Son yıllarda felsefi analiz literatüründe, farklı yazarların “kendini
aldatma” deyiminin ve gramatik olarak farklı biçimlerinin kullanımını
açıklamaya çalıştığı, birbiriyle ilişkili bir dizi çaba gündeme geldi.
Anlaşmazlıklar esasen temel meselelerden çok, ayrıntılar üzerindeydi en
azından benim bakış açımdan. Ancak, bu yazılar dizisi, felsefi analiz
literatürüne yansıdığı haliyle probleme ilişkin hemen hemen tek
yaklaşımı temsil ettiği için, felsefi analistler arasında genel olarak
zınıni bir anlaşma var gibi görünmektedir; ve eğer yanılmıyorsam bu
varsayımlar bir geçerliliğe sahip değiller. Yaklaşımda temel bir
değişikliğin gerekli olduğu yolundaki tezimi kanıtlamak için, söz konusu
yazıların kendi içlerinde bile eksik olduğunu ve bunun zorunlu olarak
böyle olduğunu göstermek istiyorum. Özellikle kendi içlerinde nasıl
eksik olduklarını inceleyerek. problemi bu şekilde ele almalarının temel
olarak neden hatalı olduğunu görecek; ve problemi yeni baştan ele
alarak, sonraki bölümlerde, aynı analitik tavırla, soruları sormanın ve
nihayet yanıtlamanın yeni bir yolunu geliştirecek bir konumda olacağız.
Özünde paradoks yatan her meselede olduğu gibi, burada da araştırma nesnesinin özel bir kayganlığı söz konusudur. Bu bölümde ele aldığım yazarlar hep “kendini aldatma”nın paradoksal olmayan bu analizini sunmaya çalıştılar. Ben bu durumda aşağıdaki sonuçların birinin ya da ikisinin söz konusu olduğunu göstermek isliyorum: (1) paradoks ortadan kaldırılır, ama elimizde kalan şey, “kendini aldatma” terimini gerçekten nasıl kullandığımızın bir açıklaması değildir; ya da (2) kendini aldatma hala önümüzdedir, ama açıklamasındaki paradoks ortadan kalkmak yerine açıkça farklı bir biçim almıştır.
Raphael Demos 1960’ta kendini aldatma konusunda, çeşitli tepkilere yol açan bir makale yazdı. Demos kendini aldatmayı, ilk olarak meseleyi ortaya koymanın genel, paradoksal biçimine sadık kalarak tanımlamaya girişti. Daha sonra aynı görüngünün paradoksal olmayan bir açıklamasına girişti. İlk tanımlaması, kendini aldatmanın kendine yalan söylemek olarak anlaşılması gerektiği varsayımı üzerinde ilerliyordu, kendine yalan söylemek ise başkalarına yalan söyleme modeli temelinde anlaşılmalıydı. Aldatmak her zaman yalan söylemek olmadığı için, başkalarını aldatmanın başkalarına yalan söylemekle eşitlenmesi sorgulanabilir olmakla birlikle, Demos’un makalesi kendini aldatmayla ilişkili temel meselelerin ortaya konmasına hizmet etmekledir. Bu gruptan başka yazarlar tarafından kullanılan tam da bu tür varsayımlar, karışıklık ve hatanın kaynağı olmakla beraber, Demos’un varsayımları genelde sezgisel olarak makul görünmektedirler. Bana göre Demos’un ilk ve sezgisel olarak makul formülasyonları, gerçeklen de sağlam bir başlangıç noktası oluşturmaktadır. Bu varsayımlar, kendini aldatmanın temel niteliğini, sadece Demos’un lezini eleştirenlerin değil, ironik bir şekilde bizzat Demos’un da gözünden kaçan niteliği büyük ölçüde yakalamaktadır.
Kendine yalan söylemek, der Demos, insanın doğru olmadığına inandığı şeye kendisini kasıtlı olarak ikna etmesi anlamına gelir. Kendine yalan söylemekle bir “iç çatışma" vardır, der; kendini aldatmada muhtemelen çelişki olduğunu ve tam da kendine yalan söyleme kavramının özünde kesinlikle paradoks olduğunu ekler. Çünkü kendini aldatan yanlış olduğunu bildiği şeye inanır; ya da daha resmi bir ifadeyle, kendini aldatan ayıplanacak bir durumdadır; yaptığı şey yanlıştır ve yanlış olduğunu bilir. Haklı olarak bundan sorumlu tutulabilir (Demos, s. 5889).
Demos'un kendini aldatma analizi, sonunda, sunduğu çeşitli başlangıç formülasyonlarının birini merkez alır; kendini aldatan aynı zamanda hem p’ye hem de p olmayana inanır. Öyle anlaşılıyor ki Demos, bu formülün kendini aldatma paradoksunu ifade etliğini düşünüyor. Dolayısıyla bu formülün ortaya koyduğu paradoksu ortadan kaldırmak, kendini aldatma kavramındaki paradoksu ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle Demos'un bu paradoksu çözmek için yaptığı öneri, kendini aldatanın, birbiriyle bağdaşmayan iki inancı bilinçli olarak ve aynı anda taşıdığı halde, inançların birini “fark” etmediği varsayımına dayanmaktadır. Bu nedenle (Demos bunu açıkça söylemediği halde biz böyle bir çıkarsama yapabiliriz) kendini aldatan, içlerinden birini fark etmediği için karşılaştırmadığı ve dolayısıyla uyuşmazlıklarını takdir etmediği sürece her iki inancı da koruyabilmektedir.
Demos’un analizi birçok soruyu gündeme getiriyor. Ama ben burada Demos'un tartışmasının kapsamlı bir eleştirisiyle değil, tek bir noktayla ilgileniyorum: Hem ilk formülasyonda (“hem p’ye hem de p olmayana inanmak”) hem de nihai çözümde (iki inanca bilinçli bir şekilde sahip olmak, ama birini fark etmemek), kendini aldatmanın en ayırt edici öğeleri gözden kayboluyor. Her şey bir tarafa, birbiriyle bağdaşmayan inançlara sahip olmakta, yani dolaysız olarak ya da içerimleri açısından birbiriyle çelişen önermelere inanmakta kendi başına derin bir paradoks yoktur. İnançlarımızın her birinin içerimlerini yeterince göremediğimiz durumda kuşkusuz hepimiz böyle inançlar taşırız. Çocuklar, entelektüel açıdan olgunlaşmamış olanlar ve entelektüel açıdan dikkatsiz olanlar kuşkusuz sık sık birbiriyle tamamen çelişen inançları savunurlar. Kendini aldatmada söz konusu olan sadece bu olsaydı, kendini aldatma kimi şaşırtırdı ki?
Demos'un bizden istediği gibi, söz konusu inançların her ikisinin de “bilinçli olarak" savunulduğunu varsayarsak, Demos’un nihai formülünde tanımlanan durum daha da paradoksal hale gelebilir. Ancak burada anlam belirsizdir: Her iki inancın bilinçli olduğu tezini desteklemek için sunulan örnekler, bir kişinin her iki inancı “fark" etliği, yani açık bir şekilde dikkat etliği durumlardır; ancak nihai çözüm, kendini aldatmada her iki inancın bilinçli olduğunu, ama birinin fark edilmediğini ileri sürmekledir (s. 591).
Ancak Demos’un formülasyonundaki esas sorun. Demos’un kullandığı biçimiyle “bilinçli”, “fark etme” ve “dikkat etme”nin anlamının belirsizliğinde yatmaz. İnançlardaki sıradan tutarsızlık ile kendini aldatmayı birbirinden ayıramamasında yatar. Bu ayrım en azından başlangıç olarak Demos’un aşağıdaki kritik sorulara açık bir yanıt vermesini gerektirecektir: İnancı “fark etmeme” ya da inanca “dikkat etmeme" kasıtlı mıdır? Kişinin bir tutarsızlık olduğunu bildiği için bir inancı fark etmediğini ve bu tutarsızlığı fark etmek istemediği için inancı fark etmekten kaçındığını mı varsayımlıyız? Yoksa inancı ya da tutarsızlığı fark etmemesi tamamen tesadüfi midir? Bu son durum sıradan cehalettir; ilk durum ise kendini aldatmadır; ve kendini aldatma bu formülasyonda her zamanki gibi paradoksaldır. Ama Demos bu tür soruları açıkça yanıtlamaz, hatta açık açık sormaz bile. Yine de Demos görüşünü ifade etmek için değişik cümleler kurdukça, bu meselenin, kendisini, zımnen nasıl ortaya koyduğunu izlemek faydalı olabilir.
Demos kendini aldatanın inancı “fark edemediğini”, (s. 594), inancın "dikkatinden kaçtığını” (s. 593) söyler; ama durum buysa, kendini aldatmanın temelinde yer alan amaçlılık eksiktir. Bu bir dikkatsizlik ya da bir kafa karışıklığı olabilir, ama kendi başına ne kendini aldatmadır ne de “ayıp’’tır. Öte yandan Demos farkı fark etmeden kendini aldatanın, inancı “kasıtlı olarak bilmezden geldiğini” (s. 593) söylediğinde, yine gerçek bir kendini aldatmayla, ama yine paradoksla karşı karşıya kalırız. Çünkü şimdi lam da önceden inançlarının bağdaşmazlığını takdir ettiği için, kendini aldatan, tiksindiği inancı “kasıtlı olarak bilmezden geliyor” gibi görünmektedir.
Bir çıkmaza gelince, sorunun Demos’un başlangıçtaki varsayımından kaynaklanıp kaynaklanamayacağını araştırmaya kalkışmak çok doğaldır. Siegler’in gayet mantıklı bir şekilde belirttiği gibi, sadece “kendini aldatma”da “aldatma” sözcüğünü kullandığımız için, sözcüğün burada, tamamen başka insanları aldatmadan söz ettiğimizde kullandığımız şekilde kullanıldığını varsaymak zorunda değiliz. Siegler’e göre “kendini aldatma”nın kullanımı ya da daha genel olarak “dönüşlü aldatma ifadelerinin” [reflexivc deception expressions] kullanımı, yalan söylemeye, hatta aynı anda çalışan inançları savunmaya çok benzeyen bir şeyi bildirmek ya da ifade etmekten veya böyle bir şeye atıfta bulunmaktan başka “işlevleri” yerine getiriyor olabilir (s. 473ff.).
Siegler. muhtemelen bizim kendini aldatma dediğimiz şeyin özel bir biçimi olarak, bir kişinin sınavda kaldıktan ya da kadınlarla başarısız olduktan sonra “Başından beri biliyordum...” (örn. sınavda kalacağımı ya da kadınlarla başarısız olacağımı) dediği türden bir duruma dayanan örnekler verir. Kişinin sonraki beyanı, önceden oynadığı kazanova ya da dayanılmaz erkek rolüyle çatışır. Siegler’in özgül önerileri, sadece kişi “Başından beri biliyordum...” dediği için, gerçekten bildiğini varsaymamız gerekmediği şeklindeki, ana tezine bağlı olan ve kesinlikle zararsız teziyle başlar.
Siegler daha sonra “dönüşlü aldatma ifadeleri"nin gerçekle nasıl “işlediğini” açıklayan önerileri uzun bir liste halinde sunar. Bütün önerilerinde, amacı, çatışan eşzamanlı inançları varsayma gerekliliğini ortadan kaldırmaktır. Siegler'in genel stratejisi bu açıdan kesinlikle Demos’unkinin tam tersidir. Siegler’in önerilerini kısaltmak için gruplara ayırdım ve her grup için kendi yorumumu kısaca verdim.
(1) "Başından beri biliyordum..." cümlesi, başkalarım kandırmayı amaçlıyor olabilir. Yorum: Doğru; ama bundan ibaret olduğu sürece bunu kendini aldatma olarak değil, sadece başkalarını aldatmaya yönelik bir girişim olarak adlandırabiliriz. (2)'deki yoruma bakınız.
(2) “Başından beri biliyordum..."cümlesi, kişinin bir girişimdeki başarısızlığını hafifseme ya da önemsememe çabasını ifade ediyor olabilir. Siegler burada sanırım şöyle düşünüyor: kişi, başarılı olacağını düşünüyormuş gibi görünmesine izin vermekle birlikle, başından beri gerçeğin tamamen farkında olduğunun bilincindedir. Yorum: Bu yaklaşım birçok soruyu gündeme getirmektedir. Başarısızlığın hafifsenmesi samimi mi? Kişinin başkalarına rol yaptığı, ama kendisine olduğu gibi göründüğü gerçekten doğru mu? Durum buysa olacakları önceden gördüğü iddiası doğrudur ve bunu bir kendini aldatma vakası olarak ele almak için hiçbir neden yoktur. Yoksa Siegler'in bir noktada, daha fazla yorumda bulunmadan söylediği gibi“kendi numarasını yutmuş mudur?" Durum buysa, bir kendini aldatma vakasıyla karşı karşıya olabiliriz, ama Siegler’in analizi, kişinin kendi numaralarını nasıl yutabileceği konusuna hiçbir açıklık getirmiyor.
“Başından beri biliyordum...” ifadesi önceki kendini aldatmayı mı ifade ediyor, yoksa kişinin şimdi mi kendini aldatma edimi içinde olduğu varsayılıyor? Siegler’in yorumları bu konuda da açık değil. İkinci durum söz konusuysa, sormamız gereken soru şudur; Kişi “Başından beri biliyordum...” derken, aslında doğru olmadığı halde, şimdi içtenlikle bunun doğru olduğunu mu düşünüyor? Yoksa, yanlış olduğunu bildiği halde, bunun doğruluğuna kendisini belli bir başarıyla ikna etmek için mi söylüyor? İlk sorunun yanıtı evetse, bu şimdi kendini aldatma değildir, bellek zayıflığı ya da başka bir tür hala ya da kafa karışıklığı olabilir. İkinci sorunun yanıtı evetse, kişi şimdi kendini aldatmaktadır, ama açıklama paradoksaldır. Yine de bu iki durum birbirinden tamamen farklıdır.
(3) “Başından beri biliyordum...” cümlesi, bilgiden çok. geçmişteki korkulara, umutlara veya endişelere yapılan basit bir göndermedir. Örneğin kişi başarısız olacağından korkmuştur ve başarısız olduğu için, şimdi, başarısız olacağını başından beri bildiğini söylemekledir. Yorum: Bu durumda "Başından beri biliyordum..." ifadesi yanlıştır. Kişi dikkatsizdir ya da belleği zayıftır veya kalası karışıktır. Ancak bu durum da kişinin şimdi kendini aldatmaya çalıştığı şeklinde yorumlanabilir: konuşan kişinin, baştan beri gerçekten bilmediği, sadece korktuğu gerçeğini, bu bilinen ve nahoş gerçeği kendisinden saklamak için, şimdi “baştan beri bildiğine" inanmaya kendisini bir şekilde ikna eniğini varsayabiliriz. Ama durumu böyle yorumlarsak, kişinin doğru olmadığını bildiği bir şeye inanmak için kendisini ikna etliği şeklindeki paradoksu yeniden işin içine kalmak zorunda kalırız.
(4) Karşı konulmaz kanıtlara rağmen oğlunun bir serseri olduğuna inanmadığını söyleyen bir anne, böylece inanmadığını değil, oğlunun nasıl serseri olabildiğini anlayamadığını ifade ediyor olabilir. Yorum: Bu mutlaka bir kendini aldatma vakası değildir. Yanlış ifade etse bile, oğlunun nasıl serseri olabildiğini anlayamayan bir kadın ile nasıl olduğunu anlasa da anlamasa da, bunun böyle olduğunu kesinlikle bilen bir kadın arasında ayırt edilebilir bir fark vardır. Birincisi şaşırmıştır, ama kendini aldatma durumunda değildir. İkinci kadının durumu da mutlaka bir kendini aldatma durumu olmak zorunda değildir; ancak bu gerçeği o kadar acı verici buluyor olabilir ki, kendi kendisine durumun böyle olmadığını göstermeye çalışabilir ve bunda başarılı olabilir. İşte o zaman kendini aldatıyor diyebiliriz ve tanımlama yine paradoksaldır.
(5) Annenin kendini aldatması, der Siegler, böyle olmasını çok istediği için oğlunun iyi bir çocuk olduğuna inandığını iddia etmekten ibaret olabilir. Yorum: Yine açıklandığı haliyle durumun kendini aldatma olması şart değildir. Can alıcı soru, annenin oğlunun iyi bir çocuk olduğunun doğru olmasını istemekle kalmayıp, kendini buna inanmaya ikna edip etmediğidir. “Hüsnükuruntu” sadece bir şeyin şöyle ya da böyle olduğuna inandığını söylemek değildir, ya da sadece şöyle ya da böyle olmasını istemek değildir, bir şeyin bir şekilde şöyle ya da böyle olduğuna inanmaktır. Bu üç farklı ihtimali birbirinden ayırt etmenin çoğunlukla pratik hiçbir zorluğu yoktur. Hepimizin bilmeden ya da istemeden inançlarımızın ve tutumlarımızın oluşumunu etkileyen önyargılarımız vardır. Bir şeyin şöyle ya da böyle olmasını tutkuyla istemek, beraberinde kasıtsız bir şekilde şöyle ya da böyle olduğuna inanmayı getiriyorsa, bunun kendini aldatma olarak adlandırılması bir ölçüde doğru olabilir, ama bence bunu büyük ihtimalle önyargı ya da hüsnükuruntu olarak adlandırırız. İnancın, inanma arzusu nedeniyle kasıllı olarak geliştirildiğini varsaydığımız ölçüde, durumu kendini aldatma olarak, hüsnükuruntunun daha az masum, felsefi açıdan çok daha ilginç bir türü olarak ayırt ederiz. Gözle görülür bir şekilde serseri bir oğlu olan bir annenin durumunda, ikinci tipten daha kolay kuşkulanırız, öle yandan daha az dramatik koşullarda, bir annenin oğlu hakkında sadece tarafsız gözlemciye göre biraz daha olumlu bir görüşe sahip olduğunu fark etliğimizde, genellikle daha masum hüsnükuruntu tipinin söz konusu olduğunu düşünürüz. hüsnükuruntunun daha masum biçimi ile kendini aldatmanın en açık biçimi birbirine karışır. Kendini aldatmadan söz ettiğimde, “masum türü”. yani inancın amaçlı bir şekilde ve yanlış olduğu bilinerek oluşturulmadığı durumları dahil etmiyorum.
(6) “Baştan beri biliyordum...” demek, der Siegler, anımsamaya bağlı yeni bir içgörünün ifadesi olarak işlev görür. Yorum: Bu kendini aldatma değildir. “Başlan beri biliyordum...” bu şekilde kullanıldığında, “Şimdi ilk kez. daha önce doğru şekilde baksaydım görebileceğim şekilde görüyorum” demenin yanıltıcı bir biçimidir. Ayrıca göreceğim şeyi sevmeyeceğimi çok iyi bildiğim ve bu nedenle gözlerimi başka tarafa çevirdiğim için “bakmadığım” şeklinde ek bir varsayımda bulunmadıkça bunu bir kendini aldatma vakası olarak adlandıramayız. Ama bu varsayımı kabul ettiğimizde yine kendini aldatmanın paradoksal biçimine geri döneriz: görülmesinin dayanılmaz derecede üzücü olduğunu çok iyi bildiğim için, görülecek hiçbir şey olmadığına kendimi ikna ederim.
(7) “Kendimi aldatıyordum...” deyişi, Siegler'e göre, sadece bir değişme kararını ya da böyle bir kararın saikini ifade edebilir; ya da kendine karşı bir uyarı, bir suçlama, bir azar, yeniden düşünme öğüdü olarak işlev görebilir. Yorum: Kuşkusuz bu deyiş bu amaçlara hizmet edebilir, ama örneğin “Ben tembeldim.” “Düşüncesizlik etlim,” “Duyarsızdım,” “Oburluk yaptım” gibi “dönüşlü aldatma ifadeleri” olmayan birçok başka deyişin herhangi biri de bu amaçlara pekala hizmet edebilir. Bunların herhangi biri, değişme saiki olarak, kendini suçlama olarak veya benzeri bir şekilde işlev görebileceği halde, bunları rastgele birbirinin karşılığı olarak kullanmayız. Amacımız açısından temel önem taşıyan ve Siegler’in bize vermediği şey, kişinin kendisini mesela bir obur olarak değil de. özellikle kendi kendini aldatan olarak kınamasını sağlayan koşulların bilgisidir.
(8) Siegler’in diğer önerileri, Canfield ve Gustafson’ın bir yazısında merkezi bir yer tutan öneriye çok yakındır. Siegler, kişinin kendini aldattığını söylemesinin, sadece, önceden bilmesi gerektiği halde bilemediği yargısının ifadesi olabileceğini ileri sürer. Siegler ayrıca bu önerinin farklı bir biçimini de sunmakladır: birisinin kendisini aldattığını söylemek, onun, savunulması mantıksız olan yanlı ş bir inanca sahip olduğunu söylemek ve bunun sorumluluğunu ona yüklemektir. Canfield ve Gustafson’ın (bundan böyle "CG”) bu öneriyi nasıl ifade etliğini kısaca gözden geçirene kadar bu son öneri üzerine yorumlarımızı bekletelim.
Siegler gibi CG de, Demos gibi yazarların (ki bunlara Sartre’ı da dahil ederler), “kendini aldatma”daki “aldatma”yı, bir kişinin başka bir kişiyi aldattığından söz etliğimizde anladığımız şekilde ele almak gerektiği yolundaki temel varsayımını eleştirirler. Onlar kendini aldatmayı “kendine emir verme”nin bir türü olarak ele almayı ve sonra da “kendine emir verme”nin “mantığı”nın “başkalarına emir verme’ninkinden farklı olduğunu ve hiç de paradoksal olmadığını göstermeyi amaçlayan bir tez ileri sürerler. CG tezlerini açıklarken “kendine bir şey yaptırma”, “kendine bir şey yapmasını söyleme” ve “kendinden bir şey yapmasını isteme”yi “kendine emir verme”yie aynı anlamda kullanırlar. Daha sonra “kendine bir şey yaptırma”yı temel alarak, bunun “aykırı koşullarda bir şey yapma”ya vardığını belirtirler. Bu şekliyle kendini aldatmanın “kendini bir şeye inandırma (ya da kendine bir şeyi unutturma)” olduğu ilan edilir.
Bu çok ayrıntılı tez. tamamen farklı anlamlar taşıyan çeşitli deyimlerin uygun olmayan bir şekilde birbirinin yerine kullanılmasına ve “kendine bir şey yaptırma’’ gibi cümlelerin yanlış analizlerine dayanmakladır. Ama akıl yürütme yanlışlarına rağmen, CG’nin vardığı sonuç, Siegler'in önerisiyle temelde aynı olduğu ve ayrıca göreceğimiz gibi Penelhum tarafından kabul edildiği ve daha da geliştirildiği için, içsel yararları nedeniyle incelenmeyi hak ediyor. CG'nin vardığı sonuç şudur: “Biz diyoruz ki, kendini aldatmada söz konusu olan şey, kişinin [inanca ters] koşullarda” (yani kendini aldatanın benimsediğine, karşı konulmaz bir şekilde zıt olan sonuca işaret eden koşullarda) “bir şeye inanması ya da bir şeyi unutmasıdır" (CG, 35). Anımsanacağı gibi bu. Siegler’in. “savunulması mantıksız olan yanlış inanç” ve “kişinin daha iyi bilmesi gerekirdi” gibi formüllerine çok benzemektedir. Şimdi bu formüllerin herhangi birinin, “kendini aldatma”nın gündelik kullanımını kapsayıp kapsayamayacağını sormalıyız.
Özel bir örnekte, belirli bir inancı destekleyen koşulların, kanıtların ya da tezin, karşıt inancı savunan Jones’a sunulduğunu varsayalım. Ama tez o kadar karmaşık ya da içrektir ki, ancak bir uzman,ki Jones uzman değildir tezin kaçınılmaz belirli bir sonuca işaret ettiğini takdir edebilir. Jones, kendisine sunulan kanıtların gücünü kavrayamaz ve önceki inancını savunmayı sürdürür. CG'nin kendini aldatma için belirlediği koşulları karşıladığı anlaşılan bu durumda normal olarak Jones’un kendini aldattığını söylemeyiz. Şimdi de başka bir örneği ele alalım. Konu uzmanlık gerektirmediği halde, Smith. ağır düşündüğü veya o an üzgün ve şaşkın bir durumda olduğu için meslekten olmayan orta zekalı, uyanık birinin takdir edeceği şeyi takdir edemez. Smith muhtemelen güçlü kanıtlara rağmen inancını sürdürecek, ama kendini aldattığı söylenemeyecektir. Ayrıca daha da ileri giderek kaygısız ya da düşüncesiz veya zihinsel açıdan tembel, dikkatsiz ya da kafası karışık veya sadece aptalca inatçılık yapan bir kişi düşünebiliriz. Böyle bir kişi güçlü kanıtların tersine inanabilir ya da Siegler'in deyişiyle "daha iyi bilmesi gerektiği halde” “savunulması mantıksız olan yanlış bir inanca” sahip olabilir. Ancak bunun, kendi başına kendini aldatma olduğunu düşünmeyiz.
Ancak, inanca aykırı koşullara rağmen bir şeye inanma düşüncesinin, her zaman için kişinin inanca aykırı koşullan ya da kanıtları bildiği ve gücünü takdir ettiği düşüncesini kapsadığı düşünülebilir. CG ya da Siegler bu meseleyi hiç gündeme getirmemişti, ama Penelhum ısrarla bunun üzerinde durdu.
Penelhum, Demos'un ilk varsayımının kendini aldatmanın “başkasını aldatma” modeli temelinde anlaşılması gerektiği varsayımının meseleye yaklaşmanın yanlış bir yolu olduğunu kabul ederek işe başlar; ve ayrıca güçlü kanıtlara rağmen inanmanın, kendini aldatmanın gerekli bir koşulu olduğu konusunda Canfield ve Gustafson’la aynı fikirdedir, ama bunun yeterli bir koşul olmadığını ileri sürer. Penelhum, inanca karşı kanıtların güçlü olmasının yeterli olmadığını, kişinin kanıtları bilinesi ve ayrıca bildiğinin anlamını kavraması gerekliğini vurgular. Bu koşulların hepsi karşılanırsa, der Penelhum, bu, kişinin kanıtların işaret etliği sonucu kabul etmesine varır: “Çünkü kanıtların işarel ettiği yeri gerçekten gördüğünü söylerken geçerli olan ölçütler, sonucu kabul ettiğini söylerken geçerli olan ölçütlerle aynıdır”.
Kendini aldatmanın tipik paradoksal ifadeleri olarak gördüğü şeyi geri getirmekten kaçınmak için Penelhum, Demos’un tezlerinden birinin ilginç bir çeşitlemesine varan bir önermede bulunur. Penelhum kendini aldatmanın bir “çatışma durumu” olduğunu varsayar: “Bu durumdaki bir kişi, hem inanma ölçütlerini hem de inanmama ölçütlerini kısmen karşılamaktadırbu kişi, özellikle kanıtların işaret ettiğini gördüğü şeye inanmadığını beyan etme eğiliminde olacaktır” (s. 2589).
Bu son önerme yararlı olabilir, ama sunulduğu haliyle muğlaktır ve yaklaşımın özünü kabul etsek bile önemli ölçüde eksiktir. “İnanma ölçütlerini kısmen karşılamak” ne demektir? ve inanma ölçütlerinin tamamen karşılanması neden gerekli değildir? Penelhum. inanmadığını beyan elme eğiliminin kendi başına yeterli olmadığınıbelirtir; kişi, inanmadığını iddia etliğinde “iddia ettiği şeye gerçeklen inandığım söylemek için bir neden olmalıdır”. Bu neden ne olabilir? Herhangi bir neden olabilir mi? Yoksa kendini aldatma durumunda özellikle geçerli olan bazı tür nedenler mi vardır ve başka tür nedenler özellikle bu durumda geçersiz midir? Bir kişinin beyan ettiği şeye inandığını varsaymak için özel bir önem taşıyan nedenler genellikle bağlama göre değiştiği için, kendini aldatma anlayışımızın büyük ölçüde, kişinin bir şeye inandığını söylemesine ck olarak, tavrında, söylediğine güvenmemize yol açan şeylerin neler olduğunu belirlemeye dayanacağını ileri sürebiliriz. Belli bir inancı taşıdığını söyleyen bir kişinin bizimle dalga geçliğini düşünürsek, ona dalga geçip geçmediğini sorabiliriz; dalga geçmediği yanıtını verirse, bu, inandığı şeyi söylediğini düşünmek için genellikle iyi bir nedendir. Ama bu özel soru ve yanıt bize, kişinin kendini aldatmadığını varsaymak için çok az neden sağlayacaktır. Kendini aldattığından kuşkulanıyorsak, kendini aldatıp aldatmadığı sorusuna alacağımız olumsuz bir yanıl meseleyi hiçbir şekilde çözmeyecektir.
Belki de Penelhum’ın yaptığı gibi, “kendini aldatma” analizini, bir kişinin aynı anda hem inandığı hem de inanmadığı doğru mu sorusundan, elimizde, kendini aldatanın inandığını söylemek için hangi nedenlerin ve inanmadığını söylemek için hangi nedenlerin bulunduğu sorusuna kaydırmak yararlı olabilir. Ama soruyu burada bırakmak analizi gerçekleştirmek değil, dolaylı olarak bir analiz yöntemi önermektir ki Penelhum bunu yapıyor gibi görünmektedir.
Penelhum “(kişinin kendi içsel durumları dışındaki meseleler konusunda) kendini aldatma için gerekli ve birlikteliği yeterli olan ölçütlere” ilişkin daha formel açıklamalar getirdiğinde (s. 259), durum ne yazık ki daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Penelhum bu ölçütlerin şunlar olduğunu söyler;
(1) güçlü kanıtlara rağmen inanma,
(2) öznenin kanıtları bilmesi,
(3) öznenin kanıtların önemini kabul etmesi.
Bu formel ifade meseleyi daha da karıştırmakladır, çünkü (l)'de önceki açıklayıcı cümle olan “inanma ölçütlerini kısmen karşılama” yerine basit “inanma" sözcüğünü koymaktadır ve (2) ve (3)’te Penelhum’ın önceki yorumlarına göre, öznenin karşıt inancı kabul etliğini söylemek için birlikteliği yeterli olan ölçütler mevcuttur. O halde şimdi, elimizdeki teze göre, kendini aldatma, güçlü kanıtların gösterdiği şeye (2 ve 3 sayesinde) ve aynı zamanda tam tersine (1 sayesinde) inanmaktan ibarettir. Bu, biraz dolaylı bir ifadeyle, tam da Penelhum’ın kaçınmak istediği durumu geri getirmektir.
Bir kez daha, problemin esas olarak Demos’un tercih ettiği terimlerle tanımlandığını görüyoruz: bir kişide birbiriyle bağdaşmayan iki inancın birlikte varolması. Bunların tabir caizse “yarı inançlar” olup olmaması ya da biri veya her ikisinin birden akıldışı olması durumu çok fazla değiştirmez.
Şimdi esas olarak ele aldığımız yazarlar grubunun tümünün desteklediği bir yaklaşımın yine de en inceltilmiş çeşitlemesi olan Penelhum’ın formülünü harfi harfine uygulayalım. Diyelim ki, belirli bir inancı taşıdığını beyan etme ve sahiden inandığına ilişkin başka inandırıcı işaretler gösterme eğilimi olan bir kişiyle karşılaştık; bu kişi ayrıca bu inanca karşı kesin kanıtlan bilmekte ve önemlerini takdir etmekte olsun. Şimdi bu kişiye güçlü kanıtların gösterdiğini takdir ettiği sonuca inanıp inanmadığını sorduğumuzu varsayalım; ve kanıtların işaret ettiği sonuca gerçekten inandığı, ama aksi inancını da sürdürdüğü yanıtını verdiğini varsayalım. O zaman ne söyleriz? Kuşkusuz şaşırırız. Onu kararsızlıkla suçlarız. O bizi, yarı yarıya inanmadığına, gerçekten inandığına ikna eder. Şaşkınlığımız sürer. Ama onun alenen kendini aldatan bir kişi olduğunu söylemeyiz. Belki de kafası karışıktır ya da aklını oynatmıştır veya dili iyi anlamıyordun Belki de bir tür “bölünmüş kişilik”tir. Bu durumla daha fazla uğraşmamız gerekmez, ama şu andaki güçlüğün, bu kişinin, kanıtlarla tutarsız olan inancı savunduğunu kabul etmesinden kaynaklandığını görmemiz gerekir. Ancak Penelhum’ın kendini aldatmaya ilişkin üç ölçütüne göre bu kişi kendini aldatmakladır.
Ben ayrıca, kişinin, sadece inancı değil, (varsayımsal olarak bunu gördüğü halde) kanıtların işaret ettiği yolu gördüğünü de belli bir içtenlikle yadsıması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kanıtların işarel ettiği yeri gördüğünü ve bunun doğru olduğunu itiraf etse ve buna karşın kanıtların işaret ettiği sonuca inandığını belli bir içtenlikle yadsısa bile, onun illa ki kendini aldattığını düşünmeyecektik. Böyle bir durum sadece bizim için bir muamma olurdu. Ya da bu, birdenbire, ama tam ve açık bir güvenilirlikle çocuğunun öldürüldüğünü öğrenen bir annenin durumu olabilirdi. Annenin sarsıcı haberi özümsemesi biraz zaman alır “Doğru olduğunu bilir, ama inanamaz.” Yani kanıtların işaret ettiği yeri görür, ama buna kendi doğrulayıcı inancıyla yanıt veremeyecek kadar sarsılmıştır. Bu zamanla kendini aldatmaya dönüşebilir. Bizi kendini aldatma nitelemesine yönelten, gerçeğin “sızmaya” başladığına, gerçeği özümsemeye başladığı halde, annenin belli bir başarıyla kanıtların önemini ya da kesinliğini yadsımak için mücadele ettiğine ilişkin giderek büyüyen inancımız olacaktır; kısaca anne derinlerde doğru olduğunu bildiği şeyin aslında doğru olmadığına ikna olmuş halini sürdürmeye çalışmaktadır. O halde kendini aldatan kişi sadece inandığını değil, aynı zamanda sonucun kanıtlarla ortaya konduğunu gördüğünü de belli bir içtenlikle yadsımalıdır.
Penelhum’ın formülasyonunun, kanıtların işaret ettiği inancın yadsınmasını ve kanıtların kesin olarak bu sonuca işaret ettiğinin görüldüğünün yadsınmasını içerecek şekilde değiştirilmesi de. tüm düzenekte temel önem taşıyan amaçlılık öğesini dışarıda bırakır. Bir kişi bir hipnotizmacının talimatlarının sonucunda bir inancı belli bir içtenlikle olumlarsa ve ayrıca lam tersini gösteren, kesinliği açık kanaların kesinliğini gördüğünü belli bir içtenlikle yadsırsa o kişi, kendini aldatan bir kişi değildir. Eğer böyle bir tavır tamamen nörolojik bir işlev bozukluğunun sonucuysa kişi yine, kendini aldatan bir kişi değildir. Kendini aldatan bir kişi olması için, zihinsel açıdan kararsız ya da kusurlu olması yeterli değildir; ya da belki de ancak şimdi ve ilk defa gördüğü, kanıtların çürüttüğü bir inanca uzun süre ve sıkı sıkıya bağlı kaldığı için böyle tutarsız bir şekilde hareket etmesine yol açan güçlü ve inatçı alışkanlıklara sahip olması da yeterli değildir. Gerekli olanve bu olasılıkların hepsini dışarda tutacak temel öğe amaçlılık öğesidir. Öznemiz kanıtların işaret ettiğini önceden gördüğü nahoş gerçeklikten bir şekilde kaçmak için, kanıtların aksine inanmaya kendisini ikna ederse, işte o zaman ve ancak o zaman aleni bir şekilde kendini aldatmaktadır.
Penelhum haklı olarak, pratikte kendini aldatmada önemli bir etken olmakla birlikle, güdünün kendini aldatmanın özü olmadığını düşündüğü için amaçlılık öğesini göz ardı etmeye kuşkusuz daha açıktır. Penelhum, tartışmasında bizim güdü ile amaç arasında yapacağımız ayrımı yapmıyor. Hiçbir güdünün olmadığını varsaysak bile, bir kişi aslında doğru olmadığını bildiği bir şeye inanmaya kendini ikna etmişse, o kişiyi kendini aldatan bir kişi olarak adlandıracağımızı söylemek doğrudur. Normal olarak bunu yapmak için bir güdü olduğunu varsayarız; cn genel terimlerle genellikle kişinin üzüntüden kaçmanın ya da hazzı azamiye çıkarmanın bir yolu olarak kendini aldatmaya yöneldiğini varsayarız. Penelhum belli bir haklılık payıyla, bunun kavramsal bir sorun değil, daha çok psikolojik bir sorun olduğunu söyler. Penelhum’ın görmediği noktaysa, kendini aldatmanın güdüsü ne olursa olsun veya herhangi bir güdü olsun ya da olmasın, kendini aldatmanın, bizim gördüğümüz, haliyle, zorunlu olarak kendi içinde belli bir amaçlılık içerdiğidir. Bu içsel amaçlılık öğesi “kendini inanmaya ikna etmek”, “kendisine ... gibi göstermek”, “kendine yalan söylemek” gibi cümlelere yansır. Kendini aldatana çok benzer bir şekilde hareket eden, ama örneğin bunu hipnotik emir nedeniyle yapan kişinin durumunda bu öğe eksiktir.
Bu noktaya kadar, bir kişinin birbiriyle bağdaşmayan
iki inancı
savunmayı sürdürmesindeki sözde paradoksu çözme gayretleri içinde Demos,
Siegler. Canfield ve Gustafson’ın ve Penelhum’ın, kendini aldatmanın derin
paradoksunun, bu olsa olsa biraz garip durumun kendisinde değil, kasıtlı
cehalet öğesinde yattığını takdir edemediklerini göstermeye çalıştım. Ancak
bu yazarların önerilerinde bulunan başka bir önemli tema dikkate alınmayı
hak etmektedir. Bu, kendini aldatan bir kişinin açıkça olumladığı inancın
kanlılara aykırı olması durumudur. Tersini gösteren kanıtlara rağmen
inanmanın, kendini aldatmanın zorunlu bir koşulu olmadığını göstermek için
bu ikinci tema üzerinde kısaca durmayı öneriyorum. (Bunun yeterli bir koşul
olmadığı bu tür inançları taşıyan ama kendini aldatmayan kişilere ilişkin
önceki örneklerimle gösterilmiştir.)
Sonuca varmak için telaş eden, inançlarını ve tutumlarını kanıtlara dikkat ederek değil, önyargıyla, eğilimle ve yarım yamalak düşünerek oluşturan bir kişiyi düşünelim bu hiç de az rastlanan bir tip değildir. Ayrıca korktuğu için ve düşünce savrukluğunun bir sonucu olarak bu kişinin kanser olduğu sonucuna vardığını hayal edelim. Kanıtlar güçlü değildir, ama inancı güçlüdür. Kanıtları ya da akıl yürütmeyi düşünmez hile; bu tam da “sezgisel” tiptir: Kanseri olduğunu “kesinlikle bilir”. Bu inanç dayanılmaz bir üzüntüye yol açar. Üzüntüsünü yok etmek için, şimdi kendini yatıştırmaya, kanseri olmadığına, aslında bir “sağlık timsali” olduğuna kendini ikna etmeye girişir. Aslında kanser semptomu olduğunu “bildiği” sancının “sadece bir sancı” olduğuna kendini yarı yarıya ikna eder. Onu gözlemleyen bizler şöyle deriz: “Aslında ölmekten çok korkuyor; kanseri olduğunu kesinlikle biliyor. Ama yüzeyde, özenle oluşturulmuş sükûnet, azami güven havası kendisini yatıştırma girişimidir. Ve bir şekilde bunu başarıyor.”
Bu durumda önemli olan kanser olduğunu gösteren kanıtların gücü değil, kanser olduğuna ilişkin ilk ve sarsılmaz inancının gücüdür. Bireylerin yetersiz kanıtlar temelinde derinlere kök salan, üzücü inançlara varmaları hiç de ender rastlanan bir durum değildir, hatta yaygın bir durumdur ve bu durumda kişinin düşündüğü şeyin aslında öyle olmadığına kendini inandırmaya çalışması da ender rastlanan bir durum değildir. Burada kendini aldatma, beyan edilen inanç ile yadsınan inanç arasındaki karşıtlıktan kaynaklanır, inançların kanıtlarla ilişkisinden değil.
Kendini aldatmanın anlamını açıklığa kavuşturmak için paradoksal olmayan bir temel olarak “iki inanç” yaklaşımı, henüz ele alınmamış çeşitli değişik biçimlerin ele alınmasına imkan verir. Bunlar başlangıçta akla yakın göründükleri için kısaca gözden geçirilmeyi hak ediyor. Bu öneriler grubu, birbiriyle uyuşmayan inançların tam da aynı zamanda savunulmadığı varsayımına dayanır.
Bir inançtan karşıt inanca kayan kişi sadece kararsız olabilir ya da haklı bir nedenle fikrini değiştirmiş olabilir. Ancak kişi inandığından başka bir şeye inanmak istiyor da olabilir; bu durumda hayatını, belli bir süre sonra, başlangıçta inanmadığı ama inanmak istediği şeye inanmasını sağlayacak etkilere maruz kalacağı şekilde düzenler. Kuşkusuz bunun özellikle bir kendini aldatma örneği olarak mantıklı olması için, etkilerin, inanç değişikliğini haklı göstermek için yetersiz olduklarını görse bile, kişinin bunları memnuniyetle karşılayacağı şekilde olması gerekir. Örneğin, önceden yeteneklerini değerlendirme konusunda nesnel olan bir kişi, hayatın yükü altında çok fazla içmeye başlar. Bunun başlangıçta duyarlılıklarını körleştireceğini, sonunda kalıcı bir şekilde kendini değerlendirme yeteneğini yok edeceğini bilir. Buna aldırmaz, daha doğrusu beklenen soluklanma süresini kinik bir memnuniyetle karşılar. Giderek daha fazla, duymak istediği şeyleri söyleyen kişilerle birlikte olacağını ve gerçekleri görme kapasitesinin de giderek azalacağını bilir. Bence böyle bir durumda bile bu kişinin kendini aldattığını söyleyemeyiz. Bu kişi kendini, bile bile aldatılabileceği bir konuma getirmekte, ama kendini aldatmamaktadır.
Bir inancın daha sonraki, ilkiyle uyuşmayan bir inanca yol açtığı farklı bir durum, çok becerikli bir dolandırıcının durumudur. Dolandırıcı kurbanlarını yanıltmak için öyle karmaşık ve çirkin bir labirent planlar ki, sonunda kendisi de kendi ördüğü ağa düşer. Onun, kendini aldattığını söyleyebilirdik. Ama bunun, yüzeyde çok paradoksal olduğunu gördüğümüz kendini aldatmadan çok farklı bir şey olduğu açıktır. Bu durumda hiçbir paradoks yoktur, hatta yüzeyinde bile. Dolandırıcı, planı nedeniyle değil, sonucu görememesi nedeniyle başarısız olur, oysa paradoksal kendini aldatmada ise kendini aldatanın, aldatılma durumunu amaçlı olarak oluşturması temel önem taşır. Dolandırıcı amacına ulaşmayı başaramaz; kendini aldatan başarır. Dolandırıcının başarısızlığı ahlaki bütünlük kaybı içermez; kendini aldatanın başarısı içerir.
Bu bölümü, ele aldığımız tezlerin sonundaki bazı tuhaf kabullere işaret ederek kapatabiliriz. Siegler, tezinin sonunda “kişiler arası aldatma ifadelerine daha çarpıcı mantıksal bir benzerlik gösteren (sözünü ettikleri dışında) başka dönüşlü aldatma ifadeleri olabileceği”ni (s. 475) kabul eder. Canfield ve Gustafson tartışmayı, “bir anlamda kişinin inandığı ve iddia ettiği şeyin yanlış olduğunu ‘bildiği’ bazı durumlarla karşılaşırız”, diye bitirir, bu durumlarda tuhaf olan şey, kişinin bildiğini kabul etmesini sağlamak"la kendisine itiraf etmesini sağlamak"(italikler bana ait) için ilaçlar, içki ya da hipnotizmanın ya da psikanalizin gerekli olmasıdır. Canfield’in daha önce McNally ile birlikte yazarken yaptığı çok benzer bir önermesine göre, kendini aldatmada birbirine aykırı iki inançtan biri bilinçli, diğeri ise bilinçdışıdır.
Bu kabuller, bu tezlerin yanıtlamaya çalıştığı temel soruları kaçınılmaz bir şekilde bir kez daha gündeme getiriyor. Kişiler arası aldatma ifadelerine çarpıcı bir mantıksal benzerlik gösteren dönüşlü aldatma ifadelerini nasıl değerlendireceğiz? tfade edilebilmesi için ilaçları ya da psikanalizi gerektiren bu tuhaf bilme türü nedir? Freudçu bastırma ve bilinçdışı dilini ne şekilde değerlendirmeliyiz? Sözü edilen tezler bu sorulara tatmin edici bir yanıt verememekte ve yine oldukça tuhaf bir şekilde bunu kabul ederek sona ermektedir. Şimdi bu sorulan yanıtlama amacıyla sonraki bölümlere geçebiliriz. Ayrıca şunu da eklemeliyim: bu süreçte yalnızca kendini aldatmanın inanç ve bilgi temelinde ele alınması eğilimini değil, aynı zamanda bu yazarlar tarafından işlenmeyen kendini aldatma biçimlerini de açıklayacağız, yani bir insanın tutumlarına ve arzularına, umutlarına ve korkularına, ve de inançlarına bağlı kendini aldatma biçimlerini.