Belki de zaman ve
uzay sınırlarını aşma konusunda kesin kararlı olan bizim teknolojik
uygarlığımızın ülküsü de budur. Duayla, meditasyonla, kutsamayla
maddesel mucizeler yaratılacağına inanmasak da bilimin başkaca
güçleriyle de desteklenen tıp yoluyla ya da ruhbilimsel uygulamalarla
bunları gerçekleştirebilmek için epey yol almış bulunuyoruz. Anlaşılıyor
ki ağırlığı ve yoğunluğu olan maddesel varlığımızın rüzgar gibi uçucu
bir hızı olan düşünceye boyun eğmesi ve bizim zayıf ve nazik tenimizin
oradan oraya uçup duran hayal gücümüze yenilmesi beklentisi içindeyiz.
Eğer kurgubilimden amaç bilimin genel doğrultusunu önceden kestirmekse,
eğer bunları yazarak bilim adamı (belki bir takma adla) gizli tuttuğu
amaçlarım ve düşlerini açığa vurmuş oluyorsa kuşkusuz teknolojinin
yanında olan kimseleri evreni keşfedebilmek için ışık hızı gibi çok
yavaş bir hi2 mutlu etmeyecektir. Bırakın küçücük galaksimizi, hatta
uzayda güneş sisteminin dışına çıkmak istiyorsak yapılacak makineler
düşüncenin sınırsız hızına yetişebilmelidir. Bu maneviyatçı ya
da yalnız beyinlerini kullanan hayalcilere karşın dünyaya bağlı, dünya
zevklerine düşkün olmaktan hiç utanmayan ve insanın maddesel yanına bu
karşı çıkışlardan yakman kimseler de her zaman var olmuştur bu dünyada.
İnsan Tanrı korkusu bilmeden, kendi bedenlerinden hiç utanç duymadan
hoşnut olan, hayvansal yanı üstün gelmiş kimseler konusunda düşünmeden
edemiyor. Hiç olmazsa en sağlıklı oldukları anlarda, zamanın ve
ölümlülüğün, uzayın ve mesafelerin, maddesel ağırlığı ve yoğunluğu
olmanın sınırlılıklarını da içlerine sindirerek maddesel dünyaya «evet»
diyen kimseler bunlar. Yüzlerce yıldan
beri bu iki tür insan birbirleriyle savaşıp durmuşlardır. Kendisini
rasgele .önemsiz bir kimse olmaktan kurtarmak isteyen herkes, «Bizden
olmayan bize karşıdır.» ya da «Birleşmezsek dağılır yok oluruz.»
mantığıyla ya birinin ya ötekinin yanında yer almaya zorlanmıştır.
Sanıyorum ki tam ak ya da kara olan insan tiplerini seviyor, kesin
seçeneklerden birini seçemeyipte bir o yana bir bu yana yalpa vuranları,
kararsızlık içinde maneviyatçıların ülküsüyle dünyaya dönük yaşamın
ayartıcılığı arasında bocalayanları aşağalıyoruz. Olasılıkla, basit
sıradan kimselerin tutumu budur. Ne içlerindeki meleği ne de hayvanı tam
olarak bastırmayı başarabilirler, her ikisinin gücü de öylesine denk
gelir ki, öylesine ayaklarını kösteklerler ki ne yapacaklarım
bilemediklerinden iki yana yalpalar dururlar. Kesin olarak iki yandan
birini seçmiş olanların karşısında kararsızlık içinde bocalayan bu
şaşkınlar huzursuzluk, biraz da suçluluk duygusu içindedirler.
Kararsızlık öylesine açık ve acınılacak bir kusurdur ki, hem şeytanın
yandaşları, hem de dindarlar için böyle kimseler aşağalanmayı hak eden
hedef tahtalarıdır. Bunun içinde bu zavallı kararsız şaşkınlar, iki
yoldan birini seçebilecek gücü ve iradesi olanlara, ne pahasına olursa
olsun hiç yalpalamadan akim yolundan ayrılmamayı seçen maneviyatçılarla
kendilerini gönül rahatlığıyla şehvetin getireceği zevklere ve acılara
kapıp koyuverenlere karşı korkuyla karışık bir hayranlık duygusu
beslerler. Bu şaşkınların
içinde en acınacak durumda olanlar işi her iki yönde birden aşırılığa
vardıranlardır. Dindarlıkta da günahkarlıkta da en uca kadar giden
kimseler vardır. Herkese kendilerini dindarlığın, dinsel erdemliliğin
şampiyonu olarak tanıtma çabasında olmalarına karşın kendi özel
yaşamlarında boğazlarına kadar şehvet batağına düşmüş birer ahlak
düşkünüdür bunlar. Bu kimselerin durumu her zaman yalnız iki yüzlülükle
suçlayarak açıklanacak kadar basit değildir. İçtenlikle her iki ucun da
çekimine kendilerini kaptırmış kimselerdir bunlar. Yalnız toplum
kuralları bu uçlardan birini açığa vurmağa, ötekiniyse saklamağa
zorladığı için iki yüzlülüğü seçmiş değillerdir, gerçekten de ikisi
arasında bocalayıp kendilerini paralayıp dururlar. Derin bir
kutsanmışlık duygusuyla rezilce bir şehvet düşkünlüğü arasında bir o
yana bir bu yana dümen kırarlar. Her dümen kırışında da birbirinden
korkunç vicdan azabı nöbetleri geçirmekten kendilerini alamazlar. Bu
tiplere hem din adamları, hem bilim adamları arasında sık sık rastlanır.
Bunun bir nedeni de hem dinin, hem bilimin her iki ucun çağrışım da daha
derinlemesine duyabilecek daha duyarlı kimseleri kendisine
çekmesindendir. Yalnız sanatçıların her iki ucun da çekimine kendilerim
kaptırmış olmaları az çok hoşgörüyle karşılanır. Bunun nedeni belki de
güzelliğin hem Tanrının hem şeytanın üzerinde birleştikleri bir özellik
olmasındandır. Güzelliğe bağlılık duymak iyi ve doğru olmaktan bütünüyle
farklı bir şeydir. insanı öyle kaskatı bir ciddiyetten kurtarır, insan
ya da şeytan olmaktan çıkarır doğaüstü bir yaratık yapar, hani şu
günahlarla sevapların tartıldığı kıyamet gününde ne cennete ne cehenneme
alınmayıpta arafta kalan günahtan da sevaptan da haberi olmamış kimseler
arasına katar. Bunun için midir bilmem? Bizim toplumumuzda sanatçı bir
tür zararsız soytarı sayılır. Uygunsuz, yakışık almayan şeyler
söyleyerek herkesi eğlendirmekte ustalık kazanmış olmasından başka
birşey beklenmez ondan, onun yaptığı iş yalnızca tatlı tatlı vakit
geçirtmeye yarayan yüzeysel bir iş olarak alınır. Bunun için de din
adamı ya da bilim adamı için rezillik sayılacak özel bir yaşamı olabilir
sanatçının. Burada ortaya bir
soru çıkıyor, insanın bu iki yönlü doğasında en doğru yol ikisinden
birinin ötekini bütün bütün yenmesi, ötekinin üstünde kesin bir zafer
kazanması mıdır? Örneğin Katolik tanrıbilimi hiç olmazsa kuramsal olarak
etin ruhla evliliği görüşünü benimsemiş gibi görünmektedir. Aziz Thomas
Aquinas Tanrının lütfunun doğayı yok etmeyeceğini yalnızca onu
yücelteceğini savunur. Ama uygulamada doğanın yüceltilmesi onun ruha
bütünüyle boyun eğmesi • olarak alınmıştır. Ancak son zamanlarda Eric
Gill ve G.K. Chesterton gibi Katolik Hıristiyanlar ikisinin de hakkım
veren güler yüzlü tinselci bir Hıristiyan maddecilik geliştirmişlerdir.
Böylelikle de bundan sonra Hıristiyanlığı benimseyecek olanlara güzel
bir tuzak kurmuş oldular. Ne var ki birisinin sanatçı, ötekinin de yazar
olması kendilerini ilerde kilise ermişleri arasına alınmaktan
koruyacaktır sanırım. Şu gerçek hiç değişmeden olduğu gibi kalıyor:
Geleneksel Hıristiyanlık bedenin isteklerine ancak son derece önemsiz ve
yumuşak başlı oldukları zaman katlanabilmektedir. Pan’ın keçi ayağı hiç
bir zaman ortalarda gözükmemelidir. Burada Hıristiyanlığın doğa ve
maddeciliğe karşı bu tutumunun, rasgele bir kimsenin gözünden kaçabilen
insana özgü bazı küçük özelliklerin, katı ve kuralcı papaz için olağan
üstü bir çekiciliği olmasından kaynaklandığı kuşkusu düşüyor insanın
içine. Artık bir insanın
hem melek, hem hayvan olmasının bir rezalet sayılması gerekip
gerekmediğini sormanın zamanı geldiğini sanıyorum. Bir başka deyişle iç
huzursuzluğu içinde bir şaşkın, bir kararsız olmadan, hiç bir çelişki ve
çatışkı içine düşmeden, bir yandan gizemci, bir yandan da bedenin
zevklerine düşkün bir kimse olunabilir mi? İnsan bu iki yanının da
dizginlerini elinde tutamadıkça ya önemsiz sıradan bir kimse ya da bir
yobaz olmak, ya bir hilekar olmak ya da kendisinin bu hayvan yanma yenik
düşmüşlüğün utancından kendisini kurtaramamak durumundadır. Tam
anlamıyla Tanrı tanımazların, bedenin zevklerine düşkün coşumcuların
felsefesi hastalık ve ölümün gizeminden yoksundur. Bunun için de son
derece yüzeyseldir. Oysa hastalık ve ölüm, sağlıklı olmak kadar
doğaldır, gizemcinin bunların karşısında duyduğu korkuyla karışık saygı
bu gibi kimselerde yoktur. Gizemci bunların gizemini çözmeğe çalışırken
ardlarında gizlenen son derece basit ve yalın gerçeğe şaşmaktan kendini
alamaz, bir yandan da hayal gücünü zamanın ve uzayın ötelerine kadar
aşırtarak bilincinin derinliklerindeki gizleri arar. Oysa bu gibi
duygular ve arayışlar sözünü ettiğimiz kimselere yabancıdır. Mantıkçı
gramercinin bu gibi arayışların son derece anlamsız olduğu konusundaki
düşüncesini, hani şu, sözle anlatılan şeyleri anlayıpta müzikten hiç
anlamayan ruhbilimsel tiplerin bir değişik çeşitlemesi olarak görmemek
elden gelmiyor. Öbür yandan bu dünyanın nimetlerine sırt çevirip doğanın
gizeminden hiç etkilenmeyen gizemcinin durumu arınmışlıktan çok kısırlık
olarak nitelendirilebilir. Bu gibi kimseler tüm zihinsel ve bedensel
yetenekleri içinde yalnız kafaları gelişmiş öteki yetenekleriyse güdük
kalmış birer ucubedirler, yani yalnız soyut kavramlarla düşünen, hiç bir
somut anlam taşımayan kavramlar dünyasında yaşayan birer sıska
kocakafadır bunlar. Bir de şu var: Doğaya tam olarak karşı olupta
bütünüyle ruhun arınmışlığının yanında olanlar da sonunda doğayı da
Tanrının yarattığını kabul etmek zorunda •kalıyorlar. Yalnız kuşkusuz
arınmışlığın ta kendisi olan Tanrının nasıl olupta onların görüşlerine
göre doğa gibi kirli birşey yaratmış olabilmesi açıklamasız kalıyor. Gizemciliğin
bedensel aşkın dilini kullanarak gizemci yaşantıları anlatmaya
çalıştığı, hatta Hıristiyan gizemcilerin bile Kutsal Kitabın Şarkıların
Şarkısı adlı ünlü aşk şiirini sık sık kullandıkları bilinen bir şeydir.
Maddeci eğilimli ruhbilimciler gizemciliği bu nedenle bedensel
doyumsuzluk yüzünden cinsel güdünün yüceltilmesi olgusu olarak
açıklamaya çalışmışlardır. Buna karşın maneviyatçı ruhçular aşk
imgesinin sadece bir benzetme, bir simge olduğu, hiç bir biçimde kaba ve
hayvansal yönüyle alınmaması gerektiğini savunurlar. Acaba her iki
tarafta aynı zamanda haklı ya da haksız olamazlar mı? Doğal aşkla ruhsal
aşk bir çemberin çevresini dolanan bir yol gibi sonunda birleşiyor
olamazlar mı? Belki de bu iki yolun sonunda buluşup birleştiklerini aynı
zamanda her iki yoldan gidenler keşfedebiliyorlardır. Aşkın seçenekler
arasından bir seçim olduğunu, yani aşkın birisini seçerken ötekileri
dışlayan bir tutum olduğunu savunanlar için böyle bir durum olanaksız ve
tutarsızmış gibi görünebilir Eğer durum bu olsaydı, Tanrının sevgisinin
de söylendiği gibi olmaması gerekirdi. «Tanrı güneşin ışığını iyiliğin
de kötülüğün de üzerinde parıldatır, yağmurun rahmetini iyiden de
kötüden de, hak yolunda olandan da olmayandan da esirgemez.» Sevgi
gönlün doğası gereği tıpkı ışık gibi dört bir yana yayılır. Bir de
sevgide birçok kimse arasından yalnız bir kimsenin seçilmesi olgusu o
kimsenin yaratılıştan ya da başka nedenlerden öteki kimselere kesinkes
bir üstünlüğü olmasından gelmemektedir. Tek nedeni insanın gücünün ancak
tek yaşantıda yoğunlaşmaya yetebilmesidir. Eğer kocanın her karısına
ayırabileceği sınırsız zamanı olabilseydi çok karılılık pekala geçerli
bir yol olabilirdi. Tıpkı insanların
örneğinde olduğu gibi, Tanrı ve doğa, ruh ve beden birbirlerini
dışlıyorlar mı? Aziz Paul, «Evli olmayanlar Tanrıyla ilgili şeylere önem
verirler, Tanrıyı nasıl memnun edeceklerini düşünürler. Evli olanlarsa
bu dünyayla ilgili olan şeylere önem verirler, karılarını nasıl memnun
edecelkerini düşünürler.» demişti. Bunun anlamı Tanrının bu dünyadan
olan, bu dünyayla ilgili olan şeylerle birlikte sevilemeyeceğidir. Oysa
bu sözlerle İsa’nın «Bunu benim kardeşlerimin en önemsiz olanına karşı
bile yapsanız bana yapmış olmanızla aynıdır.» diye söylemiş olduğu
sözler yadsınmış oluyor. Eğer Tanrı sevgisiyle
dünyaya olan bağlılık birbirlerini dışlıyorlarsa tanrıbilimin kendi
mantığıyla Tanrı sınırlı bir varlık demek oluyor. Çünkü ancak sınırlı
varlıklar birbirlerini dışlayabilirler. Tanrı doğanın ve dünyanın
karşısına konularak böylelikle tahtını da tanrılığını da yitirmiş
olmuyor mu? O zaman Tamı «bizim içinde yaşadığımız ve devindiğimiz ve
içinde kendi varlığımızı bulduğumuz» bir süreklilik olmaktan çıkıp bir
nesneye dönüşmüyor mu? Hem melek, hem
hayvan olmayı, hem ruh, hem et olmayı kıvanarak kabul etmemek insan
olmanın büyüklüğünü de, yararım da yadsımaktır. Her iki yönde de güçlü
olan kimselerdeyse bunu kabul etmemek özellikle acıklı sonuçlar verir,
bu gibi kimseler iç çelişkiler içinde bocalar dururlar. Günahkar-dindar
ve şehvet düşkünü gizemci, insan tipleri arasında en ilginç olanlarıdır.
Çünkü bu kimseler en eksiksiz en tamam olan kimselerdir. İnsanın bu iki
yanı uzlaştırılabildiği zamandır ki ruh doğayı değişime
uğratabilmektedir. Çünkü gizemcinin hayvan yanı yalnızca hayvan yanı
olan insanınkiyle karşılaştırılınca daha zengin, daha arınmış, daha
incelmiştir. İnsanın hem şeytan hem Tanrı olduğunu söylemek tinsel
yönlenişteki insanların da zamanlarının bir bölümünü banka soyarak ya da
çocuklara işkence ederek geçirdiklerini iddia etmek anlamında değildir
elbet. Böyle zorlu tutku aşırılıkları insanın, birini dışlayarak bu iki
yönlenişten birini izlemesinin getirdiği gönül kırıklıklarından
kaynaklanır. Katı acımasız bir maneviyatçılık ülkücülüğü bedenin
tutkulara direnmekteki güçsüzlüğü karşısında insanlık dışı olur çıkar ya
da gözü başka hiç birşey görmeden bedenin zevklerinin peşinden gitme
isteği ruhsal bilgelik açısından kopkoyu bir yanılgı olur. Çünkü sırf
zevk peşinde koşmak insanların eski tutkusu «devri daim» makinesi gibi
gönül kırıklığı, düş kırıklığıyla sonuçlanacak bir istek, olanaksızı
istemekten başka birşey değildir. İnsanın içindeki o acımasız şeytanın
şeytanı şeytanı, bastırılmış İsa ya da bastırılmış Pan’la yani Tanrının
sağ ya da sol elinden biriyle özdeşleyebiliriz. Tanrı peygamber İşaya’ya
şöyle seslenmişti. «Ben Tanrıyım ve benden başka Tanrı yoktur. Aydınlığı
da, karanlığı da ben yarattım. Düzeni de kötülüğü de ben yarattım. Her
şeyin efendisi benim.» Biraz önce sözünü
etmiştik, bizim toplumumuz yalnızca sanatçıda tüm yaşamın, hem ruhsal
hem de bedensel aşkın kutsanmasına hoşgörüyle bakıyor. Çünkü sanatçıyı
ciddiye almıyor, sanatçıyı tutarsız şeyler söyleyerek insanları
eğlendirmeye çalışan bir soytarı sayıyor. Derin bir ruhsal bilgeliğe
erişmiş olan kimseler de, ister herkese gülünç görünsünler ister
görünmesinler toplum da tutarsız oldukları izlenimini yaratırlar. Bu
yalnız bugün için böyle değildir, oldum olası, yüzyıllar boyunca hep
böyle olmuştur. Çünkü yüzyıllardan beri toplum sözcüklerin ve düşünce
alışkanlıklarının yanılgıya sürüklediği bireylerden oluşuyor. İnsanların
temel karşıtlıklar arasında bir seçim yapabileceğine, zevkle acıdan,
iyiyle kötüden, Tanrıyla şeytandan, ruhla bedenden birini
seçebileceklerine inananlardan oluşuyor toplum. Ama sözcüklerle,
deyimlerle birbirlerinden ayırabileceğimiz şeyler gerçekte sınırların
içiçeliği yüzünden birbirlerinden ayrılmıyorlar. Birisi çıkıpta bu
karşıtlar arasından kesin bir seçim yapılamayacağım söyleyecek olsa
topluma ters düşüyor. Çünkü böyle bir kimse politikacıların da
reklamcıların da yanılgısını paylaşmıyor demektir. Politikacıların da
reklamcıların da inanışına göre daha kötü ve daha kötü olmadan daha iyi
ve daha iyi olamaz ve bir mal bir kez istek uyandırmışsa o malın her
zaman için isteklisi çıkar. Becerilerimizin ve teknolojik gücümüzün bile
belirli sınırları olduktan sonra algılama gücümüzün de sınırları olması
fazla şaşılacak bir şey olmasa gerek: Hiç bir nesneyi o
nesneyi çevreleyen arka planı, hiç bir cismi o cismi çevreleyen uzayı
görmeden göremeyiz, zaman boyutsuz bir devinim, dirençsiz bir edim, kedersiz
bir sevinç düşünemeyiz. Bir düşünelim bakalım
düşünce ve ruh hiç bir engelle karşılaşmadan alabildiğine gidebilselerdi,
herşeye gücü yeten Tanrı örneği her istek anında gerçekleşebilseydi, dünyada
istenmeye değer bir şey kalacakmıvdı. Eski bir peri masalı vardır. Bir
balıkçı olağanüstü güzel bir kırmızı balık yakalamış. Balık konuşmuş. Eğer
kendisini gene suya salıverirse balıkçının üç isteğini olduracağına söz
vermiş. Balığın ertesi gün aynı yerde bekleyeceği konusunda güvence vermesi
üzerine balığı salıveren balıkçı ne isteyeceğini karısına danışmak için
evine dönmüş. Balıkçının karısı yıkık dökük evlerini içinde hizmetçileri ve
uşakları ve çevresinde geniş topraklan bağları bahçeleri olan görkemli bir
konağa çevirmesi dileğinde bulunması önerisiyle balıkçıyı balığı bulmaya
göndermiş. Balıkçı akşam eve döndüğünde dileğinin bütünüyle gerçekleştiğini
görmüş. Ama aradan bir kaç gün geçince balıkçının açgözlü karısı bu kez de
koruyucu askerleri, görevlileri olan kat kat setli bahçeler üstünde büyük
bir derebeylik toprağıyla çevrelenmiş bir sarayı olan bir arşıdüşes olmak
isteğiyle yanıp tutuşmaya başlamış. Bu isteği de olmuş. Geriye son bir istek
kalınca kadının açgözlülüğü arttıkça artmış. İstenebilecek herşeyi birden
istemeyi aklına koymuş. Güneşin, ayın, yıldızların, yeryüzünün, dağların,
denizlerin, gökyüzündeki kuşların, denizlerdeki balıkların ve dünyadaki tüm
insanların hükümdarı olmak istemiş. Ama balıkçı dileğini kırmızı balığa
söyleyince «Böyle bir dileği yerine getirmem olanaksız, hem de onun
böylesine doyumsuz kibri yüzünden ilk başladığı yere geri dönmesi gerekli.»
demiş. O akşam balıkçı eve döndüğünde gene yıkık dökük kulübesinde karısını
partallar içinde bulmuş. Gene de bir bakıma balıkçının karısının dileği
gerçekleşmiş sayılabilir.Tinsellik Ve
Cinsellik
Alan Watts
Çok kez insanın melekle hayvanın bir karışımı olduğu, tanrısal kökenli
ruhun madde içinde tutsak kaldığı ve ruhun içlerinde tutsak olduğu daha
aşağı düzeydeki kaba öğeleri Tanrı katma yüceltmekle görevli olduğu
söylenir. Bunun anlamı insanın hayvan ve etli kemikli yanı öylesine bir
değişimden geçirilmelidir ki hiç tanınamayacak duruma gelsin. Hem
Doğunun hem Batının dinsellik ülküsü belki yalnız dış görünümü dışında
insanın maddesel varlığının her yanını bütünüyle değiştirmek, yok
etmektir. Yetkinliğe erişmiş kimsenin tasarımı, acıların her türlüsüne,
öfke, nefret, kin gibi duygulara, her türlü tutkulara kapalı, cinsellik
konusunda içi geçmiş ve yararsız, ölümlülüğün de kötülüğün de ötesinde,
hastalıklara karşı bağışıklığı olan, hatta maddesel yoğunluğu ve
ağırlığı bile olmayan insan biçiminde bir yaratıktır. Hiç olmazsa
Hıristiyan geleneğinde ermişlerin mucizelerle dolu yaşamlarının
anıştırdığı değişim geçirmiş tinsel bedenlerinin yapısı budur.
Hinduizm’in bazı çeşitlerinde de civan-mukta’dan, yani tam olarak
yetkinliğe erişmiş yogi’den dünyadaki varlığını sürdürürken de maddesel
varoluşun sınırlılıklarını aşmış olması beklenir.