğu olmamasına rağmen halkı da barındıran bir siyasal hareket
gerçek-
leştirdi.
1908 Devrimi'nden sonra toplumsal olayların bıçak gibi kesilmesinin nedeni
de, halkın bu harekete olan desteğinin göstergesidir.
İstanbul Beyazıt Meydanındaki yüz bin kişinin "Hürriyet, Eşitlik, Adalet,
Kardeşlik" diye Temmuz Devrimi'nin simgesi sloganları bağırması, sevinç
gösterisinde bulunması neyin ifadesidir?
Bakınız, Temmuz Devrimi karşıdan 1908 genel seçimlerine hiç değinmek iste-
mezler.
İttihatçıların halkın önüne hemen sandık koymalarını anımsamazlar.
İttihatçıların ezici sandık zaferini görmezden gelirler. Bu gerici ittifak,
çıkarlarına hizmet ettiği sürece sandığı önemser, aksi durumda sandığı yok
sayar.
Neyse... Gelelim Temmuz Devrimi'nin Osmanlı siyasal, ekonomik ve toplumsal
yaşamında neleri değiştirdiğine.
- 1908 Temmuz Devrimi, 1876'daki gibi salt bürokrasinin gücünü artıracak de-
ğil, halkın gerçek anlamda siyasal sürece katılacağı yeni bir anayasa
hedefledi. Ve bu-
nu bir ay sonra (21.08.1909) gerçekleştirdi.
- Anayasanın birçok maddesi değiştirildi; onlarca yasa çıkarıldı. Amaç,
"çağdaş merkezi devlet’ti.
- "Kapıkulu" geleneği/tebaa anlayışı yıkıldı, "vatandaşlık" kavramı doğdu.
- Hükümet, padişaha değil vatandaşların oylarıyla seçilmiş meclise karşı
sorumluydu. Padişahın yetkileri tırpanlandı.
- Siyasal partiler kuruldu.
- Tüm Osmanlılar hiçbir ırksal, etnik ve dinsel farklılık gözetilmeksizin
eşit haklara sahipti. Ayrım gözetilmeksizin her vatandaş devlet kurumlarında
çalışabilecekti. Müslüman olmayanlar da askere alınacaktı.
Sadece anayasa değiştirilmedi:
- Yeteneklerinden çok akraba ilişkileriyle bürokraside yer alan kadrolar
işten çıkarıldı. Örneğin, II. Abdülhamid'in muskacısı Şeyh Abulhüda'nın on
beş yaşındaki maliye müfettişi torunu atıldı.
- Sadrazamın, şeyhülislamın, nazırların alışageldik yüksek maaşları yarıya
çekildi. Padişahın ödeneği 36 milyon 794 bin kuruştan 2 milyon kuruşa
indirildi.
- Mutlakiyetçi rejimin güvenilir askeri ve sivil bürokratlarına yönelik
yoğun bir temizlik hareketi başlatıldı. Mektepli olmayan 7 500 alaylı
subay-paşa tasfiye edildi. Büyükelçiler, konsoloslar, valiler azledildi.
Kadrolar azaltıldı.
- Osmanlı sanayileşebilmek için ne sermaye birikimine ne de ilim irfana
sahipti. Bu nedenle öncelikle eğitim reformu yapıldı: Okullar hiçbir dil-din
ayrımı yapılmadan herkese açık oldu. Herkes kendi anadilinde öğrenim
görecekti; ancak Türkçe öğrenmek zorunluydu. Cemaatlerin kontrolündeki
okullar kapatıldı. Ticaret okulları açıldı. Kız öğrenciler üniversiteye
alındı.
- Değişik etnik ve dinsel cemaatlerin ayrıcalıkları ortadan kaldırıldı.
Örneğin
medrese öğrencileri de artık askere alınacaktı. Din adamlarının
ayrıcalıklarına son ve-
rildi.
- Sermaye birikimi olmadan bağımsız olunamayacağını yakın tarih çok acı
göstermişti. Milli sermayeyi güçlendirecek adımlar atıldı. Yerli şirketler
kuruldu. Sadece İstanbul'da yaklaşık beş yüz bakkal dükkânı açıldı.
- Ulusal pazarı bütünleştirmek ve kırsal ürünlere talep yaratmak için kara
ve demiryolu şebekesi inşa edilmeye başlandı.
- Köylülerin toprak sahibi olmalarını kolaylaştırıcı adımlar atıldı.
- Kooperatifler kuruldu.
- işçiler grev hakkı kazandı. 1 Mayıs, işçi Bayramı oldu. Sendikalar
kuruldu.
- Sokaklara isim, evlere numaraya verilmeye başlandı.
- Telefon tesisatları inşa edildi, İstanbul elektrikle aydınlatıldı.
- Jurnal rejiminin bekçisi hafiyeliğe, sansüre son verildi. Bu nedenledir ki
24 Temmuz, Gazeteciler ve Basın Bayramı olarak hâlâ kutlanmaktadır.
- İç pasaport uygulaması kaldırıldı.
- Fikir hayatı canlandı; evrim teorisi, pozitivizm, Marksizm konuşulmaya,
tartışılmaya başlandı. Ardı ardına çeviriler yapıldı.
- Yarışmacı sporlar hayata geçti. 1912'de Stockholm Olimpiyatları'na
gidildi.
- Put olarak görülen heykelin yapılmasına izin çıktı, ilk sinema filmi
çekildi.
- Kadınlar kamuda çalışmaya başladı. Müslüman kadınlar sahneye çıktı.
- Kadınlar dernekler kurup, dergiler çıkardı. "Tesettür farz mıdır"
tartışmaları yapıldı. Tekeşlilik özendirildi.
Yandaş medya bunları yazmıyor, sadece "İttihatçıların cinayetler işlediğini
yazı-
yor."
Evet işledi ve kötü de yaptı. Kim savunabilir? Ama hangi ülkedeki büyük
dönüşümlerde/devrimlerde kan akmadı? İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, Çin
devrimlerinde, söyleyin nerede kan akmadı?
Dinci-liberal ittifak, Temmuz Devrimi'nin sadrazamı Mahmud Şevket Paşa'yı
öldürtmedi mi? Niye bundan hiç bahsetmezler?
Neyse, gelelim bir başka soruya:
Temmuz Devrimi başarılı oldu mu? Programını tam olarak hayata geçirebildi
mi?
"Evet" demek çok zor.
Bunun en temel sebeplerinden biri, dinci-liberal ittifak ve onun sacayağı
yabancı sefaretler/büyükelçiliklerdi. Sadrazam Fuad Paşa diyor ki:
"Bizim devlette iki kuvvet vardır; biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir.
Yukarıdan
gelen kuvvet hepimizi eziyor. Aşağıdan bir kuvvet oluşturmaya olanak yoktur.
Bunun
için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya mecburuz; o kuvvetler
de se-
faretlerdir."
Temmuz Devrimi'nde sefaretler kime yakındı?
Sorunun yanıtını vermeden önce kimdi bu liberaller ona bakalım: Liberaller,
Osmanlı toplumunun üst sınıflarına mensuptular. Bunlar iyi eğitim görmüş,
Batılılaşmış, kozmopolit bir gruba mensuptular.
İdeolojileri, İngilizlerin iktisadi ve siyasal yapısını bire bir almaktı.
Zaten liberal birlik anlamına gelen Ahrar Fırkası'nı kurdular. Parti
programını ise İstanbul'da bugün yalısıyla adı bilinen Kont Ostrorog yazdı.
İttihatçılar orta sınıf ailelerine mensuptu. Bunlar yerli ekonomide meydana
gelen yabancı sermaye tahrifatı nedeniyle zarar görmüş, Saray ve Babıâli
tarafından ezilen, dışlanan esnaf, memur ve küçük rütbeli subay ailelerinin
çocuklarıydılar.
Bu tespitlerden sonra gelelim sefaretlerin kime yakın olduğu sorusunun
yanıtı-
na:
Temmuz Devrimi öncelikle neye savaş açtı biliyor musunuz? Kapitülasyonlara!
Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya, Osmanlı üzerinde kur-
dukları hegemonyayı yok edecek Temmuz Devrimi'ne karşıydılar.
Biliyorlardı ki, Temmuz Devrimi, Osmanlı'nın egemenliğini ve hukukun birliği
il-
kesini ihlal eden kapitülasyonları yıkacaktı.
Bu nedenle İttihatçıların meclisten çıkardığı tüm reformlar Avrupa
elçiliklerinin vetosuna takıldı. Yasaların her maddesine, "antlaşmalardan
doğan haklara karşıdır" iddiasıyla karşı çıktılar.
Bugün dinci-liberal ittifak her fırsatta Avrupa Birliği'nden bahsetmektedir.
İsteklerinden biri de yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir.
Şimdi sıkı durun:
Temmuz Devrimi, yerel yönetimleri merkezi hükümetten daha bağımsız hale
getirmeye çalıştı. Örneğin, bir tür danışma organı durumundaki Meclis-i Liva
gibi kurumların kadrolarını genişletip, buralardaki devlet memuru sayısının
üçte biri geçmeyecek şekilde azalttı. Diğer kadrolar da halkın oyuyla
seçilecekti.
Yerel yönetimlere, mali özerklik getirilmesi; yerel milis kuvvetleri
oluşturulması; dinsel kurumlara cemaatlere vergi koyup bunları toplama
hakkının verilmesi; resmi yazışmalarda ve mahkemelerde o bölgedeki nüfusun
çoğunluğunun konuştuğu dilin kullanılması gibi haklar verilmeye çalışıldı.
Ama bunlar hayata geçirilemedi.
Çünkü sefaretler, "kapitülasyonlara aykırıdır" diye bu yasaların geçmesini
engellediler. Sefaretler dün böyle diyorlardı, bugün tam tersi; çıkarlarına
ne uygunsa! Neymiş Kopenhag Kriterleriymiş!
Kapitülasyonlar sonucu, aşar, ağnam, gibi vergilerin halkı
yoksullaştırdığını ittihatçılar görmüyor muydu? Görüyordu. Bu nedenle "mali"
devletin yerini "iktisadi" devlete bırakması düşünülüyordu, iktisadi açıdan
bağımsız olmadan, çağdaş bir ülke yaratamayacaklarını biliyorlardı.
Ellerine Birinci Birinci Dünya Savaşı'nda fırsat geçti ve hemen yarı
sömürgecilik
statüsünde olan kapitülasyonları kaldırdılar. Düyun-ı Umumiye'nin
faaliyetlerini askıya
aldılar.
İttihatçılar için Birinci Dünya Savaşı, bağımsızlık savaşıydı. Ne diyorlar
günümüzde: "ittihatçılar bir oldubittiyle Osmanlı'yı savaşa soktu." Egemen
bir devlet olmak isteyen Osmanlı'nın, kapitülasyonlardan kurtulmak için
savaşa girdiğini kimse söylemiyor artık.
Söylemezler. Temmuz Devrimi'ni küçümsemek, ona saldırmak psikolojik harbin
sonucudur. Bu, dün de böyleydi.
Temmuz Devrimi'ne karşı 31 Mart 1909'da ayaklanan dinci-liberal ittifakın
arkasında İstanbul İngiliz Büyükelçiliği'nin bulunduğu sır değil. Büyükelçi
Lowther'in, istihbaratçı Yüzbaşı Bettelheim'm faaliyetleri biliniyor artık.
Dinci-liberal ittifak sadece gerici bir ayaklanma planlamayıp katliamlar
düzen-
lemekten bile geri durmadı mı? 1909 yılında Adana'daki Ermeni katliamını kim
planla-
dı? Amaç İngiliz-Fransız donanmasının ülkeye müdahale edip, Temmuz
Devrimi'ne son
vermesi değil miydi? İktidar olabilmek için Osmanlı'nın işgalini bile istedi
bunlar.
Arnavutluk, Yemen, Arabistan, Irak, Suriye gibi ayrılıkçı hareketlerin
başında, eski rejime dönerek ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen din
adamları ve onun destekçileri liberaller yok muydu?
Sefaretlerin oyuncağıydılar. Sefaretler, bunlarla oynarken diğer yandan
Osman-
lı'yı parçalamayı sürdürdü. Destekleriyle, Bulgaristan bağımsızlığım ilan
etti; Girit Yu-
nanistan'la birleşti; Avusturya-Macaristan imparatorluğu Bosna Hersek'i
ilhak etti.
Dinci-liberal ittifak bugün, tarihimizdeki tüm devrimcileri "darbeci" ilan
edip yargısız infaz yapıyor. Ama kendi tarihlerini unutuyorlar:
İttihatçılar vatanın bir parçasını vermemek için Trablusgarp cephesine
koşunca,
bunu fırsat bilen dinci-liberal ittifak, kendilerine Halaskar Zabitan adını
veren Arnavut
askerleriyle birleşip darbe yaparak iktidarı ele geçirmedi mi? İktidar
olunca ne yaptı-
lar? İngiliz Sefareti'nin Osmanlı'daki bir numaralı adamı Kâmil Paşa'yı
sadrazam yap-
tılar. Balkan Savaşında küçük Bulgar ordusu Çatalca önlerine kadar geldi.
Hangisini
yazayım?
Siz liberallerin allı pullu laflar etmesine bakmayınız; yüz yıllık
tarihlerine bakarsanız asıl darbeci bunlardır. Gericiler hep ittifak
kardeşleridir. Hiçbir devrimci hareket içinde olmamışlardır. Yüz yıldır
istekleri sadece statükoyu korumaktır.
Tek başarılı oldukları konu, sefaretler desteğiyle sürekli bağırıp, ortalığı
karıştırarak ülkeyi zayıflatmaktır.
Söyledikleri ise lafügüzafür.
Cumhuriyet Devrimi'ne karşılar
Liberal dinci faşistler sadece Temmuz Devrimi'ne değil, Cumhuriyet devrimine
de karşılar.
Salt ABD ve Avrupa'da değil, Türkiye'deki bazı üniversitelerde Atatürk
düşmanlığı yapmazsanız barındırılmıyorsunuz.
Cumhuriyet Bayramı'nı kutlamayan bir gazete iseniz, özgürlükçü yayın organı
ilan ediliyorsunuz.
Kutlama yapanların duygularını hiçe sayıp 29 Ekim'de bile Cumhuriyet'e
hakaretler yağdıran bir köşe yazan iseniz hemen demokrat yazar unvanım
alıyorsunuz.
Belgesel filminizde, Atatürk'ü diktatör göstermezseniz övgü alamıyorsunuz.
Bana gelen özel bir mektubu paylaşmak istiyorum:
Chicago'da öğretim görevlisiyim.
"Siyasetbilimi" ve "Ortadoğu tarihi" bölümlerindeki düşük kaliteli, "sözde
liberal" akademisyenler, Pentagon'un dış politikası doğrultusunda,
Türkiye'den doktora öğrencisi devşirme yolundalar.
Genel olarak kanı şu: Amerikan üniversiteleri 60'lı yıllardan bu yana Halil
İnal-
cık, Niyazi Berkes gibi laik ve modern Türkiye savunucusu, ciddi tarihçileri
bünyesinde
barındırıyordu. 80 ve 90'lardan bu yana ise sözde özgürlükçü tarihçilere
destek ver-
meye başladı.
Yani Amerika, bizim büyük tarihçimiz Halil İnalcık'ın laik ulus-devlet
savunucusu tarih anlayışını istemiyor.
Onlara göre bu isimler İslami akımların yükseldiği Türkiye'yi açıklayamaz. O
zaman İslamcılara dönelim, bize Türk tarihini yeniden yazarak (revize
ederek) laik Türkiye projesinin nasıl başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu
anlatsınlar.
ABD, ardından da İslamcılar, etnik ayrılıkçılar, eski Marksistleri aynı masa
etrafında topladı. Bu tür akademik gettolaşma çok üniversitede var.
Örneğin bu yeni tarih yazımı için Princeton'da hani hani çalışan Şükrü
Hanioğlu
gibi bazı tarihçiler Türkiye'ye gönderildi.
Burada Türkiye'den gelen bazı akademisyenlerle karşılaşıyorum.
Sözde bir "demokrat" koro olmuşlar, burslarını kaybetmemek için TSK'ya,
TC'ye atıp tutuyorlar.
Bunlarla konuştuğumda akıllara durgunluk verecek şeyler işitiyorum: "Demok-
ratik reformlar devam ederse, bir iki yıla kalmaz Atatürk'ün resimleri,
sözleri okul ki-
taplarından çıkarılıp, eğitim temizlenecek"miş! Bunu sırıtarak yüzüme
söyleyenler var.
"Personal agency" yani "kişisel karar verme" bu çocuklarda pek göremediğim
bir yeti.
İşin içinde gazeteciler de var; New York Times'tan Stephen Kinzer, Sabrina
Tavernise, Wall Street Journal'dan Hugh Pope bu Türk öğrencilerle gelip
workshop filan yapıyorlar. İş Amerika'ya geldi mi bunlar dincilere kan
kusuyorlar; Türkiye'deki dincilere ise özgürlük savaşçısı gözüyle
bakıyorlar!
Aslında bu adamlara cevap verecek tek kişi, doksan yaşındaki Halil inalcık.
Onu da herhalde yakında Ergenekon'dan içeri alırlar.
Mektup böyle..
Büyük tarihi yalanlar
Üniversitelerde cemaat ve neoliberaller tarafından oluşturulan akademik
getto-
lar, Türkiye tarihini eğip bükmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Sadece neoliberal tarihçiler değil, bu kervana yandaş medyadaki gazeteciler
de
katılıyor.
Örneğin 19 Mayıs'ta aynı yalanı yazıyorlar sürekli:
19 Mayıs Bayramı'na ne gerek varmış; çocuklar çile çekiyormuş; zaten
Atatürk-
'ün yaşamının son yılında biraz da zorlamayla bayram ilan edilmiş vs vs.
Bunları iddia edenler kendi yaşadıkları toprağın ne kültürünü ne de tarihini
bili-
yor.
Bir anımı anlatmalıyım:
Yıllar önce CNNTürk haber toplantısında, lise öğrencilerinin 19 Mayıs'ta
çile
çektikleri ve bu nedenle bu ulusal bayrama gerek olup olmadığı tartışıldı.
Bayrama karşı çıkanlar İstanbul'un iyi okullarında okuyan öğrencilerdi. Ve
ne
yazık ki CNNTürk editörleri arasında aynı görüşü paylaşan meslektaşlarımız
vardı.
Hiç unutmam dedim ki, "19 Mayıs'ın bırakın ülkemiz tarihini, sömürge olmak-
tan kurtulmaya çalışan milletler için ne kadar önemli olduğu konusuna
yabancılaşmış
olabilirsiniz. Ancak, Erzurum'da, Trabzon'da, Yozgat'ta, Van'da ve nice
bölgelerde bir
genç kızın yaşamı boyunca ilk kez renkli-canlı giysiler giyip, arkadaşının
elini tutarak,
dans ederek şölen havasında kutlama yaptığını biliyor musunuz?"
Hayır, hiç böyle düşünmemişlerdi. Onların kafasındaki Türkiye Nişantaşı, Be-
bek vs idi.
Yoksa böylesine anlamlı bir ulusal bayrama insan neden karşı çıkar?
Yobazları, Cumhuriyet devrimlerinin karşıtlarını anlayabiliyorsunuz. Ya
bunları?
Zaten bu kafa değil midir, mahalle baskısının olmadığını söyleyen? Neyse
asıl
yazmak istediğim bunlar değil...
19 Mayıs'ın bayram ilan edilmesiyle ilgili yalan yanlış bilgiler
verenlerdir; bunlara sorgusuz sualsiz inananlardır.
Ve görünen o ki, bu çevrelerin hiçbiri tarihimizi bilmiyor...
En azından 19 Mayıs Bayramı törenlerinde gençlerin neden beden eğitimiyle
ilgili gösteriler yaptıklarını bile düşünmüyorlar!
Tarih, 12 Mayıs 1916.
Kadıköy İttihatspor (bugünkü Fenerbahçe) sahasında Darülmualim'in (Erkek
Öğretmen Okulu) öğrencileri, öğretmenleri Selim Sun (Tarcan) nezaretinde
Osmanlı tarihinde ilk kez toplu halde beden terbiyesi gösteri yaptı.
"Jimnastik Şenlikleri" adı verilen bu tören öğrencilerin yürüyüşüyle
başladı. En önde bayrağı taşıyan öğrenci, Ruşen Eşref (Ünaydın) idi.
Gösterilere katılan öğrenciler arasında, Münir Hayri Egeli, Hıfzırrahman
Raşid Öymen, Nizameddin Kırşan, Aziz Berker, İsmail Hakkı Tonguç, Hayri
Ardıç, Hamid Koşay gibi ileriki yılların ünlü isimleri vardı.
Bu tarihten sonra Selim Sırrı Bey'in yurda tanıttığı "İsveç Jimnastiği"
hızla diğer
okullara da yayıldı. Ve her yıl bu gösteriler mayıs ayının üçüncü cuma günü,
"Jimnastik
Şenlikleri", "Mektepliler Bayramı", "idman Bayramı", "Jimnastik Bayramı" adı
altında
düzenlendi.
Gösteriler Cumhuriyet'in ilanından sonra da sürdü.
Günü değişmekle birlikte hep mayıs ayı içinde yapıldı.
1936 yılında "İdman Bayramı" şenlikleri ilk kez 19 Mayıs gününe denk geldi.
20 Haziran 1938 tarihli "ulusal bayram ve genel tatiller hakkında 2739
sayılı kanuna ek kanunla, Gazi Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktığı 19 Mayıs
(1919) günü Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edildi.
Yani... 19 Mayıs Bayramı değişik isimlerle 22 yıldır yapılıyordu.
Yazdım: 19 Mayıs şenliklerinin gençliğe mal edilmesi için, spor kongresinde
"Gençlik ve Spor Bayramı" teklifini ilk kez Beşiktaşlı Ahmet Fetgeri Aşeni
verdi.
Çarşı, 19 Mayıs Bayramı'nı da her yıl büyük bir coşkuyla kutlamalıdır.
Çünkü onun bayramıdır...
19 Mayıs Bayramı tarihçesini yazarsınız, özür bile dilemezler; üstelik hemen
ardından iddia bile denilmeyecek yüzeysel yazılar kaleme alırlar:
İşte bir örnek olay daha...
Türkiye'de ilköğretim öğrencilerine her sabah hep bir ağızdan "Andımız"ı
okutma uygulaması yine gündeme getirildi. Bu kez Milli Eğitim Bakanı Nimet
Çubukçu, katıldığı televizyon programında bir üniversite öğrencisinin sorusu
üzerine, "toplum tartışabilir, herkes tartışabilir" dedi.
Bu söz üzerine bazı yandaş medya yazarları hemen tartışmaya atladılar.
"İstemezük" dediler. "Andımız çocuklara işkence gibi geliyor, söylenmesin."
Ve eklediler: "Zaten dünyanın neresinde böyle bir uygulama var?" Oysa
vardı... Üstelik "demokrasi kıblesi" ABD'de...
Amerika'da ilköğretim öğrencileri ant içiyordu:
"I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the
Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with
Liberty and Justice for ali."
Yani mealen diyorlar ki:
"Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği
cumhuriyete bağlılık için ant içiyorum. Herkes için özgürlük ve adaletle,
Tanrı'nın gözetiminde, bölünmez tek vatana inanıyorum."
Peki yandaş medya bu ABD andını bilmiyor mu? Hiç bilmezler mi?
Bir örnek daha vermeliyim:
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin üzerinden onlarca yıl geçti.
Televizyon ekranlarında Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamları gündeme ge-
lince sık sık "dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok"
genellemesiyle karşıla-
şıyorum.
Örneğin, deniyor ki, "Hiçbir demokratik ülkede başbakan idam edilmedi."
Halbuki demokrasinin beşiği sayılan Fransa'da bile başbakan idam edildi.
15 Ekim 1945'te Başbakan Pierre Laval iki haftalık jet bir yargılamayla
kurşuna
dizildi.
Suçu neydi? Vichy Hükümetinin Başbakanı Laval, ikinci Dünya Savaşında
Almanya'yla işbirliği yapmıştı.
Savaş bitince Laval, vatan hainliği iddiasıyla 4 Ekimde Yüce Divan önüne
çıkarıl-
dı.
Yani Yüce Divan kararıyla sadece Başbakan Adnan Menderes idam edilmemişti.
Hatta ne yazık ki Menderes ile Laval arasında benzerlikler de vardı. Örneğin
her
iki mahkeme de yıllar sonra önyargılı olmakla suçlandı.
Keza... Laval, idamdan az önce hap içerek intihara kalkışmış, doktorlar eski
başbakanı kurtardıktan sonra bir manga askerin karşısına çıkarmışlardı.
Bu durum rahmetli Adnan Menderes'in son günlerine benzemekteydi. Mende-
res de bilindiği gibi idamdan az önce hap içip intihara kalkışmış,
kurtarıldıktan sonra idam sehpasına çıkarılmıştı.
Tıpkı Yassıada mahkemesi kararları gibi, Laval davası da Fransa'da haksız
yargılama olduğu gerekçesiyle hâlâ tartışılmaktadır.
Yani ne yazık ki uygarlığın beşiği sayılan Avrupa ülkelerinde bile
başbakanlar idam edilmişti.
Bu nedenle genelleme yaparken dikkatli olmak gerekir; tabii bilinçli olarak
kamuoyunu yanıltmak, yönlendirmek istenmiyorsa..
Atatürk'ten neoliberallere yanıt
Neoliberal çevrelerin, yandaş medyanın üzerinde en çok tepindikleri konu
Kemalist Cumhuriyet.
Bunlara yanıtı büyük kurtarıcı Atatürk versin, balan bu günleri yıllar
öncesinden nasıl görmüş.
Söz şimdi onun...
Efendiler, Cumhuriyet'in ilanı, bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her
tarafta
parlak sevinç gösterileri yapıldı. İstanbul'da iki-üç gazete ve yalnız
İstanbul'da topla-
nan bazı kimseler, milletin genel ve samimi olan bu sevincine katılmaktan
çekindiler.
Endişeye düştüler. Cumhuriyet'in ilanına önayak olanları eleştirmeye
başladılar.
Mesela, "Yaşasın Cumhuriyet" başlığı altındaki yazılar bile, Cumhuriyet'in
kuru-
luş ve duyuruluş şeklinin "sıkboğaza getirilmiş gibi bir durum" bulunduğunu
ilan edi-
yordu.
Deniliyordu ki, "Cumhuriyet, alkış ile, dua ile, şenlik ve donanma ile
yaşayamaz. Cumhuriyet, bir tılsım değildir."
"Ben Cumhuriyetçiyim" diyenlerin, Cumhuriyet'in ilanı günü kaleminden
çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı? En yüksek idare şeklinin Cumhuriyet'ten
başka bir şey olmayacağına inandığını iddia edenlerin, Cumhuriyet
kelimesine, "bir put gibi tapmam" demesindeki anlam ve kasıt nedir?
Bu yazıların amacının aslında, Cumhuriyet'i halka sevdirmek, bunun put gibi
tapılacak bir şey olmadığını anlatmak olması gerekmiyor muydu?
Bir başka gazeteci de, "Efendiler acele ediyorsunuz!" diye bağırmaya
başladı.
Tüm bu sözlerle itiraf edilmektedir ki, son günlerin gürültüleri,
Cumhuriyet'in
ilanına engel olmak içinmiş.
Gazetesini, "Balonu uçurdular ama galiba ucunu kaçırıyorlar" gibi çirkin
bayağı sözlerle dolduran gazeteci efendi, sesleniş ve suçlamalarına şöyle
devam ediyordu: "Devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz?"
Bu seslenişle başlayan yazıları, şu satırlarla son buluyordu: "Tek dileğimiz
vatan ve millete yararlı işlere başlanılmasından ibarettir. Eğer dün ilan
edilen Cumhuriyet'in liderleri ve o liderleri destekleyenler bunu
yapabileceklerinden eminseler, biz de kendilerine, 'öyleyse Cumhuriyetiniz
mübarek olsun Efendiler!' diyoruz."
Bu son cümlesiyle bizi alay edercesine tebrik eden bu yazar, Cumhuriyet'i
benimsemiyor, onunla ilgisi olmadığını bildiriyordu.
Başka bir gazeteci yazar da, Cumhuriyet'in ilanı ve dolayısı ile yaptığı
eleştiri ve
değerlendirmede, "Bizi üzen nokta, milli önderimizin kişiliği ile ilgilidir.
En büyük ruhlu
adamlar bile kişisel güç sahibi olmanın çekiciliğine karşı koyamamışlardır"
diyor.
Bu yazar ve benzerlerinin, Cumhuriyet'in ilan şeklinde, Cumhuriyet'in
esasları ile ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri eleştirmelerini
samimi sayabilmek için saf olmak lazımdır.
Eğer bu yazarlar, Cumhuriyet'in ilan günü yaygaralı hücumlara başlamayıp,
önce Cumhuriyet'in ilanını iyi niyetle ve samimiyetle karşılamış olsalar,
kamuoyunu kararsızlık ve karışıklığa düşürecek şekilde değil de,
Cumhuriyet'in iyi yanlarını tanıtıcı ve onun ilanının pek yerinde olduğunu
kamuoyuna telkin eden yazılar yazmış olsalardı, ondan sonra yapacakları her
türlü eleştirinin samimiyetini iddiada haklı olabilirlerdi. Fakat gördüğümüz
tutum ve davranış böyle olmamıştır.
Efendiler, Rauf (Orbay) Bey de bu münasebetle gazetecilere demeç vermiştir.
Vatan ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinin sahipleri ve başyazarlarıyla baş başa
vererek dü-
zenledikleri sorularla bunların cevaplarından bazılarını birlikte gözden
geçirelim:
Rauf Bey, "Bence konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru
değildir" sözleriyle Cumhuriyet'ten bile söz etmek istemiyor. Rauf Bey'in
kendi görü-
şü, "Milletimizin refah ve bağımsızlığının korunmasını ve aziz vatanımızın
bütünlüğü-
nü sağlayan rejimin en uygun rejim olacağı" şeklindedir. Efendiler, bu
sorunun yanıtı
mıdır?
Rauf Bey'in düşündüğü rejimin adı yok mu? Cumhuriyet rejimi milletin refah
ve bağımsızlığını, vatanın bütünlüğünü sağlayan en uygun rejim değil midir?
Eğer öyle ise uzun sözleri bir tarafa bırakalım, "Ben en uygun rejimin
Cumhuriyet rejimi olduğu görüşündeyim" deyiver de, demagojiden kurtulalım.
Çünkü söz konusu olan Millet Meclisi'nce kanunla kabul edilen
Cumhuriyet'tir. Maksadınız, dolaylı olarak, bu ilan olunandan daha uygun bir
rejim bulunduğunu anlatmak ve buna işaret etmek ise, bunu da söyleyiniz. O
tercih ettiğiniz rejim ne olabilir?
Rauf Bey, kendi görüşünü açıktan açığa söylemekten kaçınıyor. En doğru
olduğunu iddia ettiği hükümet şeklinin, devlet başkanlığını Halife'nin
kişiliğinde düşündüğüne şüphe yoktur.
İşte, Cumhuriyet'in ilanı üzerine Rauf Bey'i ve kendisi ile aynı düşüncede
olanları telaş ve heyecana sürükleyen sebep, devlet başkanlığı makamına
Cumhurbaşkanının getirilmiş olmasıdır. Aslına bakılırsa, "Cumhurbaşkanı
devletin başıdır" dedikten sonra, Halife'ye verilecek sıfat ve yetkiyi
sağlamakla uğraşan ve böylece onun sevgi ve iltifatını Allah'ın lütfü
sayarak memnun olanların hayal kırıklığına düşmekten duydukları üzüntü ve
kaygıyı doğal görmek gerekir.
Rauf Bey, yapılan işin sadece bir isim değiştirmekten ve üst tabakada bir
şekil
değişikliği yapmaktan ibaret olduğunu söylüyor. Cumhuriyet'i ilan etmenin
çocukça ve
aceleye getirilmiş bir hareketin eseri olduğunu anlatmaya çalışırken,
"Cumhuriyet ida-
resiyle gerçek ihtiyaçların karşılanmış olacağını zannetmek affedilmez bir
hata olur"
demekle, Cumhuriyet rejimine ne kadar ilgisiz ve ondan ne kadar uzak
olduğunu ispat
etmiyor mu?
Benim girişimlerimi ve yaptığım işleri, halkta endişe uyandırıcı nitelikte
görmek ve sevinç gösterilerinde bulunan halk adına, gereksiz yere bunun
tersini söylemek, yapay olarak halka bu endişeleri aşılamaya kalkışmaktır.
"Halkın, geçirdiği tecrübelerden ders aldığını ve uyanıklık kazandığını
anlayarak sevinmelidir, ben şahsen memnunum" diyen Rauf Bey'e bu münasebetle
bir noktayı hatırlatayım:
Halkı uyarmak ve uyandırmak için ömrünü adamış bir adama karşı böyle
konuşulmaz ve halkta bu duyarlılığı görmekle, kendisinin benden çok
sevindiğini söylemeye ne hakkı ne yetkisi vardır.
Rauf Bey bütün vatanı düşmanlara işgal alam yapabilecek Mondros Ateşkes
Antlaşmasını bir oldubitti şeklinde imzaladığı zaman, milletin nasıl kan
ağlayıp acı çektiğini duyabildi mi?
Efendiler, çeşitli soy ve mesleklerden oluşan kimselerin meydana getirdiği
bu topluluk, Rauf Bey'i maksatlarının açıklanıp savunulmasına en uygun bir
kimse olarak görmüşlerdir.
Atatürk konuşmasına şöyle devam ediyor:
Bilindiği üzere (muhalifler), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir
parti kurdular. "Cumhuriyet" kelimesini ağızlarına almaktan bile
çekinenlerin, Cumhuriyet'i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları
partiye "Cumhuriyet" ve hem de "Terakkiperver" (ilerici) adım vermiş
olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir.
Kurdukları bu parti "muhafazakâr" adı altında ortaya çıkmış olsaydı belki
bir anlamı olurdu. Fakat, bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok
ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları doğru değildir.
"Parti, dini düşünce ve inançlara saygılıdır" ilkesini bayrak olarak eline
alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri
cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar
sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti,
yüzyıllardan beri sonu gelmeyen felaketlere, içinden çıkabilmek için büyük
fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek
sürüklenmemiş miydi?
Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu
bayrakla ortaya atılmaları dini bağnazlığı coşturarak, milleti Cumhuriyet'e,
ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?
Yeni parti, dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında, "Biz hilafeti
yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir;
medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi
koruyacağız; bizimle birlikte olunuz. Çünkü Mustafa Kemal'in partisi
hilafeti kaldırdı, İslamiyet'e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka
giydirecektir" diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı sloganlar bu
gerici haykırışlarla dolu değil miydi?
Atatürk gelecekte ne olacağını biliyordu. Devam edelim:
Cumhuriyet'in ilanı üzerine İstanbul'da bazı kimseler ve bazı gazeteciler
Halife'ye de bir rol yaptırmak hevesine düştüler.
Gazetelerde, Halife'nin istifa ettiği veya edebileceği yolunda önce
söylentiler çıkarılıp sonra tekzipler yayınlandılar. Sonra da dendi ki,
"Haber aldığımıza göre, mesele böyle bir rivayetten ibaret olmadığı gibi,
bir tekzip ile çözülebilecek kadar basit de değildir. Gerçek olan bir nokta
vardır ki, o da Cumhuriyet'in ilanının, yeniden bir Halifelik meselesi
ortaya çıkarmış olmasıdır."
Halife, "yazı masasının başına oturup Vatan gazetesi yazarına demeç
vermiştir" denilerek, Halife'nin bütün insanlar tarafından sevildiği,
Asya'nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslam dünyasından binlerce
mektup ve telgraf aldığı ve birçok yerden kurullar geldiği yolundaki
sözlerle, hilafet konumunun kolay kolay sarsılır bir konum olmadığı
anlatılmaya çalışıldı.
İslam dünyasınca istenmedikçe, Halife'nin istifa edip çekilmeyeceği ilan
edildi.
Aynı zamanda, "Hükümet, birçok iç meseleleri yoluna koymakla meşgul
olduğundan;
şimdiye kadar hilafetin görevlerini tespitle uğraşma imkânını bulamamıştır;
hüküme-
tin iç meselelerle meşgul olduğunu elbette İslam dünyası da bilmektedir ve
şimdiye
kadar Halifelik görevleriyle uğraşmaya imkân bulamamasını doğal görür"
cümlesiyle
bizi; hilafetin görevlerini tespite çağırırken, şimdiye kadar bunun
yapılmamasını hoş-
görü ile karşılayan İslam dünyasının, bundan sonra mazur göremeyeceğini de
bildire-
rek bir bakıma tehdit edildik.
Vatan gazetesinin 9 Kasım 1923 tarihli nüshasında okuduğumuz bu yazılardan
sonra, 10 Kasım 1923 tarihli sayısında Tanin gazetesinde Halife'ye yazılan
bir açık mektup yayınlandı.
Lütfi Fikri Bey'in imzasını taşıyan bu mektupta, Halife'nin istifasıyla
ilgili haber-
lerden, milletin ne kadar üzüldüğünü ve acı çektiğini ispat için bir vapur
hikâyesi uy-
durulmuştu: "Vapurda oturanlar Halife'nin istifa haberini öğrenince
yüzlerine hüzün
ve endişe çökmüş. Ortak endişe bunları bir dakikada dost etmiş." Lütfi Fikri
Bey, "Gö-
nül istiyor ki, bu istifa sözü ebedi olarak gömülsün kalsın" diyor; çünkü
"dünya için fe-
laket olur"muş.
Lütfi Fikri Bey, millete şunu da telkin ediyordu: "Hayretle ve üzüntüyle
görülmelidir ki, bugün şu manevi hazineye (yani hilafete) saldırmak
isteyenler; dışarıdan kimseler, Müslüman milletler içinde Türk'ü
çekemeyenler değildir. Doğrudan doğruya biz Türkler, kendi dinimizden
sonsuza dek bu hazinenin çıkarılması sonucuna yol açabilecek girişimlerde
bulunuyoruz."
Efendiler, yabancılar hilafete saldırmıyorlardı. Fakat Türk milleti
saldırıdan kurtulamıyordu. Hilafete saldıranlar, Müslüman milletler içinde
Türk'ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale'de, Suriye'de, Irak'ta İngiliz
ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar bu Müslüman milletlerdi.
Lütfi Fikri Bey'in Tanin'de yayınlanan açık mektubundaki görüş ertesi gün
Tanin başyazarı tarafından desteklendi, tanin başyazarı, kendisinin
Cumhuriyetçi olduğunu ilan etmişti. Fakat öyle bir Cumhuriyetçi ki, onun
istediği Cumhuriyet idaresinin başında Halife olarak Osmanlı Hanedanı'ndan
biri olacaktı. Yoksa, yapılan hareket akıl ve vatanseverlikle, milliyet
duygusuyla zerre kadar bağdaştırılamazmış.
Efendiler, bu yazılanın anlamı ve bu düşüncelerin nasıl bir maksada
dayandığı
bugün kolaylıkla anlaşılmaktadır. Yarın, daha açık olarak anlaşılacaktır.
Gelecek kuşak-
ların, Türkiye'de Cumhuriyet'in ilan edildiği gün, ona en insafsızca
saldıranların başın-
da "Cumhuriyetçiyim" diyenlerin yer aldığım görerek asla şaşıracaklarını
sanmayınız.
Aksine, Türkiye'nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi
geçinmiş
olanların, gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de kararsızlığa
düşmeyeceklerdir.
Nutuk
Bu sözlere bakınca Atatürk'ün büyük dehası bir kez daha ortaya çıkmıyor mu?
Ve ne acı değil mi, Obama'yı göklere çıkaranlar hemen her gün Atatürk'e
saldırıyorlar...
Kim bunlar? Bunların kim olduğu artık belli: Neoliberal tarihçiler! Liberal
faşist-
ler...
Tarihimizin neredeyse her sayfasında bizi suçluyorlar. Kendimizi
değersizmişiz gibi hissetmemizi istiyorlar.
Örneğin son dönemde dillerine pelesenk ettikleri 6-7 Eylül 1955 Olayları'na
ba-
kalım...
Olayın vahametini bilmeyenimiz yok.
Diğer yanda bir gerçeği kabul edelim; sürekli "sonuç"a bakarak kafa
karıştırı-
yorlar.
"Sonuç"u ortaya çıkaran "nedenler" üzerinde hiç durmuyorlar.
6-7 Eylül Olayları'nda yabancı parmağı
İngiltere, ikinci Dünya Savaşı'nın galip ülkelerinden biriydi. Ancak
savaştan zayıflayarak çıktı. Sömürgeleri üzerindeki nüfuzunu koruyabildi,
fakat bağımsızlık hareketleriyle başı dertteydi. ABD'nin de zorlamasıyla
sömürgelerinden kısmi olarak çekilme kararı aldı. Bunlardan biri de
Kıbrıs'tı.
Kıbrıs, Ortadoğu petrol kaynaklarının ve petrol taşımacılığının
kavşağındaydı.
İngiltere, petrolünün üçte ikisini buradan sağlıyordu. Kendisi için yaşamsal
önemdeki enerji kaynağına ve sömürgelerine bu derece yakın bir bölgeyi terk
etmek istemiyordu. Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yakın bu stratejik
adada, İngiltere'nin önemli kara, deniz ve hava üsleri de vardı.
Kıbrıs'ta da güçlü bir komünist hareket vardı, İngiliz sömürgeciliğine karşı
mücadele veriyorlardı. Örneğin, 1931'deki komünist ayaklanmayı İngilizler
güçlükle bastırmıştı. Ancak artık İngilizler güçsüzdü.
Avrupa ve Balkanlar'da güç kazanan Sovyetler Birliği, Yunanistan ve
Kıbrıs'taki komünistlerin arkasındaydı.
Komünistler, Kıbrıs'ta 1941 yılında legal Emekçi Halkın ilerici Partisini
(AKEL) kurdular, İngiltere, partiyi komünistlerin kurduğunu biliyordu, ama
savaş yıllarında ortak düşmanları vardı: Naziler!
Savaş sonrası ittifak dağıldı.
Yunanlı komünistler (ELAS) ve Kıbrıslı komünistler (AKEL), İngiltere'yi
adada istemiyordu, İngiltere, AKEL'in Yunanistan'daki ELAS gibi silahlı
mücadele başlatacağından çekiniyordu.
Üstelik AKEL güçlüydü. Son yerel seçimin tek galibiydi. İngilizler bu
siyasal gücü bölmek istiyordu.
İngiltere, Kıbrıs'tan diplomasi kurnazlığıyla kısmi bir çekilme yapacaktı:
Diğer
sömürgelerinde yaptığı gibi askeri üslerini koruyabilmeli, ada üzerindeki
siyasi, iktisadi
hegemonyasını sürdürebilmek ve Kıbrıs yönetiminin merkezi yine Londra
olmalıydı.
Yunanistan ve Türkiye'nin kabul etmediği bu planı İngilizler nasıl hayata
geçirecekti? Böl ve yönet siyasetiyle! Kimleri bölecekti?
Öncelikle Rumları komünist ve milliyetçi olarak bölecekti. Kıbrıs'ta
komünistler
güçlüydü, bu nedenle hemen güçsüz sağcılar kuvvetlendirilecekti.
İngilizler, ardından Rumlar ile Türkleri birbirine düşman edecekti. Amaç
belliy-
di; Kıbrıs'ı o kadar parçalara bölecekti ki, adadaki hiçbir taraf, artık
İngiliz egemenliği-
ni tehdit edecek güçte olamayacaktı. Şimdi gelelim konunun Türkiye
aşamasına...
Kıbrıs meselesi Türkiye'nin ne zaman gündemine geldi?
Hatay'ı biliyoruz. Musul'u biliyoruz. Peki Kıbrıs'ı?
Hamaseti bırakıp gerçekle yüzleşmemiz gerekiyor.
İngilizlerin çekilme kararına kadar Türkiye'nin Kıbrıs diye bir meselesi
yoktu. Yunanlılar için de İstanbullu Rumlar sorunu yoktu.
O yıllar Türkiye-Yunanistan ilişkileri çok iyiydi.
Öyle ki 1934 yılında Venizelos, Nobel Barış Ödülü'ne Atatürk'ü aday
gösterdi.
Türk-Yunan dostluğu ikamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması'yla pekişti; bu
antlaşma sonucu on binlerce Yunan vatandaşı Türkiye'ye yerleşip ticaret
yapmaya
başladı.
Türkiye ve Yunanistan 1951'de NATO'ya el ele tutuşarak girdi. 1952'de Balkan
Paktı'nın oluşturulması, iki ülke arasındaki askeri işbirliğini güçlendirdi.
1952'de Cumhurbaşkanı Celal Bayar Yunanistan'ı; Kral Paulos ise Türkiye'yi
ziyaret etti. Gümülcine'de Celal Bayar Lisesi açıldı.
Bir ayrıntı daha eklemeliyim:
1953 yılına kadar ne Osmanlı'da ne de Cumhuriyet döneminde İstanbul'un fethi
törenleri hiç yapılmadı.
Ne olduysa 1953'te oldu. Demokrat Parti hükümetine baskılar başladı. DP
fetih törenlerini yine de mütevazı törenle geçiştirmek istedi. Bunun üzerine
İstanbul'da olaylar çıktı; mağazasına Türk bayrağı asmayanların vitrinleri
kırıldı.
Yani 1953 dönemeçti...
Yunan düşmanlığı ve Kıbrıs meselesi Türkiye'nin gündemine birden giriverdi.
Hızla milliyetçi dernekler kuruldu. Basında kışkırtıcı haberler yer aldı.
Kıbrıs meselesinin neden abartıldığını anlamadığını ifade eden ve "Türkiye
ile Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir mesele yoktur" diyen Dışişleri
Bakanı Fuad Köprülü'nün önce yetkileri tırpanlandı; Kıbrıs meselesi
dışişlerinden alınıp Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya verildi. Bir süre
sonra da Köprülü bakanlıktan alındı, Zorlu dışişleri bakanı yapıldı.
Kıbrıs'ın Türkiye için öncelikli mesele olarak görülmesinde İngiltere'nin
parmağı var mıydı?
Bilinen İngilizlerin, Türkiye'nin Kıbrıs'la yakından ilgilenmesini
istediğiydi.
Peki niye?
Yanıtını bulmak için Yunanistan'ın Kıbrıs politikasını bilmemiz gerekiyor.
Yunanistan, iç savaşı bitirip istikrarlı siyasal düzene kavuşunca,
İngiltere'den Kıbrıs'ı kendilerine devretmesini istedi. Aksi takdirde
meseleyi BM'ye götürecekti.
Yaptı da; kendi kaderini tayin hakkı talebiyle sorunu 1953'te BM'ye taşıdı.
Me-
sele artık uluslararası boyut kazandı.
Kıbrıs'ın çözümü İngiltere'nin inisiyatifinden çıkıyordu.
İngiltere öncelikle sömürgecilik suçlamalarını zayıflatmak ve sorunu başka
bir yöne çekmek için Türkiye'ye ihtiyaç duydu.
İlk hedef, "Türkiye'yi kendi pasifliğinden uyandırmaktı."
Türkiye'nin gündemine Kıbrıs meselesinin birdenbire girmesinin bu "uyandırma
servisiyle" ilgisi var mıydı?
Sonuçta Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs'ta çıkan olaylar, İngilizlerin işine
yaradı.
İngiltere "Ben olmazsam bu iki ülke birbirini boğazlar ve komünistler iki
ülkeyi de, Kıb-
rıs'ı da ele geçirir" korkusunu yaydı. En uygun yol, adada statükonun devam
etmesiy-
di.
İngilizlerin bu kurnaz ve kanlı politikaları sonucu, Yunanistan BM'deki en
güçlü destekçisi ABD'yi bile kaybetti. 23 Eylül 1955'te ABD, Kıbrıs
sorununun BM Genel Kurulu'na getirilmesine karşı çıktı.
Bu arada yeni kurulan İsrail de, kendisine sadece yetmiş mil uzaklıkta olan
Kıbrıs'taki statükonun korunmasından yana çıktı.
Tüm bu süreç sonunda ne oldu biliyor musunuz?
Sömürgeci İngiltere, masaya her iki tarafı barıştırmak isteyen bir hakem
rolüyle oturuverdi!
Türkiye'de kimse, yaşanan bu kanlı süreçte "James Bond'un rolünü"
sorgulamadı bile...
İngiliz gizli servis ajanı "James Bond" adlı karakteri ortaya çıkaran yazar
lan Fleming idi.
Popüler edebiyatın tanınmış ismi lan Fleming, aynı zamanda İngiliz
istihbarat örgütü M16 ajanıydı. Üst düzey görevlere kadar yükseldi.
Aynı zamanda gazetecilik de yapıyordu.
lan Fleming, namı diğer James Bond, 6-7 Eylül gecesi neredeydi biliyor
musunuz? Büyük olayların yaşandığı Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde!
Bu gerçek ortaya çıkanca, "İstanbul'a Interpol toplantısına katılmak için
geldiğini" söyledi. Toplantıya İngiltere Denizaşırı İstihbarat Teşkilatı
adına katılmıştı. "Denizaşırı" istihbarat alanının Kıbrıs'ı da kapsadığını
yazmama gerek yok sanıyorum.
Devam edelim: Interpol toplantısı için İstanbul'a gelen Fleming toplantıya
hiç katılmadı. Açıklaması şöyleydi: "On beş dakika katıldım, sıkıldım;
seccade almak için dışarı çıktığımda olaylar meydana geldi!"
6-7 Eylül Olayları'nın hemen ertesi günü İngiliz Sunday Times gazetesinde
"İstanbul'da Büyük Ayaklanma" başlığıyla manşet haber çıktı. Haber tümüyle
görgü tanıklığına dayanıyor ve olaylar neredeyse naklen anlatılıyordu.
Haberde imza yoktu.
Haberin üslubu "gazeteci" lan Fleming'e benziyordu.
Ve iddiaya göre Fleming İstanbul'a, Atatürk'ün evinin bombalandığı Selanik
üzerinden gelmişti.
lan Fleming'in olaylarda ne derece rolü var bilinmiyor.
Bilinen, 6-7 Eylül Olayları'nın ardından İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Haber
Dairesi'-
ne şu talimatı verdiği: "Basında İstanbul'daki 6-7 Eylül Olayları'nda
İngiliz mallarının
tahrip edilmesi ve İngilizlerin yaralanmasıyla ilgili haberler özellikle
vurgulanmalıdır."
Bu talimat bile gerçek kışkırtıcıların kimler olduğunu göstermiyor mu? Peki,
Türkiye'de 6-7 Eylül Olayları'nın sorumlusu olarak kimler apar topar
cezaevine tıkıldı? Aziz Nesin gibi "komünist fişli" kırk beş aydın!
Yani dün de, bugün de oyun hep aynı:
Alavere dalavere, muhalif aydınlar cezaevine...
Devam edelim:
6-7 Eylül Olayları'na neden olan gelişmeler Yunanistan tarafında nasıl
yaşandı? Tarih, 16 Aralık 1954.
Atina'daki Apoyevmatini gazetesi, "Artık Kıbrıslıların silahlı mücadeleyi
düşünmeleri gerekiyor" diye yazdı.
Kıbrıslı komünistler, "Silahlı mücadele emperyalistlerin provokasyonudur"
diyerek karşı çıktı.
Ve tarih, 1 Nisan 1955.
Rumların faşist örgütü EOKA, bir bildiri yayımlayarak silahlı eylemlere
başvuracağını duyurdu.
1955 yılı, Kıbrıs'taki İngilizler için de dönüm noktası oldu.
İngiliz gizli servisinin Fletcher Flitch gibi ajanları, 1955'ten itibaren
Kıbrıs'a gelmeye başladı.
Keza aynı yıl, Kıbrıs'taki İngiliz Hükümeti Valiliği'ne imparatorluk
genelkurmay
eski başkam Mareşal Sir John Harding atandı. Harding "demir yumruklu asker"
olarak
biliniyordu.
İngilizler kanlı bir oyunu sahneye koymak için uzmanlarını adaya getirmeye
baş-
ladı.
Keza, 1955'te İngiltere Sömürgeler Bakanlığı Özel Temsilcisi Philips Tay,
polis istihbarat birimi "Special BranclTı kurmak için adaya geldi.
Aynı yıl Mekanize Polis Birliği kuruldu. 1955'teki mevcudu yüz altmış beş
kişiydi. Bir yıl sonra sayı altı yüz kişiye çıkarıldı ve polislerin hepsi
Kıbrıs Türkü'ydü. 1958'de sayı 1 770'e yükseldi ve bunun 1 700'ü Kıbrıs
Türkü'ydü!
Bu tablo gösteriyor ki, İngilizler Rumların ENOSlS mücadelesine karşı,
Kıbrıslı Türkleri destekleyecekti.
Dolayısıyla EOKA'nın hedefinde kim vardı dersiniz? Kıbrıslı Türk polisler!
Zaten, Türk polisleri Abdullah Ali Rıza ve Nihat Paşa'nın katledilmeleri,
Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkleri birbirinden kopardı.
Peki, İngilizler EOKA'nın terör eylemlerinden habersiz miydi?
Olur mu öyle şey? EOKA'nın lideri Albay Georgios Grivas'ın şoförü Pashalis
Papadopulos bile İngiliz ajanıydı!
Kıbrıs'ta terör İngiliz siyasetinin aracıydı.
Halkları birbirine düşürmüşlerdi. Ama bu yeterli değildi. Dünya kamuoyunun
ilgisini çekecek büyük provokasyonlar lazımdı.
Dönemin İngiltere Başbakanı Anthony Eden anılarında, dünya kamuoyunun,
Türk ve Yunanlıların uzlaşmaz iki taraf olduğunun bilinmesini çok
istediklerini yazdı.
İngiliz diplomatlarının, "Ankara'da birkaç ayaklanma çıksa bizim işimize
gelir"
dediklerini Kıbrıs konusunda araştırmalar yapan yazar Robert Holland açığa
çıkardı.
Bitmedi.
Üzerindeki gizlilik kararı kalkan 19 ağustos 1954 tarihli İngiliz
belgesinde, İngiltere'nin Atina Büyükelçisi, Londra'ya bakın nasıl bir rapor
gönderdi:
"Yunan-Türk dostluğunun kırılgan olduğu çok açık, çok küçük bir şok bile
yete-
bilir. Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evin duvarına tebeşirle slogan yazmak
gibi önemsiz bir olay bile bir kargaşanın çıkmasına yeter."
6-7 Eylül Olaylarının, Selanik'te Atatürk'ün evine "sözde" bomba atılmasıyla
başladığını biliyorsunuz değil mi?
Yani plan hazırdı.
Zamanı bekleniyordu...
İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ı Londra'da üçlü konferansa davet etti.
Konferansın konusu, "Özgür dünyanın komünizm tehlikesini önleme çabaları
açısından Kıbrıs sorununun çözümü"ydü.
Toplantı 29 Temmuz 1955'te gerçekleşecekti ancak nedense bir ay sonraya er-
telendi.
Bu sırada Türkiye'deki bazı gazetelerde, Rumların Türklere karşı katliam
hazırlığında olduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Benzer haberler
Yunanistan'da da çıktı. Tesadüf müydü?
Bu arada İngilizler, Türkler ile Yunanlıların bir uzlaşmaya varabileceğinden
en-
dişelendi. Çünkü Yunan Dışişleri Bakanı Stefanopulos, Londra'daki Türk
Büyükelçisi
Suat Hayri Ürgüplü'ye, o güne kadar hep karşı oldukları Kıbrıs'taki Türk
azınlığın hakla-
rı konusunda uzlaşmaya hazır olduklarını söyledi. Bu Türkiye'nin de
isteğiydi. İngiltere
kendisinin dahil edilmediği çözümden rahatsız oldu. İngiltere Dışişleri
Bakanı
MacMillan hemen Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'yla buluştu ve "Türkler
görüşlerini
konferansın başında ne kadar sert koyarsa, kendileri için de, bizim için de
o kadar iyi
olur" mesajını verdi.
Ve Zorlu, Türkiye'nin görüşünü alışık olunmayan bir sertlikle ortaya koydu.
Yunan delegasyonu şoke oldu. Zorlu aynı kararlılığı Türkiye'nin de
göstermesini istediği şifreli telgrafı Ankara'ya çekti.
Sonrası malum...
Bugün 6-7 Eylül Olayları'na sadece "tek pencereden" bakmayı sürdürüyoruz.
Oysa 10 Eylül 1955 günü Atina radyosu şöyle yorum yaptı:
Yunan-Türk dostluğunu zedeleyen İstanbul ve İzmir'deki olaylar, düşündüğü-
müz gibi, İngiliz diplomasi planlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü
değildir;
bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir
provokasyondur.
Yunan basını Atina'daki bombalama eylemini İngiliz ajanlarının yaptığını
yazdı
hep.
Bunları yazıyorum diye 6-7 Eylül Olayları'nın ayıbını başkalarına yüklemek
istemiyorum.
Güçlü, bağımsız bir ülke iseniz oyuna gelmeyeceksiniz. Türkiye devleti,
hükümeti ve halkıyla suçludur.
İngilizlerin oyununa gelmiştir.
Umarız ders alınır.
Ancak...
Yine bu neoliberal tarihçiler Kıbrıs'ta kurulan Türk Mukavamet Teşkilatı'nı
(TMT) Ergenekon'la irtibatlandırıyor.
Kimi de 6-7 Eylül 1955 Olayları'nı TMT organize ettiğini yazıyor. O tarihte
daha TMT'nin kurulmadığını bile bilmiyorlar.
Bilmiyor, ama ahkam kesiyorlar işte...
Bunlar, İngilizlerin "böl ve yönet" politikasına hiçbir eleştiri
getirmezler, varsa yoksa suçlu Türkler!
Bazen düşünmeden edemiyorsunuz; bizim yazarlar da İngilizlerin M16
istihbarat örgütünde çalışıyor olabilir mi?
Bilindiği gibi İngiliz istihbarat servisi yazın dünyasına birçok yazar
sokmuştur. İngiliz Gizli Servis Ajanı James Bond'u hangimiz bilmez?
James Bond karakterini edebiyat ve sinema dünyasına kazandıran yazarın lan
Fleming olduğunu daha önce belirtmiştik...
Fleming, ikinci Dünya Savaşında Britanya Deniz Kuvvetleri Haberalma
Ajansında görev yaptı. Bu görevi sırasında İngiliz istihbarat örgütünde
(M16) çalışmaya başladı.
Ve bu görevi sırasında yaşadıklarından, gördüklerinden ve anlatılanlardan
yola
çıkıp, kendi düşsel dünyasını da katarak "James Bond" karakterini yarattı.
Yazar lan Fleming'in her ne kadar istihbaratçı olduğu bilinse de, karanlıkta
kal-
mış bazı faaliyetleri hâlâ aydınlatılabilmiş değil.
Bunlardan birinin bizimle çok ilgili olduğunu önceki sayfalarda anlatmıştık.
lan Fleming olaylardan iki yıl sonra, hikâyesi Türkiye'de geçen Rusya'dan
Sevgi-
lerle adlı romanını yazdı; 6/7 Eylül gecesi yaşananları ayrıntılarıyla
anlattı.
lan Fleming gibi casusluk romanları yazan İngiliz Eric Ambler da M16'da
çalıştı,
iki romanında; Dimitrios'un Maskesi ve Korkuya Yolculuk'ta mekân olarak
Türkiye'yi
kullandı.
Gün Işığı adlı eserinden uyarlanan Topkapı filmi bir dönemin en önemli
sinema klasikleri arasında gösteriliyordu.
lan Fleming, Eric Ambler gibi İngiliz istihbarat birimi M16'da görev yapan
bir başka yazar ise William Somerset Maugham idi.
Birinci Dünya Savaşında İngiliz istihbarat birimine girdi. 1917 yılında M16
tarafından Bolşevik devrimini engellemek için Moskova'ya gönderildi.
1928'de Fransız Rivierası'ndan bir ev alıp sadece yazıyla ilgileneceğini
söyledi.
İkinci Dünya Savaşı günlerini, Hollyvrood'da, hikâyelerini sinemaya
aktarmakla
geçirdi. Cakes and Ale, ünlü ressam Gauguin'in yaşamını anlattığı Ay ve Altı
Para, Şeytanın Kurbanları, Renkli Peçe eserleri arasındadır.
Ve bir M16 ajanı yazar daha: John Le Carre. Asıl adı, David John Moore
Cornwell idi.
Bern'de üniversite öğrenimi sırasında İngiliz istihbarat örgütüne katıldı.
İlk romanı Cali For The Deadl 1961'de yazdı. Romanını M16'ya okutarak
onayını
aldı. İtiraz gelmedi ancak takma isimle yazması istendi. O da "John Le
Carre" adını
buldu.
En bilindik eseri Soğuktan Gelen Casus'ta. Kitapları film yapıldı.
İngiliz casusu olduğunu ilk günden beri reddeden yazar, bu gizli mesleğini
ilk kez BBC'nin 2000 yapımı "The Secret Center" adlı belgeselinde açıkladı.
M16 istihbarat örgütünün bir diğer elemanı ise yazar Graham Greene idi.
O da yazdığı; Üçüncü Adam, The Power and The Glory, Sessiz Amerikalı gibi
casusluk romanlarıyla tanındı.
Le Carre gibi ağzı pek kapak bir istihbaratçı değildi; bu nedenle
arkadaşları arasındaki adı "şebek"ti! Greene'in de eserleri beyazperdeye
aktarıldı.
M16'da görev yapmış ünlü yazarların listesi böyle uzayıp gidiyor.
Dikkat ediniz; sadece ülkemizde değil dünyada M16 başarılı bulunur, hep
övülür. Bunun en önemli sebebi, işte bu M16 mensubu yazarların sinemalara da
aktarılmış romanlarıdır... Doğal olarak hep kendilerini övdüler
Bunun istihbarat alanındaki adı psikolojik harptir.
Dönelim bizim yazarların kaleme aldıklarına..
Devletin her örtülü operasyonu kirli midir?
Tartışmayı "devlet kirlidir" gibi anarşist bir noktaya getirmeyelim.
Kuşkusuz romantiklere sözümüz yok! Ya da nihilistlere!
Gerçekten merak ediyorum liberaller ne düşünüyorlar; devletin her operasyonu
kirli midir?
Yoksa sadece Türkiye'nin yaptıkları mı kirlidir?
Gelin Ergenekon'la irtibatlandırılan TMT'nin hikâyesine bir bakalım...
Gizli teşkilatın silahları
Tarih, 13 ağustos 1958.
Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığına (Özel Harp
Dairesi), MİT'ten "gizli'/şifreli yazı geldi.
Kıbrıs'tan Anamur Limanı'na motorlu bir kayıkla, pasaportsuz gelen, Vehbi
Mahmut, Asaf Elmas, Cevdet Remzi adlı üç Kıbrıslı Türk yakalanmış ve Anamur
Jandarma Komutanlığı ve MİT Adana Bölge Başkanlığı'nda sorgulanmıştı.
MİT, özel harpçilerin görev yaptığı Seferberlik Tetkik Kurulu'na diye "Siz
de sorgulamak ister misiniz?" diye soruyordu.
Teşkilatta görevli Binbaşı İsmail Tansu ve Kıbrıslı Doktor Burhan
Nalbantoğlu apar topar uçakla Adana'ya hareket ettiler.
Telaşlıydılar. Kimdi bu gençler? Kim göndermişti onları? Maksatları neydi?
Ve en önemlisi Kıbrıs'taki teşkilattan haberleri var mıydı?
Binbaşı Tansu ve Dr. Nalbantoğlu, MİT Adana Bölge Başkanı Fuat Doğu'nun
makamına koşarak çıkıp bilgi aldılar. Hemen üç genci görmek istediler.
Vehbi, Asaf, Cevdet'i sorguladılar. Gençler, Dr. Nalbantoğlu'nu Kıbrıs'tan
tanı-
yorlardı. Özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu'yu ise Adana emniyetinden komiser
sanı-
yorlardı.
Gençler benzer sözler söylediler: "EOKA'nın tecavüzlerine karşı koyabilmek
için Türkiye'ye gidip silah bulalım dedik. Yanımızda para da getirdik,
olmazsa parayla silah alıp eşlerimizi, çocuklarımızı koruyacağız."
Binbaşı Tansu duygulandı. Ama yanıtını aradığı başka bir soru daha vardı
kafasında. Kıbrıs'taki teşkilatı biliyorlar mıydı? Hayır, teşkilattan
habersizdiler.
Kıbrıs'ta özel harpçiler tarafından henüz iki hafta önce kurulan, "Türk
Mukave-
met Teşkilatı"nı bilmiyorlardı.
Özel harpçiler rahatladı...
Özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu, Adana'da sorguladığı üç gencin ifadesini
Kıb-
rıs'taki TMT Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan'a bildirdi. Ve ekledi: "Onlarla
silah gönde-
receğim."
Binbaşı Tansu gözaltındaki üç Kıbrıslı gencin yanlarına gitti. Bu kez
üzerinde askeri üniforma vardı. Gençler karşılarında bir Türk subayını
görünce korktular. "Yanlış iş yaptık, bizi affedin, geldiğimiz gibi sessizce
köyümüze dönelim" dediler.
Binbaşı Tansu gençlere moral verdi ve "Size gizli bir görev vereceğim" dedi.
"Bu Kıbrıs için yapılacak milli bir görevdir. Bu görev hayatınızı
kaybetmenize neden olabilir. Bu görevi kabul edip hiç kimseye
söylemeyeceğinize yemin eder misiniz?"
Gençler, Kıbrıs için ölümü göze alacaklarını söyleyip, Türk bayrağı ve
Kuranıkerim üzerine yemin ettiler...
Kıbrıs'taki Türk Mukavemet Teşkilatı'na ilk silah sevkıyatını bu üç Türk
gerçekleştirecekti. Onlara "Arı Ekibi" adı verildi...
İlk sevkıyatı 16 ağustos 1958'de gerçekleştirdiler.
Kayıklarına on makineli ile yirmi adet tabanca ve iki sandık mermi koyup
dalgalarla boğuşarak denize açıldılar. Başarılı da oldular.
Kıbrıslı gençlerin sevkıyatları hep sürdü. Ancak, Asaf Elmas ve Hikmet
Rıdvan 9 Kasım 1958 tarihinde fırtınaya yakalanıp denizde kaybolarak şehit
oldu.
Arı Ekibi, Lütfi Celül, Nevzat Nasır, Feridun Hamza, Bahattin Sarı, Hüseyin
Hik-
met, Vehbi Mahmutoğlu, Ahmet Celal gibi Kıbrıslı gençlerin katılımıyla, bu
tehlikeli sevkiyatlara devam etti.
Yeni ekipten Lütfî Celül silahları otomobille iç bölgelere götürürken,
EOKA'cılar tarafından yakalandı. Hâlâ kayıptır.
Arı Ekibi hiç yılmadı. Fakat yaklaşan kış nedeniyle kayıklarla sevkıyat
zorlaştı. Vehbi Mahmutoğlu, yakalandığı fırtınadan küçük motorlu kayığındaki
silahları denize atarak kurtulabilmişti. Artık daha büyük tekneye ihtiyaç
vardı...
Özel harpçiler, İstanbul Liman Reisliği, İstanbul Balık Avcıları Derneği'yle
irtibata geçti. Donanmadan ayrılıp balıkçılık yapan eski deniz binbaşısı
Nejat Koşal'ın yirmi beş tonluk teknesi sıkı bir pazarlıkla 120 bin liraya
satın alındı.
Sıra, tekneye güvenilir sivil personel bulmaya gelmişti.
Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp Dairesi) İstanbul Bölge Başkan
Yardımcısı
Yüzbaşı Ferhan Çora, kaptan Reşat Yavuz ve makinist Oğuz Kotoğlu adındaki
iki gemici
buldu.
Tıpkı Kıbrıslı gençlere yapıldığı gibi bu gemicilere de yemin ettirilip
görev teklif
edildi. Teknenin telsiz görevlisi ise, TSK'dan ayrılmış gibi gösterilen
Astsubay Ali Le-
vent oldu.
"Elmas" adı verilen tekne ilk seferine on ton silah ve cephaneyle, 4 Mart
1959'da çıktı. Geceyarısı, Kıbrıs açıklarında kayıklarıyla bekleyen Arı
Ekibiyle buluşacaktı. Buluşma gerçekleşemedi; Elmas dönmek zorunda kaldı,
ikinci sefer de başarısız oldu. Kıbrıs'taki TMT'den bir kılavuz istendi,
İngiliz polis birliğinde görevli Kemal Abdullah, Elmas'a kılavuz oldu.
Ayrıca özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu da "gemi adamı" belgesi alıp sivil
kıyafetlerini giyip personel arasına katıldı. Ne olursa olsun bu sevkıyat
gerçekleşecekti. EOKA'cı Rumların cinayetleri her geçen gün artıyordu.
Sevkiyat bu kez fırtına nedeniyle gerçekleşemedi. Elmas dördüncü seferini 24
Mart 1959'da yaptı ve bu kez başardı. Ardından diğer seferler geldi...
Yaz ayının gelmesiyle Arı Ekibi de taşıma faaliyetlerine başladı.
TMT'ye toplam olarak; 872 tabanca, 747 makineli tabanca, 96 hafif makineli
tabanca, 2 997 piyade tüfeği, 6 800 bomba, 43 500 tabanca mermisi, 134 400
makineli tabanca mermisi, 164 000 piyade tüfeği ve hafif makineli tüfek
mermisi, 54 plastik tahrip kalıbı ve bir adet telsiz ulaştırıldı.
Tarih, 17 Ekim 1959.
Saat geceyarısına geliyordu.
6 000 bomba, 500 tüfek ve çok sayıda mermi yüklenen Elmas yeni seferine
çıktı. İstikamet, Girne'nin doğusundaki Examil denilen mevkiydi.
Kaptan Reşat Yavuz, 01.30 sularında tekneye, İngiliz savaş gemisinin yaklaş-
makta olduğunu gördü. Telsizci Ali Levent durumu karargâha bildirdi.
Karargâh "dö-
nün" emri verdi. Elmas rotasını değiştirdi, İngiliz gemisi takibi bırakmadı.
Giderek yak-
laşıyordu. Ali Levent'in son sözü, "vatan sağolsun" oldu; karargâhla telsiz
irtibatı ke-
sildi.
Elmas'ın üç kişilik mürettebatı, "silahlar ele geçirilmesin" diye tekneyi
delerek batırmak istediler. Gemi su almaya başladı.
Kaptan Reşat Yavuz, Ali Levent ve Oğuz Kotoğlu'nu lastik bota bindirip
gönderdi. O bir kaptandı ve Elmas'la birlikte batmaya kararlıydı.
Su, ambardaki sandıkların üst seviyesine kadar geldi. Batması an
meselesiyken İngilizler tekneye atlayıp kaptan Yavuz'u yakaladı. Ambardan
ancak iki sandık silah alabildiler. Elmas battı.
İngilizler botla uzaklaşmaya çalışan Levent ve Kotoğlu'nu da yakaladı.
Türkiye'nin Kıbrıs'a silah sevkıyatı yapması dünya basınına haber oldu. Rum
lider Makarios herkesi ayağa kaldırdı.
Türkiye iddiaları reddetti. İngilizler ve Rumlar, 350 kulaç derinlikteki
Elmas'ı denizden çıkarmaya çalıştılar, başaramadılar.
Üç Türk mürettebat yargılanmak üzere mahkemeye çıkarıldı. Avukatları TMT'nin
"Toros" kod adını kullanan genç bir Türk mücahidiydi, Rauf Denktaş!
Üç Türk dokuz ay ceza aldılar; cezalarını Türkiye'de çekeceklerdi.
Elmas olayı ve ardından gelen 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, Kıbrıs'a
silah
sevkıyatını sonlandırdı.
Diyeceksiniz ki, "Eee bu silah sevkıyatının Ergenekon Davası'yla ne ilgisi
var?" Sorunun yanıtını vermeden önce Kıbrıs'ta Türk Mukavemet Teşkilatı'nın
nasıl kurulduğunu ve örgütlendiğini bilmeniz gerekiyor...
50 yıl önce... ,
1 ağustos 1958.
Kıbrıs'ta illegal/gizli Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. Türkiye'nin
desteklediği bu gizli örgüt neden kuruldu?
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra İngilizler Kıbrıs'tan çekilme kararı aldı.
Adanın geleceğinin ve statüsünün nasıl olacağı konusunda, İngiltere,
Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan diplomatik müzakereler hep sonuçsuz
kaldı.
Türk'süz Kıbrıs düşleyen ve Yunanistan'la birleşmek isteyen faşist EOKA, 1
Nisan 1955 tarihinde Yunanlı Albay Grivas tarafından kuruldu. Kuruluşunun
üzerinden daha bir Yıl geçmeden ilk suikastını Bafa'da 11 Ocak 1956'da, Türk
polisi Abdullah Ali Rıza'yı öldürerek gerçekleştirdi. Türk Büyükelçiliği'ne
bomba attı. Ve sistematik şiddeti artırdı. 1957 yazında Türk köylerini basıp
yetmiş dört Türk'ü katletti.
Bu son olaylar sonucunda Kıbrıs Türk toplumu lideri Dr. Fazıl Küçük ve
Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanı Rauf Denktaş Ankara'ya geldi.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu'yla görüşüp acilen yardım istediler.
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs konusunda "şahin" idi. Türk
Mukavemet Teşkilatı'nın kurulmasını, elemanlarının Türkiye'de eğitilmesini,
adaya gizlice silah sevkıyatı yapılmasını ilk öneren o oldu.
Başbakan Menderes kararsızdı; NATO'yu karşısına almak istemiyordu.
Türkiye'de aralıksız, "Ya Taksim Ya Ölüm" mitingleri yapılıyordu. Halk
sokaktay-
dı.
Ve Ankara sonunda kararını verdi: Kıbrıs'ta, Rumların terör örgütü EOKA'ya
karşı, Türk halkının can ve mal güvenliğini koruyacak gizli bir teşkilat
kurulacaktı.
Bu iş için Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu görevlendirildi.
Özel harpçi subaylar gönüllülük esasına göre seçildi.
TMT doğrudan Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Tümgeneral Dâniş Karabelen'e
bağlıydı. Planı, Tümgeneral Karabelen'in yardımcısı Binbaşı İsmail Tansu
yürütecekti.
Binbaşı Ahmet Görmez personel ve harekât; Yüzbaşı Bedri Esen eğitim; Yüzbaşı
Cemal Birer ile Yüzbaşı Recep Atasü ikmal ve Yüzbaşı Halil Pamukoğlu
muhabere işlerinden sorumluydu.
TMT'yi kuran subay kadrosunun çoğu Kore Savaşı'nda bulunmuştu.
Kıbrıs'ta gizli faaliyetlerde bulunacak yedek subaylar, öğretmen kimliği
altında gidecekti.
Tüm subayların görevi, on sekiz yaşını geçmiş kadın ve erkekleri
örgütlemekti. Bunlar Ankara ve Antalya'da askeri eğitimden geçirilecekti.
Hedef bir yıl içinde 5 000 Kıbrıs Türkü'nü örgütlemek, eğitmekti. Nihai
hedef 15 000'di.
Parasal destek, örtülü ödenekten ve çeşitli fonlardan temin edilecekti.
1 ağustos 1958 tarihinde Kıbrıs TMT Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan karargâhını
Lefkoşe'de kurdu.
Yarbay Vuruşkan'ın yardımcısı Binbaşı Necmettin Erce ve Yüzbaşı Mehmet
Özden'di. Kıbrıs bölge komutanı Binbaşı Şefik Karakurt'tu.
Kıbrıs TMT bölge komutanı Yüzbaşı Rahmi Ergün ve TMT bölge komutanları ise
Yüzbaşı Ahmet Göçmez, Yüzbaşı Kâmil Önceler, Yüzbaşı Bedri Erkan, Yüzbaşı
Osman Nalbant, Yüzbaşı Ferhan Çora, Yüzbaşı Hüseyin Ömür adlı subaylardı.
Yarbay Rıza Vuruşkan'ın kod adı "Bozkurt" idi.
Lefkoşe İş Bankası'nda müfettiş kimliğiyle çalışıyordu. Adı, "Ali Çonan"
idi. Gerçek kimliğini üç kişi biliyordu: banka müdürü Dündar Nişancıoğlu,
Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş.
TMT'de görevli Kıbrıslı Türklerin kod adları "Kurt"tu. Eğitimcilere
"Temizlik Kurdu", silah ikmalinde çalışanlara "Bereket Kurdu" ve istihbarat
işlerinde çalışanlara "Fal Kurdu" adı verildi.
Tabancaya "serçe", mermiye "serçe gagası" diyorlardı.
Uzatmayayım, bu faaliyetler uzun ömürlü olamadı. 27 Mayıs 1960 askeri
müdahalesi başta TMT lideri Yarbay Rıza Vuruşkan olmak üzere, bu olayla
ilgili subayların çoğunu emekli etti.
Fatin Rüştü Zorlu, İmralı Mahkemesi'nde "kendi adamlarını silahlandırıyor"
diye yargılandı.
Doksan iki Türk'ün şehit, dört yüz yetmiş beşinin ise yaralandığı 1963'teki
"Kan-
lı Noel" katliamına kadar TMT ile Türkiye ilişkisi kopuktu. Sonra tekrar
canlandırılmaya
çalışıldı.
Ve daha sonra olanları da biliyorsunuz: 1974 Kıbrıs savaşı vd...
Evet neoliberaller, TMT'yi Ergenekon'a bağlamak istiyor, devletin her türlü
gizli operasyonunu kirli gösteriyorlar.
Etnik temizlik yapmak için kurulan faşist EOKA'ya karşı, devletin Kıbrıslı
Türkleri örgütlemesi kirli bir operasyon mudur?
Diğer yanda TMT kuşkusuz "sütten çıkmış ak kaşık değildir." Grileri vardır.
Zamanla Gladio'nun emrine girip Kıbrıslı solcuların öldürülmesinde parmağı
olmuştur.
Sonuçta bizim diyeceğimiz şudur, 6-7 Eylül Olayları'nı tek yönlü ele almak
hatalı
olur.
Ama neoliberal tarihçiler tarihsel gerçeği hep bizim aleyhimize bükme
konusunda çok kararlılar. Ne gerici 31 Mart Ayaklanmasındaki ne de
Kıbrıs'taki İngiliz parmağım görüyorlar.
Türkiye'de yani bir tarih "yazılımı" dile getiriyorlar. Kendilerini
"özgürlük savaşçısı tarihçiler" ilan ettiler! Bir tek "doğruyu" onlar
biliyor.
Devletin her örtülü operasyonunu kirli buluyorlar. O halde bir örnek daha
verelim.
Bu da mı kirli savaş?
Birkaç yıl önce...
İstanbul Şişlide mütevazı bir ofisteydim. Komutanla birkaç yıldır
tanışıyoruz. Her defasında sormuş, ancak yanıt alamamıştım, "zamanı değil"
diyordu.
Demek zamanı o gün, o saat gelmişti...
4 Nisan 1992 gecesi Sırplar, Saraybosna'nın tepelerini kuşattı. Bir ay önce
refe-
randumla bağımsızlık kararı alan Bosna-Hersek'teki Müslüman çoğunluğu yok
etmek
istiyorlardı.
Öncelikli hedeflerinde Saraybosna vardı. Burayı ele geçirirlerse
biliyorlardı ki savaşı kazanacaklardı.
Kuşatma tam 1 425 gün sürdü. Bu süre boyunca şehre günde ortalama 329 ha-
van topu düştü. Aşırı Sırp milliyetçisi Çetnikler, Saraybosna'nın (ve Tuzla,
Mostar,
Zenica, Bihaç, Travnik vd) acısını Müslüman köylerden, kasabalardan
çıkardılar; binlerce insanı inançlarından dolayı öldürdüler.
Savaşta 312 000 insan öldü. 35 000'i çocuktu.
Kuşatma altındaki Saraybosna'da ölen çocuk sayısı 1 566'ydı.
İki çocuğunu şehit veren Halide Boyadzic, bu acılı analardan sadece
biriydi...
Evleri, Saraybosna tepelerine yakın "Sivri Kayalar" bölgesindeydi. Sırp
Çetnikler
ağır silahlarıyla saldırıya geçtiklerinde, kayaları kendilerine siper yapıp
karşı koyuyor-
lardı.
Yine bir gün...
Çatışmanın tam ortasında mühimmatları bitti. Yağmur gibi mermi yağıyordu
üzerlerine. Çaresizdiler. Halide'nin biri on dört, diğeri on altı yaşındaki
iki oğlu, evlerinin bodrum katında sakladıkları el bombalarını getirmek için
kayaların ardından çıkıp koşarak eve gittiler. Tam eve girmişlerdi ki...
Halide Boyadzic'in feryadı o günkü çatışmayı sona erdirdi. Eve havan topu
düşmüştü...
İki oğlunu şehit veren Halide, komşularından beyaz bir çuval istedi.
Oğullarının
parçalarını ağaçlardan, kayalardan toplayıp o beyaz çuvala koydu.
Sonra...
Sonra komşularından beyaz bir çuval daha istedi. Komşuları şaşırdı. Acısına
verdiler. Ancak...
Halide Boyadzic ikinci çuvala bombayla paramparça olan güvercinlerin cansız
bedenlerini toplayıp koydu. "Bunlar da benim çocuklarım, onları da kendi
ellerimle gömeceğim" dedi...
Saraybosna tepelerine keskin Sırp nişancılar yerleşmişti. Uzun namlulu
silahlarıyla Bosnalıları tek tek öldürüyorlardı. Herkes sığınaklarda
yaşıyordu. Ancak bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil kuşatma kırk
dört ay sürdü.
Gün geldi, çocuklar havasız renksiz sığınıklarda yaşamaktan bıktılar. Her ne
ka-
dar onları eğlendirmek için sığınıklarda şarkılı oyunlar düzenlense de,
çocuklar dışarıda koşmak, oynamak istiyordu.
Ve bir gün...
2 Ocak 1994.
Öğleüzeri...
Dışarıda kar yağdığını öğrenen altı çocuk, kızakla kaymak için sığınaktan
gizlice
çıktılar.
On üç yaşındaki Nermin, on iki yaşındaki Indira, on bir yaşındaki Daniel,
sekiz yaşındaki Mirza ve Admir ile beş yaşındaki Jasmina kaymaya başladılar.
Gülüyorlardı.
Birden silah sesleri duyuldu. Sığınıktaki anneler, silah sesleriyle dışarıya
fırladı. Kar, kan kırmızıya boyanmıştı. Altısı da ölmüştü. Altısı da
yıkanamadan, "karanlığa okunan ezanlardan" sonra toprağa verildi.
Evet...
Şişli'deki mütevazı ofiste o gün gözyaşlarımızı birbirimizden sakladık...
Komutan, o sıcak günlerde Saraybosna'da bir gece sabaha karşı nasıl
sandalyeye çöküp hüngür hüngür ağladığını anlattı:
"Yorucu bir çatışmadan çıkmıştık. Tan ağarmaya başlamıştı.
Bizimle çatışmalara giden kadınlar da vardı. Çoğu daha önce eline silah bile
almamıştı. Ama şimdi hepsi askerdi. Hepsini onar kişilik takımlara
bölmüştüm, hepsinin başına da içlerinden birini 'komutan' atadım.
Savaşa rağmen hayat devam ediyordu. Kahvaltı yapmaları için, Türkiye'den
gelen büyük bir kaşarpeynirini onlara verdim. Sevindiler.
Bir köşeye çekilip çayımı içerek dinlenmeye başladım; istemeden gözlerim
komutan kadına çevrildi. Kadın peyniri on parçaya değil, on bir parçaya
ayırdı. Hem merak ettim hem de biraz sinirlendim; on kişiydiler, ama o on
bir parçaya ayırmıştı peyniri. Böldüğü peynirleri tek tek dağıttı; kendisine
iki parça alınca, yerimden fırladım ve bağırmaya başladım. Hırsızlıktı bu.
Savaşta bunun cezası ölümdü.
Bağırmama, sözlerime kadınlar çok şaşırdı. Korktular. Yardımcım Bosnalı
asker olayı açıkladı:
Kadın on birinci parçayı mahallesindeki yatalak yaşlı bir kadın için
almıştı.
Ancak yatışmamıştım, çünkü Bosnalı kadının peynir götürdüğü ihtiyar kadın
Sırp'tı!
Üstelik, bu Sırp ihtiyar kadının oğlu, kendisini besleyen Bosnalı kadının
gelinini ve torununu öldürüp Çetniklerin yanına dağa kaçmıştı.
Savaşın gerginliğiyle ağzıma ne geldiyse söyledim; silahımı alıp dışarı
çıkacakken kadınlar yolumu kestiler. Peynirleri getirip önüme koydular.
Kadın, 'Komutan, sen nasıl Müslüman'sın! O ihtiyar komşumun ne suçu ne gü-
nahı var? O bir şey yapmadı ki, oğlu yaptı!' dedi.
Birden donakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyeye çöktüm, hüngür hüngür
ağladım..."
Bu acımasız savaşta topyekűn birilerine "iyi", birilerine "kötü" derseniz,
polis Vesna Doyuz'a haksızlık yaparsanız.
Vesna Sırp'tı. Ama savaşta Bosnalı Müslümanların safında yer aldı. 30
kişilik birliğiyle dağlarda Sırp Çentiklere karşı savaştı. Ve bir gün
yardımcısı Adnan'la birlikte şehit düştü. Mezarı Bayramiç'teki şehit
mezarlığındadır.
Bitmedi: Vesna öldüğünde oğlu Teo on yaşındaydı. Aradan yıllar geçti; Teo
Türkiye'de askeri okulda okudu.
Bugün üsteğmen rütbesinde Bosna-Hersek ordusunda görev yapıyor.
Arkadaşlarına babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatıyor...
Bosna-Hersek'te Müslümanların etnik bir soykırıma tabi tutulduğunu Türk
devleti biliyordu.
Biliyordu ama uluslararası sözleşmeler gereği diplomasi dışında pek "bir
şey" de yapamıyordu.
İşte bizim komutan etnik savaşın başladığı o ilk günlerde aklına "tüccar"
olmayı koydu. En iyi "pazar" da Saraybosna'ydı.
"Üniformasını çıkardı" ve Saraybosna'nın yolunu tuttu. Bosnalılara
"ticaretin inceliklerini" öğretti.
Görevi bitince, pardon "ticareti" bırakınca, tekrar üniformasına kavuştu. O,
isimsiz-mezarsız-idealist kahramanlardan sadece biriydi...
Dinciler...
Yandaşlar...
Taraftarlar...
Cemaatçiler...
Neoliberal tarihçiler...
Liberal faşistler
Söyler misiniz, Bosna'daki örtülü operasyon kirli midir? Nasıl
yabancılaşanız?
İnsanınıza, toprağınıza ve tarihinize... Ben birini tanıyorum...
Başı dönen bir neoliberalin hikâyesi
Doç. Dr. Halil Berktay, genel olarak Taraf gazetesinde kaleme aldığı
yazılarını, Weimar Türkiyesi adlı kitapta topladı.
Kitabı okuduğunuzda ilk dikkatinizi bir isim çekiyor: Doğu Perinçek! Nasıl
Hasan Cemal'in bir İlhan Selçuk saplantısı varsa, kitabı okurken Halil
Berktay'da da bir Doğu Perinçek kompleksi olduğu duygusuna kapılıyorsunuz.
Halil Berktay, eski yol arkadaşı hakkında yazmadığını bırakmıyor, (s. 15,
45, 48, 49, 50, 51, 83, 101, 102, 103, 104, 107, 109, 110, 118, 121, 122,
127,172)
Diyebilirsiniz ki "eleştiremez mi?" Tabii ki eleştirebilir de...
Doğu Perinçek'e ağır ithamlarda bulunurken, sanki o dönemde yanında kendisi
yokmuş gibi yazıyor.
Örneğin, "bu zat" dediği Doğu Perinçek'in "dergisinde" 1980'lerin ikinci
yarısın-
dan sonra PKK'ya övgüler dizildiğine dikkat çekerken (s. 15) sanki
kendisinin 2000'e
Doğru'nun yayın kurulu üyesi ve Ankara temsilcisi olduğunu unutmuşa
benziyor.
Sadece bu değil...
Örnek olaylar çok...
1968-1971 yılları arasında Proleter Devrimci Aydınlık dönüşümünün sorumlusu
olarak salt Perinçek'i görüyor, (s. 48-51) Okurken "Acaba Halil Berktay
hafıza kaybına
mı uğradı?" diye düşünmeden kendinizi alamıyorsunuz. "Akademi solculuğunu"
Ay-
dınlık hareketine sokup ABD'den (Yale Üniversitesi'nden) getirdiği "Sovyet
sosyal
emperyalizmi" teorisiyle hareketi bölen Halil Berktay (ve düşünsel yoldaşı
Şahin Al-
pay) değil miydi?
ABD'den Maocu Labour Party'nin ateşli ve dogmatik taraftarı olarak
Türkiye'de
dönen, H. Berktay değil miydi? 1969 Çin Komünist Partisi 9. kongresinde Lin
Biao tara-
fından sunulan raporu İngilizceden Türkçeye çevirip Sovyetler Birliği'ne en
ağır sözler-
le saldıran H. Berktay değil miydi? (Türkiye sosyalistlerini bölen ABD
destekli Maocu-
luk, araştırma konusu olmalıdır.) Peking Review'u elinden düşürmeyen H.
Berktay,
bugün dünü unutmuş gibi yazıyor; sanki orada değilmiş gibi kalem kıvraklığı
yapması
da ayrı bir hüneri galiba.
Bugün H. Berktay farklı bir siyasal kimlikle boy gösteriyor. Olabilir. Kimse
buna hiçbir şey diyemez. Ama çıkıp da özeleştiri yapmadan yaşananların tüm
sorumluluğunu başkasının üzerine atarak kurtulmak da hiçbir vicdana sığmaz.
Bitmedi...
H. Berktay kitabında, Perinçek'in TİİKP'sine de ağır sözler ediyor. TİİKP
savun-
masından, Mamak yargılamalarından alıntılar yapıyor. Bunları okuyan, H.
Berktay'ın
aynı örgütün önemli teorisyenlerinden biri olduğunu düşünemez bile. Niye
böyle ya-
pıyor acaba?
Bu arada...
Keşke o çocuksu idealleri yazarken bu kadar düşmanca bir tavır takınmasa.
Ne-
den küfreder gibi yazıyor anlamak zor. Bu sert üslubun, hoyratlığın sebebi
nedir? Kime
kızgın?
Mesela...
12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi, H. Berktay Aydınlıkçılara bir el-kitabı
yazıp dağıttı: Bir devrimci işkencede nasıl tavır almalıdır? (Poliste ve
İşkencede İhtilalci Tutum). "Gerekirse işkencede şerefiyle ölmesini
bilmelidir" diye yazdı.
Sonra darbe oldu; H. Berktay gözaltına alındı ve örgüt hakkında polise en
çok bilgiyi o verdi.
Poliste çözüldüğü için Perinçek ve arkadaşları H. Berktay'ı örgütten
kovdular.
İnsan düşünmeden edemiyor; acaba H. Berktay bugün o günlerin intikamını mı
alıyor?
H. Berktay bugün darbe düşmanı olarak görülüyor. Ne güzel. Peki ya dün?
Proleter Devrimci Aydınlık'ın 12 Mart darbesini doğru dürüst analiz edemeyip
insanları yanıltan ve hata yapmasına yol açan yazılarını kim kaleme aldı?
12 Eylül darbesine nasıl baktığını da yazacağız. Ama önce 1970'lerde neler
yap-
tığına bakalım...
H. Berktay örgütten atıldıktan sonra ne olduysa oldu, yine Doğu Perinçek'in
sağ kolu ve örgütün teorisyeni oldu.
Bugün eleştirdiği siyasal kararların hepsinin altında imzası vardı.
1975 yılından itibaren çıkan Aydınlık dergi ve gazeteleri arşivlerde hâlâ
duru-
yor.
"Bilim Kurulu"nda neler yaptığını kendisi unutmuş olabilir, ama tarih
unutmuyor işte.
Aynı bugün gibi o gün de çok sertti. Aşağılayıcı bir dili vardı.
Militandı; partideki liberal sağcılaşmaya karşı "ideolojik
sağlamlaştırma"nın önde gelen isimlerinden biriydi.
1970'li yılların sonunda Sovyet sosyal emperyalizmi teorisini o kadar
abarttı ki,
Sovyetler Birliği'nin Türkiye'yi yıkma planlarına karşı, ABD'yi ittifak
yapılacak ülke ola-
rak gördü.
Tarih, 1 Mart 1979.
Aydınlık'ta H. Berktay bakın ne yazdı:
"İşte aynen Hitlerinki gibi bir faşist devlet olan bugünkü Sovyetler Birliği
de, si-
yasi taarruzunu durdurabilecek bu barış kuşatması karşısında bu yüzden
telaşa kapıl-
mıştır."
"Barış kuşatması" ABD ile ittifakın adıydı! Bu nedenledir ki...
Parti içinde "askeri cunta halkın düşmanıdır ve doğrudan hedef alınmalıdır"
karar tasarısını reddedip 12 Eylülcülerle uzlaşma arayan teslimiyetçilerin
başında H. Berktay geliyordu.
İşte iki darbe ve işte H. Berktay'ın siyasi duruşları... Devam edelim...
ABD'nin planladığı 12 Eylül 1980 askeri darbesinden H. Berktay ucuz
kurtuldu.
Örgütün Ufuklar, Saçak dergilerinde yazılar kaleme aldı, Kaynak
Yayınları'nın
kurucuları arasında yer aldı.
Bu yayın organlarında, 12 Eylül'den sonra ortaya çıkan "sivil toplum"culuğa
karşı zehir zemberek yazılar yazdı.
Teorik eleştiriler getirdiği Murat Belge'yi yerden yere vurdu. (İlginçtir;
H.
Berktay, M. Belge için dün nasıl yergide ağır yazıyorsa, bugün de övgüde o
derece abartılı bir dil kullanıyor.)
H. Berktay'ın dönüşleri yazmakla bitmez.
1980'den sonra Aydınlık hareketi içinde yükselmeye başlayan anti-Stalinist
söylemlere karşı çıkan isimlerden biri de yine Berktay'dı...
Ancak aynı H. Berktay bir iki yıl sonra yine çark etti. Eskiden Hitler
rejimine
benzettiği Sovyetler Birliği'nin şimdi sosyalist ilan edilmesi gerektiğini
söylemeye baş-
ladı.
(H. Berktay'ın yeni siyasal çizgisinin mimarı, Pravda'nın Türkiye temsilcisi
Andrey Stepanov'du. Bu görüşmeler üzerine H. Berktay birden Sovyetler
Birliği'nin sosyalist olduğuna ikna oluvermişti!)
Şaşırdınız mı?
Şaşırmayınız...
Aslında H. Berktay budur.
H. Berktay sınıfın çalışkan çocuğu gibidir. Okur ve bilgi sahibi olur. Ama
olguyubilgiyi analiz edemez; teorik olarak ezbercidir. Okuduğunu sadece
aktarır. Yani tercüme odasında yetişmiş "Tanzimat aydını"na benzer.
Evet, sohbet ederseniz veya dersine girerseniz bilgisiyle sizi kendine
hayran bırakır, ama o bilgiyi teorik inşada kullanamaz.
Berktay, esas olarak yabancı hayranıdır. Dün de, bugün de... Fikirlerini
söyler-
ken verdiği en ufak örneği bile bir yabancı referansa dayandırmayı olmazsa
olmaz hale
getirmiştir.
Aslında ne okursa, kendinden bilgili kimle görüşürse onun gölgesi olur.
Bu kadar zikzağın, yalpalamanın başka bir açıklaması olabilir mi? Diğer
yanda...
H. Berktay'ın bugünlerde herkese yaptığı gibi, biz de ona "ajan" mı
diyeceğiz? "Objektif ajan!" Neyse...
1980'li yılların sonunda Gorbaçov'un ateşli bir taraftan haline gelen H.
Berktay, Sovyetler Birliği yıkılınca yine çark etti.
Yeni siyasal kavramları "özgürlük" ve "demokrasi"ydi.
Önce kendisine Sosyalist Parti genel başkanlığını öneren Aydınlık
hareketinden
koptu. Aslında kariyeristti, ama rüzgârın döndüğünü hissedip korktu.
(Kendisi kitabın-
da, 1980'lerin sonunda birleşik demokratik bir sol partinin kurulamamasını
kaçan bir
şans olarak görüyor *s. 103+ Adama demezler mi, genel başkan/lider olup
becerebil-
seydin o zaman! Hayır, H. Berktay ve benzeri böyledir; hep şikâyet ederler.)
Aydınlık hareketinden kopunca Sosyalist Birlik dergisini çıkardı.
Yeni bir parti kuruluşu için çalıştı; Türkiye Birleşik Komünist Partisi'ne
yakınlaş-
tı.
Bunların hepsini "yaparmış" gibi yaptı. Çünkü...
H. Berktay aslında artık kendi yolunu kendi çizmek istiyordu. Çoktandır
dostla-
rına dert yanıyordu: Siyasetle ilgilenmek istemiyor, üniversitede hocalık
yapmak isti-
yordu. Önce yeni yaşam tarzını istedi, sonra ona uygun bir teorik inşaya
girişti. "Kişisel
kurtuluşu" için kendini "tarih çalışmalarına" adadı. ABD'ye (Harvard),
İngiltere’ye
(Birmingham) gitti.
Tarihe bakışını, tarih anlayışını tamamen değiştirdi. Eski kitaplarını,
çevirilerini
yaktı.
Sonra gelip Sabancı Üniversitesi'nde "hocalık" yaptı. "Komünizmi Hatırlamak"
başlıklı ders verdi.
Bu savrulma sırasında siyasi tartışmalara girmedi; yıllarca sustu.
Sonra birdenbire Ergenekon soruşturmasıyla birlikte suskunluğunu bozdu.
Tarafta, sert yazılar kaleme almaya başladı.
Neler yazmadı ki... (Kitaptan):
- Ulusalcıların dili basmakalıptı ve Nazilere benziyordu, (s. 17)
- Ulusal-devrimcilik, İtalyan ve Alman faşizmiyle aynıydı, (s. 85)
- Ulusalcılar faşistti, (s. 121)
- Marx ve Engels demokrasi üzerine pek kafa yormadıkları için çok teorik
hatalar yapmışlardı, (s. 86)
- Amerika Türkiye'de pek bilinmiyordu aslında; övülecek bir ülkeydi, (s.
117)
- Bugün Türkiye'de en donmuş, en muhafazakâr düşünce Kemalizm'di, (s. 127)
- Ermeni tehciri değil Ermeni soykırımı yapılmıştı, (s. 129)
- Türkiye'de politik islam hırçın bir umutsuzluk ve çıkışsızlıktan
doğmamıştı; sosyal temeli yoksullaşma, işsizleşme ve lümpenleşme değildi;
aksine Avrupa'yla bağları içinde büyüyen bir sermaye birikimine dayanıyordu;
İslamcılar ne şeriat ne de dış dünyadan kopuş istiyordu, (s. 134)
- CHP çökmüş bir partiydi, ideolojik olarak iflas etmişti; aldığı yüzde 20
oy da bunu gösteriyordu, (s. 137)
- Antiemperyalizm bir aldatmacaydı. (s. 182)
- Nâzım Hikmet'i, kişi ve önder olarak Mustafa Kemal'i yücelttiği, Kurtuluş
Savaşı'nı idealize ettiği ve son şiirleri dağınık olduğu için eleştiriyordu,
(s. 200)
- Yeni safını şöyle belirliyordu: Ulusalcılığa karşı çıkan AKP'nin yanı, (s.
125) Bu arada...
Görüşlerine karşı çıkanlara, "kerameti kendinden menkul jeostrateji
uzmanları" diyordu.
Ne güzel değil mi? Bunu yazarken geçmişte neler yazdığını insan hiç mi
aklına getirmez?
Son bir alıntı daha yapalım:
"Türkiye'de şu son beş yılın ulusalcılık çılgınlığı aşıldığında, kimler
hiçbir rezillik yapmamış gibi davranacak, kimler bir nebze olsun utanacak?"
(s. 24)
Şimdi siz böyle yazan birine ne yanıt verirsiniz?..
Halil Berktay hiç mi aynaya bakmıyor acaba?
Döneklik, kişilik zafiyetine mi yol açıyor?
Bu kadar yalpalamış birinin hâlâ kendinden, yazdıklarından, söylediklerinden
emin olmasını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Sanırım bu psikiyatrinin alana
giriyor...
Tarihimizde, Halil Berktay gibi başka isimler de oldu...
Üniversitenin tokadı
Tarih, 29 Mart 1922.
Yer, İstanbul.
Darülfünun (üniversite) konferans salonunda, "Fuzuli ve Mülahazat-ı
(düşüncesinin) Felsefiyesi" konulu panel yapılıyordu.
Kürsüde konuşan Rıza Tevfik, "Fuzuli Türk değildir, İranlıdır" deyince ön
sırada oturan yazar Süleyman Nazif ayağa fırladı. "Hatip Bey yanılıyorsunuz,
Fuzuli Türk'tür, Azeri Türkü'dür."
Müdahaleye Rıza Tevfik sinirlendi. "Siz yanılıyorsunuz, Türk değildir.
Ayrıca hem Türk olsa ne çıkar? Fuzuli'yi aranıza almakla ne kazanacaksınız?
İmamıazam da Türk değildir. Bugün İstanbul'da rahat oturabiliyorsanız bunu
büyük devletlerin islam âlemine karşı olan saygısına borçlusunuz."
Sözler salonu karıştırdı. Öğrenciler ile sarıklı dinleyiciler birbirine
girdi. Rıza Tevfik kaçtı.
Rıza Tevfık'in sözleri aslında yeni değildi; üniversitedeki derslerinde
sürekli tekrarlıyordu.
Ayrıca Peyom-ı Sabah gazetesinde de yazıyordu.
O gün öğrencilerin tepkisi bu birikimler sonucuydu...
Ertesi gün...
Öğrenciler coğrafya darülmesaisinde toplantı yaptı. Tartışmalardan sonra
üniversite yönetimine sunulmak üzere bildiri hazırlandı.
Peyam-ı Sabah'ta yazan ve aynı zamanda üniversitede hocalık yapan gazeteci
Ali Kemal, Yazar Cenab Şahabeddin, Feylesof Rıza Tevfik ile öğretim üyeleri
Hüseyin
Daniş ile Barsamyan Efendinin istifası istendi. Aksi takdirde dersler boykot
edilecekti.
Bildiri Edebiyat Fakültesi Dekanı İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey'e verildi.
Ayrıca, okul çevresindeki ağaçlara, duvarlara ve tramvay direklerine de
yapıştırıldı...
Rıza Tevfik Peyam-ı Sabah'ta., "Beni istemeyene ben de hiç ders vermem!"
diye yanıt yazdı ve istifa ettiğini açıkladı.
Onu, derslerinde Türkler için hep "çapulcular" diyen Hüseyin Daniş takip
etti.
Bu arada acil toplanan fakülte kurulu bu iki istifayı kabul etti. Barsamyan
hak-
kında soruşturma açılmasına karar verdi. Ali Kemal ve Cenab Şahabeddin'in
görevlerine devam etmesi kararlaştırdı.
Barsamyan hakkında soruşturma açılmak istenmesi, Ermeniler konusunda hassas
olan işgalci İngilizleri kızdırdı.
Öğrenciler üniversite kararından memnun olmadılar, "ithamname" hazırlayarak,
Türklüğe hakareti asla kabul edemeyeceklerini açıkladılar.
Edebiyat fakültesi öğrencilerine diğer bölümlerden destek geldi. Tıp, fen,
hukuk
fakülteleri öğrencileri de boykota başladı. Ayrıca, Ticaret Mektebi, Ziraat
Mektebi, Baytar Mektebi, Orman Mektebi, Eczacı ve Dişçi Mektepleri, Mektebi
Mülkiye, Ticareti Bahriye Mektebi öğrencileri eyleme katıldılar.
Olay büyüyordu...
Ali Kemal öğrencileri "yardakçılar", "baldırı çıplaklar"; onları destekleyen
gazeteleri ise "lahana yaprakları" diye sürekli aşağıladı.
İstanbul basını da ikiye bölündü. İstanbul Hükümetini tutan gazeteler
istifası istenen isimlerin yanında yer alırken, ulusal kurtuluş savaşını
destekleyenler öğrencilerin yanında saf tuttu.
Üniversite rektörü Besim Ömer Paşa ne yapacağını bilemez haldeydi.
İmdadına Maarif Nazırı Said Paşa yetişti. 12 Nisan itibariyle üniversiteleri
geçici olarak kapattı.
Öğrenciler boykotun daha örgütlü uygulanabilmesi için "Darülfünun ve Mektebi
Âliye Cemiyeti'ni kurdular. "Onların General Harrington'ları varsa, bizim de
Mustafa Kemalimiz var" diyorlardı.
Üniversite yönetimine sürekli dilekçe veriyor, beş kişi hakkında sürekli
ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonunda üniversite yönetimini "İthamnamedeki
iddiaları incelemek üzere bir komisyon kurdu. Suçlanan hocalardan savunma
istedi. Hüseyin Daniş bu teklife yanıt bile vermedi. Rıza Tevfik ve Cenab
Şahabeddin savunma yapmayacaklarını açıkladılar. Ali Kemal ve Barsamyan ise
üç gün süre istediler.
Komisyon 22 Nisan günü Zeynep Hanım Konağında toplantı. Önce öğrenci
temsilcileri dinlendi.
Komisyon raporunu Darülfünun Divanı'na gönderdi. Onlar da topu edebiyat
fakültesi yönetimine altılar. İşler iyiden iyiye sarpa sarmıştı.
Mesele aslında İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümeti'nin çekişmesiydi...
Maarif Nazırı Said Bey, öğrencilere ve dolayısıyla Ankara'ya boyun eğmemek
için okulların 20 Mayısta açılacağını duyurdu.
Öğrenciler hemen Sultanahmet'te "Akademi" adını verdikleri bahçeli kahvede
toplandılar.
Boykot devam edecekti ve ayrıca...
Başta beş hocaya destek veren Fuat (Köprülü) Hoca olmak üzere kendilerini
desteklemeyenleri çürük yumurta yağmuruna tuttular.
Ali Kemal Babıâli'de Peyam-ı Sabah gazetesi önünde ve Cenab Şahabeddin de
Bakırköy'deki evinden çıkarken yumurtadan nasibini aldı.
Öğrencilerin kararlı olduğunu gören üniversite, tüzüğünde değişiklik yaptı.
Yetki kargaşasına son verdi. Kararı Darülfünun Divanı verecekti. Verdi de:
Beş öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı.
İstenmeyen hocalardan boşalan kürsülere fahri olarak (maaşsız) yeni öğretim
üyeleri getirildi:
Ali Kemal'den boşalan Avrupa ve Osmanlı devleti münasebetleri dersine Ali
Reşad Bey; Cenab Şahabeddin'den boşalan Türk edebiyatı tarihi dersine Yalıya
Kemal;
Rıza Tevfik'ten boşalan metafizik dersine Ahmed Namı ve estetik dersine
İsmail Hakkı;
Hüseyin Daniş'ten boşalan İran edebiyatı dersine Veled Çelebi; Barsamyan'ın,
Batı
edebiyatı kürsüsüyle birleştirilen İngiliz edebiyatı dersine de Şerif Bey
getirildi.
25 ağustos günü dersler yeniden başladı.
Bir gün sonra...
Türk ordusu taarruza başladı.
Öğrenciler de kazandı; liderleri Mustafa Kemal de... Kaybeden liberal
öğretim üyeleri oldu...
Bugünün dünden farkı yok.
Aynı pervasız konuşmalar yine yapılıyor. Yine aynı yalanlar dile
getiriliyor.
Tarihimizi yok etmek istiyorlar. Aynı Hrant Dirik olayında olduğu gibi..
Utanmadan Hrant Dink'i farklı tanıtmaya çalışıyorlar...
Hrant Dink'in katillerini kim saklıyor?
Serdar Akinan 23 Ocak 2009'da Akşam gazetesinde yazdı:
(...) Liberal aydın tayfasının halini ise hiç düşünmek bile istemiyorum. Bu
libe-
ral aydınlardan bir ricam var... Şayet gerçekten namuslu iseniz gelin Hrant
için bir şey
yapalım.
Hrant'ın gerçek katillerini bulmak, bence tek gerçek ortak hedefimiz olmalı.
Başbakanın imzaladığı Emniyet Genel Müdürü Ramazan Akyürek hakkındaki
soruşturma izninin, gelin takipçisi olalım.
Bu soruşturma izninin nereye varacağım, arka planında ne olduğunu bilen
bili-
yor.
Hrant'ın gerçek katilleri bu soruşturmanın sonundaki tünelde saklıdır. Hadi
bir parça samimiyseniz bu soruşturmanın ne olduğunu, hangi aşamada olduğunu
köşelerinizde ısrarla dillendirin. Takipçisi olun.
Cemaatin bu soruşturmayı neden manşete çekip takipçisi olmadığım düşünün.
Cemaat artık beni endişelendirmiyor. Onlar için artık sadece endişe duyuyo-
rum...
Hrant Dink cinayetini neoliberaller bilerek saptırıyor.
Ne kendileri ne de cemaatin yayın organları, suikastta polisin ağır kusurunu
görüyor.
Hepsinden önemlisi Hrant Dink'i kendileri gibi gösteriyorlar. Ne alakası
var?
İşte Dink'in 1 Haziran 2004'te yazdığı "Andıran Günler" makalesinden
başlıklı
bir alıntı:
Yüz yıl önce Ermeniler bekliyordu İngiliz-Fransız ittifakını... Şimdi
Kürtler bekliyor Amerikan-İngiliz ittifakını...
Osmanlı topraklarında yüzyıl önce oynanan oyun bu kez Irak topraklarında
sahneleniyor.
Hiçbir emperyalist ülke, bir milletin kara kaşı kara gözü için onu
kurtarmaya gitmez. O önce kendi çıkarını düşünür, işine geldiğinde de anında
satar, arkasına bile bakmadan çeker gider.
Nitekim, yüz yıl önceki o beklentiler, o umutlar Ermeniler açısından tam bir
hüsranla sonuçlandı işte. Beklentinin gerçekleşmemesi bir yana, varlığını o
zamana dek belli bir millet sistematiği içerisinde sürdürebilen Ermeni
halkının büyük bölümü yok edildi, bir milletin kökünün kazınmasına vesile
olundu. Koca halkın Anadolu üzerindeki tüm izlerinin silinmesine kapı
aralandı.
İyisi mi sen gel ey Kürt kardeşim...
Sen gel şu işi bir bilene sor. Şu Ermeni kardeşinin bilirkişiliğine güven.
Böylesi savaş ortamlarına güvenme...
Bil ki bu savaş ortamları zalimlerin nezdinde bitirilmemiş hesapların da
kökten çözüme kavuşturulduğu tuzak fırsatlardır. Bu tuzağa düşme.
Peki bu sözleri söyleyen/yazan biriyle neoliberaller nasıl aynı safta olur.
Olamaz. Bugünün "demokrasi sevdalıları" CIA patentli ılımlı İslamcıdır,
Büyük Ortadoğu Projesi sevdalısıdır.
Hrant Dink emperyalizm karşısında hep Türkiye'den yana oldu.
"Bugünün demokrasi sevdalıları" gibi soykırım için Türkiye adına özür
dilemeye kalkmak bir yana, Ermeni tehcirinin Türkiye'nin bir iç sorunu
olduğunu söyledi, Amerikalardan, Fransalardan gelecek çözüme hep karşı
çıktı.
Hrant Dink tüm insanların insanca yaşamasını savundu. Ermeni düşmanlığıyla,
Kürt düşmanlığıyla, Yahudi düşmanlığıyla savaştı. Ama hiçbir zaman Büyük
Ortadoğu sevdalısı olmadı.
Şunu bilen azdır: Rıfat Bali, Musa'nın Evlatları, Cumhuriyet'in Yurttaşları
kitabındaki "Bir Diğer Düşman: Dönmeler" adlı yazısında, Hrant Dink'in
Ermeni tehcirinden Sabetayistleri ve Yahudi sermayesini sorumlu tuttuğunu
yazar:
Tuhaf bir tesadüftür ki, hem İslamcı basın hem de Ermeni basını soykırımın
so-
rumluluğunu Dönmelerin sırtına yüklemektedir: Agos örneği ilginçtir.
Gazetenin genel
yayın yönetmeni Hrant Dink, Agos'un 1996 yılında Türkçe yayın yapmaya
başlamasıyla
ve Dink'in Türk basınıyla kurduğu iyi ilişkiler sayesinde, Türkiye'deki
Ermeni cemaati-
nin gayriresmi sözcüsü durumuna yükselmiştir. Dink ayrıca zaman zaman
soykırımın
Dönmelerce -başka deyişle Yahudilerce- gerçekleştirildiğini de ima etmiştir.
Rıfat Bali, Dink'in bu sözleri için, 20 Ekim 2000 tarihli Agos gazetesinde
çıkan "Gerçek Maskaralık" yazısını kaynak gösteriyor.
Dink'in bu görüşlerini, Aydoğan Vatandaş'ın Asala Operasyonları Aslında Ne
Oldu? adlı kitabında Dink'le yapılmış bir röportajda da buluyoruz.
Hrant Dink'in katledilmesiyle Ergenekon Davası arasında bağ kurmaya çalışıp
duran, böylelikle Cumhuriyet'i savunanlara en çirkin iftiralardan birini
daha atma peşinde koşan liberaller gerçeği çarpıtıyorlar.
Kandırıyorlar herkesi; salt Ermeni olmak, hatta Dink'i yakından tanımak,
katli karşısında haklı olarak dehşete kapılmak, kimseye Hrant Dink'in
mirasını sahiplenme hakkını vermez.
Agos gazetesinin genel yayın yönetmenliğine sosyalist Hrant Dink'in yerine
liberal Etyen Mahçupyan'ın geçmesi, bir miras devralma değil, bir
"darbedir."
Bu "atama" Ermeni cemaatinin içindeki Türkiye bağımsızlığını savunan, eşit-
likçi ve antiemperyalist sesin susturulması ve yerine "demokrasi maskeli"
İkinci Cumhuriyetçilerin geçirilmesidir.
Hrant'ın sağlığında Agos'un kapısından giremeyenler bugün "Hrantçı"
gözükerek göz boyuyorlar.
Bunu saklamıyorlar da...
Yurtdışından yayın yapan Diaspora Kürtlerinin yazarlık yaptığı
kurdistan-post si-
tesinden Hülya Yetişen, Etyan Mahçupyan'la bir röportaj yaptı.
Mahçupyan, Agos'ta Hrant Dink'in ölümünden sonra bir çizgi değişikliği oldu-
ğunu gizlemedi. Dink döneminde Ermeni cemaatinin kendisini ifade ettiği bir
yayın
organı olan Agos'un, kendisiyle beraber Türkiye siyasetini Ermeni cemaatine
taşıyan
bir gazete olduğunu ve gazetenin Ermeni cemaatine mesafeli olduğunu şu
sözlerle
anlattı:
Türkiye'nin siyasetini Ermeni cemaatine taşımak gibi bir kaygımız var.
Ayrıca Ermenilerin de o siyasetin bir parçası olduğunu söylemeye
çalışıyoruz. Şimdi gazetenin misyonu aslında o. Hrant Dink döneminde daha
çok cemaat sözcülüğü yapıyordu Agos. Şimdi ise gazeteciyiz. Daha mesafeliyiz
Ermeni cemaatine!
Peki Mahçupyan'ın Ermenilere taşıdığını söylediği Türkiye siyaseti neydi?
Çok açık değil mi? Taraf gazetesinde yazıyor olması bile bunu göstermiyor
mu?
Şaka gibi bir de gittiler Uluslararası Hrant Dink Ödülü'nü kime verdiler
dersiniz?
Uluslararası Hrant Dink Ödülü'nün ilki Taraf gazetesi yazan Alper Görmüş ve
İs-
railli Gazeteci Amira Hass'a verildi.
Amira Hass'ın aldığı ödül anlaşılabilir. Hass, yıllardır Gazze'de ve Batı
Şeria'da yaşıyor. Buradan Haaretz'e yazılar yazıyor. İsrail'in Filistin
politikasını eleştiriyor. Bunu yaparken de posta kutusuna düşen belgeleri
yayımlamıyor, gerçekten gazeteci gibi haberin ve hayatın içinde bulunuyor.
Diğer isim Taraftan Alper Görmüş... Niye bu isim?
Utah'tan gönderildiği artık bilinen darbe günlüklerini -ki bu günlüklerin
varlığı
halen tartışılıyor- yayımlamanın ötesinde yaptığı önemli bir gazetecilik
hatırlıyor mu-
sunuz?
Peki, daha önemli bir soru soralım...
Her gün Ergenekon hakkında bir dizi istihbari haber yapan Taraf gazetesi
neden Hrant Dink cinayetinin üstüne gitmiyor? İstihbarat meselelerine
meraklı, emniyette haber kaynakları olan bu gazete, cinayette hangi
görevlilerin ihmali olduğunu neden yazmıyor? Cinayette parmağı olduğu
söylenen bir cemaatin emniyetteki önemli ilişkilerini neden gündeme
getirmiyor?
Emniyete istihbarat veren Erhan Tuncel'in emniyetteki ilişkilerini neden
araş-
tırmıyor? Tuncel'in, Dink cinayeti öncesi yaptıklarının üzerine neden
gitmiyor? Tuncel
cinayeti önceden haber verdiği halde, emniyetin neden cinayeti seyrettiğini
irdele-
miyor?
Emniyetten Tarafa neden hiç bunları aydınlığa kavuşturacak belge sızmıyor?
Kısacası Taraf Hrant Dink cinayetinin üzerine gitmediği gibi cinayeti
sulandıran bir dizi haber yaptı.
Evet, Alper Görmüş Hrant Dink cinayetiyle ilgili ne yaptı? Ne yazdı? Nasıl
bir riske girdi?
Koskocaman bir sıfır...
Peki, bir soru daha...
Nedim Şener'i bilir misiniz?
Gazeteci Şener, Dink Cinayeti Ve İstihbarat Yalanları isimli bir kitap
yazdı. Emniyet belgelerinde cinayetin şifrelerini adım adım çözdü. Yandaş
medyanın asparagasları bu kitapla açığa kavuştu.
Böyle bir çalışma Dink'in hatırasına en güzel hediye değil mi? Peki ne oldu
dersiniz?
Emniyet Nedim Şener'den davacı oldu.
Hrant Dink'in katillerine yirmi yıl hapis cezası istenirken, Şener yirmi
sekiz yıl hapis cezasıyla yargılandı.
Hrant Dink anısına verilen gazetecilik ödülü ise Türkiye'nin bir köyünde
emeklilik günlerini geçiren ve Dink cinayetini aydınlatmak için hiçbir şey
yapmayan Alper Görmüş'e verildi.
Ödül töreninde kimler var? Ufuk Uras, Oral Çalışlar, Zafer Üskül, Egemen
Bağış, Akın Birdal, Lale Mansur...
Ödülü veren ise Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu...
Yazık! Dink ailesi de seyirci. Hayatını faşizme karşı mücadeleye adamış
devrimci
Hrant Dink'in ödülünün faşist bir liberale verilmesine nasıl karşı
koymazlar? Liberal
faşistler "özgürlük", "demokrasi" sözleriyle Dink ailesinin de gözlerini
boyayarak hip-
notize etti?..