Yaratılış Merdiveni

Jakob Bronowski


Doğal ayıklanma yoluyla evrim kuramı 1850'lerde iki adam tarafından birbirlerinden bağımsız olarak ortaya konuldu. Bunlardan birisi Charles Darwin, diğeri Alfred Russel Wallace'di. Her iki adamın da, elbette, belli bir bilim geçmişleri vardı, ama özünde, her ikisi de doğalcıydı.1 Darwin, hali vakti yerinde bir doktor olan babası, bir din adamı olabilmesi için kendisini Cambridge'e göndermeyi Önerdiğinde, iki yıldır Edinburgh Üniversitesi'nde tıp okuyordu. Anne ve babası yoksul insanlar olan ve okulu on dördünde bırakan Wallace ise, Londra ve Leicester'da, çalışan insanlar için açılmış enstitülerdeki kurslara gitmişti. O sıralarda arazi keşif memuru yardımcılığı ve öğretmen asistanlığı yapıyordu.

İnsanın yükselişinde iki açıklama geleneğinin yan yana yürüdüğü bilinen bir gerçek. Bunlardan birisi, dünyanın fiziksel yapısının çözümlenmesidir. Diğeri, hayatın süreçlerinin incelenmesidir: inceliklerinin, farklarının, bireylerde ve türlerde doğumdan ölüme kararsız bir biçimde sürüp giden çevrimlerin incelenmesi. Ve bu iki gelenek, evrim kuramı ortaya atılıncaya dek bir bütün haline gelmedi, çünkü o zamana dek, hayat konusunda çözülemeyen, çözümüne girişilemeyen bir paradoks vardı.

Hayat bilimlerini fizik bilimlerinden tür olarak ayıran paradoks, doğanın her yerde karşımıza çıkan ayrıntılarında yatar. Bu paradoksu çevremizdeki kuşlarda, ağaçlarda, otlarda, salyangozlarda, yaşayan her şeyde görebiliriz. Paradoks şudur: Hayatın kendisini açığa vurma, kendisini ifade etme biçimleri o denli birbirinden farklıdır ki, bütün bunların çok sayıda rastlantısal öğeyi içermesi gerekir. Öte yandan da, hayatın doğası o denli birörnektir ki, hayatın, çok sayıda zorunluluğa bağımlı bulunması gerekir.

Bu durumda, bizim anladığımız anlamda biyolojinin 18. ve 19. yüzyıllarda doğalcılarla başlaması hiç de şaşırtıcı değildir. Kimdi bu doğalcılar? Kırlarda gözlem yapanlar, kuşları gözleyenler, din adamları, doktorlar, köyde malikaneleri ve bolca boş vakitleri olan beyefendiler. Onları, kısaca, "Victoria dönemi İngilteresinin beyefendileri" olarak anma eğilimindeyim, çünkü evrim kuramının aynı kültürde. Kraliçe Victoria İngiltere’si kültüründe yaşayan iki adam tarafından aynı zamanda düşünülmesi bir rastlantı olamaz.

İngiltere Denizcilik Bakanlığı, Güney Amerika sahillerinin haritasını çıkartmak üzere Beagle2 adında bir keşif gemisi gönderme karan aldığında ve kendisine, doğayı inceleme göreviyle ama para almaksızın bu sefere katılma teklifi yapıldığında Charles Darwin, henüz, yirmili yaşlarının başındaydı. Bu daveti, Cambridge'deyken, botaniğe değil de böcek toplamaya ilgi duymasına rağmen kendisiyle arkadaşlık etmiş olan botanik profesörüne borçluydu.

Aşın düşkünlüğümün bir kanıtını size vereyim: bir gün yaşlı bir ağacın kabuğunu kaldırırken, iki ender rastlanır böcek gördüm, birini bir elimle diğerini diğer elimle yakaladım. Sonra bir üçüncüsünü gördüm; ama bu yeni bir türdü, onu kaybetmeye dayanamazdım, onun için hemen sağ elimde tuttuğumu ağzıma attım...

Babası, Darwin'in gidişine karşı çıktı, Beagle’ın kaptanı Darwin'in burnunun şeklinden hoşlanmadı, ama Wedgwood amcası onu desteklemek üzere sesini yükseltince mesele halloldu. Beagle 27 Aralık 1831'de denize açıldı.

Gemide geçirdiği beş yıl Darwin'i değiştirdi. O kendi memleketinin kırlarındaki hayatın, kuşların, çiçeklerin keskin ve duyarlı bir gözlemcisiydi; şimdi ise, Güney Amerika, onun bütün bu ilgisini bir tutkuya dönüştürmüştü. Yurda, türlerin birbirlerinden ayrı tutulduğu zaman farklı yönlerde gelişeceği kanısına varmış olarak döndü; türler değişmez değildi. Ama geri döndüğünde, onları ayrı tutacak bir mekanizma düşünemedi. Bunu 1838'de başardı.

Darwin, iki yıi sonra, türlerin evrimine ilişkin, rastlantı sonucu bir açıklama bulduğunda, bunu yayınlama konusunda çok gönülsüzdü. Eğer çok farklı türden bir adam da, Darwin'in izlediği deneyim ve düşünce aşamalarının hemen hemen tamamen aynısını izlememiş ve sonuçta aynı kurama varmamış olsaydı, bulgu lan nı, bütün hayatı boyunca bir köşeye atılmış olarak bırakabilirdi. Sözünü ettiğimiz kişi, ayıklanma yoluyla doğal evrim kuramının, adı unutulan ama gerçekte yaşamış olan bir kahramanıdır.

Adı, Alfred Russel Waliace'di, insan azmanı birisiydi, Darwin'in ailesi ne denli geri kafalıysa bununki de o denli komik, tam Dickens'iık bir aileydi. 1836'da Wallace on üç yaşlarında bir çocuktu, yani Darwin'den on dört yaş daha küçüktü. Wallace’ın hayatı hiç kolay olmamıştı.

Eğer babam orta halli bir zengin olsaydı (...) bütün hayatım başka türlü şekillenirdi ve hiç şüphesiz, ben yine de bilime ilgi duyardım, ama öyle gözüküyor ki o zaman bile, doğayı gözlemek ve hayatımı koleksiyonculukla kazanmak için Amazon'un hemen hemen hiç bilinmeyen ormanlarına (...) herhalde gitmezdim.

Taşrada hayatını kazanmak için bir yol bulmak zorunda kaldığında Wallace ilk gençlik yıllarım işte böyle dile getiriyordu. Üniversite eğitimini gerektirmeyen, ağabeyinden öğrenebileceği, arazi keşif işini meslek olarak seçti. Ağabeyi 1846'da Kraliyet Komisyonu'nun rakip demiryolu firmalaşırıyla ilgili bir komite toplantısından üstü açık üçüncü sınıf bir vagonda evine dönerken üşüttü ve bu yüzden öldü.

Belli ki, seçtiği meslekten ötürü hayatı açık havada geçti ve Wallace bü yaşam tarzı içinde bitkiler ve böceklere ilgi duyar hale geldi. Leieester'da çalışırken, aynı konulara ilgi duyan ve kendisinden daha iyi eğitim görmüş birisiyle karşılaştı. Yeni arkadaşı Leicester çevresinde, yüzlerce tür böcek toplamış olduğunu ve keşfedilecek daha yüzlercesi bulunduğunu söyleyince çok şaşırdı.

Eğer daha önce birisi bana bir Kasabanın yakınındaki küçük bir bölgede kaç tane farklı böcek türü bulunabileceğini sormuş olsaydı, muhtemelen elli, diye bir tahminde bulunurdum... Şimdi öğrendim artık... On beş kilometre içinde bin farklı türün bulunması olasıydı.

Wallace’ın düşünceleri bir açıklık kazandı ve bu açıklık hem kendi hayatını hem de arkadaşınınkini şekillendirdi. Arkadaşı daha sonraları, "böcekler arasında çevreye uyum" konusunda ünlü bir çalışma yapan Henıy Bates'ti.

Öte yandan, genç adam hayatını kazanmak zorundaydı. Neyse ki, bir arazi keşifçisi için talihli bir dönemdi, çünkü 1840'larda demiryollarına kendilerini kaptıran serüvencilerinin o meslekten olanlara ihtiyaçları vardı. Wallace, Güney

Qaller'deki Neath Vadisi'nden geçirilecek bir demiryolu hattı için mümkün olabilecek güzergahı keşfetme işinde çalıştı. Kardeşi ve Victoria dönemi ruhunu taşıyan bütün başka insanlar gibi işini dürüstçe yapıyordu. Ama haklı olarak, bir güç oyununun piyonu olduğundan kuşkulandı. Çoğu keşifler, yalnızca, diğer, demiryolu baronu denen haydutlara karşı bir hak iddia etmek amacına yönelikti. Wallace, o yıl içinde keşfi yapılan hatların/yalnızca onda birinin inşa edildiğini hesaplamıştı,

Qaller'deki kırsal alanlar, Pazar günü doğalcısı için bir haz kaynağıydı. Bir Pazar günü ressamı sanatıyla ne denli mutlu oluyorsa o da bilimiyle o denli mutluydu. Artık Wallace, doğanın çeşitliliği karşısında giderek artan ve bütün hayatı boyunca hep tutkuyla anımsayacağı bir heyecanla, kendi adına gözlemler yapıyor Ve örnekler topluyordu.

Çok çalışıyor olsak bile Pazarlarım tamamen serbestti ve ben o günler, içini hazinelerle doldurarak eve döneceğim koleksiyon kutumu yanıma alır, uzun yürüyüşlere çıkardım... Böyle zamanlarda her yeni hayat fc>içiminin keşfinin bir doğa aşığına verdiği zevki tadardım, Bu, daha sonraları Amazon'da yeni kelebekler yakaladığım her seferinde hissettiğim delice heyecanların aynısı olan bir duyguydu.

Bu hafta sonlarından birisinde, nehrin yerin altına girdiği bir yerde bir mağara buldu ve kamp kurarak geceyi orada geçirmeye karar verdi. Sanki hiç bilmeden, kendisini yabani doğada geçecek bir hayata hazırlıyor gibiydi.

Bir seferinde dışarıda uyumayı denemek istedik; hiçbir korunak ya da yatak olmaksızın, doğa ne sağlamışsa o kadarıyla yetinerek.., Sanırm, bilerek, hiçbir hazırlık yapmamayı, ama sanki rastlantısal olarak hiç bilmediğimiz bir ülkedeki bir yere gelmişiz ve orada uyumak zorunda kalmışız gibi, dışarıda kamp kurmayı kararlaştırmıştık.

Aslında, o gece güçlükle uyudu.

Yirmi beşine geldiğinde, Wallace, tam zamanlı bir doğalcı olmaya karar verdi. Bu bir Victoria dönemi mesleğiydi. Bu, kendisini, yabancı bölgelerden örnekler toplayıp bunları İngiltere'deki müzelere ve koleksiyonculara satarak geçindirmek zorunda olduğu anlamına geliyordu. Ve Bates de onunla gelecekti. Böylece 1848'de iki kafadar, ceplerinde toplam 100 pound parayla deniz yolculuğuna çıktılar. Güney Amerika'ya ve daha sonra da Amazon nehri boyunca 1500 kilometre içeri girerek Amazon ile Rio Piegro'nun birleştiği yerdeki Manaus kentine kadar gittiler.

Wallace, Galler'den daha uzak bir yere hemen hemen hiç gitmemişti, ama yabancılık onu ürkütüp yolundan alıkoymadı. Vardığı andan başlayarak, yorumlan sağlam ve kendi içinde tutarlıydı. Örneğin, akbabalar konusundaki düşüncelerini beş vsi sonra Amazon ve Rio Negro Üzerindeki Gezilerin Öyküsü atılı çalışmasında şöyle anlatıyordu; Sıradan siyah akbabalar pek boldu, ama yiyecek konusunda oldukça sıkıntıdaydılar, hiçbir şey bulamadıkları zaman hurma ağaçlarının meyvelerini yemek zorunda kalıyorlardı. Yinelediğim gözlemlerden şu kanıya vardım ki, akbabalar yiyeceklerini ararken asla kokulan değil, görüntüleri izliyorlar.

Arkadaşlar Manaus'da ayrıldılar ve Wallace, Rio Negro üzerinde nehir yukarı yolculuğunu sürdürdü. Daha önceki doğalcılarca çok fazla araştırılmamış yerleri arıyordu, çünkü eğer koleksiyonculukla geçimini sağlayacaksa, bilinmeyen ya da en azından ender rastlanan türlere ait örnekler bulmaya ihtiyacı vardı, Nehir, yağmur sularıyla kabarmıştı, böylece Wallace ve Kızılderilileri kanolarını ormanın içlerine kadar sokmayı başarabilmişlerdi. Ağaçlar suyun üstüne dek eğilmişti. Wallace bir kez umutsuzluğa kaptırarak duraladı, ama hemen, ormanın sunduğu çeşitlilik karşısında kendisini ruhen yükselmiş hissetti ve bir an için, ormanın havadan bakıldığında nasıl gözükeceğini aklından geçirdi.

Tropikal bitki örtüsü konusunda tam olarak kabul edebileceğimiz şey, ılıman bölgelere göre çok daha büyük sayıda türün ve daha fazla biçim çeşidinin varlığıdır.

Belki de, dünyanın hiçbir ülkesi Amazon vadisinde olduğu kadar çok miktarda bitkiyi içeren bir örtüyle kaplı değildir. Uzanıp giden bütün bir vadi, çok küçük bazı bölümleri dışında, sık ve yüksek balta girmemiş ormanlarla kaplı; yeryüzünün en geniş ve hiç el değmemiş ormanlarıyla. Bu ormanların asıl görkemi, ancak, dalgalanıp giden bu çiçekli örtünün üzerinde ağır ağır seyreden bir balondan görülebilirdi. Bu zevk, belki de, gelecek çağın gezginine kalıyor.

İlk kez bir Kızılderili köyüne gittiğinde heyecanlandı ve ürktü, ama sonunda mutluluk duymak Wallace'in bir özelliğiydi.

En umulmadık biçimde şaşkınlığa uğramam ve haz duymam, tamamen doğal bir hayat süren gerçek yabanıllarla ilk kez karşılaştığım ve yaşadığım zamana rastlar. (...) Hepsi de kendi İşleri güçleriyle uğraşıyorlar ya da kendi dünyalarında yaşıyorlardı. Beyazlarla ya da onların adetleriyle bir alışverişleri yoktu. Bağımsız orman sakinlerinin serbest adımlarıyla yürüyorlardı ve (...) başka bir ırktan birtakım yabancılar olmamızın Ötesinde bize dikkat bile etmediler.

Her halleriyle özgündüler ve ormanlardaki vahşi hayvanlar gibi kendi başlarının çaresine bakarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Uygarlıktan mutlak anlamda bağımsızdılar va Amerika keşfedilmeden önce gelip geçmiş sayısız kuşaklar boyunca yapmış oldukları gibi, kendi hayatlarını kendi tarzlarında yaşamış, yaşayabilmişlerdi.

Kızılderililerin dehşet saçmadıkları, yardımsever oldukları ortaya çıktı. Wallace onları örnek toplama işine çekti. Burada kaldığım zaman süresince (Kırk gün), benim için tamamen yeni olan, en az kırk tür kelebek, dahası, diğer canlı türlerinden hatırı sayılır bir koleksiyon elde ettim.

Bir gün bana, ender bulunur bir türden, sırtında bir sürü kabarık çizgi ve konik tüberkül (Caiman gibbus) bulunan, son derece merak uyandırıcı küçük bir timsah getirdiler. Timsahın derisini yüzüp içini doldurdum. Bunu yapmam Kızılderililerin bu çok garibine gitti. Ben bu işlemi yaparken içlerinden yarım düzinesi beni ilgiyle gözledi.

Çok geçmeden, ormanın sebep olduğu zevk ve güçlükler arasında, Wallace’ın her şeyi çabuk kavrayan kafasında yakıcı sorular alevlenmeye başlayacaktı. Yapılanmada bu denli benzer, ayrıntıda ise bu denli değişken olan bütün bu çeşitlilik nasıl ortaya çıkmıştı? Darwin gibi Wallace da, birbirine yakın türler arasındaki farklardan etkilendi ve yine Darwin gibi, bu denli farklı bir gelişimin nasıl ortaya çıktığını merak etmeye başladı.

Doğa tarihinin, hayvanların coğrafi dağılımını inceleyen bölümünden daha ilgi çekici ya da öğretici bir başka bölümü yoktur.

Birbirinden yüz ya da yüz elli kilometre bile uzakta olmayan yerlerden birinde, diğerlerinde olmayan böcek ya da kuş türlerini bulmak sık sık mümkündür. Her türün yayıldığı bölgeyi belirleyen sınırlar; her birinin geçmeyeceği hatları belli eden ve dıştan bakınca görülen bazı özellikler olmalı.

Coğrafya problemleri Wallace'a her zaman çekici geldi. Daha sonra, Malezya Adaları'nda incelemelerde bulunurken, batı adalarındaki hayvanların Asya'daki türlere, doğu adalarındakilerin Avustralya'dakilere benzediğini göstermişti. Bu adaları bölen hat hala Wallace hattı diye anılır.

Wallace, doğa konusunda olduğu kadar, insan konusunda da keskin bir gözlemciydi ve farkların kökeniyle aynı derecede ilgiliydi. Victoria döneminin ruhunu taşıyanların, Amazon'un insanlarına ' vahşiler'' dediği bir çağda, onların kültürüne, ender görülen bir anlayışla bakıyordu. Dilin, yeniliğin, geleneğin onlar için ne demek olduğunu kavradı. Belki de onların uygarlığıyla bizimki arasındaki kültürel mesafenin, bizlerin düşündüğünden çok daha kısa olduğunu anlayan ilk kişiydi. Doğal ayıklanma ilkesini kafasında oluşturduktan sonra, bu ona yalnızca doğru değil, aynı zamanda biyolojik açıdan kolaylıkla anlaşılabilir bir şey olarak göründü.

Doğal ayıklanma, vahşi insanı ancak, bir goril ya da şempanze benzeri maymununkinden birkaç derece daha üstün bir beyinle donatmış olabilirdi. Bu böyledir, ama vahşi insanın fiilen sahip bulunduğu bu beyin, bir filozofunkinden çok az aşağıdadır. Bizim oraya varmamızla, "zihin" dediğimiz karmaşık gücün sadece bedensel bir yapı olmanın çok daha ötesinde bir Önem taşıdığı anlaşılmış oldu.

Wallace Kızılderililer konusundaki görüşünde kararlıydı.

1851'de Javita köyünde kalırken onların hayatını anlatan bir şiir yazdı. Bu noktada, Wallace'in günlüğü edebileşiyor.

Bir Kızılderili köyü var; tüm çevresi,

Karanlık, sonsuz, sınırsız ormanla kaplı

Bin bir çeşit yaprağı olan bir orman.

Burada kaldım bir süre, tek beyaz adam.

Belki de iki yüz can arasında.

Her gün bazı işler onları çağırır.

Şimdi giderler

Ormanın gururunu devirmeye, ya da kanoda

Olta, mızrak ve okla, balık tutmaya.

Bir palmiyenin geniş yapraklarıyla örülü bir çatı,

Kış fırtınalarına ve yağmuruna karşı.

Kadınlar mandiokka kökü çıkarırlar,

Ve emeklerini katarak ondan ekmeklerini yaparlar.

Ve hepsi her sabah ve akşam ırmakta yıkanırlar,

Köpüren dalgalar arasında denizkızları gibi şen şakrak.

Küçük çocuklar çıplaktır ve

Oğlan çocukları ve erkekler giyiniktir, ama bir karış bezle.

Şu çıplak oğlanları görmekten ne kadar haz duydum!

İyi biçimlenmiş organları, parlak, düzgün, kızılkahverengi derileri,

Ve her hareketleri incelik ve sağlık dolu.

Koşarken, yarışırken, bağrışırken ve zıplarken.

Ya da yüzerken ve hızla akan ırmağın sularına dalarken.

İngiliz oğlan çocuklarına acıyorum; hareketli organları

Bedenlerine sımsıkı oturan elbiseler içinde hapsolmuş.

Ama daha çok İngiliz kızlarına acıyorum.

Belleri ve göğüsleri kuşatılmış.

Şu korse denen aşağılık işkence aletiyle!

Burada bir Kızılderili olsaydım ve mutlu yaşasaydım,

Balık tutarak, avlanarak ve kanomla gezerek.

Ve çocuklarımın büyüdüğünü görseydim, genç ve cerenler gibi.

Bedenleri sağlıklı, kafaları huzurlu,

Servet olmadan zengin, altın olmadan mutlu.

Bu yakınlık duygusu. Güney Amerika Kızılderililerinin Charles Darwin'de uyandırdığı duygulardan farklıdır. Darwin, Tierra del Fuego yerlileriyle Karşılaştığında dehşete düşmüştü. Beagle ile yolculuğunu konu alan kitabındaki gezimlerden ve kendi sözcüklerinden bunu açıkça anlamak mümkün. Korkunç iklimin Fuegoluların adetleri üzerinde etkili olduğuna hiç şüphe yok. Ama 19. yüzyıla ait fotoğraflar, yerlilerin Darwin'e göründüğü kadar canavarca bir görünümleri olmadığını gösteriyor. Yurda dönerken, Darwin, Beagle’ın kaptanıyla birlikte, Cape Town'da, vahşilerin hayatlarını değiştirmeye çalışan misyonerlere akıl vermek için bir kitapçık yayımlamıştı.

Wallace, Amazon havzasında dört yıl geçirdi, sonra koleksiyonlarını toparladı ve yurduna doğru yola çıktı.

Yeniden sıtma nöbetim tuttu ve çok huzursuz günler geçirdim. Sürekli yağmur yağıyordu. Çok sayıdaki kuş ve hayvanıma bakmak, kanonun durumu çok sıkışık ve yağmur yağarken kafesleri doğru dürüst temizlemek imkansız olduğu için, büyük sıkıntı veriyordu. Hemen her gün birkaçı öldü ve sık sık, keşke onlara hiç ilgi duymamış olsaydım diye düşündüm, ama bir kez elimi sürmüştüm bu işe; sebat etmeye karar verdim.

Satın almış olduğum ya da bana verilmiş olan yüz canlı hayvandan geriye şimdi yalnızca otuz dördü kaldı.

Yurda dönüş başından kötü gitti. Wallace her zaman talihsiz bir adam olmuştu.

Haziran'ın 10'unda (Manaus'tan) ayrıldık. Yolculuğumuz benim için çok talihsiz başlıyordu, çünkü arkadaşlarıma veda ettikten sonra gemiye bindiğimde tukanımı3 kaybettim. Hiç şüphesiz, kimse farkına varmadan geminin küpeştesinden uçmuş ve boğulmuştu.

Seçtiği gemi en büyük talihsizliğiydi, çünkü yanıcı, bir madde olan reçineyle yüklüydü. Üç hafta sonra, 6 Ağustos 1852'de gemide yangın çıktı.

Kurtarmaya değer bir şey var mı diye bakmak İçin, boğucu derecede sıcak ve dumanla dolu olan Kamaraya indim. Saatimi ve içinde bazı bitki ve hayvan çizimleriyle birlikte eski iki not defterimin ve birkaç gömleğin bulunduğu küçük teneke kutumu aldım ve sürünerek güverteye çıktım. Birçok elbise ve içinde çizimlerimle eskizlerin bulunduğu büyük bir çanta ranzamda kalmıştı, ama yeniden aşağıya İnmeyi göze almadım ve aslında, herhangi bir şeyi kurtarmaya karşı, nedenini şimdi açıklamakta güçlük çekeceğim bir tür umursamazlık hissettim.

Kaptan nihayet herkese kayıklara binmesini buyurdu ve gemiyi en son terk eden de kendisi oldu.

Koleksiyonuma kattığım, ender bulunur türden ve son derece merak uyandırıcı her böceği ne kadar büyük bir zevkle seyretmiştim! Kaç kez, sıtma nöbetlerinden halsiz düşmüşken, adeta sürünerek ormana girmiş ve bunun ödülünü, hiç bilinmeyen, güzel türler bularak almıştım! Hiçbir Avrupalının ayak basmadığı ama benim adımladığım pek çok yer, koleksiyonumu donatmış ender bulunan kuş ve böcek türleriyle birlikte anılarımda yaşayacaktı?

Simdi her şey gitmişti ve gezip dolaştığım bilinmeyen yerleri anlatmak ya da tanık olduğum vahşi sahneleri yeniden anımsamak için tek bir örneğim bile yoktu! Ama bu hayıflanmaların boşuna olduğunu biliyordum. Meleri yitirmiş olabileceğim konusunda mümkün olduğunca az düşünmeye ve kendimi şu an elimde olan şeylerle oyalamaya çalıştım.

Alfred Wallace, tropik bölgelerden, Darwin gibi, birbirine akraba olan türlerin ortak bir soydan çıkarak farklılaştıklarına inanmış olarak, ama niçin farklılaştıkları sorusuna yanıt bulamamanın şaşkınlığıyla dönmüştü. Wallace’ın bilmediği şey, Darwin'in Beagle ile yaptığı seferden İngiltere'ye döndükten iki yıl sonra, bir rastlantı sonucu bu sorunun yanıtını bulmuş olduğuydu. Darwin, kendi anlattığına göre, 1838'de Thomas Malthus'un nüfus Üzerine Deneme adlı eserini okurken (Darwin, bunun, ciddi okumaları arasında yer almadığını kastederek, "eğlenmek için okurken" der) onun bir düşüncesinden etkilenmişti. Malthus, nüfusun yiyecekten daha hızlı arttığını söylemişti. Eğer bu, hayvanlar için de doğruysa, o zaman hayvanlar, hayatta kalmak için yanşıyor, doğa da bu yarışta, zayıf olanı öldürerek ve çevrelerine uyum gösterip hayatta kalanlardan yeni türler oluşturarak, ayıklayıcı bir güç gibi davranıyor olmalıydı.

"Bu noktadan sonra nihayet çalışmak için bir kurama ulaşmıştım," diyor Darwin. Siz, bunu söyleyen adam, hemen çalışmaya geçer, makaleler yazar, ortaya çıkar ve bu konuda dersler verir diye düşünürsünüz. Hayır, bu türden hiçbir şey yapmadı. Dört yıl boyunca Darwin, kuramını kağıda geçirme yoluna bile gitmedi. Ancak 1842'de, kurşun kalemle otuz beş sayfalık bir taslak yazdı ve iki yıl sonra taslağını, bu kez mürekkeple, iki yüz otuz sayfaya genişletti. İşte onun, ölürse yayımlanmak üzere, bir miktar para ve gerekli talimatla birlikte kansına emanet ettiği taslak budur.

Karısına resmi bir edayla yazdığı 5 Temmuz 1844 tarihli mektupta "Türler kuramıma ilişkin olarak hazırladığım taslağı henüz bitirdim," diyor ve şöyle devam ediyor;

Bunu, aniden ölmem halinde yerine getirilmesini istediğim ve üzerinde ciddiyetle durduğum son isteğim olarak kaleme alıyorum, Bu isteğimi, tıpkı, vasiyetnameme yasal olarak girmiş bir husus gibi ele alacağınıza, yayımlanması için 400 pound tahsis edeceğinize ve bundan başka, sizin kendinizin, ya da Hensleigh (Wedgwood) aracılığıyla, gereğini yapma sıkıntısına katlanacağınıza eminim. Taslağımın, uzman bir kişiye, bunu geliştirme ve genişletme sıkıntısına katlanmasında ikna edici olacak bu parayla birlikte verilmesini isterim.

Editörlere gelince, Bay (Charles) Lyell’ın bu işi üstüne alması en iyisi olurdu; çalışmayı memnuniyet verici bulacağına ve oradan kendisi için yeni olan bazı olguları öğreneceğine inanıyorum.

Dr. (Joseph Dalton) Hooker çok iyi olurdu.

Darwin'in, gerçekten, kuramını yayımlamadan önce ölmeyi istediğin» hissediyoruz. Kendini kuramının yayımlanmasının önünde bir engel olarak görüyordu. Tuhaf bir karakter. Kamuoyunu (ve kesinlikle kansını da) derinden sarsacak bir şey söylüyor olduğunu bilen ve aynı konuda kendisi de belli ölçüde sarsılan bir adamın karakteri. Darwin hastalık hastası olmuştu. (Onu bu konuda hoş görebiliriz, çünkü bu illeti, tropikal bölgelerden aldığı bazı enfeksiyonlardan kaynaklanıyordu.) Şişeler dolusu ilaç, evinin ve çalışma odasının kapalı ve adeta boğucu atmosferi, öğle sonrası uykuları, yazmada gecikmesi, kamuoyu önünde tartışmayı reddetmesi... Bunların hepsi kamuoyuyla yüz yüze gelmeyi istemeyen bir kafa yapısını betimliyor.

Daha genç olan Wallace için, elbette, bu psikolojik engellerin hiçbiri söz konusu değildi. Bütün talihsizliklerine rağmen 1854'te hiç düşünmeden Uzak Doğu'ya doğru yola çıktı ve izleyen sekiz yıl içinde, bütün Malezya adalarını dolaşarak, İngiltere'de satmak üzere, vahşi hayata ilişkin örnekler topladı. Türlerin değişmez olmadığı inancına varınca 1855'te Yeni Türlerin Ortaya Çıkışım Yöneten Yasa Üzerine adlı bir makale yayımladı. Ondan sonrası için Wallace şöyle diyor: '"Türlerin geçirdiği değişimler nasıl meydana gelmiş olabilir?' sorusu pek ender aklımdan çıktı."

1858'in Şubatında Wallace, Yeni Gine ile Borneo arasındaki Baharat Adalarından biri olan Ternate adlı küçük bir volkanik kara parçasında hastalandı. Sıtma nöbetlerine yakalanıyor, ateş basıyor, ardından üşüme geliyordu ve ateşler içinde yanarken düşünüyordu. Yine sıtma nöbetine yakalandığı bir gece, Malthus'un aynı kitabını anımsadı ve daha önce Darwin'in kafasında çakmış olan şimşek, onu da aynı açıklamayı dillendirmeye itti.

Soruyu sormak aklıma geldi. Hiçin bazıları ölüyor ve bazıları yaşıyor? Ve yanıt çok açıktı, bir bütün olarak en iyi uyumu gösterenler yaşıyordu. Hastalıkların etkisinden en sağlıklı olan kurtulabiliyordu; düşmanlardan, en güçlü, en hızlı ya da en kurnaz olan; açlıktan en iyi avlanabilen ya da sindirim sistemi en iyi olan kurtulabiliyordu, vb.

Buradan derhal şu sonuca vardım ki, bütün yaşayan şeylerin bugün de geçerli olan değişebilirliklerinin altında yatan maddi gerçek, fiili şartlara en az uyum gösterenlerin mutlaka ayıklanması ve yanşa yalnızca en iyi uyumu göstermiş olanların devam etmesiydi.

Aniden, en uyumlu olanın hayatta katması fikri aklıma geldi. Üzerinde düşündükçe, uzun süredir araştırılmakta olan ve Türlerin Kökeni problemine çözüm getiren doğa yasasını nihayet bulduğum kanısına vardım... nöbetin sona ermesini endişeyle bekledim, böylece derhal konuya ilişkin bir makale için notlar tutabilirdim. Aynı akşam bunu tamamen başardım, İzleyen iki akşam bu notlan, birkaç gün İçinde kalkacak postayla Darwin'e göndermek için dikkatle temize çektim.

Wallace, Charles Darwin'in konuyla ilgilendiğini biliyordu ve ona, eğer makalesini anlamlı bulursa, Lyell'e göstermesini önermişti.

Wallace’ın makalesi Darwin'in eline dört ay sonra 18 Haziran 1558'de Downe Malikanesi'ndeki çalışma odasında otururken geçti. Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Kuramını destekleyen olguları, yirmi yıldır, dikkatle, sessizce derleyip her şeyi mantıken yerli yerine oturtmuştu ve şimdi masasının üzerinde nereden geldiği belirsiz bir makale duruyordu, hemen o gün özlü bir dille şunu yazdı:

Şimdiye dek hiç böylesine çarpıcı bir rastlantı görmedim. Eğer Wallace, benim taslağımı 1842'de temize çekmiş olsaydı, bundan daha iyi bir özetleme yapamazdı.

Ama arkadaşları Darwin'in ikilemini çözdü. Onun bazı çalışmalarını zaten görmüş olan Lyell ve Hooker, Londra'daki Unneauscular Derneği'nin4 ertesi ay yapılacak toplantısında, Wallace’ın makalesiyle Darwin'in makalesi, her ikisi yokken okunacak biçimde bir düzenlemede bulundular.

Makaleler hiçbir heyecan uyandırmadı. Ama Darwin'in eli kuvvetlenmişti. Wallace, Darwin'in tanımıyla, "cömert ve asil" idi. Ve böylece Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdı ve kitap 1859'un sonunda yayımladı. Eser, anında, büyük heyecan yarattı ve çok sattı.

Doğal ayıklanma ile evrim kuramı, 19. yüzyılın kesinlikle en önemli tek bilimsel yeniliğiydi. Kopardığı fırtına dinip ortalık durulunca, yaşayan dünya artık farklıydı, çünkü o dünya bundan böyle hareket halindeki bir dünya olarak görülüyordu. Yaratılış durağan değildi, fiziksel süreçlerde gözlenemeyen bir tarzda zamanla değişiyordu. Fiziksel dünya on milyon yıl önce de bugünkünün aynısıydı, yasaları aynıydı. Ama yaşayan dünya aynı değildi; örneğin, on milyon yıl önce, onu tartışacak hiçbir insansal varlık yoktu. Fizikten farklı olarak, biyoloji hakkındaki her genelleme zaman içindeki bir dilimdi ve evrendeki özgünlüğün, yeniliğin gerçek yaratıcısı evrimdi.

Eğer bu böyleyse, her birimiz, geriye, hayatın başlangıcına doğru, evrim süreci içindeki kendi oluşumumuzun izini sürebilirdik. Darwin ve elbette Wallace, sizin ve benim geldiğimiz yolun izini sürmek için, davranışlara baktılar, kemikleri, fosilleri incelediler. Ancak, davranışlar, kemikler, fosiller, daha basit ama daha yaşlı olması gereken birimlerin birbirine katılmasıyla meydana gelmiş karmaşık hayat sistemleriydi. En basit, ilk birim ne olabilirdi? Muhtemelen bu birimler, hayatı karakterize eden, kimyasal moleküllerdi.

Hayatın ortak kökenini geriye doğru araştırdığımız zaman, hepimizin ortak kimyasına, bugün artık daha bir derinden bakıyoruz. Şu anda parmağımdaki kan, üç milyar yıldan daha fazla bir zaman önceki, kendisini yeniden üretebilen ilk ilkel molekülden bu yana birkaç milyon evreden geçerek bugüne geldi. Çağdaş anlayışa göre evrim, işte budur. Bu evrimi meydana getiren süreçler kısmen kalıtıma (ne Darwin ne de Wallace, bunu gerçekten anlamıştı), kısmen de kimyasal yapıya (bu da İngiliz doğalcılarından çok Fransız bilim adamlarının alanına giriyordu) dayanır. Bu konuda çeşitli alanlardan çeşitli açıklamalar geldi, ama hepsinde ortak olan bir şey vardı. Hepsi de, türlerin, birbirini izleyen aşamalarda, peş peşe ayrıldığını ortaya koyuyordu. Zaten evrim kuramının kabulü bu anlama geliyor. Ve bu noktada artık, hayatın herhangi bir anda yeniden yaratılabileceğine inanmak mümkündü.

Evrim kuramı, bazı hayvan türlerinin diğerlerinden çok daha sonra ortaya çıktığına değinince, eleştiriciler buna çoğunlukla İncil’i kaynak göstererek yanıt verdiler. Bununla birlikte çoğu insan, yaratılışın İncil’deki kadarıyla olup bitmediğine inanıyordu. Onlar, timsahları Nil'in çamurundan güneşin ürettiğini düşünüyorlardı, farelerin, kirli eski elbise yığınları arasında kendi kendilerine türedikleri sanılıyordu. Büyük mavi sineklerin kökeni elbette kokmuş etti. Kurtçuklar elmaların içinde yaratılıyor olmalıydı, yoksa oraya başka türlü nasıl girerlerdi? Bütün bu yaratıkların, anababa söz konusu olmadan, kendiliğinden hayata geldikleri sanılıyordu.

Kendiliğinden dünyaya gelen yaratıklara ilişkin efsaneler çok eskiye dayanıyordu ve Louis Fasteur 1860'larda tam aksini güzelce kanıtlamış olmasına rağmen, hala bunlara inanılıyordu. Pasteur bu çalışmalarının çoğunu, her yıl uğramayı sevdiği. Jura Dağlarının Fransa'daki kısmında bulunan Arbois'da, çocukluğunun geçtiği evde yapmıştı. Daha önce de, mayalanma, özellikle sütün mayalanması konusundaki çalışmalarını başarıyla sonuçlandırmıştı (pastörize sözcüğü bize bu konuyu anımsatır). Ama o asıl, Fransa Kralı 1863'de kendisinden (o zamanlar kırk yaşındaydı), şarapların mayalanmasında neyin oyunbozanlık ettiğini araştırmasını istediği zaman gücünün doruğundaydı ve bu problemi iki yıl içinde çözmüştü. O yılların şimdiye dek görülmüş, en iyi şarap yılları olarak hatırlanması talihin garip bir cilvesidir. 1864, hep eşi olmayan bir yıl olarak hatırlana geldi.

"Şarap bir organizmalar denizidir," diyordu, Pasteur. "Bazıları onu yaşatır, bazıları bozar." Bu düşüncede çarpıcı olan iki şey var. Birincisi, Pasteur'ün oksijensiz yaşayan organizmaları bulmuş olmasıdır. Zamanında bu durum, üzüm yetiştiricileri için tam bir baş belasıydı, ama daha sonra, bunun, hayatın başlangıcını anlamak için bir kilit noktası olduğu ortaya çıktı, çünkü hayatın başlangıcında yeryüzü oksijensizdi. Ve İkincisi, Pasteur'ün, sıvıda hayatın izlerini görebilmesini sağlayan, dikkate değer bir tekniğe sahip bulunmasıdır. Yirmi yaşlarındayken, ününü, karakteristik şekilleri olan moleküllerin var olduğunu göstererek yapmıştı. Ve daha sonra da bu şekillerin, o moleküllerin hayat süreci içinde bulunduğunu gösteren bir parmak izi olduğunu ortaya koymuştu. Bunun çok önemli bir keşif olduğu sonradan anlaşıldı ve hala da şaşırtıcılığım sürdürüyor. En iyisi biz Pasteur'ün kendi laboratuarına ve kendi sözcüklerine bir göz atalım:

Bir kimse, fıçıdaki üzüm suyunun şaraplaşmasının; teknedeki ekmek hamurunun kabarmasının; ya da kesten sütün ekşimesinin; toprakta gömülü Ölü yaprak ve bitkilerin humusa dönüşmesinin nedenini nasıl açıklar? Gerçekte araştırmalarıma uzun süredir, maddenin sağ veya sol yapılanmasının (bütün diğer şartlar aynı olmak kaydıyla) canlı varlıkların en temel oluşum yasalarında Önemli bir rol oynadığı ve fizyolojilerinin en gizli köşelerine kadar işlediği fikrinin egemen olduğunu itiraf etmeliyim.

Pasteur şarabın mayalanması üzerinde araştırma yaptığı 1864 yılında Jura Dağlarında arkadaşıyla dinleniyor.

Sağ yapılanma, sol yapılanma: Pasteur'ün hayata ilişkin araştırmalarında ardına düştüğü ipucu buydu. Dünya, "sağ çeşidi" "sol çeşidinden'' farklı olan nesnelerle doludur, bir sağ vida bir sol vidanın karşıtıdır, bir sağ salyangoz bir sol salyangozun karşıtıdır. Hepsi bir yana, iki elden biri diğerinin aynadaki görüntüsü gibidir, ama herhangi bir biçimde döndürerek, birini diğerinin yerine geçirmek mümkün değildir. Bunun bazı kristaller için de doğru olduğu, sağ ve sol yapılanma farkının kesit yüzeylerinde belirdiği, Pasteur'ün zamanında biliniyordu.

Pasteur, bu tür kristallerin tahtadan modellerini yaptı (elleri hünerliydi ve iyi bir teknik ressamdı), ama asıl önemlisi, ortaya koyduğu modellerin zekice olmasıydı. Araştırmalarının ilk aşamasında bir rastlantı sonucu, moleküllerin de sağ ve sol yapılanma içinde olması gerektiğini kavramıştı. Kristallerde geçerli olan bu durum, molekülün kendisinin bir özelliğini yansıtıyor olmalıydı. Ve moleküllerin, simetrik olmayan herhangi bir durumdaki davranışından bu gösterilebilmeliydi. Örneğin, tek türden molekülleri içeren bir çözeltiden, polarize (yani simetrinin söz konusu olmadığı) bir ışık demeti geçirildiği zaman, eğer bu moleküllerde yapılanma, diyelim, sağ yapılanma ise (Pasteur bu tür yapılanmayı "sağ el ile" ya da "sağ el için" anlamına gelen bir terimle tanımladı, bu terim yerleşti), bu moleküller, ışığın polarizasyon düzlemini sola döndürmeliydi. Aynı biçimli kristallerden oluşan bir çözelti, bir polarimetrede üretilen asimetrik ışık demetine karşı simetrik davranmayacaktı. Polarizasyon diski döndürüldükçe, çözelti bir karanlık bir aydınlık olacaktı.

Dikkate değer olan şu ki, canlı hücrelerden oluşan kimyasal bir çözeltide de aynı olgu gözlenir. Hala, hayatın niçin böyle tuhaf bir kimyasal özelliği olduğunu bilmiyoruz. Ama bu özellik, hayatın özgül bir kimyasal karakter temeli üzerinde inşa olmasını sağladı. Bu özellik, hayatın evrimi boyunca varlığını sürdürdü. ilk kez Pasteur, bütün hayat biçimlerini tek bir kimyasal yapıya bağladı. Evrimle kimya arasında bir bağlantı kurabilmemiz gerektiği noktasına bu güçlü düşünceden gelindi.

Evrim kuramı artık bir savaş alanı olmaktan çıktı. Çünkü günümüzde, evrim kuramını doğrulamak için ileri sürülebilecek kanıtlar, Darwin ve Wallace’ın zamanında olduğundan çok daha zengin ve çok daha çeşitli. Bu kanıtlardan en ilgi çekici ve modern olanının kaynağı bizim bedensel kimyamız. Bu konuda pratik bir örnek vereyim: ben şu anda elimi hareket ettirebiliyorum, çünkü kaslarımın bir oksijen birikimi var, bu birikim miyoglobin adı verilen bir protein tarafından sağlanıyor. Bu protein yüz ellinin üstünde aminoasitten yapılıdır. Bu sayı bende ve miyoglobin kullanan bütün hayvanlarda aynıdır. Ama aminoasitlerin kendileri biraz farklıdır. Benimle şempanze arasında, bir aminoasitte, tek bir fark vardır; benimle çalılık bebeği (bu, daha aşağı bir primattır) arasında çeşitli aminoasit farkları vardır ve benimle koyun ya da fare arasında ise fark sayısı artar. Benimle diğer memeliler arasındaki evrimsel mesafenin bir ölçüsü, aminoasit farklarının sayısıdır.

Hayatın evrimsel gelişimini kimyasal moleküllerin yapılanmasında aramak zorunda olduğumuz çok açıktır. Ve buna ta baştan, yerin oluşması sırasında kaynar durumda olan maddelerin yapılanmasından başlanmalıdır. Hayatın başlangıcı konusunda söylediklerimizin bir anlamı olması için, çok gerçekçi olmamız gerekir. Bir tarih sorusu sormak zorundayız. Dört milyar yıl önce, daha hayat başlamadan, yani Dünya daha çok gençken, yerin yüzeyi ve atmosferi nasıldı?

Bu sorunun yanıtını kabaca biliyoruz. Atmosfer, yerin içinden dışarı atılmıştı; dolayısıyla herhangi bir volkanik püskürmenin oluşturacağı atmosferin aşağı yukarı bir benzeri olmalıydı: su buharı, azot, metan, amonyak ve diğer indirgeyici gazlar ve bir miktar da karbondioksit. Ancak bunların içinde, bir gaz yoktu; o da, serbest oksijendi. Bu can alıcı bir noktadır, çünkü oksijen bitkilerce üretilen bir gazdır ve hayat var olmadan önce serbest olarak var olması mümkün değildir.

Bu gazlar ve okyanuslarda az miktarda çözülmüş durumda bulunan bileşikleri, ince bir atmosfer tabakası oluşturdular. Bunlar daha sonra, şimşeğin, elektrik deşarjlarının ve özellikle morötesi ışınların etkinliği altında nasıl bir tepkimeye girerlerdi? (Morötesi ışınların her hayat kuramında önemli bir yeri vardır, çünkü bu ışınlar oksijenin bulunmadığı bir ortamın içine işleyebilir.) Bu soru, 1950 dolaylarında Stanley Milier'in Amerika'da yaptığı güzel bir deneyle yanıtlandı. Sözünü ettiğimiz türden bir miktar atmosferi metan, amonyak, su, vd behere koydu ve bunları günlerce kaynatıp köpürttü, şimşek ve diğer doğal güçlerinkine benzer etkiler yaratabilmek için elektrik deşarjından yararlandı. Ve karışım gözle görülebilir biçimde karardı. Niçin? Çünkü yapılan araştırmada görüldü ki, beherimizde aminoasitler oluşmuştu. Bu ileriye doğru atılan can alıcı bir adımdı, çünkü aminoasitler hayatın yapı taşlarıdır. Bunlardan proteinler meydana gelir ve proteinler bütün canlı nesnelerin bileşenleridir.

Birkaç yıl öncesine dek, hep, hayatın, bu sıcak, oksijensiz ve elektrikli ortamda başlamak zorunda kaldığını düşünürdük. Daha sonra bazı bilim adamlarının aklına, böylesine etkin olabilecek başka uç koşulların da bulunduğu geldi. Buzullar bir uç koşul olarak düşünülebilirdi. Tuhaf bir düşünce, ama buzulların basit, temel moleküllerin oluşumuna büyük olanak sağlayan iki özellikleri vardı. Her şeyden önce, donma süreci, başlangıçta okyanuslarda çok seyrettik olarak bulunmuş olması gereken maddeyi yoğunlaştırırdı. İkincisi, buzun kristal yapısı, moleküllerin, hayatın her aşamasında kesinlikle önemi olan bir tarzda dizilmelerini mümkün kılabilirdi.

Her neyse, Leslie Orgel, benim en basitini anlatacağım, çok sayıda, çok şık deneyler yaptı. Yerin ilk zamanlarında atmosferde bulunduğu kesin olan temel bileşenlerden bazılarını ele aldı. Hidrojen siyanid bunlardan birisiydi, amonyak da diğeri. Bunların suda seyreltik bir çözeltilerini hazırladı ve bu çözeltiyi dondurarak bu durumda günlerce tuttu. Sonuç olarak, yoğunlaşan madde bir tür minik buzdağı gibi tepeye itildi. Bunda gözlenen az bir miktardaki renklenme organik moleküllerin oluştuğunu açığa çıkarıyordu. Bunlar, hiç şüphesiz, bazı aminoasitlerdi, ama en önemlisi, Orgel, bütün hayata komuta eden genetik alfabesindeki dört temel bileşenden birisini oluşturduğunu görmüştü. Oluşan, DNA'daki dört bazdan birisi olan adenindi. Gerçekten, DNA'daki hayat alfabesi tropikal şartlarda değil, bu tür şartlarda oluşmuş olabilirdi.

Hayatın kökeni probleminde, üzerinde durulan nokta, karmaşık moleküller değil, kendilerini yeniden üretecek en basit moleküllerdir. Hayatı karakterize eden, aynı molekülün çalışan kopyalarını çoğaltma yeteneğidir. Dolayısıyla, hayatın kökeni sorusu, günümüz biyologlarının yaptıkları çalışmalarla kimliği belirlenmiş olan moleküllerin, doğal süreçlerle oluşturulup oluşturulamayacağı sorusuna dönüşmüştür. Bizler, hayatın başlangıcında neyi aradığımızı biliyoruz. Aradığımız, herhangi bir hücrenin bölünmesi sırasında kendilerini yeniden üreten DNA sarmallarını belli bir düzene koyan, baz dediğimiz, adenin, timin, guanin, sitozin gibi basit, temel moleküllerdir. Bundan sonrası, yani organizmaların giderek çok daha karmaşık hale gelmesi, farklı ve istatistiksel bir problemdir. Adını koyarsak, bu bir, karmaşıklığın istatistiksel süreçler aracılığıyla evrimi problemidir.

Kendilerini kopya eden moleküllerin birçok kez ve birçok yerde meydana gelip gelmediğinin sorulması doğaldır. Bugün var olan canlı nesnelerin ortaya koyduğu kanıtların yorumundan kalkarak yapmak durumunda olduğumuz çıkarsamalar dışında, bu sorunun yanıtı yoktur. Hayat bugün, çok az sayıdaki molekül tarafından denetleniyor. Bunlar da DNA'daki dört bazdır. Bakteriden file, virüsten güle dek, bildiğimiz her canlıda kalıtımın mesajını bunlar heceler. Hayat alfabesindeki bu birörneklikten çıkarılacak bir sonuç, bunların kendilerini aynen kopya ederek çoğaltıp sürdürebilen tek atom düzenlemesi olduğudur.

Bununla birlikte, buna inanan çok sayıda biyolog yok. Çoğu biyolog, doğanın, kendisini kopya ederek çoğalan başka düzenlemeler de ortaya çıkarabileceğini düşünmektedir. Onlara göre, bizim bugün bildiğimiz dört bazdan kesinlikle çok daha fazla sayıda olanak bulunmalıdır. Eğer bu doğruysa, o zaman, bizim bildiğimiz hayata hep aynı dört baz tarafından komuta edilmesinin sebebi, hayatın rastlantısal olarak bunlarla başlamış olmasıdır. Bu yoruma göre, bu bazlar yalnızca, hayatın bir zamanlar başladığının açık kanıtıdır. Daha sonra, herhangi bir yeni düzenleme ortaya çıktığında, bu bugün var olan canlı biçimlere şu ya da bu yoldan bağlanamamıştır. Elbette günümüzde artık hiç kimse, şu anda yeryüzünde hayatın hala yoktan var olduğunu düşünmüyor.

Biyoloji, yüzyıllık bir zaman aralığında, gelecek gelişmelerin tohumunu içinde taşıyan iki büyük fikrin keşfinden dolayı şanslı olmuştur. Bunlardan biri, Darwin ve Wallace'ın doğal ayıklanma ile evrim kuramıdır. Diğeri ise, kendi çağdaşlarımızca, hayat döngülerinin, bunları bir bütün olarak doğaya bağlayan kimyasal bir biçim içinde nasıl açıklanacağının keşfidir.

Yeryüzünde hayat başladığı zaman var olan kimyasal maddeler yalnızca bize özgü müydü? Hep böyle olduğunu düşünmüşüzdür. Ama en son bulgular bunu doğrulamıyor. Son yıllarda yıldızlararası uzayda, bizim böylesi soğuk bölgelerde oluşup ortaya çıkabileceğini asla düşünmediğimiz moleküllerin hidrojen siyanid, siyano asetilen, formaldehit tayflarıyla ilgili izlere rastlandı. Bunlar, bizim, yeryüzünden başka herhangi bir yerde var olmadığını sandığımız moleküllerdi. Hayatın çok çeşitli başlangıçlarının olduğu ve çok çeşitli biçimlere sahip bulunabileceği ortaya çıkabilir. Başka herhangi bir yerdeki hayatın (eğer böyle bir şey keşfedersek) izlediği evrim yolu bizimkine hiç benzemeyebilir. Hatta bizim onu hayat olarak kabul edeceğimiz, ya da onun bizi hayat olarak kabul edeceği türden bir şey olmayabilir.


 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe