İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?
Prof. Dr.
Michael Shermer
Eğer sâdece kuşkucu olursanız o zaman hiçbir yeni düşünce size ulaşamaz.
Yeni hiçbir şeyi öğrenmezsiniz. Saçmalığın dünyaya hâkim olduğuna inanan
huysuz bir ihtiyar haline gelirsiniz. (Kuşkusuz sizi destekleyen çok veri
vardır.)
Öte yandan, saflık noktasında açık olursanız ve içinizde bir nebze bile
kuşkuculuk olmazsa o zaman yararlı düşünceleri yararsız olanlardan ayırt
edemezsiniz. Eğer tüm düşünceler eşit derecede geçerli olsaydı o zaman
kaybolurdunuz çünkü o zaman bana öyle geliyor ki hiçbir düşünce artık hiçbir
geçerliliğe sâhip olmazdı.
Carl Sagan, “Kuşkuculuğun Yükü”, Pasadena Konferansı, 1987
ÖNSÖZ: KUŞKUCULUĞUN OLUMLU GÜCÜ-STEPHEN JAY GOULD
Sâdece iki olası kaçış bizi karanlık gizil güçlerimizin düzenli
kargaşasından kurtarabilir.
Ahlâkî terbiye gerekli maddelerden birini sağlar ama bu yeterli değildir.
İkinci temel, aklımızın mantıklı tarafından gelmelidir.
Çünkü hem doğanın gerçekliğini keşfetmek ve kabul etmek hem de böyle bir
bilginin gerektirdiği etkili insan davranışı için mantıklı olan anlamı
izlemek amacıyla şiddetli bir şekilde insan aklını kullanmazsak,
mantıksızlığın korkutucu güçleri, romantizm, uzlaşmayan “doğru” inanç ve
açık bir şekilde gürültücü hareketin sonucu olan kaçınılmazlık karşısında
kaybederiz. Akıl, sâdece özümüzün büyük bir parçası değildir; akıl aynı
zamanda, daima gerekli gibi görünen duygusalcılıkla hüküm süren, tehlikeli
ve sert kitle hareketinden potansiyel olarak kurtuluşumuzdur.
Kuşkuculuk, düzenli mantıksızlığa karşı aklın temsilcisidir ve bu yüzden
insanın toplumsal ve kentsel terbiyesinin anahtarlarından biridir.
Amerika’nın önde gelen kuşkucu örgütlerinden birinin başkanı ve aklın bu
işlemsel biçiminin hizmetinde güçlü bir eylemci ve denemeci olan Michael
Shermer, Amerikan toplum yaşamında önemli önemli bir kişidir. Onun
yöntemleri, deneyimleri ve mantıksız inancın çekici yönleri konusundaki
analizleriyle ilgili olan bu kitap, kuşkuculuğun gereksinmeleri ve
başarıları için önemli bir bakış açısı sağlamaktadır.
Kuşkuculuk konusundaki kötü eleştiriler, eylem ne kadar gerekli olursa olsun
bunun sâdece sahte iddiaların olumsuz bir şekilde kaldırılması olarak kabul
edilebileceği izleniminden kaynaklanmaktadır. Bu kitabın çok iyi bir şekilde
gösterdiği gibi öyle değildir.
“İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?” ilk yayınlandığından bu yana en
ilginç gelişmelerden biri, “Yeni Yaratılışçılık” diyebileceğimiz bir şeyin
yükselişidir.
Yeni yaratışçılık iki bölüm halinde gelmektedir.
1. Akıllı Tasarım Yaratılışçılığı: Yaşamın “sadeleştirilemeyen
karmaşıklığının” onun akıllı bir tasarımcı, yâni Tanrı tarafından
yaratıldığını gösterdiğine inandıkları için, tutucu dinî haklar konusunda
düşünceler ileri sürerler.
2. Kavramsal Davranışçı Yaratılışçılık: Evrim teorisinin, insan düşünce ve
davranışına uygulanamayacağı ya da uygulanmaması gerektiğine inandıkları
için liberal, çok kültürlü sol konusunda düşünceler ileri sürerler.
Akıllı insanlar saçma şeylere inanır çünkü onlar akıllı olmayan nedenlerle
vardıkları inançları savunmakta yeteneklidirler.
İnsanlar, günlük yaşamın gelişigüzel görünen olaylarının arkasında derin bir
anlam arayan, kalıp arayan, öykü anlatan hayvanlardır. Bu kitabın bâzı ufak
yönlerde, bize anlamlı öyküler ve kalıplar olarak sunulan, genellikle kafa
karıştırıcı olan iddia ve inanç dizileri içinde bir yol bulmanıza yardım
etmesini ümit ediyorum.
Altadena, California
Aralık, 2001
GİRİŞ
Bâzı insanlar kuşkuculuğun, yeni düşüncelerin reddedilmesi olduğuna
inanırlar ya da daha kötüsü kuşkucu ile siniği karıştırırlar ve kuşkucuların
var olan durumu tehdit eden herhangi bir tehdit eden herhangi bir iddiayı
kabul etmekte isteksiz olan bir avuç huysuz kişi olduğunu düşünürler. Bu
yanlıştır. Kuşkuculuk, iddialara geçici bir yaklaşımdır. Kuşkuculuk bir
yöntemdir, bir durum değildir. İdeal olarak,kuşkucular bir olgunun gerçek
olabileceği ya da bir iddianın doğru olabileceği olasılığına kapalı olan bir
araştırmaya girmezler.
Bölümlerin bir çoğu, orijinalleri Skeptic dergisinde yayınlanan, benim
düzelttiğim denemeler olarak başlıyordu. O zaman kuşkucu okuyucular,
mantıklı olarak düzeltmeni kimin düzelttiğini sorabilirler. Kuşkucudan kim
kuşkulanır?
1958 yılındaki “Fizik Bilimlerinin Felsefesi” adlı baş eserinde, fizikçi ve
astronom Sir Arthur Stanley Eddington, bilim adamları tarafından yapılan
gözlemler hakkında, “Quis custodiet ipsos custodes? – gözlemcileri kim
gözlemleyecektir?” diye sormaktadır. Eddington, “Epistemolojist” diye cevap
vermektedir. “Gerçekte çoğunlukla gözlemlediklerini görmek için onları
seyreder. Onların süreçlerini ve görevlerine getirdikleri teçhizatın başlıca
kısıtlamalarını inceler ve böyle yaparak elde ettikleri sonuçların uymak
zorunda kaldığı kısıtlamalardan önceden haberdar olur. Bugün gözlemcileri
gözleyenler, kuşkuculardır. Ama kuşkucuları kim gözlemleyecektir? Siz.
Öyleyse bunu yapın ve eğlenin.
BÖLÜM 1, BİLİM VE KUŞKUCULUK
Bilim, deneyim, çaba ve mantığın geçerli olduğu kanaati üzerine; büyü,
ümidin başarabileceği, isteğin aldatamayacağı inancı üzerine kurulmuştur.
Branislaw
DÜŞÜNDÜĞÜM İÇİN BÖYLEYİM
Bir Kuşkucunun Bildirgesi
Çocuklar küçük yaşta çok az kuşkuculuk gösterseler de, onları ilgilendiren
her şey hakkında soru soran bilgi bağımlılarıdırlar. Pek çoğu, kuşkuculuk ve
saflık arasında ayrım yapmayı hiç öğrenmez. Benim öğrenmem uzun zaman aldı.
Kuşkuculuğun tarihi 2500 yıl önceye, eski Yunan’a ve Plato’nun Akademisi’ne
kadar gider. Ama Socrates’in, “Bütün bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir”
şeklindeki nükteli sözü, bizi bu noktaya getirmez. Modern kuşkuculuk, Martin
Gardner’ın 1952 yılı klasiği “Bilim Adına Hevesler ve Hileler” adlı eseriyle
başlayarak bilim temelli bir harekete dönüşmüştür.
Modern kuşkuculuk, doğal olgular için yapılan doğal açıklamaları test etmek
için veri toplamayı içeren bilimsel yöntemin içinde somutlaşır. Bir iddia,
geçici bir uzlaşma önermenin mantıklı olacağı düzeye kadar onaylandığı zaman
olaylara dayalı hale gelir. Ama bilimdeki tüm olaylar geçicidir ve meydan
okumaya açıktır; bu yüzden kuşkuculuk, geçici sonuçlara yönlendiren bir
yöntemdir. Kuşkuculuğun anahtarı, sürekli ve gayretli bir şekilde bilimin
yöntemlerini uygulayarak, “bir şey bilmeme” kuşkuculuğu ve “her şey olur”
saflığı arasındaki güvenilmez boğazlarda yol göstermektedir.
Her şeyden kuşkulanıyorsanız, kendi kuşkuculuğunuzdan da kuşkulanmanız
gerekir.
Aynı zamanda, kuşkucuların dar kafalı olduğu şeklinde popüler bir düşünce
vardır. Hâttâ bazıları bize, “sinik” der. İlke olarak kuşkucular, dar kafalı
ya da sinik değildir. Kuşkucu derken kastettiğim, onu kanıtlamak ya da
çürütmek için kanıt isteyerek özel bir iddianın geçerliliğini sorgulayan bir
kişidir.
Bilim ve Kuşkuculuk
Kuşkuculuk, bilimin, geçmişteki ya da şimdiki, incelenen ya da sonuç
çıkarılan olguları tanımlamak ve yorumlamak için tasarlanan ve reddetme ya
da onaylamaya açık, test edilebilir bir bilgi bütünü inşa etmeyi hedefleyen
bir dizi yöntem olarak tanımladığım önemli bir parçasıdır. Başka bir
deyişle, bilim, iddiaları test etme amacıyla bilgiyi analiz etmenin özel bir
yoludur.
Yapmak ve açıklamak, iki farklı şey olabilir. Ama bilim adamları, aşağıdaki
öğelerin bilimsel düşüncede olması gerektiğini kabul ederler.
Tümevarım: Var olan veriden, genel sonuçlar çıkararak bir hipotez
oluşturmak.
Tümdengelim: Hipoteze dayalı olarak özel varsayımlarda bulunmak.
Gözlem: Bize, doğada ne arayacağımızı anlatan hipotezlerin yol gösterdiği
verileri toplamak.
Doğrulama: İlk hipotezi onaylamak ya da yalanlamak için daha ileri gözlemler
yaparak varsayımları test etmek. Kuşkusuz bilim bu kadar katı değildir ve
hiçbir bilim adamı, bilinçli olarak bu “adımları” izlemez. Süreç, gözlem
yapma, sonuç çıkarma, varsayımda bulunma ve onları kanıtlarla denetlemenin
sürekli bir etkileşimidir. Sir Arthur Stanley Eddington’un belirttiği gibi,
“Bilimdeki sonuçların doğruluğu için gözlem, başvurulacak yüksek mahkemedir”
Bilimsel yöntem yoluyla aşağıdaki genellemeleri oluşturabiliriz:
Hipotez: Bir dizi gözlemi açıklayan, test edilebilir bir cümle.
Teori: İyi bir şekilde desteklenen ve iyi bir şekilde test edilen bir
hipotez ya da bir dizi hipotez.
Gerçek: Geçici bir uzlaşmayı önermenin mantıklı olacağı ölçüye kadar
onaylanan bir sonuç.
Bilimsel yöntemle nesnelliği hedefleriz: sonuçları dış onaylamaya
dayandırmak. Ve mistisizmden kaçınırız: sonuçları dış onaylamadan kaçınan
kişisel kavrayışlara dayandırmak.
Charles Darwin, kuşkuculuk ve saflık arasındaki asıl gerilimi araştıran bir
bilim adamının iyi bir örneğidir. Bilim tarihçisi Frank Sulloway, Darwin’in
düşüncesinde, Darwin’e dengesini bulması için yardım eden üç özelliği
belirler:
Diğerlerinin düşüncelerine saygı duyuyordu ama yetkililere meydan okumaya
istekliydi (özel yaratılış teorisini samimi olarak anlıyordu; yine de kendi
doğal seçme teorisiyle onu alt üst etti)
Olumsuz kanıtlara yakın ilgi gösteriyordu. (Darwin, “Türkelin Kökeni”ne,
“Teori Konusundaki Zorluklar” adlı bir bölümü dâhil etti, sonuç olarak
rakipleri ona nadir olarak zâten bahsetmemiş olduğu bir meydan okumayı
sunabiliyorlardı)
Cömertçe diğerlerinin eserlerini kullandı (Darwin’in topladığı yazışmaların
sayısı, bir çoğu bilimsel sorunlar hakkında uzun tartışmaları ve soru-cevap
dizilerini içeren 14.000 mektuptan fazladır.)
Son nokta, iyi bir şekilde can alıcı olan olabilir. Düzenli bir şekilde
astroloji konusunda çağrılar alıyorum. Arayanlar çoğunlukla, astrolojinin
arkasındaki teoriyi öğrenmek istiyorlar. Gezegenlerin dizilişinin, insanın
kaderini önemli ölçüde etkileyip etkileyemeyeceğini merak ediyorlar. Cevap,
“Hayır”dır ama daha önemli olan nokta, insanın astrolojiyi değerlendirmesi
için yer çekimini ve gezegenlerin hareketini yöneten yasaları anlamasının
gerekmemesidir. İnsanın yapması gereken tek şey, işe yarıyor mu diye
sormaktır. Yâni astrologlar, insanın kaderini, gezegenlerin dizilişine göre
doğru ve kesin olarak tahmin ediyorlar mı? Hayır, etmiyorlar.
Bir astrolog bile TWA’nın 800 numaralı uçuşunun kazasını öngörmedi; bir
astrolog bile Northridge depremini öngörmedi. Böylece astrolojinin
arkasındaki teori konu dışıdır çünkü astroloji basit olarak, astrologların
yapabildiğinin iddia ettikleri şeyi yapmamaktır.
En temel düzeyde, nesnelerin nasıl işlediği konusundaki merak, tümüyle
bilimin ilgilendiği şeydir. Feynman şunu gözlemliyordu: Belki her zaman
değil ama ara sıra şöyle söylemek gerekirse -çocukluğunda harika bir şey
verilmiş olan ve her zaman yine onu arayan biri gibiydim. Her zaman bir
çocuk gibi, bulacağımı bildiğim harika şeyleri arıyorum- yakalanmıştım.
En temel düzeyde yaşamda kalmak için düşünmemiz gerekmektedir. Düşünmek, en
temel insan özelliğidir. Üç yüzyıl önce, Fransız matematikçisi ve filozofu
Rene Descartes, entelektüel tarihin en eksiksiz ve kuşkucu temizliklerinin
birinden sonra bir şeyi kesinlikle bildiği sonucuna vardı: “Cogito ergo sum
– Düşünüyorum öyleyse varım.” Ama insan olmak düşünmektir. Descartes’i
tersine çevirirsek: “Sum ergo cogito – Düşündüğüm için böyleyim.”
SAHİP OLDUĞUM EN DEĞERLİ ŞEY
Bilim ve Sahte Bilim Arasındaki Fark
1965’de, Büyük Britanya bilim ve eğitim gençlik bakanı, bireylerin bilimlere
girişindeki artış hızını gözlemleyerek şu sonuca vardı: 200 yıldan fazla,
her yendeki bilim adamları nüfusun değerli bir azınlığıydı. Bugün
Britanya’da onlar, sayıca, rahipler sınıfından ve silahlı kuvvetlerin
subaylarından üstündür. Sir Isaac Newton’un zamanından beri elde edilmiş
olan ilerlemenin hızı, eğer bir 200 yıl daha devam edecekse yeryüzündeki her
erkek, kadın ve çocuk bir bilim adamı olacaktır ve her at, inek, köpek ve
katır da öyle.
Eğer bilim çağında yaşıyorsak o zaman neden bir çok sahte bilimsel ve bilim
dışı inanç bulunmaktadır? Dinler, efsaneler, batıl inançlar, mistisizm,
mezhepler, Yeni Çağ düşünceleri ve her çeşit saçmalık, hem popüler hem de
yüksek kültürün her köşesine sızmıştır. 1990’da Gallup’un 1236 yetişkin
Amerikalı’yla yaptığı kamuoyu yoklaması, doğaüstü konusundaki korkutucu
inanç yüzdelerini gösteriyordu. (Gallup ve Newport 1991,)
Astroloji % 52
Ekstra duyumsal algı % 46
Cadı % 19
Uzaylıların dünyaya inmiş olması % 22
Kayıp Atlantis kıtası % 33
Dinozorlar ve insanlar aynı anda yaşıyordu % 41
Nuh tufanı % 65
Ölülerle iletişim % 42
Hayaletler % 35
Gerçekten psişik bir deneyim geçirmek % 67
Bu olgulara inanmak, deliliğin kenarında olan bir avuç garip kişiyle sınırlı
değildir. Bu, pek çoğumuzun düşünmekten hoşlandığından daha fazla yaygındır
ve bilimin, Orta Çağ’ dan beri ne kadar ileri gitmiş olduğunu düşünmek
gariptir. Bilimin yasaları hatalı ya da eksik olmasaydı, şimdiye kadar
hayaletlerin olamayacağını bilmemiz gerekmiyor muydu?
Kültür tarafından etkilenmesine rağmen bilim, bu kavramlar kesin ve
yargılayıcı olmayan bir şekilde kullanıldıklarında artan ve ilerleyici
olarak kabul edilebilir. Bilimsel ilerleme, yararlı özelliklerin korunduğu
ve yararsız özelliklerin terk edildiği, test edilebilir bilginin
reddedilmesi ya da onaylanmasına dayalı bir bilgi sisteminin zamanla artarak
büyümesidir. Bu tanımla, bilim (ve ek olarak teknoloji) ahlâkî ya da
hiyerarşik bir şekilde değil ama gerçek ve tanımlanabilir bir şekilde
ilerici olan tek kültürel gelenektir. Yüceltilse de, meydan okunsa da bilim,
bu artma anlamında ilericidir. Bu, bilimi tüm diğer geleneklerden özellikle
de sahte bilimden ayıran şeydir.
Bilim Nasıl Değişir?
Bilim, sahte bilimden ve tarih, sahte tarihten sâdece kanıt ve inandırıcılık
açısından değil ama değişme şekli açısından da farklıdır. Bilim ve tarih,
giderek artıcı ve ilerleyicidir, öyle ki yeni gözlemlere ve yorumlara
dayanan dünyamızın ve geçmişimizin bilgilerini ilerletmeye ve arılaştırmaya
devam ederler. Sahte tarih ve sahte bilim eğer tamamen değişirlerse, temel
olarak kişisel, siyasî ya da ideolojik nedenlerle değişirler. Ama bilim ve
tarih nasıl değişir?
Bilimin nasıl değiştiği konusunda en yararlı teorilerden biri, Thomas
Kuhn’un (1962) “paradigma değişikliği” kavramıdır. Paradigma, bir çağın bir
alanda çalışan bilim adamlarının çoğunluğu tarafından kabul edilen “normal
bilimini” tanımlar ve bir değişiklik (ya da devrim) yeterince dönek ya da
aykırı bilim adamı, var olan paradigmayı yıkmak için yeterli kanıtı ya da
yeterli gücü kazandığı zaman olabilir.
Bir paradigmayı, bilimsel bir topluluğun hepsi değil ama pek çoğu tarafından
paylaşılan, gözlemlenen ya da sonuç çıkarılan, geçmişteki ya da günümüzdeki
olguları tanımlamak veya yorumlamak için tasarlanan ve reddetmeye ya da
onaylamaya açık olan test edilebilir bir bilgi gövdesi kurmayı amaçlayan bir
model olarak tanımlıyorum. Başka bir deyişle, bir paradigma, çoğunluğun
bilimsel düşüncesine hâkim olur ama -eğer yeni paradigmalar eski
paradigmaların yerini alacaksa gerekli olduğu gibi zamanın pek çoğunda rakip
paradigmalarla aynı anda var olur.
Ekonomistler ve meteorologlar için geleceği tahmin etmek ne kadar zor olsa
da, onlar yine de bu konuda çay yaprağı okuyucularından ve koyun ciğeri
kahinlerinden daha iyidirler. Astrologlar, bir yıldızın iç işleyişini
açıklayamazlar, çarpışan galaksilerin sonucunu tahmin edemezler ya da
Jüpiter’e giden bir uzay aracının rotasını çizemezler. Astronomlar, doğanın
kendisinin kaba gerçekleri karşısında sürekli olarak düzeltilen bilimsel bir
paradigmanın içinde işlem yapmaları basit gerçeğinden dolayı bunları
yapabilirler.
Bilim ilericidir çünkü paradigmaları deney, onaylama ve saptırma yoluyla
kazanılan artan bilgiye dayanır. Sahte bilim, bilim dışı, batıl inanç,
efsane, din ve sanat ilerici değildir çünkü geçmişin üzerine inşa edilen
bilginin birikimine izin veren amaçlara ya da mekanizmalara sâhip
değildirler. Onların paradigmaları, diğer paradigmalarla ne yer değiştirir
ne de birlikte var olur. Artma anlamında ilerleme, onların amacı değildir.
Bu bir eleştiri değil sâdece bir gözlemdir. Sanatçılar, seleflerinin
tarzları üzerinde gelişmezler; onlar yeni tarzlar icat ederler. Rahipler,
hahamlar ve vaizler, ustalarının söylemleri üzerinde gelişmeye çabalamazlar;
onlar tekrar ederler, yorumlarlar ve onlara öğretirler. Sahte bilimciler,
seleflerinin hatalarını düzeltmezler; onları sürdürürler.
O zaman artan değişiklikle, bir paradigma değiştiği zaman bilim adamlarının
tüm bilimi terk etmediklerini kastediyorum. Daha çok, yeni özellikler
eklendikçe ve yeni yorumlar yapıldıkça paradigmada yararlı kalan şeyler
korunur. Albert Einstein, fizik ve kozmolojiye yaptığı katkıları dile
getirirken bu noktayı vurguluyordu: “Yeni bir teori yaratmak, eski bir
ambarı yıkmak ve onun yerine bir gökdelen dikmek gibi bir şey değildir. Bu,
daha çok bir dağa tırmanmak, yeni ve daha geniş bir görüş kazanmak, başlama
noktamız ve onun zengin çevresi arasında beklenmedik ilişkiler keşfetmek
gibidir. Ama başladığımız nokta daha küçük görünse ve yukarıya doğru olan
maceralı yolumuzdaki engelleri aşarak kazanmış olduğumuz geniş görüşümüzün
küçük bir parçasını oluştursa bile hâlâ vardır ve görülebilir.
Bilimin Zaferi
Bilimde, bilim adamları topluluğu tarafından test edilebilir bilginin
onaylanması ya da reddedilmesi yoluyla yararlı özellikler korunur ve yararlı
olmayan özellikler terk edilir. Bilimsel yöntem, bu yolla ilerici olmak için
kurulmuştur. Teknolojide, tüketici halk tarafından teknolojilerin
reddedilmesi ya da kabul edilmesine dayalı olarak yararlı özellikler korunur
ve yararlı olmayan özellikler terk edilir. O zaman teknolojiler de ilerici
olmak için kurulmuştur. Kültürel eğilimler (sanat, efsane, din) bilim ve
teknolojide bulunan kendi toplulukları içinde veya halk tarafından kabul ya
da reddedilme gibi bâzı özellikleri gösterebilir ama hiçbirisi temel
hedefleri olarak geçmişe minnettarlık yoluyla artan büyümeye sâhip değildir.
Bir kültürün bilim ve teknolojiyi izleyip izlememesi, bir kültürü başka
birinden daha iyi ya da bir yaşam biçimini başka birinden daha ahlâkî veya
bir insanı başka bir insandan daha mutlu yapmaz. Bilim ve teknolojinin bir
çok kısıtlaması vardır ve onlar iki tarafı keskin kılıçlardır.
Bilimsel ve teknolojik gelişmemiz tarihte ilk defa bize, kendi türümüzün yok
edilmesine neden olan bir çok yöntem vermiştir. Bu, ne iyidir ne de kötüdür.
Bu sâdece, giderek artan bir bilgi sisteminin sonucudur. Ama kusurlu olsa da
bilim şu an, onun yapmasını istediğimiz şeyi yapması için sâhip olduğumuz en
iyi yöntemdir. Einstein’ın gözlemlediği gibi, “Uzun yaşamım boyunca tek bir
şey öğrenmiştim: Gerçekte karşılaştırıldığında tüm bilimimiz ilkel ve
çocuksudur ve yine de o, sâhip olduğumuz er değerli şeydir.”
DÜŞÜNCE NASIL YANLIŞ YÖNE GİDER
Bizi Saçma Şeylere İnanmaya Yönlendiren Yirmi Beş Yanlış Düşünce
Kuşkucular, “İnsan Anlayışı Konusunda Bir Soruşturma” adlı eseri, kuşkucu
analizde bir klâsik olan İskoç filozof David Hume’a (1711-1776) çok şey
borçludur. Eser ilk olarak Londra’da 1739’da yazarın adı verilmeden, “İnsan
Doğası Konusunda Bir Tez” adıyla yayınlandı. Hume’un sözleriyle, “bağnazlar
arasında bir mırıltıya bile neden olacak bir üne ulaşamadan basında ölü
doğdu.”
Bilimsel Düşüncedeki Sorunlar
1.Teori Gözlemleri Etkiler
İnsanın fiziksel dünyayı anlama araştırmasında, fizikçi ve Nobel ödüllü
Werner Heisenberg, “gözlemlediğimizin doğanın kendisi olmadığı ama bizim
sorgulama yöntemimize açık olan doğa olduğu” sonucuna varıyordu. Kuantum
mekaniğinde bu kavram, kuantum hareketinin “Kopenhag yorumu” olarak formüle
edilmiştir.
Bir olasılık fonksiyonu, belirli bir olayı önermez ama sistemin yalıtımıyla
bir ölçüm işe karışana ve tek bir olay gerçekleşene kadar olası olayların
süremini tanımlar. Kopenhag yorumu, teori ve gerçek arasındaki bire bir
ilişkiyi eler. Teori kısmen gerçeği oluşturur. Kuşkusuz gerçek gözlemciden
bağımsız olarak var olur ama bizim gerçek algılamalarımız onu incelememizi
çerçeveleyen teorilerden etkilenir. Bu yüzden filozoflar bilime, teoriyle
yüklü derler.
2. Gözlemci Gözleneni Değiştirir
Bir olayı araştırma eylemi onu değiştirebilir. Sosyal bilimciler çoğunlukla
bu olguyla karşılaşır. Antropologlar, bir kabileyi araştırdıkları zaman
üyelerin davranışlarının bir yabancı tarafından gözlemlendikleri olgusundan
dolayı değişebileceğini bilirler. Bir psikoloji deneyindeki denekler, hangi
deneysel hipotezlerin test edilmekte olduğunu bilirlerse davranışlarını
değiştirebilirler. Psikologların görünmez ve çift görünmez kontroller
kullanmalarının nedeni budur. Bilim, gözlemcinin gözlemlenen üzerindeki
etkilerini en aza indirmeye çalışır ve kabul eder; sahte bilim bunu yapmaz.
3. Araç Gereç Sonuçları Oluşturur
Bir deneyde kullanılan araç gereç çoğunlukla sonuçları belirler. Örneğin,
teleskoplarımızın boyutu, evrenin boyutu konusundaki teorilerimizi
biçimlendirmiştir ve yeniden biçimlendirmiştir. Yirminci yüzyılda Edwin
Hubble’ın, Güney Kaliforniya’daki Wilson Dağı üzerindeki 60 ve 100 inçlik
teleskopları ilk defa astronomlara, böylece kendi galaksimizde olduğunu
düşündüğümüz nebula denen şu belirsiz nesnelerin gerçekte ayrı galaksiler
olduğunu kanıtlayarak, diğer galaksilerdeki tek yıldızları ayırt etmek için
yeterli görme gücü sağladı.
Aynı şekilde teleskopumun göremediği şey orada değildir ve benim testimin
ölçemediği şey zekâ değildir. Açıkçası galaksiler ve zekâ vardır ama onları
anlama ve ölçme şeklimiz büyük ölçüde araç gerecimizden etkilenir.
Sahte Bilimsel Düşüncenin Sorunları
4. Anekdotlar Bir Bilimi Oluşturmaz
Anekdotlar – bir iddiayı desteklemek için anlatılan öyküler – bir bilim
oluşturmaz. Diğer kaynaklardan destekleyici kanıtlar ya da bir çeşit
fiziksel kanıt olmadan, on tane anekdot bir taneden iyi değildir ve yüz tane
anekdot, on taneden iyi değildir. Mary Teyzenizin kanserinin, Marx
kardeşlerin filmlerini seyrederek ya da iğdiş edilmiş horozlardan elde
edilen bir ciğer özünü alarak nasıl iyileştiği konusundaki öyküler
anlamsızdır. Kanser, bâzı kanserlerin yaptığı gibi kendiliğinden hafifleme
sürecine girmiş olabilir; ya da yanlış teşhis konmuş olabilir; ya da, ya da,
ya da... Gereksinmemiz olan, anekdotlar değil kontrollü deneylerdir.
5. Bilimsel Dil Bir Bilimi Oluşturmaz
Bir inanç sistemini, “yaratılış-biliminde” olduğu gibi bilimsel dil ve
jargon kullanarak bilim kılığına sokmak, kanıt, deneysel test ve onaylama
olmaksızın hiçbir anlam ifâde etmez. Toplumumuzda bilimin böyle güçlü bir
gizemi olduğu için saygınlık kazanmak isteyenler ama kanıtı olmayanlar
“bilimsel” görünerek ve konuşarak olmayan kanıtın etrafında son bir koşu
yapmaya çalışırlar.
6. Cesur Cümleler Bir İddiayı Doğru Yapmaz
Bir şey, onun gücü ve doğruluğu için kocaman iddialar ileri sürülüyorsa ama
destekleyici kanıt bir tavuğun dişi kadar nadirse, büyük bir olasılıkla
sahte bilimdir.
7. Aykırılık Doğrulukla Eşit Değildir.
Soykırım inkarının organı olan Journal of Historical Review’nun Ocak/Şubat
1996 sayısında, on dokuzuncu yüzyıl Alman filozofu Arthur Schopenhauer’den
yapılan, uç noktalarda olanlar tarafından çoğunlukla aktarılan ünlü bir
alıntı yeniden yayınlandı:
“Bütün doğrular üç aşamadan geçerler. Önce onunla alay edilir. İkinci olarak
şiddetle karşı çıkılır. Üçüncü olarak kanıtının kendisi olduğu kabul
edilir.” Ama “bütün doğrular” bu aşamalardan geçmez. Birçok doğru düşünce,
alay edilmeden ya da şiddetle veya başka şekilde karşı çıkılmadan kabul
edilir. Einstein’ın görecelilik teorisi, deneysel kanıtın onun haklı
olduğunu kanıtladığı 1919’a kadar büyük ölçüde göz ardı edildi. Onunla alay
edilmedi ve hiç kimse onun düşüncelerine şiddetle karşı çıkmadı.
8. Kanıtın Yükü
Kim, neyi, kime kanıtlamalıdır? Olağanüstü iddiayı ileri süren kişi,
uzmanlara ya da topluluğa kendi inancının büyük ölçüde, neredeyse başka
herkesin kabul ettiğinden daha geçerli olduğunu kanıtlama yükünü taşır.
Evrimciler, Darwin’den sonra yarım yüzyıl boyunca kanıt yükünü taşıdı ama
şimdi kanıt yükü yaratılışçılardadır. Evrim teorisinin neden yanlış olduğu
ve yaratılışçılığın neden doğru olduğunu göstermek yaratılışçıların
görevidir ve evrimi savunmak evrimcilerin görevi değildir.
Soykırımın olmadığını kanıtlamak için kanıt yükü, soykırım inkarcılarının
üzerindedir, bunun olduğunu kanıtlamak için soykırım tarihçilerinin üzerinde
değildir. Bunun açıklaması, kanıt dağlarının hem evrimin hem de soykırımın
gerçek olduğunu kanıtlamasıdır. Başka deyişle, kanıta sâhip olmak yeterli
değildir. Diğerlerini kanıtınızın geçerliliği konusunda ikna etmeniz
gerekmektedir.
9. Dedikodu Gerçeğe Eşit Değildir.
Dedikodular, “bir yerde... olduğunu okudum” ya da “birinden... olduğunu
duydum” diye başlar. “... olduğunu biliyorum” demek, kişiden kişiye
yayıldıkça, dedikodu gerçek halini alır. Dedikodular kuşkusuz doğru olabilir
ama genellikle değildirler.
Caltech bilim tarihçisi Dan Kevles, bir keresinde bir gece toplantısında
uydurma olduğundan şüphelendiği bir öykü anlattı. İki öğrenci, bir kayak
yolculuğundan son sınavlarına girmek için zamanında dönmediler, çünkü önceki
günün faaliyetleri geceye uzamıştı. Profesörlerine araçlarının lastiklerinin
patladığını söylediler, böylece ertesi gün onlara son bir bütünleme sınavı
yaptı. Öğrencileri ayrı odalara koyarak sâdece iki soru sordu:
“5 puanlık soru, suyun kimyasal formülü nedir?”
“95 puanlık soru, patlayan hangi lastik?”
10. Açıklanmayan Anlaşılması Güç Olan Değildir
Kaşıkları bükme, ateşte yürüme ya da zihinsel telepati gibi ustalıkların,
çoğunlukla doğaüstü ya da mistik bir yapıda olduğu düşünülür çünkü pek çok
insan onları açıklayamaz. Onlar açıklandığı zaman, pek çok insan, “Evet
kuşkusuz” ya da “ Bir defa görünce açık hale geliyor” diye cevap verirler.
Ateşte yürüme dikkate değer bir olaydır. İnsanlar sonsuz bir şekilde acı ve
sıcaklık üzerindeki doğaüstü güçler ya da acıyı engelleyen ve yanmayı
önleyen esrarengiz beyin kimyasalları konusunda kuramlar yürütür. Basit
açıklama, hafif ve yumuşak kömürlerin ısıyı tutma kapasitelerinin düşük
olması, hafif ve yumuşak kömürlerden ayağınıza ısı iletiminin çok zayıf
olmasıdır. Kömürlerin üzerinde fazla durmadığınız sürece yanmazsınız. İşte
bu yüzden sihirbazlar sırlarını anlatmazlar. Numaralarının pek çoğu, ilke
olarak göreceli olarak basittir ve sırrı bilmek, numaradaki sihri yok eder.
11. Başarısızlıklara Neden Bulunur
Bilimde olumsuz buluşların değeri – başarısızlıklar- fazla vurgulanamaz. Ama
pek çok zaman başarısızlıklar, gerçeğe yaklaşma şeklimizdir. Son olarak,
eğer kuşkucular her şeyi açıklayamıyorlarsa, o zaman doğaüstü bir şeyin
olması gerektiğini iddia ederler; açıklanmayan anlaşılması güç olan değildir
yanlış düşüncesine kapılırlar.
12. Olaydan Sonra Mantık Yürütme
1993’te bir çalışma, meme verilen çocukların daha yüksek IQ puanlarına sâhip
olduğunu buldu. Anne sütündeki hangi karışımın zekayı arttırdığı konusunda
çok fazla yaygara koptu. Bebeklerini biberonla besleyen annelerin suçlu
hissetmesine yol açıldı. Ama kısa süre sonra araştırmacılar, meme verilen
bebeklerle farklı şekilde ilgilenilip ilgilenilmediğini merak etmeye
başladılar. Belki emziren anneler bebekleriyle daha fazla zaman
geçiriyorlardı ve annenin ilgisi IQ farklılıklarının arkasındaki nedendi.
13. Rastlantı
Doğaüstü dünyada rastlantılar, çoğunlukla derin bir öneme sâhip olarak
görülür. Sanki perdelerin arkasında bâzı gizli güçler çalışıyormuş gibi, “eş
zamanlılık” istenir. Ama ben, eş zamanlılığı, bir olasılık tipinden – iki ya
da daha fazla olayın görünürde bir tasarım olmadan birleşiminden – başka bir
şey olarak görmüyorum. Bağlantı, olasılık yasalarıyla ilgili sezgilerimize
göre olanaksız görünen bir şekilde yapıldığı zaman, esrarengiz bir şeyin
çalıştığını düşünme eğilimine sâhip oluruz.
Ama pek çok insan, olasılık yasaları konusunda çok zayıf bir anlayışa
sahiptir. Bir kumarbaz, bir sırada altı kere kazanacaktır ve sonra ya
“şanslı bir sırada” olduğunu ya da “kaybetmeyi hak ettiğini” düşünecektir.
Otuz kişinin olduğu bir odada iki kişi aynı gün doğduklarını keşfederler ve
esrarengiz bir şeyin çalıştığı sonucuna varırlar. Arkadaşınız Bob’u aramak
için telefona gidersiniz. Telefon çalar ve bu Bob’tur. “Bunun olma şansı
nedir?” Bu, basit bir rastlantı olmuş olamaz. Belki, “Bob ve ben telepatik
olarak iletişim kuruyoruz” diye düşünürsünüz. Aslında, böyle rastlantılar
olasılık yasalarına göre rastlantı değildir.
Kumarbaz, iki olası sonucu tahmin etmişti, oldukça güvenli bir iddia! Otuz
kişilik bir odada iki kişinin aynı doğum gününe sâhip olması olasılığı
.71’dir.
14. Temsilcilik
Aristotle’ın dediği gibi, “rastlantıların toplamı belirliliğe eşittir”.
Önemsiz rastlantıların pek çoğunu unuturuz ve anlamlı olanları anımsarız.
Başarıları hatırlama ve başarısızlıkları unutma eğilimimiz, medyumların,
kahinlerin ve her 1 Ocak’ ta yüzlerce tahmin yapan, kehanetlerde
bulunanların geçim kaynağıdır.
Atlantik Okyanusu’nda gemilerin ve uçakların “esrarengiz” biçimde yok
oldukları bir alan olan “Bermuda Üçgeni” olayında, garip bir şeyin ya da
uzaylıların yaptığı konusunda bir varsayım vardır. Ama böyle olayların o
bölgede ne kadar temsil özelliği olduğunu düşünmeliyiz. Bermuda Üçgeni’nden,
onu çevreleyen bölgelerden daha çok gemi rotası geçmektedir, bu yüzden
kazalar, aksilikler ve kaybolmaların bölgede olması daha büyük olasılıktır.
Ortaya çıktığı gibi gerçekte, Bermuda Üçgeni’nde kaza oranı çevre
bölgelerden daha düşüktür.
Düşüncedeki Mantıksal Sorunlar
15. Duygulandırıcı Sözler ve Yanlış Örnekler
Duygulandırıcı sözler duyguları kışkırtmak ve bazen de mantıklılığı örtmek
için kullanılır Onlar olumlu duygusal kelimeler olabilirler – annelik,
Amerika, bütünlük, dürüstlük. Ya da olumsuz olabilirler tecavüz, kanser,
kötülük, komünist. Aynı şekilde metaforlar ve örnekler, düşünceyi duyguyla
gölgelendirebilir ya da bizi bir yan yola yönlendirebilir. Bir bilge,
enflasyondan “toplumun kanseri” ya da sanayiden “çevreyi mahvediyor” diye
bahseder.
16. Ad Ignorantiam
Bu, cehalet ya da bilgi yokluğuna yapılan bir başvurudur ve bir kimsenin,
eğer bir iddianın aksini kanıtlayamazsanız onun doğru olması gerektiğini
ileri sürdüğü, kanıt yükü ya da açıklanmayan anlaşılması güç olan değildir
yanlış düşünceleriyle ilgilidir. Örneğin, eğer psişik bir güç olmadığını
kanıtlayamazsanız o zaman onun olması gerekir. Eğer birisi, Noel Baba’nın
olmadığını kanıtlayamazsanız onun olması gerektiğini ileri sürerse, bu
iddianın saçmalığı ortaya çıkar.
Benzer şekilde, siz de aksini ileri sürebilirsiniz. Eğer, Noel Baba’nın var
olduğunu kanıtlayamazsanız o zaman o yoktur. Bilimde inancın, bir iddiayı
destekleyen ya da ona karşı olan kanıtın yokluğundan değil bir iddiayı
destekleyen olumlu kanıttan gelmesi gerekir.
17. Ad Hominem ve Tu Quoque
Kelime anlamı olarak, “insan için” ve “aynı zamanda siz de” demek olan bu
yanlış düşünceler odağı, düşünce hakkında düşünmekten, düşünceyi taşıyan
insan hakkında düşünmeye yöneltir. Ad hominem bir saldırının amacı, bunun
iddiayı gözden düşüreceğini ümit ederek iddia sahibini gözden düşürmektir.
Aynı şekilde tu quoque için de. Eğer biri sizi vergilerinizde hile yapmakla
suçlarsa, “Evet ama siz de öyle” cevabı öyle olup olmadığının kanıtı
değildir.
18. Acele Genelleme
Mantıkta acele genelleme, uygun olmayan bir tümevarım biçimidir. Yaşamda
buna ön yargı denir. İki durumda da sonuçlar, gerçekler onları garanti
etmeden çıkarılır. Bir çift kötü öğretmen, kötü bir okul demektir. Birkaç
kötü araba, o marka otomobile güvenilmeyeceği anlamına gelir.
19. Yetkililere Aşırı Güven
Kültürümüzde yetkililere özellikle yetkilinin çok zeki olduğu düşünülüyorsa,
çok fazla güvenme eğilimi taşırız.
Başka deyişle, iddiayı kimin yaptığı bir farklılık yaratır. Eğer o, Nobel
ödülü alan biriyse, ona önem veririz çünkü o, daha önce büyük ölçüde haklı
çıkmıştı. Eğer o, gözden düşmüş bir sanatçıysa, gürültülü bir kahkaha atarız
çünkü o, daha önce büyük ölçüde yanılmıştı.
20. Ya O Ya da O
Aynı zamanda, reddetme yanlış düşüncesi ya da yanlış ikilem olarak bilinir.
Bu, eğer bir duruma inanmazsanız gözlemcinin diğerini kabul etmeye
zorlanacağı şekilde dünyayı ikiye bölme eğilimidir. Bu, yaşamın ya ilâhî
olarak yaratıldığını ya da evrimleştiğini ileri süren yaratılışçıların en
sevdiği taktiktir. Sonra zamanlarının çoğunu, evrim yanlış olduğundan,
yaratılışçılığın doğru olması gerektiğini ileri sürebilmeleri için evrim
teorisini gözden düşürmek için harcarlar.
21. Dairesel Mantık Yürütme
Aynı zamanda gereksizlik yanlış düşüncesi, soruyu dilemek ya da gereksiz
tekrar olarak bilinir, sonuç ya da iddia, sâdece dayanak noktalarından
birinin tekrar edilmesi olduğu zaman meydana gelir. Hıristiyan inançlarını
savunanlar gereksiz tekrarlarla doludur:
Tanrı var mıdır? Evet. Nereden biliyorsunuz? Çünkü İncil öyle söylüyor.
İncil’in doğru olduğunu nereden biliyorsunuz? Çünkü ona Tanrı ilham
vermiştir.
Başka bir deyişle Tanrı, Tanrı olduğu için Tanrı’ dır. Bilim de, aynı
zamanda gereksizlikten payını almıştır: Yer çekimi nedir? Nesnelerin
birbirlerine doğru çekilme eğilimidir. Nesneler neden birbirlerine doğru
çekilir? Yer çekimi. Başka bir deyişle, yer çekimi, yer çekimi olduğu için
yer çekimidir.
22. Reductio ad Absurdum ve Kaygan Yamaç
Reductio ad Absurum, bir argümanın, argümanı mantıksal sonuna taşıyarak ve
böylece onu saçma bir sonuca indirgeyerek çürütülmesidir. Bir argümanın
sonuçları saçmaysa, o kesinlikle yanlış olmalıdır. Aynı şekilde, kaygan
yamaç yanlış düşüncesi, bir şeyin kaçınılmaz olarak, ilk adımın hiçbir zaman
atılmaması gerektiği uç bir noktadaki sona doğru yönlendirildiği bir senaryo
oluşturmayı içerir.
Örneğin: Ben & Jerry dondurması yemek, kilo almanıza neden olacaktır. Kilo
almak, aşırı kilolu olmanızı sağlayacaktır. Kısa sürede 350 paund
olacaksınız ve kalp hastalığından dolayı öleceksiniz. Ben & Jerry
dondurması, ölüme yol açar. Onu denemeyin bile. Kuşkusuz bir kepçe Ben &
Jerry dordurması yemek, çok ender durumlarda ölüme neden olabilecek olan
obeziteye katkıda bulunabilir. Ama sonucun mutlaka dayanak noktasını
izlemesi gerekmez.
Düşüncede Psikolojik Sorunlar
23. Çaba Yetersizlikleri ve Kesinlik Gereksinmesi, Kontrol ve Basitlik
Pek çoğumuz, pek çok zaman kesinlik isteriz; çevremizi kontrol etmek isteriz
ve güzel, temiz, basit açıklamalar isteriz. Örneğin, ben doğaüstü inançların
ve sahte bilimsel iddiaların pazarın belirsizliği yüzünden kısmen Pazar
ekonomilerinde geliştiğine inanıyorum.
James Randi’ye göre, komünizm Rusya’da çöktükten sonra, bu tür inançlarda
önemli bir artış oldu. Eğitilmemiş akla sâhip insanlar, artık açık ve
mantıksal olarak düşünmeyi, hiç öğrenmemiş ve hiç pratik yapmamış insanların
kendilerini iyi marangozlar, golfçüler, briç oyuncuları ya da piyanistler
olarak bulmayı beklemelerinden daha çok beklememelidirler.
24. Sorun Çözme Yetersizlikleri
Tüm eleştirel ve bilimsel düşünce, belirli bir biçimde, sorun çözmektir.
Sorun çözmede yetersizliğe neden olan birçok psikolojik bozukluk vardır.
Psikolog Barry Singer, özel tahminlerin doğru ya da yanlış olduğu
anlatıldıktan sonra, insanlara bir soru için doğru cevabı seçme görevi
verildiği zaman, onların şunları yaptığını göstermiştir:
A. Hemen bir hipotez oluştururlar ve sâdece onu onaylayan örnekleri ararlar.
B. Hipotezi çürüten kanıtları aramazlar.
C. Açıkça yanlış olsa bile hipotezi değiştirmekte yavaştırlar.
D. Eğer bilgi çok karmaşıksa, çok fazla basit olan hipotezleri ya da çözüm
stratejilerini benimserler.
E. Hiç çözüm yoksa, eğer sorun bir numaraysa ve “doğru” ve “yanlış” rast
gele veriliyorsa, gözlemledikler rastlantısal ilişkiler konusunda hipotezler
oluştururlar.
25. İdeolojik Bağışıklık ya da Planck Problemi
Günlük yaşamda, bilimde olduğu gibi, hepimiz belli başlı paradigma
değişikliklerine direniriz. Toplumsal bilimci Jay Stuart Snelson, bu
dirence, ideolojik bağışıklık sistemi der:
Eğitimli, zeki ve başarılı yetişkinler en temel ön varsayımlarını nadiren
değiştirirler. Snelson’a göre, bireyler ne kadar bilgi biriktirmiş olurlarsa
ve teorileri ne kadar iyi temellere sâhip olursa ideolojilerine olan
güvenleri de o kadar büyük olur. Ama bunun sonucu, öncekileri desteklemeyen
yeni düşüncelere karşı “bağışıklık” geliştirmemizdir. Bilim tarihçileri
buna, bilimde yenilik olması için ne olması gerektiği konusunda şu gözlemi
yapan, fizikçi Max Planck’tan dolayı Planck Problemi derler: “Önemli bir
bilimsel yenilik, yolunu nadiren yavaş yavaş üstünlüğü kazanarak ve
karşıtlarını dönüştürerek bulur: Saul’un Paul haline gelmesi nadiren olur.
Olan, karşıtların yavaş yavaş yok olması ve yetişen kuşağın düşünceyle
baştan tanışmasıdır.
Sonunda tarih (en azından şimdilik) “haklı” olanları ödüllendirir.
Değişiklik olur. Astronomide, Ptoleme’ci yer merkezli evren, yerini yavaşça
Copernicus’un güneş merkezli sistemine bıraktı. Jeolojide, George Cuvier’in
ani-yıkımcılık görüşü yavaşça, James Hutton ve Charles Lyell’in daha geçerli
olarak desteklenen tek düzenlilik görüşü tarafından köşeye sıkıştırıldı.
Biyolojide, Darwin’in evrim teorisi, türlerin değişmezliği konusundaki
yaratılışçı inancın yerini aldı.
Spinoza’nın Hükmü
Kuşkucular, zâten saçma olduğunu bildiğimiz şeyi çürütmekten zevk alma
konusunda çok insanî olan eğilime sahiptir. Diğer insanların yanlış mantık
yürütmesini anlamak eğlencelidir ama tüm mesele bu değildir. Kuşkucular ve
eleştirel düşünürler olarak, duygusal tepkilerimizin ötesine geçmeliyiz
çünkü diğerlerinin nasıl yanlışa düştüğünü ve bilimin nasıl toplumsal
kontrole ve kültürel etkilere konu olduğunu anlayarak dünyanın nasıl
işlediği konusundaki anlayışımızı iyileştirebiliriz. Bu nedenden dolayı, hem
bilim hem de sahte bilim tarihini anlamak bizim için bu kadar önemlidir. On
yedinci yüzyıl Hollanda filozofu Baruch Spinoza en iyisini söylüyordu:
“İnsan hareketleriyle alay etmek, hayıflanmak, onlara tepeden bakmak için
değil ama onları anlamak için sürekli çaba göstermiştim.”
BÖLÜM 2, SAHTE BİLİM VE BATIL İNANÇ
SAPMALAR
Normal, Paranormal ve Edgar Cayce
İstatistik mesleğinde en çok kullanılan tek satırlık sözlerden biri,
Disraeli’nin yalanları, “yalanlar, müthiş yalanlar ve istatistikler”
şeklinde üç türe ayırdığı sınıflandırmasıdır. Kuşkusuz sorun, gerçekte
istatistiğin yanlış kullanımında ve daha genel olarak gerçek dünyayla
uğraşırken pek çoğumuzun kullandığı istatistikler ve olasılıkların yanlış
anlaşılmasında yatmaktadır.
İş, olan bir şeyin olasılığını hesaplamaya geldiği zaman, pek çoğumuz
olasılıkları, normal olayların paranormal olgular olarak görünmesini
sağlayabilecek şekilde abartır ya da düşük olarak tahmin ederiz. Bunun
klâsik bir örneğini, Edgar Cayce’nin, Virginia”daki, Virginia Beach’da
yerleşmiş olan Araştırma ve Bilgi Verme Birliği’ni (A.B.B) ziyaret ettiğimde
gördüm.
Yaşamı boyunca Cayce, on binden fazla konu üzerinde on dört binden az
olmayan psişik okumayı yazdırmıştı. Ayrı bir tıp kütüphanesi, Cayce’nin her
hayal edilebilen hastalık ve tedavisi konusundaki psişik okumasını
listeleyen kendi ödünç verilen dosya indeksine sahipti.
Edgar Cayce kimdi? A.B.B. literatürüne göre Cayce Kentucky, Hopkinsville
yakınında bir çiftlikte 1877 de doğdu. Bir genç olarak, “beş duyunun ötesine
geçen algılama güçleri gösteriyordu. Sonunda o, tüm zamanların en çok
belgelenen psişiği haline gelecekti.”
Anlamlı bir şekilde, yirmi bir yaşındayken Cayce’nin doktorları, “onu sesini
kaybetmekle tehdit eden aşamalı bir felcin” nedenini ya da tedavisini
bulamıyorlardı. Cayce, “hipnotik bir uykuya” dalarak tepki verdi ve kendisi
için işe yaradığını iddia ettiği bir tedavi önerdi. Değişik bir durumdayken
hastalıkları teşhis etme ve çözüm önerme yeteneğinin keşfi onu, bunu tıbbi
sorunları olan diğer kişiler için düzenli olarak yapmaya yöneltti. Bu
sırayla, evrenin, dünyanın ve insanlığın her olası yönünü kapsayan binlerce
değişik konuyla ilgili genel psişik okumalar haline geldi.
Edgar Cayce konusunda, bazıları, eleştirel olmayan izleyicileri tarafından
ve diğerleri, kuşkucular tarafından sayısız kitap yazılmıştır. Dokuzuncu
sınıftan sonra eğitim görmeyen Cayce geniş bilgisini doymak bilmeyen
okumalardan alıyordu ve bundan incelikli öyküler dokuyordu ve transa girince
ayrıntılı teşhislerde bulunuyordu.
Cayce’nin okumaları ve teşhisleri doğru muydu? İlaçları işe yaradı mı?
Söylemek zordur. Birkaç hastanın tanıklığı kontrollü bir deneyi temsil etmez
ve daha açık başarısızlıklarının arasında Cayce’ye yazma zamanları ile
Cayce’nin okuması arasında ölen bâzı hastalar vardı.
James Randi’nin dediği gibi, paranormale inananlar, “batmayan plastik
ördekler gibidir.”
GÖRÜNMEYENİN İÇİNDE
Ölümün Yakınındaki Deneyimler ve Ölümsüzlük Arayışı
Bilincin Değişik Durumu Nedir?
Bilincin değişen durumları ifadesi, parapsikolog Charles Tart tarafından
1969’da söylenmiştir ama ana görüşteki psikologlar, aklın tamamen bilinçli
farkındalıktan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinin bir süredir
farkındaydılar.
Stanford deneysel psikoloğu Ernest Hilgard, hipnoz yoluyla akılda neler olup
bittiğinin farkında olan, ama bilinçli bir düzeyde olmayan “gizli bir
gözlemciyi” ve hiyerarşik olarak organize olan ama birbirinden ayrı hale
gelebilen çeşitli işlevsel sistemler” olduğunu keşfetti.
Bilinç durumları arasındaki pek çok farklılık, nitel değil niceldir. Başka
bir deyişle, iki durumda da bir şey vardır, sâdece değişik miktarlardadır.
Örneğin, uyurken rüya gördüğümüz için düşünürüz; rüyalarımızı
anımsayabildiğimiz için anıları oluştururuz ve çok az olsa da çevremize
duyarlıyızdır. Bâzı insanlar uykularında yürür ve konuşurlar. Belirli bir
zamanda kalkmayı planlayarak ve oldukça güvenilir bir şekilde bunu yaparak
uykuyu denetleyebiliriz. Başka bir deyişle, uyurken sâdece uyanıkken
yaptığımızın daha azını yaparız.
Değişik bir bilinç durumu, çevremizi gözlemlememiz ve denetlememize önemli
ölçüde bir karışma olduğu zaman var olur. Önemli demekle, “normal” işlevden
dramatik bir şekilde ayrılmayı söylemek istiyorum. Sanrıların, ölüme yakın
olan deneyimlerin, vücut dışındaki deneyimlerin ve diğer değişik durumların
yaptığı gibi, hem uyku hem de hipnoz bunu yapmaktadır.
Örneğin, rüyalar uyanıkken düşünülenlerden ve hayallerden önemli ölçüde
farklıdır. Normalde, hiçbir zaman ikisini birbirine karıştırmamamız gerçeği,
onların nitel farklılıklarının göstergesidir. Dahası, sanılar normal olarak,
çok büyük stres, ilaçlar ya da uyku yokluğu gibi işe karışan değişkenler
bulunmuyorsa, durağan, uyanık bir durumda yaşanmaz. Ölüme yakın olma
deneyimleri ve vücut dışında olma deneyimleri çoğunlukla yaşamı değiştiren
olaylar olarak kalacak kadar sıra dışıdır.
Ölüme Yakın Olma Deneyimi
Dinlerin, mistisizmin, tinselciliğin, Yeni Çağ hareketinin ve EDA ile psişik
güçlere olan inancın arkasındaki itici güçlerden biri, maddi dünyayı aşma,
şu anın ötesine adım atma ve görünmeyenin içinden duyuların ötesindeki diğer
dünyaya geçme isteğidir. Ama bu diğer dünya nerededir ve oraya nasıl
geçeriz? Hakkında kesinlikle hiç bir şey bilmediğimiz bir yerin cazibesi
nedir? Ölüm, sâdece bu diğer tarafa geçiş midir?
İnananlar, perithanatik ya da ölüme yakın olma deneyimi (ÖYOD) denen bir
olgu yoluyla diğer taraf hakkında bir şey bildiğimizi iddia etmektedirler.
Açıkçası, ölümle yakın bir karşılaşmadan sonra bâzı bireylerin deneyimleri,
bir çok insanı ölümden sonra yaşam olduğuna ya da ölümün hoş bir deneyim
olduğuna veya her ikisine inanmaya yönledirecek kadar benzerdir. Olgu,
1975’te Raymond Moody’nin “Yaşamdan Sonraki Yaşam” adlı kitabının
yayınlanmasıyla popüler oldu ve başkalarından gelen onaylayıcı kanıtlarla
doğrulandı. Örneğin, kardiyolog F. Schoonmaker (1979), on sekiz yıllık bir
dönemde tedavi ettiği iki yüzden fazla hastasının yüzde 50’sinin ÖYOD
yaşadığını bildirdi. 1982’deki bir Gallup kamuoyu araştırması, yirmi
Amerikalı’dan birinin bir ÖYOD yaşadığını buldu.
Ama 1980’lerde, şimdi klâsik olan bu örneği tanıtan bir tıp doktoru olan
Elizabeth Kübler-Ross’un çalışması yoluyla ÖYOD güvenilirlik kazandı:
Mrs. Schwartz hastaneye geldi ve bize, nasıl bir ölüme yakın olma deneyimi
yaşadığını anlattı. Indianalı bir ev kadınıydı, çok basit ve kültürlü
olmayan bir kadındı. İlerlemiş kanseri vardı ve özel bir hastaneye
yatırıldı, ölüme çok yakındı. Doktorlar, onu canlandırmak için 45 dakika
uğraştılar, daha sonra o, hiçbir yaşam belirtisi göstermedi ve öldüğü
açıklandı. Bana daha sonra, onun üzerinde çalışırlarken sade bir şekilde
fiziksel vücudunun dışına süzülme ve canlandırma ekibinin çılgın gibi
çalışmasını seyrederek, yatağın birkaç ayak üzerinde havada durma deneyimi
yaşadığını anlattı. Bana, doktorların kravatlarının desenlerini tarif etti,
genç doktorlardan birinin yaptığı bir şakayı tekrar etti, kesinlikle her
şeyi anımsıyordu. Ve onlara anlatmak istediği tüm şey, rahatlayın, sakin
olun, her şey yolunda, çok uğraşmayın demekti. O anlatmaya çalıştıkça, onu
canlandırmak için daha çılgınca çalışıyorlardı. Sonra kendi anlatımına göre,
onlardan “vazgeçti” ve bilincini kaybetti. Onun öldüğünü açıkladıktan sonra
geri geldi ve bir buçuk yıl daha yaşadı.
Bunların, sanrısal hüsnükuruntu deneyimleri olduğu açım gibi görünmektedir,
yine de Kübler-Ross, öyküleri doğrulamak için yolunu değiştirmiştir. Ciddi
araba kazaları geçirmiş, hiçbir yaşam belirtisi olmayan ve bize onları
enkazdan çıkarmak için kaç tane alev makinesi kullanıldığını söyleyen
insanlar görmüştük. Daha da garip olan, kusurlu ya da hasta vücutların, bir
ÖYOD sırasında tekrar bütün hale geldiği öykülerdi.
“Quadriplajikler artık felçli değildir, yıllardır tekerlekli sandalyede olan
multiple sklerozlu hastalar, vücutlarının dışına çıktıklarında şarkı
söyleyip dans edebildiklerini söylerler.” Bir otomobil kazasından sonra
belden aşağısı felçli olan yakın bir arkadaşım, rüyasında çoğunlukla bütün
olduğunu görüyordu. Sabah uyanmak ve tümüyle yataktan aşağı atlamayı ümit
etmek, artık onun için sıra dışı değildi. Ama Kübler-Ross, sıkıcı açıklamayı
kabul etmiyordu: Işığı bile algılamayan, gri gölgeleri bile görmeyen tümüyle
kör insanları alın. Eğer onlar bir ölüme yakın olma deneyimi yaşarsa, kazada
ya da hastane odasında sahnenin neye benzediğini tam olarak bildirebilirler.
Bana inanılmaz küçük ayrıntıları tarif ettiler. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Basit. ÖYOD sırasında diğerleri tarafından verilen sözlü tariflerin anıları,
sahnenin görsel imgelerine dönüştürülüyor ve sonra kelimeler haline
geliyordu.
Psikolog Susan Blackmore (1991, 1993, 1996), neden farklı kişilerin tünel
gibi benzer etkileri yaşadığını göstererek, sanrı hipotezini bir adım ileri
götürmüştür. Beynin arkasındaki görsel korteks, retinadan gelen bilginin
işlendiği yerdir. Sanrı yaratan ilaçlar ve (bazen ölüme yaklaşıldığında
olduğu gibi) beyne oksijenin gelmemesi, bu bölgedeki sinir hücrelerinin
normal canlandırma hızına karışabilir. Bu olduğu zaman nöron faaliyetinin
“çizgileri”, beyin tarafından eş merkezli halkalar ya da spiraller olarak
yorumlanarak, görsel korteks boyunca hareket eder. Bu spiraller tünel olarak
“görülebilir.” Benzer şekilde, VDOD, ilk uyanıldığında rüyaların olduğu
gibi, gerçek ve hayalin bir karışımıdır. Beyin olayları yeniden oluşturmaya
çalışır ve süreç içinde onları yukarıdan görüntü olarak canlandırır – bu,
kendimizi “merkezden uzaklaştırırken” hepimizin yaptığı normal bir süreçtir
(kendinizi kumsalda otururken ya da dağa tırmanırken çizdiğinizde bu
çoğunlukla aşağı bakarken, yukarıdan çizilmiştir.
Ölümsüzlük Arayışı
Ölüm ya da en azından yaşamın sonu, bilincimizin dış sınırı ve olanaklı
olanın hududu gibi görünmektedir. Ölüm en son değişen durumdur. O son mudur
yoksa sâdece başlangıcın sonu mudur? Job aynı soruyu soruyordu: “Eğer bir
kişi ölürse tekrar yaşayacak mıdır?” Açıkçası hiç kimse kesin olarak
bilmemektedir ama bir çok insan bildiğini düşünmektedir ve birçoğu geri
kalanımızı onların özel cevaplarının doğru cevap olduğuna ikna etmeye
çalışma konusunda utangaç değildirler.
Robert Ingersoll (1879), hümanist bir bilgin olarak, “Şu ana kadar başka bir
yaşam konusunda bildiğim tek kanıt, birincisi hiçbir kanıtımız olmadığı ve
ikinci olarak; kanıtımız olmadığı için oldukça üzgün olduğumuz ve olmasını
istediğimizdir” diye belirtiyordu.
Ama ölümsüzlük arayışı dindarlarla sınırlı değildir. Hepimiz belirli bir
kapasitede yaşamımızı sürdürmekten hoşlanmaz mıyız? Dolaylı olarak ve eğer
bilim biraz ümit vermeyi başarabilirse belki gerçekte bile hoşlanabiliriz.
Bilim ve Ölümsüzlük
Evrimci bir bakış açısından, bir kişinin genlerinin:
% 50’si yavrularında,
% 25’i torunlarında,
% 12.5’u torun çocuklarında yaşar ve böyle devam eder.
Pek çoğumuzun “gerçek” ölümsüzlük olarak düşündüğü, sonsuza kadar ya da en
azından normalden çok daha uzun yaşamaktadır. Güçlük şudur ki, yaşlanma ve
ölme sürecinin yaşam düzeninin normal, genetik olarak programlanmış bir
parçası olduğu kesin görünmektedir.
Evrimci biyolog Richard Dawkins’in (1976) senaryosunda, bir kere üretken
çağımızı (ya da en azından cinsel faaliyete yoğun ve düzenli olarak katılma
dönemini) geçtiğimizde, vücut için genlerin artık hiçbir yararı kalmaz.
Yaşlanma ve ölüm, artık genetik olarak yararlı olmayan ama hâlâ sınırlı
kaynaklar için görevleri şimdi genleri geçirmek olanlarla rekabet edenleri
elemenin türsel yoludur.
Ne kadar uzun yaşayabiliriz? Maksimum yaşam potansiyeli, türün en uzun
yaşayan üyesinin ölüm yaşıdır. İnsanlar için şu ana kadar ulaşılmış
belgelenen en uzun yaş kaydı 120’dir. Bir Japon rıhtım işçisi olan Shigechio
Izumi’ye aittir. Belgelenen asırlıklar (100 yaşına kadar yaşayan insanlar)
konusundaki veri, her 2100 milyon (2.1 milyar) insanda sâdece 1 insanın 115
yaşına ulaşacak, sâdece 2 ya da 3 birey üretecek gibi görünmektedir.
Yaşam süresi, eğer kaza ya da hastalıktan gelen erken bir ölüm olmazsa,
ortalama bireyin öleceği yaştır. Bu yaş ortalama 85 ile 95 arasıdır ve
yüzyıllardır, belki de bin yıldır değişmemiştir. Yaşam beklentisi, kazalar
ve hastalıklar göz önüne alındığında ortalama bireyin öleceği yaştır.
1987’de, Batılı kadınlar için yaşam beklentisi 78.8 ve erkekler için
71.8’tir, ortalama beklenti 75.3’dür. 1995’te dünya çapında yaşam beklentisi
62 yıldır. Sayılar sürekli olarak yükselmektedir.
Birleşik Devletler’de yaşam beklentisi 1900’lerde 47’ydi. 1950’lerde sayı
68’e yükseldi. Japonya’da 1984’de doğan kızların yaşam beklentisi, onu 80
sayısını geçen ilk ülke yaparak, 80.18 yıldır. Ama yaşam beklentisinin 85
ile 95 arasındaki yaşam süresinden daha yukarı çıkması olası değildir.
Yaşlanma ve ölümün kesin gibi görünmesine rağmen, insanların biyolojik
işlevlerini olanaklı olduğu kadar uzatma çabaları yavaş yavaş, delilik
sınırından mantıklı bilimin arenasına doğru gitmektedir. Organ nakilleri,
gelişmiş ameliyat teknikleri, en yaygın hastalıklara karşı bağışıklık, ileri
beslenme bilgisi ve egzersizin sağlıklı etkilerinden haberdar olmak, tümüyle
yaşam beklentisinin hızlı yükselişine katkıda bulunmuştur.
Başka bir modern olasılık, bir organizmanın (diploid olan ya da haploid olan
bir cinsiyet hücresine karşıt olarak tam bir gen setine sâhip olan) bir
vücut hücresinden tam olarak kopyalanması olan klonlamadır.
Son olarak, büyüleyici cryonic erteleme alanı ya da Alan Harrington’un
“dondur-bekle-canlandır” süreci dediği şey vardır. İşlemin ilkeleri görece
olarak basittir, uygulaması basit değildir. Kalp durunca ve ölüm resmî
olarak açıklanınca, tüm kan çıkarılır ve bunun yerine donmuş bir durumdayken
organ ve dokuları koruyan bir sıvı konur. Sonra –kaza ya da hastalık – bizi
öldüren ne olursa olsun, er ya da geç geleceğin teknolojileri, bizi
canlandırma ve iyileştirme görevine eşit olacaktır.
Şimdilik, cryonic erteleme, hükümet tarafından bir gömülme çeşidi olarak
kabul edilmektedir ve bireyler hiçbir zaman seçtikleri için değil, yasal
olarak doğal nedenlerle öldükleri açıklandıktan sonra dondurulmaktadır.
BÖLÜM 3, EVRİM VE YARATILIŞÇILIK
Bu yaratılış ve yeniden yaratılış, doğum ve yeniden doğum öyküleri Batı
düşüncesinin tarihinde en gurur verici efsaneler arasındadır. Böyle
efsaneler ve öyküler, bizimki de dâhil olmak üzere her kültürde önemli rol
oynarlar. Dünyada ve bin yıl boyunca ayrıntılar değişir ama tipler bir
noktada birleşir.
Nuh tufanı öyküsü aslında, yeniden yaratılış efsanesi olması dışında,
Denizden Yaratılış Öyküsü’ nün bir versiyonundan başka bir şey değildir.
Sâhip olduğumuz en eski versiyon, çok eskidir; İncil’deki öyküden bin yıl
öncesine gitmektedir.
M.Ö. 2800 yılları civarında bir Sümer efsanesi, tufan kahramanı olarak büyük
bir selden kurtulmak için bir gemi inşa eden rahip-kral Ziusudra’yı
gösterir. M.Ö. 2000 ile 1800 arasında, ünlü Babilli Gılgamış Destanı’nın
kahramanı, tufanı Utnapishtim adlı bir atasından öğrenir. Gılgamış tufan
öyküsü, Yakın Doğu’ da yüzyıllar boyunca yayıldı ve İbraniler’in Filistin’e
gelmesinden önce biliniyordu. Yazınsal karşılaştırma onun, Nuh tufanı öyküsü
üzerindeki etkisini açığa çıkarmaktadır.
Bir efsaneyi bilime çevirmeye ya da bilimi efsaneye çevirmeye çalışmak,
efsanelere bir hakaret, dine bir hakaret ve bilime bir hakarettir. Bunu
yapmaya çalışırken yaratılışçılar efsanelerin önemini, anlamını ve gurur
verici yapısını kaçırmaktadır. Onlar, güzel bir yaratılış ve yeniden
yaratılış öyküsünü almakta ve onu bozmaktadırlar.
Bir efsaneyi bilime çevirmeye çalışmanın saçmalığını göstermek için insanın
sâdece, onların yiyeceklerini bir tarafa bırakın milyonlarca türün her
birinden iki taneyi 75’e 45 feetlik, 450 feet karelik bir gemiye sığdırma
konusundaki gerçekleri düşünmesi yeterlidir. Tüm bu hayvanların beslenmesi,
sularının verilmesi ve temizlenmesinin lojistiğini düşünün. Birbirlerini
avlamalarını nasıl önlersiniz? Sâdece yırtıcı hayvanlara ait bir güverte mi
vardı?
Bilimsel olduğu ileri sürülen, iddiaları sâdece evrimci biyolojiyi değil ama
ilk insan tarihinin çoğunu reddettiğini söylemeye gerek olmadan,
kozmolojinin, fiziğin, paleontolojinin, arkeolojinin, tarihsel jeolojinin,
zoolojinin, botaniğin ve biyo coğrafyanın çoğunu reddeden, yaratılışçılıktan
daha olağanüstü olan bir inanç sistemi bulmak zor olacaktı. Skeptic’de
incelemiş olduğumuz tüm iddialar içinde, var olan çok fazla bilgiyi göz ardı
etmek ya da yok saymak için bize sorabileceği kolaylık ve kesinlik açısından
yaratılışçılıkla karşılaştırabileceğim sâdece bir tane bulmuştum. Bu
soykırımın inkarıdır. Dahası, mantık yürütme yöntemlerindeki ikisi
arasındaki benzerlikler korkutucudur.
1. Soykırımı inkar edenler, tarihçilerin bilgisinde hatalar bulurlar ve
sonra, sanki tarihçiler hiçbir zaman hata yapmazmış gibi, bu yüzden
vardıkları sonuçların yanlış olduğunu ima ederler. Evrimi inkar edenler,
bilimde hatalar bulurlar ve sanki bilim adamları hiç hata yapmazmış gibi,
tüm bilimin yanlış olduğunu ima ederler.
2. Soykırımı inkar edenler çoğunlukla Nazileri, Yahudileri ve soykırım
konusunda bilgili olanları, soykırımı inkar edenlerin iddialarını
destekliyormuş gibi görünmesini sağlamak için yönlendirerek, kapsam dışı
olan alıntıları yapmaktan hoşlanırlar. Evrimi inkar edenler, Stephen Jay
Gould ve Ernst Mayr gibi önde gelen bilim adamlarından kapsam dışı ve
onların ketum bir şekilde evrim gerçeğini inkar ettiklerini ima ederek
alıntılar yapmaktan hoşlanırlar.
3. Soykırımı inkar edenler, soykırım bilginleri arasındaki gerçek ve dürüst
tartışmanın onların kendisinin soykırımdan şüphelendikleri ya da kendi
öykülerini doğrulayamayacakları anlamına geldiğini iddia ederler. Evrimi
inkar edenler, bilim adamları arasındaki gerçek ve dürüst tartışmanın,
onların bile evrimden kuşku duydukları ya da kendi bilimlerini
doğrulayamayacakları anlamına geldiğini ileri sürmektedirler.
Birçok yaratılışçı, bâzı ünlü kuşkucuların ya dine karşı hiçbir düşmanlık
barındırmadığını ya da kendilerinin inananlar olduğunu öğrendiklerine
şaşıracaklardır. Stephen Jay Gould bir keresinde şöyle yazıyordu:
“Meslektaşlarımın en az yarısı aptal olmadıkça – en ham ve deneysel zeminde
– bilim ve din arasında hiçbir çatışma olamaz.”
Steve Allen, “Tanrı’ nın varlığıyla ilgili şimdiki durumum, tam olarak
hayali görünse de onu kabul etmektir çünkü alternatif daha da hayali
görünmektedir” diye açıklıyordu.
27 Ekim 1996’da, Papa John Paul II, Roma’daki Papalık Bilim Akademisi’nde
yaptığı bir konuşmada, doğanın bir gerçeği olarak evrimi kabul ettiğini
açıkladı ve bilim ile din arasında hiçbir savaş olmadığını belirtti:
“Bilginin değişik düzenlerinde kullanılan yöntemi düşünmek, uzlaştırılamaz
görünen iki bakış açısının uyumuna izin verir. Teknoloji, Yaratıcının
tasarımına göre nihai anlamı... çekip çıkarırken... gözlem bilimleri çok
daha kesin olarak yaşamın çoklu ortaya konuluşunu tanımlar ve ölçer.”
Yaratılış Araştırma Enstitüsü emekli başkanı Henry Morris şöyle cevap verdi:
“Papa sâdece etkili bir kişi; bilim adamı değil. Evrim için hiçbir bilimsel
kanıt yok. Gerçek somut kanıtın tümü yaratılışı desteklemektedir.”
Yaratılışçılara Karşı Koymak
Yirmi Beş Yaratılışçı Tez, Yirmi Beş Evrimci Yanıt
Bilim ve din ilişkisini sınıflandırırken üç katmanlı bir sınıflandırma
önermek isterim:
Aynı dünyalar modeli: Bilim ve din aynı konularda uğraşır ve sâdece üst üste
binme ve uzlaşma yoktur ama bir gün bilim dinî tümüyle kapsayabilir. Frank
Tipler’in antropik ilkeye dayanan kozmolojisi (1946) ve evrenin uzak
geleceğinde bir süper bilgisayarın sanal gerçekliğinde tüm insanların
sonunda yeniden canlanması buna bir örnektir.
Ayrı dünyalar modeli: Bilim ve din ayrı konularla uğraşır, çatışmazlar ya da
üst üste binmezler ve ikisi birbirleriyle barış içinde bir arada var
olmalıdır. Charles Darwin, Stephen Jay Gould ve birçok diğer bilim adamı bu
modeli tutmaktadır.
Çatışan dünyalar modeli: Birisi doğru ve diğeri yanlıştır ve iki bakış açısı
arasında hiçbir uzlaşma olamaz. Bu model ağırlıklı olarak, çoğunlukla
birbirleriyle kavgalı olan ateistler ve yaratılışçılar tarafından ileri
sürülür.
Bu sınıflandırma bizim, Darwin’in öğüdünün bugün de yüzyıl önce olduğu kadar
uygulanabilir olduğunu görmemizi sağlar. Bu yüzden yaratılışçıların
tezlerini çürütmenin dine saldırmak demek olmadığı konusunda açık olalım.
Eğer yaratılışçılar haklıysa, o zaman fizik, astronomi, kozmoloji, jeoloji,
paleontoloji, botanik, zooloji ve tüm yaşam bilimlerinde ciddi sorunlar
vardır. Tüm bu bilimler aynı şekilde yanlış olabilir mi? Kuşkusuz olamaz ama
yaratılışçılar onların yanlış olduğunu düşünüyorlar ve daha kötüsü bilim
karşıtlıklarının devlet okullarında öğretilmesini istiyorlar.
Evrim Nedir?
Darwin’in, 1859’daki Doğal Seçme Yoluyla Türklerin Kökeni adlı kitabında,
taslağı verilen teorisi aşağıdaki gibi özetlenebilir. (Gould 1987a; Mayr
1982, 1988):
Evrim: Organizmalar zamanla değişir. Hem fosil kaydı hem de doğa, bugün bunu
açıkça göstermektedir.
Değişiklikle miras kalma: Evrim, ortak soydan kolların ayrılması yoluyla
ilerler. Yavrular ebeveynlerine benzerler ama tam kopyaları değildirler. Bu,
sürekli değişen çevreye uymak için gerekli değişikliği sağlar.
Aşamalılık: Değişiklik yavaştır, düzenlidir, görkemlidir. Natura non facit
saltum – Doğa sıçramalar yapmaz. Yeterli zaman verilirse evrim tür
değişikliklerinden sorumlu olur.
Türlerin çoğalması: Evrim, sâdece yeni türleri oluşturmaz; artan sayıda yeni
türleri oluşturur.
Doğal seçme: Darwin ve Alfred Russel Wallace tarafından ortak olarak
keşfedilen evrimci değişiklik mekanizması aşağıdaki gibi işler:
A. Nüfus, sonsuza kadar geometrik oranla artma eğilimindedir.: 2, 4, 8, 16,
32, 64, 128, 256, 512,...
B. Ama doğal bir ortamda nüfus sayıları belirli bir düzeyde kalır.
C. Bu yüzden “var olmak için bir mücadele” olması gerekir çünkü oluşan
organizmaların tümü yaşayamaz.
D. Her türde değişim vardır.
E. Var olma mücadelesinde, çevreye daha iyi uyum sağlayan değişikliklere
sâhip olan bireyler arkalarında, daha az uyum sağlayan bireylerden daha
fazla yavru bırakır. Bu, meslek jargonunda, diferansiyel çoğalma başarısı
olarak bilinir.
Bilim yeni araştırma alanları yaratarak, yaşamın nasıl ortaya çıktığı ve
evrimleştiği konusundaki bilgilerimizi iyi bir şekilde düzenleyerek ileri
giderken, yaratılışçıların bir iğnenin ucundaki melekler ve Nuh’un
Gemisi’ndeki hayvanlar konusunda yapılan Orta Çağ tartışmalarına saplanıp
kalmaları üzücüdür.
Felsefe Temelli Tezler Ve Cevaplar
1. Yaratılış bilimi bilimseldir ve bu yüzden devlet okullarında fen
kurslarında öğretilmelidir.
Yaratılış bilimi, sâdece ad olarak bilimseldir. Bu, bilimsel yöntemleri
kullanarak test edilecek bir teori olmaktan çok zayıf bir şekilde gizlenmiş
dinî bir durumdur ve bu yüzden bir şeye Müslüman bilimi ya da Buda bilimi
veya Hıristiyan bilimi demenin, onun eşit zaman gerektirdiği demek olmadığı
gibi, devlet okulları fen kursları için uygun değildir.
2. Bilim sâdece, burada ve şimdi olanla uğraşır ve böylece evrenin yaratılış
ile yaşamın ve insan türlerinin kökeni konusundaki tarihsel soruları
cevaplandıramaz.
Bilim, özellikle kozmoloji, jeoloji, paleontoloji, paleoantropoloji ve
arkeoloji gibi tarihsel bilimlerde gerçekten geçmiş olgularla uğraşır.
Evrimsel biyoloji geçerli ve yasal bir tarihsel bilimdir.
3. Eğitim, bir konunun tüm yönlerini öğrenme sürecidir; bu yüzden devlet
okullarındaki fen kurslarında yaratılışçılık ve evrimin yan yana öğretilmesi
uygundur.
Konuların çeşitli yüzlerini açığa çıkarmak, aslında genel eğitim sürecinin
bir parçasıdır ve din, tarih ya da hâttâ felsefe kurslarında
yaratılışçılığın tartışmak uygun olabilir ama elbette bilimde pek değil;
benzer şekilde biyoloji kursları Amerikan Yerlileri’nin yaratılış efsaneleri
konusunda konferansları içermemelidir. Üstelik, yaratılışçılığın arkasındaki
varsayımlar, sâdece evrimci biyolojiye değil tüm bilimlere karşı çatal dişli
bir saldırıdan oluşur. Bir, eğer evren ve Dünya sâdece on bin yaşındaysa, o
zaman modern kozmoloji, astronomi, fizik, kimya, jeoloji, paleortoloji,
paleoantropoloji ve ilk insan tarihi bilimlerinin tümü geçersizdir.
4. Doğanın gerçekleri ve İncil’in yasaları arasında şaşırtıcı bir bağlantı
vardır.
Aynı zamanda doğada bu konuda hiçbir gerçek bulunmayan İncil’deki yasalar
arasında ve bu konuda İncil’de hiçbir yasa bulunmayan doğadaki gerçekler
arasında şaşırtıcı bağlantılar vardır.
5. Doğal seçme teorisi gereksiz tekrarlarla doludur ya da bir çeşit
dolambaçlı mantık yürütmedir. Yaşamlarını sürdürenler en iyi uyum
sağlayanlardır. En iyi uyum sağlayanlar kimlerdir?
Bazen tekrarlar bilimin başlangıcıdır ama hiçbir zaman sonu değildirler. Yer
çekimi tekrarlanıyor olabilir ama onun sonucu, bu teorinin bilim adamlarının
doğru bir şekilde fiziksel etkileri ve olguyu öngörmelerini sağlaması
yoluyla kanıtlanmıştır. Aynı şekilde, doğal seçme ve evrim teorisi test
edilebilir ve önceden haber verme güçlerine bakılarak gerçek olmadığı
kanıtlanabilir. Örneğin, nüfusun genetiği oldukça açık şekilde ve
matematiksel öngörüyle doğal seçmenin ne zaman bir nüfus üzerinde değişiklik
yapıp yapmayacağını gösterir.
6. Yaşamın kökenleri ve insanların, bitkilerin ve hayvanların varlığı için
sâdece iki açıklama vardır: Bu, ya bir yaratıcının işidir ya da değildir.
Evrim teorisi kanıtlarla desteklenmediği için yaratılışçılık doğru
olmalıdır.
Ya o ya o yanlış düşüncesinden ya da yanlış alternatifler yanlış
düşüncesinden sakının. Eğer A yanlışsa B doğru olmalıdır. Oh? Neden? Ayrıca
B, A’ dan bağımsız olarak kendi ayakları üzerinde durmamalı mı? Kuşkusuz. Bu
yüzden eğer evrim teorisinin tamamen yanlış olduğu ortaya çıksa bile bu, bu
yüzden yaratılışçılığın doğru olduğu anlamına gelmez.
7. Evrimci teori, Marksizmin, komünizmin, ateizmin, ahlaksızlığın ve
Amerikan kültürünün genel çöküşünün temelidir ve bu yüzden çocuklarımız için
kötüdür.
Atom bombası, hidrojen bombası ve birçok daha yıkıcı silahın icat edilmiş
olması gerçeği atom çalışmalarını terk etmemiz gerektiği anlamına gelmez.
Üstelik, Marksist, komünist, ateist ve hâttâ ahlaksız evrimciler olabilir
ama belki de birçok kapitalist, Tanrı’ ya inanan, agnostik ve ahlaklı
evrimciler de vardır.
8. Evrim teorisi, yakın dostu lâik hümanizmin yanı sıra gerçekten bir
dindir, bu yüzden devlet okullarında öğretilmesi uygun değildir.
Evrimci biyoloji bilimine din demek, din tanımını, tamamen anlamsız yapacak
kadar genişletmektir. Başka bir deyişle din, dünyayı yorumlamak için içinden
baktığımız herhangi bir lens haline gelir. Ama din bu değildir. Din, iman ve
görünmeyenle ilgilidir; bilim, deneysel kanıt ve test edilebilir bilgiye
yoğunlaşır.
9. Önde gelen birçok evrimci, teori konusunda kuşkucudur ve onu sorunlu
bulmaktadır. Örneğin, Eldredge ve Gould’un kesintili denge teorisi Darwin’in
yanlış olduğunu kanıtlar.
Yaratılışçıların, bilim güçlerini yanlarına çekme çabalarında, önde gelen
bir yaratılışçılık karşıtı sözcüden –Gould’dan- alıntı yapmaları, özellikle
ironiktir. Yaratılışçılar, ya saflıkla ya da kasıtlı olarak evrimciler
arasındaki organik değişikliğin nedensel etmenleri konusundaki sağlıklı
bilimsel tartışmayı yanlış anlamışlardır. Eldredge ve Gould’un kesilen denge
teorisi, Darwin’in evrim teorisinin düzeltilmesi ve ilerletilmesidir. Bu,
Darwin’in teorisinin yanlış olduğunu, Einstein’ın görecelilik teorisinin
Newton’un yanlış olduğunu kanıtlanmasından daha fazla kanıtlamaz.
10. “İncil, Tanrı’nın yazılı sözüdür... Onun tüm sacları tarihsel ve
bilimsel olarak doğrudur. Tekvin’de tanımlanan büyük Tufan, büyüklüğü ve
etkisi dünya çapında olan tarihsel bir olaydı.
Böyle bir inanç cümlesi açıkça dinidir. Bu, onu yanlış yapmaz ama bu
yaratılış biliminin gerçekten yaratılış dinî olduğu anlamına gelir ve bu
ölçüde kilise ve devleti ayıran duvarda gedik açmaktadır. Yaratılışçılar
tarafından finanse edilen ve denetlenen özel okullarda onlar çocuklarına
istediklerini öğretmekte özgürdürler.
11. Her nedenin etkileri vardır. “X’ in” nedeni “X gibi” olmalıdır. Zekanın
nedeni zeki –Tanrı- olmalıdır. Bütün nedenleri zaman içinde geriletin ve ilk
nedene –Tanrı’ya- gelirsiniz. Her şey hareket halinde olduğu için bir tane,
hareket etmek için başka bir hareket ettiriciye gerek duymayan esas hareket
ettirici –Tanrı- olması gerekir. Evrendeki her şeyin bir amacı vardır, bu
yüzden amacı olan bir tasarımcı –Tanrı- olması gerekir.
Eğer bu doğru olsaydı doğanın, doğaüstü değil doğal bir nedeni olması
gerekmez miydi? Ama “X’ in” nedenleri “X gibi” olmak zorunda değildir. Yeşil
boyanın “nedeni” hiç birisi yeşil gibi olmayan mavi ve sarı boyanın
karışmasıdır. Hayvan gübresi, meyve ağaçlarının daha iyi büyümesine neden
olur. Meyve lezzetlidir ve bu nedenle hiç gübre gibi değildir! Parlak bir
şekilde, on dördüncü yüzyılda St. Thomas Aquinas tarafından önerilen (ve
daha parlak bir şekilde David Hume tarafından on sekizinci yüzyılda
çürütülen) ilk neden ve esas hareket ettirici tezi, sâdece bir soruyla
kolayca ters çevrilir: Kim ya da ne Tanrı’ ya neden oldu ve hareket ettirdi?
Son olarak Hume’un gösterdiği gibi, tasarımın amaçlı olması çoğunlukla
aldatıcı ve özneldir. “Erken kalkan kuş solucanı alır” sözü, eğer siz
kuşsanız akıllıca bir tasarımdır, eğer solucansanız o kadar iyi değildir.
12. Bilim adamları, hiçbir şey yoktan yaratılamaz demektedirler. Öyleyse,
Büyük Patlama için malzeme nereden geldi? Stanley Miller'in inorganik bir
“çorbadan” amino asitleri yaratması ve diğer biogenik moleküller yaşamın
yaratılması değildir.
Bilim, evrenin başlangıcından önce ne vardı ya da zaman başlamadan öncesi ne
zamandı veya Büyük Patlama için malzeme nereden geldi gibi, “nihai” tipte
belirli sorulara cevap vermek için donanımlı olmayabilir. Yaşamın kökenine
gelince, biyokimyacıların inorganikten organik karışımlara doğru evrimleşme,
amino asitlerin ve protein zinciri yapısının yaratılması, ilk kabataslak
hücre, fotosentezin yaratılması, cinsel üremenin bulunuşu ve bunun gibi
şeyler için çok mantıklı ve bilimsel bir açıklaması vardır. Stanley Miller,
hiçbir zaman yaşamı yarattığını iddia etmedi, sadece onun yapı taşlarından
bazılarını yaratmıştı.
Bilimsel Temelli Tezler ve Cevaplar
13. Nüfus istatistikleri görmektedir ki, eğer var olan nüfustan geriye
doğru, var olan nüfus artış hızını kullanarak tahminde bulunursak,
günümüzden ortalama olarak 6300 yıl önce (M.Ö. 4300) yaşayan sadece iki kişi
vardı. Bu, insanlığın ve uygarlığın oldukça genç olduğunu kanıtlar. Nüfus
artış hızının yüzde 0.5'inde ve aile başına ortalama 2.5 çocukla 25.000
kuşağı düşünerek, Dünya – diyelim ki bir milyon – yaşındaysa, var olan nüfus
2100 üzeri 10 kişi olacaktı; bu, bilinen evrende sadece 130 üzeri 10
elektron olduğu için olanaksızdır.
Onların modelini uygularsak M.Ö. 2600'de Dünya'nın toplam nüfusunun yaklaşık
600 kişi olduğunu buluruz. M.Ö. 2600'de Mısır'da, Mezopotamya'da, İndus
Nehri Vadisi'nde ve Çin'de gelişen uygarlıklar olduğunu yüksek derecede bir
kesinlikle biliyoruz. Eğer Mısır'a, son derece cömert bir şekilde dünya
nüfusunun altıda birini verirsek, o zaman piramitleri 100 kişi inşa etti,
diğer mimari anıtlardan bahsetmeye gerek görmüyorum – kesinlikle bir ya da
iki mucizeye... ya da belki de eski astronotların yardımına gerek
duyuyorlardı!
14. Doğal seçme, hiçbir zaman türler içindeki önemsiz değişikliklerden –
mikro evrimden – başka herhangi bir şey için açıklama yapamaz. Makro evrimi
açıklamak için evrimciler tarafından kullanılan dönüşümler her zaman
zararlı, nadir ve rastgeledir ve evrimci değişikliğin itici gücü olamaz.
Fullerton, California Devlet Üniversitesi'nde evrimci biyolog Bayard
Brattstrom'un, öğrencilerin beyinlerine işlediği dört kelimeyi hiç
unutmayacağım: “Mutantlar canavar değildir.” Onun önem verdiği nokta,
insanların mutantları – kasaba panayırındaki iki başlı inekler ve benzerleri
– algılayışının, evrimcilerin tartıştığı tipten mutantlar olmamasıdır.
15. Fosil kayıtlarında hiçbir yerde, özellikle insanlar dâhil olmak üzere
hiçbir geçiş biçimi yoktur. Tüm fosil kaydı evrimciler için rahatsızlık
vericidir. Örneğin, Neanderthal örneği kireçlenmeyle, raşitizmle ve kavisli
bacaklara, çıkıntılı alna ve büyük iskelet yapısına neden olan diğer
hastalıklarla bozulan hastalıklı örneklerdir. Homo erectus ve
Australopithecus sadece maymundur.
Yaratılışçılar her zaman Darwin'in Türlerin Kökeni'ndeki, “Öyleyse neden her
jeolojik yapı ve her katman böyle arada bulunan bağlantılarla dolu değildir?
Jeoloji kesinlikle, böyle herhangi iyi bir şekilde aşamalı olarak değişen
organik zinciri ortaya çıkarmamaktadır ve bu belki de teorime karşı
getirilebilecek en ciddi itirazdır,” diye sorduğu ünlü paragrafından alıntı
yaparlar. (1859, s. 310) Yaratılışçılar alıntıyı burada sona erdirirler ve
Darwin'in bölümünün sorunu açıkladığı geri kalan kısmını göz ardı ederler.
İkinci bir cevap, konuşma sanatıyla ilgilidir. Yaratılışçılar, sadece bir
geçiş fosili istemektedir. Onlara bunu verdiğinizde, o zaman bu iki fosil
arasında bir boşluk olduğunu iddia ederler ve bu ikisi arasında bir geçiş
biçimi sunmanızı isterler. Eğer yaparsanız şimdi fosil kaydında iki boşluk
daha vardır ve bu sonsuza kadar gider. Sadece bunu göstermek tezi çürütür.
16. Termodinamiğin İkinci Yasası, evrimciler evrenin ve yaşamın, İkinci Yasa
tarafından öngörülen entropinin tam zıttı olarak, kaostan düzene ve basitten
karmaşığa doğru gittiğini belirttikleri için, evrimin doğru olamayacağını
kanıtlar.
Her şeyden önce hepsinin en büyüğü olandan – Dünya üzerindeki 600 milyon
yıllık yaşam tarihinden – farklı herhangi bir ölçüye göre türler, basitten
karmaşığa doğru evrimleşmez ve doğa, basit şekilde kaostan düzene doğru
ilerlemez. Kaos teorisindeki son araştırmalar düzenin, Termodinamiğin İkinci
Yasası'nı hiç bozmadan, görünürdeki kaostan kendiliğinden ortaya
çıkabileceğini ve çıktığını ileri sürmektedir (bkz. Kauffman 1993). Evrim,
Termodinamiğin İkinci Yasası'nı, bir kimsenin zıplayarak yer çekimi yasasını
bozduğundan daha fazla bozmaz.
17. Yaşam biçimlerinin en basiti bile tesadüfen bir araya gelmek için
fazlasıyla karmaşıktır. Sadece 100 parçası olan basit bir organizmayı ele
alın. Matematiksel olarak parçaları birleştirmek için 158 üzeri 10 kadar
olası yol vardır. Evrende ya da başlangıçtan beri geçen zamanda, insanları
oluşturmayı bir yana bırakın, bu olası yolların en basit yaşam biçimi içinde
bir araya gelmesi için bile yeterli molekül yoktur. Yalnızca insan gözü bile
evrimin rastgeleliği ile yapılan açıklamalara karşı çıkar.
Doğal seçme rastgele değildir, şansla iş görmez. Doğal seçme kazançlarını
korur ve hataları yok eder. Göz, tek bir ışığa duyarlı hücreden bugünün
karmaşık gözü haline binlerce değilse bile yüzlerce, birçoğu halâ doğada var
olan basamaktan geçerek gelmiştir (bkz. 1986). Maymunun, Hamlet'in kendi
kendine konuşmasının başındaki on üç harfi tesadüfen yazması için 13 üzeri
26 deneme yapması gerekir. Bu, Güneş sistemimizin yaşamı boyunca geçmiş olan
toplam saniye sayısının on altı katıdır.
18. Tufan sırasındaki hidrodinamik sıralama, jeolojik katmanlardaki görünür
fosil dizisini açıklamaktadır. Daha karmaşık, daha akıllı ve daha hızlı
organizmalar daha yukarıda ölürken, basit, bilgisiz organizmalar denizde
öldü ve onlar alt tabakalarda yer aldı.
Tek bir trilobit bile daha yüksek bir katmana sürüklenmedi mi? Hiçbir şaşkın
at kumsalda değil miydi ve daha alt bir katmanda boğulmadı mı? Tek bir geri
zekâlı insan yağmurdan kurtulmadı mı?
19. Evrimcilerin tarihleme teknikleri tutarsızdır, güvenilmezdir ve
yanlıştır. Gerçekte, El Paso'daki Texas Üniversitesi'nden Dr. Thomas
Barnes'in, Dünya'nın manyetik alanının yarı ömrünün 1400 yaşında olduğunu
gösterdiği zaman kanıtladığı gibi, on bin yıldan daha yaşlı değilken, yaşlı
bir dünya hakkında yanlış izlenim vermektedirler.
Her şeyden önce, jeofizik, onun zaman içinde inip çıktığını göstermişken,
Barnes'in manyetik alan tezi, manyetik alanın bozulmasının doğrusal olduğunu
varsaymaktadır. Yanlış bir dayanak noktasından hareket ediyordu.
20. Tür düzeyinin üzerindeki organizmaların sınıflandırılması, keyfî ve
insan yapısıdır. Sınıflandırma, özellikle türler arasındaki birçok bağlantı
olmadığı için hiçbir şeyi kanıtlamaz.
Sınıflandırma bilimi, diğer tüm bilimler gibi gerçekten insan yapısıdır ve
kuşkusuz organizmaların evrimleşmesi mutlak olarak herhangi bir şeyi
kanıtlayamaz. Ama onun organizmaları gruplaması, ona karşı bir öznellik
ögesi olsa da, keyfîden başka her şeydir.
21. Eğer evrim aşamalıysa türler arasında boşluklar olmamalıdır.
Evrim her zaman aşamalı değildir. Genellikle oldukça dağınıktır. Ve
evrimciler, hiçbir zaman boşluklar olmaması gerektiğini söylemediler. Son
olarak, boşluklar yaratılışı, insanlık tarihindeki boş noktaların tüm
uygarlıkların aynı anda yaratıldığını kanıtlamasından daha fazla
kanıtlamamaktadır.
22. Coelecanth ve at nalı yengeci gibi “yaşayan fosiller” tüm yaşamın birden
yaratıldığını kanıtlamaktadır.
Yaşayan fosillerin varlığı basit şekilde onların görece olarak statik ve
değişmeyen çevrelerine uygun bir yapı evrimleştirmiş olduğu anlamına
gelmektedir. Böylece onlar, ekolojik yerlerini sağlar sağlamaz durdular.
23. Yeni başlamış yapı sorunu, doğal seçmeyi çürütmektedir.
Kötü gelişmiş bir kanat, ektotermik sürüngenler için bir ısı düzenleyicisi
gibi çok iyi gelişmiş başka bir şey olabilir. Ve yeni başlayan aşamaların
tamamen yararsız olduğu doğru değildir.
24. Birbirine benzer yapılar (yarasanın kanadı, balinanın yüzgeci, insanın
kolu), akıllı tasarımın kanıtıdır.
Mucizeler ve özel ilahî takdir isteyerek yaratılışçılar, doğadaki herhangi
bir şeyi Tanrı'nın işinin kanıtı olarak seçip alabilirler ve geri kalanı göz
ardı edebilirler. Birbirine benzer yapılar gerçekten özel yaratılış
paradigmasında hiçbir anlam taşımaz. Neden bir balinanın yüzgecinde bir
insanın kolundaki ya da bir yarasanın kanadındaki aynı kemikler olsun?
Kesinlikle gücü her şeye yeten akıllı bir tasarımcı daha iyisini
yapabilirdi. Birbirine benzer yapılar, ilahî yaratımın değil, değişikliklere
uğramış nesillerin işaretidir.
25. Özel olarak evrimci teorinin ve genel olarak bilimin tüm tarihi, yanlış
teorilerin ve yıkılan düşüncelerin tarihidir. Nebraska Adamı, Piltdown
Adamı, Calaveras Adamı ve Hepseropithecus bilim adamlarının yaptığı büyük
hatalardan sadece bir kaçıdır. Açıkçası bilime güvenilemez ve modern
teoriler geçmiştekilerden daha iyi değildir.
Yine aynı anda bilimin otoritesine dikkat çekmek ve bilimin temel
çalışmalarına saldırmak yaratılışçılar için çelişkilidir. Üstelik, bu tez
bilimin yapısı konusunda büyük bir yanlış anlamayı ortaya koymaktadır. Bilim
sadece değişmez. Sabit bir şekilde geçmişin düşünceleri üzerine inşa olur ve
geleceğe doğru ilerleyicidir. Bilim adamları gerçekten birçok hata yaparlar
ve aslında bilim bu şekilde ilerler.
Tartışmalar ve Gerçek
Bu yirmi beş cevap, sadece evrimci teoriyi destekleyen bilim ve felsefenin
yüzeyini kurcalar. Eğer bir yaratılışçıyla karşılaşırsak, birçok kere
yaratılışçılarla karşılaşmış olan Stephen Jay Gould'un sözlerine kulak
verecek kadar akıllı olacağız:
Tartışma, bir sanat biçimidir. Tezlerin kazanması hakkındadır. Gerçeğin
keşfedilmesi hakkında değildir.
SAVUNULAN BİLİM, TANIMLANAN BİLİM
Eşit Zaman mı Yoksa Her Zaman mı?
Genel olarak yaratılışçılar, İncil'i harfi harfine okuyan Hıristiyan kökten
dincilerdir – örneğin, Tekvin altı günde yaratılıştan söz ettiği zaman bu,
24 saatlik altı gün anlamına gelir. Kuşkusuz özel olarak, 24 saatlik gün
yorumuna bağlı kalan genç Dünya yaratılışçıları; İncil'deki günleri,
jeolojik çağları temsil eden mecazi konuşmalar olarak almak isteyen yaşlı
Dünya yaratılışçıları ve ilk yaratılış ile insanların ve uygarlığın çıkışı
arasında bir zaman boşluğuna izin veren boşluk yaratılışçıları dâhil olmak
üzere birçok değişik tipte yaratılışçı vardır.
1991'de Gallup'un yaptığı bir kamuoyu araştırması, Amerikalar'ın yüzde
47'sinin, “Tanrı'nın insanı son on bin yıl içinde şimdiki durumunda
yarattığına” inandığını buldu. “İnsanın daha az gelişmiş yaşam formlarından
milyonlarca yılda geliştiği ama Tanrı'nın insanın yaratılması dâhil olmak
üzere bu süreci kontrol ettiği” şeklindeki merkezci görüş, Amerikalılar'ın
yüzde 40'ı tarafından kabul edilmektedir. Sadece yüzde 9, “İnsan,
milyonlarca yılda daha az gelişmiş yaşam biçimlerinden gelişmiştir.
Tanrı'nın bu süreçte hiç payı yoktur,” diye inanmaktadır. Kalan yüzde 4,
“Bilmiyorum,” diye cevap veriyordu.
O zaman neden bir tartışma vardır? Çünkü bilim adamlarının yüzde 99'u,
Amerikalılar'ın sadece yüzde 9'u tarafından paylaşılan katı doğalcı görüşü
kabul etmektedir. Bu, rahatsız edici bir farklılıktır. Sokaktaki insanla
fildişi kulesindeki uzman arasında böyle geniş bir ayrımın olduğu başka
herhangi bir inancı hayal etmek zor olacaktır.
Tanımlanan Bilim
İyi kurulmuş gerçeklerin üzerine test edilebilir hipotezler biçimlendirilir.
Test süreci, “bilim adamlarını, değerli gözlemsel ya da deneysel destek
toplayan o hipotezler üzerinde özel bir değerde uzlaşmaya yönlendirir.” Bu
“özel değere, teori” denir. Bir teori, “büyük ve çeşitli bir gerçek
kütlesini açıkladığında,” ona, “sağlam” denir; eğer “daha sonra gözlemlenen
yeni olguları sürekli olarak öngörüyorsa,” o zaman “güvenilir” olarak kabul
edilir. Gerçekler dünyanın verisidir; teoriler, bu gerçekler hakkındaki
açıklayıcı düşüncelerdir. “Açıklayıcı bir ilke, açıklamak için aradığı
ilkeyle karıştırılmamalıdır.” Yapılar ve diğer test edilemeyen ifadeler
bilimin bir parçası değildir. “Doğası gereği, test edilemeyen bir açıklayıcı
ilke bilim alanının dışındadır.” Böylece bilim, olgular için sadece doğal
açıklamaları arar.
Bilim, gözlemlerimiz için doğaüstü açıklamaları değerlendirmek için
donanımlı değildir; bilim, doğaüstü açıklamaların doğruluğu ya da yanlışlığı
konusunda yargıda bulunmadan, onların düşünülmesini dinsel inanç alanına
bırakır.
Bilimde hiçbir açıklayıcı ilkenin son olmaması bilimsel yöntemin yapısından
ileri gelir. “En sağlam ve güvenilir teori bile... kesin değildir. Bilimsel
bir teori, sonsuza kadar yeniden incelemeye konu olur ve – Ptolemeci
astronomide olduğu gibi – yüzyıllarca kullanıldıktan sonra en sonunda
reddedilebilir.” Yaratılışçıların kesinliği, bilim adamlarının işlerinin
düzenli ve doğal bir parçası olarak karşılaştığı belirsizlikle derin bir
zıtlık içinde durur. “İdeal bir dünyada her bilim kursu, evrenle ilgili
gözlemlerimizi açıklamak için sunulan her teorinin bu nitelikleri taşıdığı
hakkındaki tekrarlanan anımsatıcıları içerecekti:
“Bugün elde edebildiğimiz kanıtları inceleyerek şimdi bilebildiğimiz
kadarıyla bu böyledir. Ama Gell-Mann'ın belirttiği gibi yaratılışçılar şu
takıntıya sahiptirler: “İncil yanılmazdır. Kanıtın ne olduğu önemli
değildir, sonuna kadar kendi doktrinlerine inanmaya devam edeceklerdir.”
Böylece Gell-Mann şunu belirtti: Yaratılışçılar “bilim yapmıyorlar. Onlar
sadece kelimeyi içeri sokuyorlar”.
Yaratılışçılar Cevap Veriyor
Ama yaratılışçıların “seküler” bütünlüğü, bilim adamlarının tamamen hatalı
olduğunu ileri sürdükleri, aşağıdaki aşamalı şekilde cesur ifadelerin
ağırlığı altında sorgulanabilir hâle gelmektedir: “Yaratılış bilimini
destekleyen bilimsel kanıt kitlesi, evrimi destekleyenler kadar kuvvetlidir.
Aslında daha kuvvetli olabilir”; “Evrimin kanıtı inanmaya
yönlendirildiğimizden çok daha az zorlayıcıdır. Evrim, laboratuarda
gerçekten gözlemlenemediği için bilimsel bir 'gerçek' değildir. Evrim daha
çok, bilimsel bir teori ya da tahmindir”; “O da kötü bir tahmindir.
Evrimdeki bilimsel sorunlar o kadar ciddidir ki doğru bir şekilde bir
'efsane' olarak nitelenebilirdi.
BÖLÜM 4, TARİH VE SAHTE TARİH
SOYKIRIMIN HİÇ OLMADIĞINI KİM SÖYLÜYOR VE BUNU NEDEN SÖYLÜYORLAR?
Tarihçiler, “İnsan, soykırımı nasıl inkâr edebilir?” diye sorduklarında ve
inkârcılar, “Biz soykırımı inkar etmiyoruz” diye cevap verdiklerinde iki
grubun soykırımı farklı şekillerde tanımladığı açıkça ortaya çıkar.
İnkârcıların açıkça reddettiği, soykırımın pek çok tanımında bulunan üç
noktadır:
1. Esas olarak ırka dayalı soykırımın kasıtlılığı vardı.
2. Yüksek düzeyde teknik, iyi organize edilmiş gaz odaları ve krematoryumlar
kullanan yok etme programı uygulandı.
3. Tahminen beş ila altı milyon Yahudi öldürüldü.
İnkârcılar, Nazi Almanyası'nda anti semitizmin yaygın olduğunu ya da
Hitler'in ve birçok Nazi önderinin Yahudiler'den nefret ettiğini inkâr
etmezler. Onlar, Yahudiler'in mallarına el konulduğunu, Yahudiler'in
toplandığını ve zorla, genel olarak çok kötü davranıldıkları ve aşırı
kalabalığın, hastalığın ve zorla çalıştırmanın kurbanları yapıldıkları
toplama kamplarına konulduğunu da inkâr etmezler.
Açık Tartışma İçin Bir Dava ilanında özetlendiği gibi inkârcılar şunları
söylemektedir:
1. Avrupa Yahudiliği'ni yok etmek için hiçbir Nazi politikası yoktur.
“Yahudi sorununa” Son çözüm, Reich'in dışına sürülmekti. Savaştaki erken
başarılar yüzünden Reich, sınır dışı edebileceğinden daha fazla Yahudi'yle
karşılaşıyordu. Savaştaki daha sonraki başarısızlıklar yüzünden Naziler,
Yahudiler'i gettolara ve sonunda kamplara kapattılar.
2. Ölümün başlıca nedenleri, esas olarak savaşın sonunda müttefiklerin Alman
destek hatları ve kaynaklarını yok etmesinden kaynaklanan hastalık ve
açlıktı. Gaz odaları, sadece elbise ve battaniyelerin bitlerini öldürmekte
kullanılıyordu ve krematoryumlar hastalıktan, açlıktan, aşırı çalışmadan,
vurulma ya da asılmadan dolayı ölen insanların cesetlerini yok etmek için
kullanıldılar.
3. Beş ila altı milyon değil 300.000 ila iki milyon arasında Yahudi
gettolarda ve kamplarda öldü ya da öldürüldü.
İnsanlara soykırımdan bahsettiğim zaman, ortak olarak işittiğim şeylerden
biri, onların saçmalayan ırkçılar ya da deliliğin eşiğindeki kaçıklar olması
gerektiğidir. Soykırımın hiç olmadığını kim söyleyecekti?
Soykırım inkârının, Yahudi gündemine yerleşmiş olarak kuvvetli bir komplo
izi vardır. Tarihsel Araştırma Merkezi için yayınlanan “Holocaust” News, ilk
sayısında, “'soykırım' yalanının Siyonist-Yahudi şaşırtıcı propaganda
makinesi tarafından, dünyadaki Yahudi olmayan insanların akıllarını
Yahudiler konusunda, Siyonistler Filistinliler'in anayurtlarını elden gelen
tüm acımasızlıkla çaldıkları zaman hiçbir protestoda bulunmasınlar diye,
suçluluk duygularıyla doldurma amacıyla yayıldığını” iddia etmektedir.
Soykırım inkârcıları tezlerini ileri sürdükçe, onlara daha fazla
inanmaktadırlar ve Yahudiler ve diğerleri, onlara karşı çıktıkça, soykırım
inkârcıları Yahudilerin İsrail için yardım ve sempati, ilgi. Güç v,b,
kazanabilmeleri amacıyla soykırımı “yaratmak” için bir çeşit Yahudi komplosu
olduğuna daha fazla ikna olmaktadırlar.
Birçok inkârcının inandığı gibi soykırım konusunda hiçbir zaman
değiştirilemeyecek sabit bir doğruluk ilkesi yoktur. Soykırım incelemesine
girdiğiniz zaman ve özellikle konferanslar ve seminerlere katılmaya ve
soykırım tarihçileri arasındaki tartışmaları izlemeye başladığınız zaman,
soykırımın esas ve önemsiz noktaları hakkında birçok sürtüşme olduğunu
keşfedersiniz.
İnkârcılar eğer soykırımın yapısında ufak bir çatlak bulabilirlerse, tüm
büyük yapının yıkılacağını düşünüyormuş gibi görünürler. Bu, onların düşünce
biçimlerindeki temel hatadır. Soykırım, tek bir olay değildir. Soykırım, on
binlerce yerdeki binlerce olaydır ve tek bir sonuçta birleşen milyonlarca
veri parçasıyla kanıtlanmaktadır. Soykırım, onun hiçbir zaman ilk olarak bu
yalnız veri parçalarıyla kanıtlanmamış olması basit gerçeğinden dolayı
önemsiz hatalar ya da oradaki buradaki tutarsızlıklarla yalanlanamaz.
Kaç Tane Yahudi Öldü?
Soykırım inkârının son esas ekseni, Yahudi kurbanların sayısıdır. Paul
Rassinier, “Soykırım Efsanesini Çürütmek: Nazi Toplama Kamplarının
İncelenmesi ve Avrupa Yahudiliğinin İddia Edilen Yok Edilmesi” adlı
kitabında, “1931 ve 1945 arasında en az 4.419.908 Yahudi'nin Avrupa'dan
ayrılmayı başardığını” (1978 s. x) ve bu yüzden altı milyondan çok daha az
Yahudi'nin Naziler'in ellerinde öldüğünü iddia ederek bir sonuca varıyordu.
Ama pek çok soykırım bilgini Yahudi kurbanların toplam sayısını 5.1 ila 6.3
milyon arasına koymaktadır.
Varsayımlar değişirken bağımsız olarak farklı yöntemler ve farklı kaynak
malzemeler kullanan tarihçiler, soykırımın kurbanı olan beş ila altı milyon
Yahudi'ye ulaşmaktadırlar.
Son olarak inkârcıya basit bir soru sorulabilir: Eğer soykırımda altı milyon
Yahudi ölmediyse onların tümü nereye gitti? İnkârcı, onların Sibirya ve
Kalamazoo'da yaşadıklarını söyleyecektir ama milyonlarca Yahudi'nin Rusya,
Amerika ya da herhangi bir yerin iç bölgelerinin dışında aniden ortaya
çıkması saçmalık olacak kadar olanaksızdır. Soykırımdan kurtulup geri gelen
çok nadirdir.
Bugün sınıflandırmacılara bağlı olarak üçten altmış ırka kadar olan herhangi
bir yerdedirler. Cavalli-Sforza ve meslektaşları şu sonuca varıyordu: Tek
bir insan türü olduğu konusunda kuşku olmamasına rağmen sınıfsal ayrımın
herhangi bir özel düzeyinde durmak için açıkça hiçbir somut neden yoktur.
Örneğin, Avustralyalı Aborijinler'in, kesinlikle daha benzer göründükleri
için güneydoğu Asyalılar'dan daha çok, Afrikalı siyahlarla yakın bağları
olduğu düşünülebilir. Ama genetik olarak Avustralyalılar, Afrikalılar'dan en
uzak ve Asyalılar'a en yakındır.
İnsanlar, ilk olarak bunu yapmaları on binlerce yıl alarak, Afrika'dan göç
ettikleri sonra Orta ve Uzak Doğu'dan Güneydoğu Asya'ya ve Avustralya'ya
doğru yol aldıklarından dolayı, kavramsal sezgilerimize ters düşse bile
evrimci bir bakış açısından bu anlam taşımaktadır. Neye benzediklerinden
bağımsız olarak Avustralyalılar ve Asyalılar, evrimsel olarak daha yakından
ilişkili olmalıdırlar ve öyledirler.
Ve örneğin, Avrupalılar'ın, yüzde 65 Asya genleri ve yüzde 35 Afrika genleri
taşıyan arada bulunan melez bir nüfus olduğunu kim sezecekti? Ama evrimci
bir bakış açısından bu şaşırtıcı değildir.
Bir kere, “Amerikalı” bir ırk değildir; bu yüzden “Asyalı-Amerikalı” ve
“Afrikalı-Amerikalı” gibi etiketler halâ bizim kültür ve ırkı
karıştırdığımızı göstermektedir.
İkincisi, insan tarihte ne kadar geri gidebilir? Asya ve Amerika arasındaki
Bering Boğazı'nı geçtikleri tarihe yirmi ya da otuz bin yıldan fazla önceye
gidersiniz. Amerikan Yerlileri gerçekten Asyalı'dır. Ve Asyalılar, birkaç
yüz bin yıl önce belki de Afrika'dan çıkmıştı bu yüzden gerçekten “Amerikan
Yerlisi'nin” yerine “Afrikalı-Asyalı-Amerikan Yerlisi'ni” koymalıyız.
Son olarak Afrika'dan çıkma teorisi (tek ırksal köken) doğru çıkarsa o zaman
tüm modern insanlar Afrikalı'dır (Cavalli-Sforza şimdi bunun yetmiş bin yıl
önce olmuş olabileceğini düşünmektedir). Bu teori, Candelabra (çoklu ırksal
köken) teorisine yol açsa bile sonuç olarak tüm insanlar Afrika'dan
gelmiştir ve bu yüzden Amerika'daki herkes, “Afrikalı-Amerikalı” kutusunu
işaretlemelidir.
Anne tarafından büyükannem Alman'dı ve anne tarafından büyükbabam
Yunanlı'ydı. Bir dahaki sefere o formlardan birini doldururken “Diğeri”
işaretleyip ve ırksal ve kültürel mirasım konusunda doğruyu yazacağım:
“Afrikalı-Yunan-Alman-Amerikalı”.
Ve bundan gurur duyacağım.
ÜMİT SONSUZA KADAR SÜRER
Neden ilk doğanlar daha tutucudur ve otoriteden etkilenirler? Neden sonradan
doğanlar daha liberal ve ideolojik değişikliğe daha açıktır? Doğum sırası ve
kişilik arasındaki ilişki nedir?
İlk doğanlar, ilk oldukları için ebeveynlerinden, daha fazla özgürlük ve
daha az ideolojik fikir aşılama ve yetkililere itaat eğilimi gösteren
sonradan doğanlardan daha çok ilgi görürler. İlk doğanlar genel olarak daha
küçük kardeşlerin bakımı gibi daha büyük sorumluluklar taşırlar ve böylece
vekil ebeveynler haline gelirler.
Sonra doğanlar çoğunlukla ebeveyn otoritesinden bir adım uzaktırlar ve
böylece daha yüksek bir otoritenin inançlarına uyma ve benimsemeye daha az
eğilimlidirler. Sulloway bunu, çocukların sınırlı ebeveyn kaynakları ve
onaylaması için rekabet etmeleri gerektiği, Darwinci bir kardeş rekabeti
modelini uygulayarak bir adım ileri taşımıştır.
İlk doğanlar daha büyüktür, daha hızlıdır ve daha yaşlıdır ve bu yüzden her
şeyin aslan payını alırlar.
Sonra doğanlar, ebeveynlerinden maksimum faydayı sağlamak için yeni alanlara
yönelirler. Bu, sonradan doğanlar daha az geleneksel olanları ararken, ilk
doğanların neden daha geleneksel kariyerlere yönelme eğiliminde olduklarını
açıklar.
Gelişim psikologları olan J. S. Turner ve D. B. Helms şunu belirtiyordu:
“Çoğunlukla ilk doğanlar ebeveynlerinin ilgi merkezi haline gelir ve onların
zamanlarını tekellerine alırlar. İlk doğanların ebeveynleri, sadece genç ve
çocuklarıyla oynamaya istekli değillerdir, aynı zamanda onlarla konuşarak ve
faaliyetlerine katılarak çok zaman harcarlar. Bu ikisi arasındaki ilişki
bağlarını kuvvetlendirmeye yönelir (1987, s. 175)”.
Oldukça açık bir şekilde bu ilgi, böylece otoriteye itaati ve düşünmek için
“doğru yolun” kontrollü kabulünü güçlendirerek, daha çok ödül ve ceza
içerecektir. R. Adams, B. Phillips (1972) ve J. S. idwell (1981), ilginin bu
yaygınlığının ilk doğanların, onaylanma için sonradan doğanlardan daha fazla
mücadele etmesine neden olduğunu bildirmektedirler ve H. Markus (1981), ilk
doğanların sonra doğanlardan daha meraklı, bağımlı ve uyumlu olma eğiliminde
olduğu sonucunu çıkarıyordu.
Son olarak R. Nisbett (1968), sonra doğanların görece olarak, risk almaya ve
böylece “aykırı” düşünmeye bağlı olan tehlikeli sporlara ilk doğanlardan
daha fazla katıldıklarını göstermektedir.
Dr. Pangloss gibi Barrow ve Tipler de inanılmaz iddialarını, bazı görünüşte
rastlantısal koşullar, olaylar ve belirli bir şekilde olması gereken, aksi
halde yaşamın olamayacağı fiziksel sabitlerle ilişkilendirirler.
Barrow ve Tipler, Dirac'ın Büyük Sayılar Hipotezi olarak bilinen bu
ilişkinin rastlantı olmadığını varsayarlar. Sabitlerin herhangi birini
değiştirin ve evren bildiğimiz şekliyle yaşamın var olamayacağı kadar farklı
olacaktır ve evren de olamayacaktır.
Bu tezde iki sorun vardır:
1. Piyango Sorunu. Evrenimiz, her biri biraz farklı fizik yasalarına sahip
olan (bütünü bir çoklu evren olan) birçok kabarcık evren içinde sadece bir
kabarcık olabilir.
Son günlerde öncülüğünü Lee Smolin (1992) ve Andrei Linde'nin (1991) yaptığı
bu tartışmalı teoriye göre, bir kara deliğin her çöküşünde evrenimizin
yaratıldığı varlık gibi bir tekliğe doğru çökmektedir. Ama her çöken kara
delik, yeni bir bebek evren yarattığında o bebek evren içinde fizik
yasalarını biraz değiştirir. Belki de milyarlarca çöken kara delik olduğu
için biraz farklı fizik yasaları olan milyarlarca kabarcık vardır. Sadece
bizimki gibi fizik yasaları olan o kabarcıklar bizim yaşam biçimlerimize yol
açabilirler. Bu kabarcıkların birinde yer alan her kim olursa olsun,
kendininkinin tek kabarcık olduğunu ve bu yüzden kendilerinin tek ve özel
olarak tasarlandıklarını düşünecekti.
Bu, piyango gibidir – herhangi bir kişinin kazanması hiç olanak dâhilinde
değildir ama birisi kazanacaktır!
Caltech bilim adamı Tom Mc Donough ve bilim yazarı David Brin (1992),
heyecanla şöyle yazıyorlardı: “Belki de varlığımızı ve fizik yasalarımızın
uygun mükemmelliğini, önceki evrenlerin sayısız kuşağının deneme yanılma
evrimine ve her biri kara deliklerin yetiştiren derinliklerinde üreyen
anne-çocuk evrenler zincirine borçluyuz”.
Copernicus'un zamanından beri evren konusundaki bakış açımız
genişlemektedir; güneş sistemi, galaksi, evren, çoklu evren. Kabarcık evren,
sonraki mantıksal adımdır ve fizik yasalarının görünürdeki tasarımı için en
iyi açıklamadır.
2. Tasarım Sorunu. David Hume'un, tesadüfilik konusundaki “İnsan Anlayışı
İle İlgili Bir Sorgulama (1758)” adlı parlak analizinde ileri sürdüğü gibi,
her şeyin doğru yerinde olduğu düzenli bir dünya, sadece bizim onunla olan
deneyimimiz o şekilde olduğu için o şekilde görünür. Doğayı olduğu gibi
algılarız bu yüzden bizim için bu, dünyanın nasıl tasarlanmış olması
gerektiğidir.
Frank Tipler, büyük bilinmeyenleri tevazuuyla değil ama sonsuz iyimserlikle
karşılamaktadır. Kitabını tek cümleyle özetlemesi istendiğinde Tipler,
“Mantıksallık sınırsız olarak artmaktadır; ilerleme sonsuza kadar sürer;
yaşam hiçbir zaman ölmez” cümlesini öneriyordu.
Nasıl? Tipler'in karmaşık tezleri üç noktada özetlenebilir:
1. Evrenin uzak geleceğinde, insanlar – Tipler evrendeki tek yaşam
demektedir – Samanyolu galaksisi ve en sonunda tüm diğer galaksilerin geri
kalanına yerleşerek Dünya'yı terk edecektir. Eğer bunu yapmazsak Güneş,
Dünya'yı kapatacak ve onu kor halinde yakacak kadar genişlediğinde kötü sona
mahkûm olacağız. Bu yüzden, eğer yapmamız gerekiyorsa yapacağız.
2. Eğer bilim ve teknoloji şimdiki hızıyla ilerlemeye devam ederse (1940
lar'daki oda büyüklüğündeki bilgisayarlardan bugünün diz üstü
bilgisayarlarına kadar nereden nereye geldiğimizi düşünün), bir ya da yüz
bir sene içinde sadece galaksi ve evrene yerleşmek olanaklı olmayacak ama
süper bellekli süper bilgisayarlar ve süper sanal gerçekler esas olarak
biyolojik yaşamın yerine geçecektir (yaşam ve kültür, sadece bu süper
bilgisayarlarda üretilecek olan bilgi sistemleridir – genler ve
belleklerdir).
3. Evren en sonunda çöktüğünde, insanlar ve onların süper bilgisayarları o
ana kadar yaşamış olan her insanı yeniden yaratmak için çökme sürecinin
enerjisini kullanacaktır. Bu süper bilgisayar tüm niyetler ve amaçlar için
her şeyi bilen ve her şeyi yapabilecek güçte olduğu için Tanrı gibidir ve
“Tanrı” hepimizi kendi sanal gerçeği içinde yeniden yaratacağından, biz tüm
niyetler ve amaçlar için ölümsüzüz.
İNSANLAR NEDEN SAÇMA ŞEYLERE İNANIR?
Saçma şeyler pornografi gibidir – tanımlaması zordur ama onu gördüğünüz
zaman anlarsınız. Her iddia, olay ya da kişi bireysel olarak incelenmelidir.
Bir kişi için saçma olan diğeri için sevilen bir inanç olabilir. Bunu kim
söyleyebilir ki?
Tony Robbins, çıplak ayakla, ayaklarını yakmadan sıcak kömürler üzerinde
yürüyebilir mi? Kesinlikle yürüyebilir. Ben de öyle. Siz de öyle. Ama siz ve
ben bunu, meditasyon yapmadan, ilahi söylemeden ya da bir seminer için
yüzlerce dolar ödemeden yapabiliriz çünkü ateşte yürümenin zihin gücüyle hiç
ilgisi yoktur. İlgisi olduğuna dair inanç, benim saçma dediğim şeydir.
Ateşte yürüyenler, medyumlar, UFOloglar, uzaylılarca kaçırılanlar,
cryonicistler, ölümsüzlükçüler, Objektivistler, yaratılışçılar, soykırım
inkârcıları, aşırı uçta Afro merkezciler, ırksal teorisyenler ve bilimin
Tanrı'yı kanıtladığına inanan kozmologlar – birçok saçma şeye inanan birçok
insanla karşılaştık. Ve sizi temin edebilirim ki, böyle insanları ve
inançları yirmi yıl izledikten sonra bu kitapta sadece yüzeyi kurcaladım.
Bunları ne yapacağız?
Kültürümüzde ve düşüncemizde, böyle inançlara yol açan neler oluyor?
Kuşkucular ve bilim adamları tarafından önerilen teoriler çoktur: hiç eğitim
olmaması, yanlış eğitim, eleştirel düşünce yokluğu, dinin yükselişi, dinin
çöküşü, geleneksel dinin yerini mezheplerin alması, bilim korkusu, Yeni Çağ,
Karanlık Çağlar'ın yenilenmesi, çok fazla televizyon, yeterli okuma
olmaması, yanlış kitapları okuma, yoksul ebeveynler, kötü öğretmenler, basit
eski cahillik ve aptallık.
Kanada, Ontario'dan bir gazeteci bana, “karşı olduğunuz şeyin en aşağılık
somutlaşması” dediği bir şeyi gönderdi. Bu, yerel kitapçısından aldığı,
üzerine, YENİ ÇAĞ BÖLÜMÜ BİLİM BÖLÜMÜNE TAŞINMIŞTIR yazılmış olan parlak
turuncu renkli bir karton işaretti.
“Toplumun kolayca, sorgulama ve eleştirel incelemenin yerine büyü ve batıl
inancı koymasından gerçekten korkuyorum” diye yazıyordu. Bir kültür olarak
bilimi sahte bilimden, tarihi sahte tarihten ve duyguyu saçmalıktan
ayırmakta sorunumuz var gibi görünmektedir. Ama sorunun bundan daha derinde
yattığını düşünüyorum. Bunu anlamak için kültürün ve toplumun katmanlarını
bireysel insanın aklı ve kalbine kadar kazmalıyız. İnsanların neden saçma
şeylere inandığı sorusuna verilecek tek bir cevap yoktur ama altta yatan,
hepsi birbirine bağlı olan bazı güdüleri, bu kitapta tartışmış olduğum ayrı
örneklerden toparlayabiliriz:
Teselli İnancı. İnsanların saçma şeylere inanmalarının nedeni, diğer
herhangi bir şeyden daha fazla inanmak istemeleridir. İyi hissettirir.
Rahatlatıcıdır. Teselli edicidir. 1996'da yapılan bir Gallup anketine göre,
yetişkin Amerikalılar'ın yüzde 96'sı Tanrı'ya, yüzde 90'ı cennete, yüzde
79'u mucizelere ve yüzde 72'si meleklere inanmaktadır.
Kuşkucular ve bilim adamları dokunulmaz değildir. Modern kuşkucu hareketin
kurucularından ve tüm saçma inanç biçimlerini yok edenlerden biri olan
Martin Gardner, kendini, Tanrı'ya inanan bir filozof ya da daha geniş bir
kavramla bir fideist olarak sınıflandırmaktadır. Gardner şöyle
açıklamaktadır:
Fideizm, bir şeyi inanca ya da akli nedenlerden daha çok duygusal nedenlere
dayanarak inanmaya gönderme yapmaktadır. Bir fideist olarak Tanrı'nın
varlığını ya da ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayan herhangi bir delil olduğunu
düşünüyorum. Dahası, daha iyi kanıtların ateistlerden tarafa olduğunu
düşünüyorum. Eğer metafizik inanç için kuvvetli duygusal nedenlere
sahipseniz ve bu, bilim ve mantıksal akıl yürütmeyle keskin bir şekilde
çelişmiyorsa ve eğer bu yeterli tatmini sağlıyorsa bir inanç atılımı yapmaya
hakkınız vardır (1996).
Benzer şekilde sık sık sorulan “ölümden sonra yaşam konusunda tutumunuz
nedir?” sorusuna verdiğim stardart yanıt, “Kuşkusuz ondan yanayım” demektir.
Ölümden sonraki yaşamdan yana olmam gerçeği onu elde edeceğim anlamına
gelmez. Ama onu kim istemez?
Ani memnuniyet. Birçok saçma şey, ani memnuniyet önerir. 900'lü numarası
olan psişik yardım hattı klasik bir örnektir. Sihirbaz/mentalist olan bir
arkadaşım böyle bir yardım hattı işletmektedir. Arayanlar yanlışları unutur
ve doğruları hatırlar ve en önemlisi onlar medyumun haklı olmasını isterler.
Kuşkucular, medyum yardım hatlarında dakikada 3.95 dolar harcamazlar,
inananlar harcarlar. Konuşacak birisine en çok gerek duyarak, gece ve hafta
sonları ararlar. Geleneksel psikoterapi resmîdir, pahalıdır ve zaman
alıcıdır. Derin anlayış ve gelişme, aylar ya da yıllar alabilir.
Memnuniyetin gecikmesi ilkedir, çabuk tatmin istisnadır. Tersine medyum,
sadece bir telefon uzaklığındadır (Arkadaşım da dâhil olmak üzere birçok
900'lü numarası olan medyum bunu, 'zavallı insanlara öğüt vermek” olarak
haklı çıkarmaktadır.)
Basitlik. Bir insanın inançlarının ani memnuniyeti, çoğunlukla karmaşık ve
belirsiz nedenlere dayanan bir dünya için basit açıklamalarla daha
kolaylaştırılır. İyi ve kötü şeyler, görünüşte rasgele bir şekilde hem iyi
hem kötü insanlara olmaktadır. Bilimsel açıklamalar çoğunlukla karmaşıktır
ve eğitim ile birlikte çalışma çabası gerektirmektedir. Batıl inanç, kadere
inanmak ve doğaüstü, yaşamın karmaşık labirentinde daha basit bir yol
sağlar.
Ahlak ve Anlam. Şu anda, ahlak ve anlamın bilimsel ve seküler sistemlerinin
pek çok insan için göreceli olarak tatmin edici olmadığı kanıtlanmıştır.
İnsanlar, daha yüksek bir güce inanç olmadan neden ahlak olacağını
sormaktadırlar. Etiğin temeli nedir? Yaşamın nihai amacı nedir? En önemli
olan nedir? Bilim adamlarının ve seküler hümanistlerin bu güzel sorulara
güzel cevapları vardır ama birçok nedenden dolayı bu cevaplar büyük ölçüde
halka ulaşmamıştır. Pek çok insan için bilim, sonsuz, umursamaz ve amaçsız
bir evreni gösterirken sadece soğuk ve zalim bir mantık öneriyor gibi
görünmektedir. Sahte bilim, batıl inanç, efsane. Büyü ve din, basit, ılımlı
ve teselli edici ahlak ve anlam yasaları önerir.
Ümit Sonsuza Kadar Sürer. Tüm bu nedenleri bir araya getirmek, bu kitabın
son bölümünün başlığıdır. Bu, benim insanların doğal olarak her zaman daha
büyük mutluluk ve tatmin olma düzeyleri arayarak ileriye bakan bir tür
olduğu konusundaki kanaatimi ifade etmektedir.
Ne yazık ki, bunun doğal sonucu, insanların hepsinin daha iyi bir yaşam için
gerçekçi olmayan beklentilere sarılmaya ya da daha iyi bir yaşamın sadece
diğerlerinin yaşamlarını azaltarak, hoşgörüsüzlük ve cehalete tutunarak elde
edilebileceğine inanmaya çok istekli olmalarıdır. Ve bazen, bir yaşamın
olmasına yoğunlaşınca bu yaşamda sahip olduklarımızı kaçırırız. Bu, farklı
bir ümit kaynağıdır ama ne olursa olsun ümittir: İnsan zekâsının merhametle
birleşerek sayısız sorunumuzu çözebileceği ve her yaşamın kalitesini
arttırabileceği konusunda ümittir; tarihsel ilerlemenin tüm insanlar için
daha büyük özgürlükler ve kabul edişe doğru yürüyüşüne devam ettiği
konusunda ümittir ve aşk ile empati kadar, mantık ve bilimin de bize
evrenimizi, dünyamızı ve kendimizi anlamamıza yardım edebileceği konusunda
ümittir.
Akıllı İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?
Daha etkileyici olan, Lehigh Üniversitesi biyokimya profesörü ve “Akıllı
Tasarım” hareketinin kutsal kitabı hâline gelen 1996 yılında yazılan
“Darwin'in Kara Kutusu” adlı kitabın yazarı olan Michael Behe'dir. Ve ikisi
de, William F. Buckley tarafından evrim ve yaratılış konusunda PBS
televizyonundaki bir tartışmada takımına katılmaları için davet edildikleri
zaman tutucu aydınlar zümresinin nihai kabulünü elde ettiler.
Ama bahse girerim ki, Saçma bir şeye inanan akıllı bir insanın en mükemmel
örneği, Tulane Üniversitesi'nde teorik matematik profesörü ve dünyanın önde
gelen kozmologlarından ve global genel relativistlerinden biri olan Frank
Tipler'dır. Tipler, Stephen Hawking, Roger Penrose ve Kip Thorne gibi
tanınmış kişilerle yakın arkadaş olmaktan hoşlanmaktadır. Önde gelen fizik
dergilerinde yüzlerce teknik makale yayınlamıştır ve geleneksel fizik
yaptığı dönemde meslektaşları arasında düşünceleri saygı görüyordu. Yine de
Tipler, aynı zamanda 1996 yılında, Tanrı'nın var olduğunu, sonraki yaşamın
gerçekliğini ve hepimizin evrenin uzak geleceğinde kendimizden sanal olarak
ayırt edilebilir bir gerçekliği yeniden yaratmaya yetecek büyüklükte bir
belleği olan süper bir bilgisayar yoluyla diriltileceğimizi kanıtladığını
ileri sürdüğü “Ölümsüzlüğün Fiziği: Modern Kozmoloji, Tanrı ve Ölülerin
Diriltilmesi” adlı kitabı yazmıştı. Bu, Uzay Yolu dizisinin holodeck'inin[1]
büyük iradesidir.
Bu inancı, Tipler'ın çok yüksek zekâsıyla nasıl uzlaştırabiliriz? Bu soruyu
onun bazı meslektaşlarına yönelttim. Bir UCLA kozmoloğu, Tipler'ın paraya
gereksinmesi olmuş olması gerektiğini yoksa neden böyle bir saçmalık
yazılacağını düşündüğünü söyledi. Diğerleri, daha az yazılabilir
değerlendirmelerde bulundular. Hatta (şimdi ayıplanan ses üreten aletiyle)
şunu söyleyen Stephen Hawking'e bile sordum: “Benim düşüncem hakaret
içerecektir.”
Ona, Hawking'in değerlendirmesini anlattığım zaman Tipler, “fizik yasalarına
hakaret edemezsiniz” diye yanıtladı. Ama burada amacım, bu iddiaların
geçerliliğini değerlendirmek değildir (Dembski ile Tipler'ı tanıyorum ve
onları arkadaş olarak görüyorum, yine de Dembski'nin düşüncelerini “Nasıl
İnanıyoruz” adlı kitabımda eleştiriyorum ve Tipler'ın teorisini bu kitabın
sondan bir önceki bölümü yapıyorum). Amacım daha çok, zekâ ve inançlar
arasındaki ilişkileri incelemektir.
Saçma Şeyler, Akıllı İnsanlar
Skeptic dergisinin genel yayın yönetmeni, Kuşkucu Derneği'nin yetkili müdürü
ve Scientific American'ın “Kuşkucu” köşe yazarı olarak görevim sırasında,
belirsiz bir şekilde “saçma şeyler” diye bahsettiğimiz şeylerin analiz ve
açıklaması günlük, rutin bir iş olmaktadır. Ne yazık ki saçma bir şeyin, pek
çok insanın üzerinde anlaştığı resmî bir tanımı yoktur çünkü o, onu
çevreleyen bilgi üssü ve onu duyuran birey ya da topluluk bağlamında
yapılmakta olan özel iddiaya çok fazla bağımlıdır. Bir insanın saçma inancı,
diğerinin normal teorisi olabilir ve belli bir zamandaki saçma bir inanç
sonunda normal hale gelebilir. Gökten düşen taşlar, bir zamanlar birkaç
kaçık İngiliz'in inancıydı; bugün kabul edilmiş bir meteor teorisine
sahibiz.
Büyük ölçüde “saçma bir şeyle” kastettiğim şudur:
Özel çalışma alanında pek çok insan tarafından kabul edilmeyen bir iddia,
Ya mantıksal olarak olanaksız olan ya da yüksek derecede olanaklı olmayan
bir iddia ve/veya
Kanıtın büyük ölçüde anekdotları dayandığı ya da doğrulanmadığı bir
iddiadır. Başka bir örnek vermek gerekirse, soğuk füzyon neredeyse tüm
fizikçiler ve kimyacılar tarafından kabul edilmedi, yüksek derecede olanaklı
değildi ve olumlu sonuçlar doğrulanmamıştı. Yine de soğuk füzyonun geleceği
için ümidini yitirmeyen bir avuç akıllı insan vardı (Arthur C. Clarke en
dikkate değer olandır).
Saçmalıkları çürütme ve açıklanmayan açıklama işinde olan bizler için bu,
Zor Soru dediğim şeydir: Akıllı insanlar neden saçma şeylere inanır? Benim
Kolay Cevabım ilk önce biraz paradoksal görünecektir: Akıllı insanlar saçma
şeylere inanır çünkü onlar akıllı olmayan nedenlerden dolayı ulaştıkları
inançları savunmada yeteneklidirler.
Yani, pek çok zaman pek çoğumuz deneysel kanıtlarla ve mantıksal akıl
yürütmeyle çok az ilgili olan, çeşitli nedenlerle inançlarımıza sahip
oluruz. Nadiren herhangi birimiz bir masa dolusu gerçeğin önüne otururuz,
artı ve eksilerini değerlendiririz ve daha önce inandığımız şeyden bağımsız
olarak en mantıklı ve akla uygun olan inancı seçeriz. Bunun yerine, dünyanın
gerçekleri bize, yaşamımız boyunca biriktirmiş olduğumuz teorilerin,
hipotezlerin, önsezilerin, ön yargıların ve peşin hükümlerin renkli filtresi
içinde gelir. Sonra bilgi kütlesini sıralarız ve zaten inandığımız şeyleri
en çok onaylayanları seçeriz ve onaylamayanları görmezden gelir ya da bahane
buluruz.
Kuşkusuz bunu hepimiz yaparız ama akıllı insanlar hem yetenekli hem eğitimli
olduğu için bunda daha iyidirler.
İnancın Psikolojisi
İnanç psikolojisinin, Zor Soruya Verdiğim Cevabın yapısının özüne giden,
bazı ilkeleri vardır.
1. Zekâ ve İnanç
Zeki insanların bazı batıl ve doğaüstü inançlara inanmasının daha az olası
olduğu konusunda bazı kanıtlar olmasına rağmen, genel sonuçlar kuşkulu ve
sınırlıdır. Örneğin, 1974'te Georgia'da lise son sınıf öğrencileriyle
yapılan bir çalışma, bir IQ testinde daha yüksek puan alanların düşük IQ
puanı alan öğrencilerden önemli ölçüde daha az batıl inançlı olduklarını
gösterdi.
Birçok durumda, zekâ, inanca dikey ya da ondan bağımsızdır. Geometride
dikey, “bir şeye dik açı yapan” demektir; psikolojide dikey, “istatistiksel
olarak bağımsızdır. Deneysel bir tasarımı vardır, öyle ki inceleme altındaki
değişkenlere istatistiksel olarak bağımsız davranılabilir” demektir,
örneğin, yüksek zekâ düzeylerinde, yaratıcılık ve zekânın göreceli olarak
dikey olması (yani istatistiksel olarak ilgisiz olması) kavramı gibi (OED).
Sezgisel olarak, daha zeki olan insanlar daha yaratıcı olacaklar gibi
görünmektedir. Aslında neredeyse önemli ölçüde zekâ tarafından etkilenen
herhangi bir meslekte (ör. Bilim, tıp, yaratıcı sanatlar) uygulamacı nüfusun
arasında belirli bir düzeye geldiğinizde (ve bu düzey 125 puanlık bir IQ
derecesi olarak ortaya çıkar) o meslekteki en başarılı olan ve ortalama
arasında, zekâ olarak hiçbir fark yoktur. O noktada yaratıcılık ya da başarı
motivasyonu ve başarıya yönelmek gibi diğer değişkenler zekâdan bağımsız
olarak yönetimi ele alır. (bkz. Hudson 1966; Getzels ve Jackson 1962).
İki kere Nobel alan ve bilimsel bir deha olan Linus Pauling'in gözlemlediği
gibi insan, “birçok düşünceye sahip olmalı ve kötü olanları fırlatıp
atmalı... Birçok düşünceye ve bir çeşit seçme ilkesine sahip olmazsanız iyi
düşüncelere sahip olmazsınız.” Örneğin bilimde, Nobel ödülünü almanın bir
numaralı belirleyicisi, kısmen bir insanın üretkenliğinin ölçüsü olan
dergilerde alıntı yapılma oranıdır.
Simonto'nun belirttiği gibi, Shakespeare sadece iyi olduğu için değil ama
“belki de İngilizce konuşulan evlerde sadece İncil'in Shakespeare'in tüm
eserlerini içeren bir ciltten daha fazla bulunması olası olduğu” için de bir
edebiyat dehasıdır. Aslında modern zamanlarda icra edilen tüm klasik müziğin
neredeyse beşte biri, sadece üç besteci tarafından yazılmıştır: Bach, Mozart
ve Beethoven.” Başka deyişle, bu yaratıcı dehalar çok fazla akıllı değildir
ama onlar üretken ve seçicidir (Aynı zamanda bkz. Sulloway, 1996).
Böylece zekâ, aynı zamanda bir insanın inançlarını biçimlendiren
değişkenlere de dikeydir...
2. Cins ve İnanç
Aslında bazı çalışmalar, kadınların batıl inançlara daha fazla sahip
olduğunu ve erkeklerden daha çok doğaüstü olayları gerçek olarak kabul
ettiklerini bulmuştur. Örneğin, New York Şehri'nde 132 erkek ve kadınla
yapılan bir çalışmada, bilim adamları, erkeklerden daha fazla kadının
tahtaya vurmaya ya da merdivenin altından geçmenin kötü şans getireceğine
inandığını buldu.
Başka bir araştırma, erkeklerden daha fazla kolejli kadının önceden bilmeye
inandığını açıkça söylediğini göstermekteydi.
Böyle çalışmalardan çıkan genel sonuç zorlayıcı görünse de bu yanlıştır.
Burada sorun, sınırlı örneklemedir. Örneğin, yaratılışçıların, soykırım
“revizyonistlerinin” ya da UFOlogların herhangi bir toplantısına
katılırsanız, neredeyse hiç kadın görmezsiniz. Konu ve akıl yürütme şekliyle
ilgili çeşitli nedenler dolayısıyla yaratılışçılık, revizyonizm ve UFOloji
erkek inançlarıdır. Geleceği görmek kadınların işidir, hayalî canavarları
izlemek erkeklerin işidir. Erkekler ve kadınlar arasında inanç gücü
açısından hiçbir fark yoktur, sadece inanmayı seçtikleri şey farklıdır.
3. Yaş ve İnanç
Otuz yaşın altındaki insanların, daha yaşlı gruplardan daha batıl inançlı
olduğunu gösteren 1990 yılındaki bir Gallup araştırması gibi çalışmalar,
daha yaşlı insanların daha genç insanlardan daha kuşkucu olduklarını
göstermektedir. Başka bir çalışma (dolunay sırasında suç oranlarının daha
yüksek olduğunu ileri süren) daha genç polis memurlarının, dolunay etkisine
daha yaşlı polis memurlarından daha fazla inandıklarını gösteriyordu. Son
olarak , Frank Sulloway ve ben, dindarlık ve Tanrı'ya inancın yaşla birlikte
tekrar eskisi gibi yükselmeye başladığı yetmiş beşe kadar düzenli olarak
azaldığını bulduk.
4. Eğitim ve İnanç
Psikolog S. H. ve L. H. Blum (1974), eğitim ve batıl inanç arasında olumsuz
bir bağıntı buldu (eğitim arttıkça batıl inançlar azalıyordu).
Başka bir çalışma (Pasachoff ve diğerleri 1971), şaşırtıcı olmayacak
şekilde, doğa ve sosyal bilimcilerin sanat ve insani alanlardaki diğer
meslektaşlarından daha kuşkucu olduklarını buldu; çok uygun olarak bu
bağlamda psikologlar hepsinin (belki de inancın psikolojisini ve
kandırılmanın ne kadar kolay olduğunu en iyi anladıkları için) en
kuşkucusuydular.
Son olarak, Richard Walker, Steven Hoekstra ve Rodney Vogl (2001), üç farklı
kolejdeki üç bilim öğrenci grubu arasında, bilim eğitimiyle doğaüstüne
inanma arasında hiçbir ilişki olmadığını keşfettiler. Yani, “kuvvetli bir
bilimsel bilgi temeline sahip olmak bir kişinin mantıksız inançlara karşı
izole edilmesi için yeterli değildir.
5. Kişilik ve İnanç
Açıkçası, insan düşüncesi ve davranışı karmaşıktır ve böylece yukarıda
bildirilen çalışmalar nadiren basit ve tutarlı bulguları gösterir. Örneğin,
mistik deneyimlerin nedenleri ve etkileri karışık bulguları gösterir.
Ama zekâ, cinsiyet, yaş ya da eğitim tarafından belirlenen herhangi bir grup
içinde, saçma şeylere inanma ya da inanmamayla ilgili herhangi bir kişilik
özelliği var mıdır? İlk önce kişiliğin, en iyi özelliklerle ya da göreceli
olarak kararlı olan eğilimlerle tanımlandığını belirtelim. Frank Sulloway ve
benim yönettiğimdin ve inanç konusundaki çalışmada, deneyime açıklığın
dindarlığın ve Tanrı'ya inancın daha düşük düzeyleriyle ilgili olarak daha
yüksek açıklık düzeyleriyle birlikte en önemli gösterge olduğunu bulduk.
6. Kontrol Yeri ve İnanç
İnanç psikolojisi konusundaki en ilginç araştırma alanlarından biri,
psikologların kontrol yeri dedikleri alandır. Dış kontrol yeri konusunda
yüksek puan alan insanlar, koşulların kontrollerinin ötesinde olduğuna ve
olayların sadece onların başına geldiğine inanma eğilimindedirler. İç
kontrol yeri, bir kimseyi yargılarında daha güvenli olmaya, yetki konusunda
kuşkucu olmaya ve dış etkilere daha az itaatkâr ve uyumlu olmaya iterken,
dış kontrol yeri, dünya konusunda daha büyük kaygıya yol açar. İnançlarla
ilgili olarak çalışmalar, inananlar dış kontrol yerinde yüksek puan alırken,
kuşkucuların iç kontrol yerinde yüksek puan aldığını göstermektedir.
İnanç konusunda kontrol yeri etkisi aynı zamanda, çevrenin belirsizliği ve
batıl inanç düzeyi arasında bir ilişkinin olduğu çevre tarafından
azaltılmaktadır (belirsizlik arttıkça batıl inançlarda artmaktadır). Beyzbol
oyuncularının batıl inançlarını düşünün. Bir beyzbol topuna vurmak son
derece zordur, sopayla yapılan her on vuruşta, güç bela üç tanesine vurmak
en iyi başarıdır. Ve vurucuların onlara iyi şans getireceğine inandıkları
törenlere ve batıl inançlara çok güvendikleri bilinir. Ama aynı batıl
inançlı oyuncular sahaya çıktıkları zaman, pek çoğu yüzde 90 oranında topu
yakalamayı başardıkları için batıl inançları bırakırlar. Böylece inancı
biçimlendirmeye gelen kendileri, zekâya dikey olan diğer değişkenlerde
olduğu gibi insanın bağlamı ve inanç sistemi önemlidir.
7. Etki ve İnanç
Mezhepleri inceleyen bilginler, “Kim mezheplere katılır?” sorusuna verilecek
hiçbir basit cevap olmadığını açıklamaktadırlar. Araştırma, mezhep
üyelerinin üçte ikisinin normal işlevleri olan ailelerden geldiklerini ve
mezhebe katıldıkları zaman hiçbir psikolojik anormallik göstermediklerini
ortaya koymaktadır (Singer, 1995). Akıllı insanlar da akıllı olmayan
insanlar da mezheplere katılırlar ve kadınların, J. Z. Knight'ın “Ramtha'ya”
dayanan mezhebi gibi gruplara katılması daha olasıyken erkeklerin, milislere
ve diğer hükümet karşıtı gruplara katılmaları daha olasıdır.
Saçma Şeyleri Savunmada Akıllı Ön Yargılar
Sulloway ve ben deneklerimize, neden Tanrı'ya inandıklarını ve neden diğer
insanların Tanrı'ya inandıklarını düşündüklerini sorduğumuz (ve onların
yazılı cevaplar vermelerini sağladığımız) zaman, düşünceli ve uzun tezlere
boğulduk ve onların değerli bir veri kaynağı olabileceklerini keşfettik.
Cevapları kategorilere ayırdığımızda verilen başlıca nedenler şunlar oldu:
İNSANLAR NEDEN TANRI'YA İNANIR?
1. Dünyanın ya da evrenin iyi tasarımı / doğal güzelliği / mükemmelliği /
karmaşıklığı konusuna dayanan tezler. (% 28.6)
2. Günlük yaşamda Tanrı deneyimi / Tanrı'nın içimizde olduğu duygusu. (%
20.6)
3. Tanrı'ya inanmak rahatlatıcıdır, sıkıntıyı hafifleticidir, teselli
edicidir ve yaşama anlam ve amaç verir. (% 10.3)
4. İncil öyle söylemektedir. (% 9.8)
5. Sadece öyle olduğu için / iman / ya da bir şeye inanma gereksinmesi. (%
8.2)
NEDEN İNSANLAR DİĞER İNSANLARIN TANRI'YA İNANDIĞINI DÜŞÜNÜR?
1. Tanrı'ya inanmak rahatlatıcıdır, sıkıntıyı hafifleticidir, teselli
edicidir ve yaşama anlam ve amaç verir. (% 26.3)
2. Dindar insanlar Tanrı'ya inanmak için yetiştirilmiştir. (% 22.4)
3. Günlük yaşamda Tanrı deneyimi / Tanrı'nın içimizde olduğu duygusu. (%
16.2)
4. Sadece öyle olduğu için / iman / ya da bir şeye inanma gereksinmesi. (%
13.0)
5. İnsanlar inanmaktadırlar çünkü ölümden ve bilinmeyenden korkarlar. (%
9.1)
6. Dünyanın ya da evrenin iyi tasarımı / doğal güzelliği / mükemmelliği /
karmaşıklığı konusuna dayanan tezler. (% 6.0)
Avukatlar, (davayı kazanmanın, iddianın doğru ya da yanlış olmasının önüne
geçtiği yerde) kasıtlı olarak müvekkillerine en iyi uyan kanıtları seçerek
ve karşıt kanıtları göz ardı ederek, mahkemede kullanılan, karşı karşıya
gelen mantık yürütme stili içinde bir çeşit onaylama ön yargısını kasıtlı
olarak kullansalar da, psikologlar aslında, genellikle bilinçsiz olarak
hepimizin bunu yaptığımıza inanırlar.
Onaylama ön yargısı, sadece yaygın olmakla kalmaz ama onun etkileri,
insanların yaşamları üzerinde güçlü bir şekilde etkili olabilir. 1983'teki
bir çalışmada, John Darley ve Paul Gross, deneklere sınava giren bir çocuğun
videosunu gösterdi. Diğer gruba, çocuğun düşük bir sosyoekonomik sınıftan
olduğu anlatılırken bir gruba, çocuğun yüksek sosyoekonomik sınıftan olduğu
anlatıldı.
Sonra deneklere, sınavın sonuçlarına dayanarak çocuğun akademik
yeteneklerini değerlendirmeleri istendi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde,
çocuğun düşük sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatılan grup çocuğun
yeteneklerini not düzeyinin altında değerlendirirken, yüksek sosyoekonomik
sınıftan olduğu söylenen grup, çocuğun yeteneklerini not düzeyinin üzerinde
değerlendirdi.
Onaylama ön yargısı, insanın duygusal durumlarını ve ön yargılarını
etkileyebilir. Normal insanlar basitçe, böyle rasgele bedensel işaretleri
göz ardı ederken, hastalık hastaları her küçük acı ve ağrıyı bir sonraki
büyük hastalık felaketinin belirtisi olarak yorumlarlar. Paranoya, başka bir
onaylama ön yargısı biçimidir. Eğer kuvvetli bir şekilde “onların” sizi
yakalamak için geldiklerine inanırsanız, yaşamdaki geniş anormallik ve
rastlantı çeşitliliğini, bu paranoyak hipotezi destekleyen kanıtlar olarak
yorumlarsınız. Aynı şekilde ön yargı, bir çeşit onaylama ön yargısına
dayanır. Bir grubun özelliklerinin ön yargılı beklentileri insanı, o grubun
üyesi olan bir bireyi o beklentiler adına değerlendirmeye yönlendirir.
Son olarak ve buradaki amaçlarımız için en önemlisi, onaylama ön yargısı,
saçma inançları onaylamak ve haklı çıkarmak için çalışır. Örneğin,
medyumlar, falcılar, avuç okuyanlar ve astrologların tümü, müşterilerine
gelecekte ne bekleyeceklerini (bazıları buna “işaretler” der) anlatırken,
onaylama ön yargısının gücüne dayanır. Onlara (birden fazla sonucun olanaklı
olduğu iki yönlü olaylar yerine) tek yönlü olayları sunarak, olayın olmayışı
görülmezken, olayın oluşu görülür.
Şöyle söylersek, akıllı insanlar inançlarını mantıklı argümanlarla mantıklı
hale getirmekte daha iyidirler ama sonuç olarak onlar, diğer durumları
düşünmeye daha az açıktırlar. Böylece zekâ inandığınız şeyi etkilemese bile,
akıllı olmayan nedenlerle inançlar elde edildikten sonra, inançların nasıl
haklı çıkarıldığını, mantıklı hale getirildiğini ve savunulduğunu gerçekten
etkiler.
[1] Uzay Yolu dizisinde yapay holografik görüntüler oluşturan oda.