Tembellik Hakkı
Paul Lafargue
Tembellik Hakkı, kapitalist düzenin kıyasıya eleştirisi, devrimci yazının
başyapıtı, sosyalizmin klasiği niteliğiyle, Komünist Manifesto'dan sonra,
tüm Avrupa dillerine en çok çevrilmiş olma onurunu taşıyor. Kimilerine göre,
bu yapıt, yalnızca sosyalizmin değil, Fransız yazınının da klasiğidir.
1880'de Egalité dergisinde bölüm bölüm yayınmlanan, sonra da 1883'te
kitaplaşan bu "saldırı yapıtı", 1905-1907 arasında, Çarlık Rusyası'nda 17
baskı yapmış ve Lenin'e bakılırsa, 1917 Ekim Devrimi'nin kotarılmasında
büyük etkisi olmuştur. Yapıtı ele almadan önce, Fransa'da sosyalist düşünce
ve eylemin önderlerinden biri olan, özellikle de Marx'ın damadı olarak
tanınan yazarın yaşamı ve kimliği üzerinde duralım.
Fransız sosyalizm tarihinde, Marksizmi ülkeye ilk getiren düşünür ve eylem
adamı Paul Lafargue, 1842'de Küba'nın Santiago kentinde dünyaya gelmiştir.
Soyu sopu, uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Dedesi Bordeauxlu Fransız,
babaannesi zenci-beyaz melezi, annesinin babası Fransız Yahudisi, anneannesi
de Karaibli bir kızılderiliydi.
Paul Lafargue, dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Fransa'ya göçer. Buna,
göçten çok, dede yurduna kavuşma demek gerekiyor.
Lafargue, Bordeaux ve Toulouse'da ortaöğrenimini yaptıktan sonra, Paris'te
Tıp Akademisi'ne yazılır ve aynı sıralarda kralcı hükümete karşı yoğunlaşan
gençlik eylemlerine katılır.
O günlerin -ve tüm günlerin- Paul Lafargue'ı cumhuriyetçi, sosyalist,
materyalist ve ateisttir. Fransa'da sosyalist düşüncenin halk arasında
yayılması için vargücüyle çalışmış, eylemlerini daha çok İşçi Partisi
safında yoğunlaştırmıştır.
Paul Lafargue, Marx'la tanışmadan önce Proudhoncudur. Ahlakı ve ekonomi
bilimini her türlü Tanrısal öğeden arındırma girişiminin temsilcisi
Proudhoncu.
Lafargue, gençlik eylemlerine katıldığı bu dönemde, kültürünü artırma
yolunda yoğun bir okuma tutkusuna kaptırır kendini. Kant'tan başlayarak
okuduğu ve etkilendiği düşünürler arasında Hegel, Feuerbach, Littré, Taine,
Claude Bernard, Fourier, Saint Simon, Darwin, Auguste Comte ve özellikle
Proudhon'u sayabiliriz.
Önceleri bağlandığı cumhuriyetçi ve demokratlardan kopup, "gençlik
düşlerinden 'vazgeçerek', hükümetin değil, toplumun değişmesini isteyen"
işçilere katılır. Artık yolunu bulmuş, sosyalizmi seçmiştir, daha çok
Proudhoncu olarak.
Gençlik deviniminin militanı Lafargue, kongrelerdeki tartışmalarda sesini
yükselterek dinle bilimin uzlaşamayacağını ileri sürüyor: "Bilim Tanrıyı yok
saymıyor, daha iyisini yapıyor, onu gereksiz kılıyor." Düşüncesini, bir
yazısında "ilerlemenin tek yolu, Tanrı'ya savaş açmaktır" diyerek özetliyor.
Lafargue, bir ara Blanquicilere yanaşıyor, sonra da Enternasyonal'e üye
oluyor. 1865'te, Londra'da Genel Konsey'e, Fransız işçi devinimi üzerine bir
rapor sunuyor ve bu olay dolayısıyla da Marx'la tanışıyor. Marx, Lafargue'ın
coşkusuna, politik gücüne hayran oluyor. Engels'e yazdığı bir mektupta,
ondan "yakışıklı, zeki, enerjik ve sportif" olarak söz ediyor. Hem, öyle
olmasa, en sevdiği kızını, Laura'yı ona verir miydi?
Paris'te hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle
akademiden uzaklaştırılan Lafargue, tıp öğrenimini Londra'da sürdürüyor.
Laura'ya olan tutkusu, iki yıllık bir bekleyişten sonra, evliliğe dönüşüyor.
Marx, kızıyla evlenecek bu gencin yaşamıyla yakından ilgilenmektedir.
Engels'e yazdığı bir mektupta, kaygılarını şöyle dile getiriyor: "Anladığıma
göre... Lafargue evlenmeden önce doktorasını Londra ve Paris'te yapacak.
Buraya kadar bir sorun yok. Ancak, dün melezimize (Lafargue'ı böyle
tanımlıyor) yine söyledim, eğer İngilizlerin o soğukkanlılığını
benimsemezse, Laura ona kısa zamanda güle güle der. Bunu kafasına koymak
zorunda. Yoksa yapacak hiçbir şey yok."
Sonunda Lafargue Londra'da öğrenimini tamamlıyor ve Laura ile evleniyor. Yıl
1867. Karı koca Paris'e yerleşiyorlar. 1868'de bir oğulları, iki yıl sonra
bir kızları, bundan bir yıl sonra da bir oğulları dünyaya geliyor. Ne var
ki, hiçbiri yaşayamıyor. Ve Lafargue tıptan soğuyor, kendini tümüyle
sosyalist düşünce ve eyleme adıyor. Laura ile omuz omuza.
1870'te Fransız-Alman savaşı patlak verince, Paris'ten ayrılıp Bordeaux'ya
taşınıyorlar. Altı ay süren savaşı Fransa yitirmiş, imparatorluk yıkılmış,
yerini III. Cumhuriyet adıyla kentsoylu bir yönetim almıştır. Lafargue, bu
durum karşısında Ulusal Savunma adlı bir gazete çıkararak işçi devinimini
canlandırmaya çalışıyor. Bu dönemde Fransa, büyük bir ekonomik bunalım
içindedir. Thiers hükümeti, dolaylı dolaysız vergileri yükseltmiş ve çalışan
yığınları dayanılmaz yükler altına sokmuştur.
İşte, adına Komün denen ayaklanma, 18 Mart 1871'de bu koşullarda patlak
verir. Bu, işçinin sınıfının uyanışıdır. Kentsoylu hükümet, bu ayaklanmayı
kanla bastırır. Lafargue, tutuklanacağını anlayınca İspanya'ya geçer. Burada
kaldığı bir yıl içinde, "Kapital"in İspanyolca'ya çevrilmesine yardımcı
olur.
Yıl 1873. Fransa, hâlâ büyük bir ekonomik bunalım yaşıyor, amansızca
sömürülen işçi sınıfının bilinçlenmesine de yol açarak. Lafargue, önde gelen
bir sosyalistle, Guesde ile tanışıyor bu dönem ve Fransa işçi sınıfını
örgütlemek üzere kolları sıvıyor. 1877'de Egalité gazetesinde bu yönde
yazılar yazıyor 1880'de, Londra'da Engels'in evinde Marx ve Guesde ile
birlikte örgütün programını hazırlıyor. O günlerde, "Tembellik Hakkı" da
Egalité'de tefrika olarak yayımlanıyor...
Lafargue'ın yaşam öyküsünü tüm ayrıntılarıyla anlatmaya sayfalar yetmez.
Yalnızca, 1891'de milletvekili seçilerek Bourbon Sarayı'na girdiğini
belirtmek gerek. Bu seçim, gerici basında büyük tepkilere yol açıyor.
Lafargue, "yabancı" sayılıyor ve "Marx'ın damadı"nın Almanya'ya gönderilmesi
öneriliyor. Bütün suçlamalara karşın, Lafargue, Fransız Sosyalist
Partisi'nin kurucuları arasında yer almıştır. Ne yazık ki, sosyalizmin
zaferini göremeyecektir. 26 Kasım 1911'de, onu eşi Laura ile bir koltukta
kucak kucağa son soluğunu vermiş olarak bulurlar. Kendilerini öldürmelerinin
nedenini, bıraktığı mektupta şöyle açıklamaktadır Lafargue:
"Bedence ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer
elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık,
enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek
başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum.
Yıllardır, yetmiş yaşımı aşmamaya söz verdim kendime. Yaşamdan ayrılmanın
yılı olarak bu dönemi seçtim ve kararımı uygulama yolunu tasarladım: deri
altına siyanür enjekte etmek.
45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya
ulaşacağından emin olmanın büyük sevinciyle ölüyorum."
*
Tembellik hakkı deyince, şöyle yan gelip yatmak, ekmek elden su gölden bir
yaşam gelir insanın aklına önce, "armut piş, ağzıma düş" deyimine uygun bir
yaşam... Oysa, emek vermeden insanca bir yaşam elde edilemez.
Aslına bakarsanız, tembellik insanın doğasında var. "Çalışma" sözcüğünün
Fransızcası Travail "zahmetli iş", "acı veren iş", bir tür "işkence"
anlamını içeriyor.
Eskiçağ Atinası'nda, çalışma, kölelere özgü, aşağılık bir uğraş sayılıyordu.
Gelgelelim, çalışma insan doğasına ters düşse de, ter dökmeden yaşamanın
olanağı yok artık. Bu gerçeklik doğrultusunda, yüzyıllar boyu tembellik
yerilmiş, çalışma kutsanmış. Tembelliğe karşı savaş, her toplumda
atasözlerine yansıyan bir yer edinmiş. "Çalışmaya usanan, aç kalır", "Bağa
bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun", "Çalışan el, tok karın üzerindedir",
"Çalışan kul yoksun kalmaz."
İnsan doğasına inat, çalışmayı yücelten tutum, daha çok din çevrelerinde
yankı bulmuş. "Allah çalışmayan kulunu sevmez" diyen Müslümanlık da,
"Çalışmayana ekmek yok" yıldırısını savuran Hıristiyanlık da, çalışmayı bir
dinsel görev durumuna sokarak tembelliğe savaş açmışlar.
Peki, Paul Lafargue, neden tembelliği savunma gereği duymuş? Bunu en iyi o
anlatacak. Biz şöyle bir değinelim.
Lafargue'ın yetiştiği dönem ve çevre, genel olarak, işçi kitleleri için
insanlık dışı bir ortamdı. Aydınlar arasında, öldürücü çalışmaya karşı bir
tepki filizlenmekteydi.
1848'de, çalışma saati Paris için günde 10, taşra için 11 saatti. Yasama
Meclisi, 9 Eylül 1848'de fabrika ve yapımevlerinde toplu çalışma saatini 12
olarak saptıyor. Sonraları bu 17 saate kadar çıkacaktı.
İşte Lafargue, sosyalistlerin bile çalışma zorunluluğunu insanlık dışı
noktalara vardırdığı bir dönemde, tembellik hakkını savunmak gereğini duydu.
Aslında, bir düşünürün dediği gibi, buradaki "tembellik" sözünün yerine "boş
zaman" sözünü koyarak Lafargue'ı aklamak gerekir.
Babeuf'ten, Robert Owen'dan Marx'a kadar tüm sosyalist düşünürler, zorunlu
çalışmayı öğütlemişlerdir. Lafargue bunları biliyordu. Ve yine biliyordu ki,
Cabet,, icarei adlı ideal ülkesinde tembelliğe çok az yer veriyor, yazın 7,
kışın 6 saatlik sevilesi bir çalışma uğraşına çağırıyordu insanları. Oysa
Lafargue, günde üç saatlik bir çalışmayı yeterli buluyordu. Bütün bu
saydığımız sosyalist düşünürlerden çok önce, tembellik, yani boş zaman
hakkını Rousseau dile getirmiştir. 1758 tarihli d'Alembert'e Mektup adlı
yazısında:
"Halkın, ekmeğini kazanmak için harcadığı zamandan başka zamanı yoksa,
yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek. Yoksa,
uzun süre kazanamaz olur ekmeğini. Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve
iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda
çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, aynı zamanda da haz duymasını
ister. Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp
didinmekten daha çok bunaltır."
Lafargue, çalışmaya değil, insanı insanlıktan çıkaran aşırı çalışmaya karşı
savaşıyordu. Ona göre, 19. yüzyıldan beri işçi sınıfının başına bela olan
şey "aşırı çalışma"ydı. Bu tempo, işçileri her türlü düşünsel yozlaşmaya,
organik rahatsızlıklara götürüyordu. Bu yalnızca bir kötülük değil, aynı
zamanda delilikti. İşte Lafargue, işçileri, bellerini büken bu delilikten
kurtarmaya çalışıyordu.
Boş zaman, T.S. Eliot'a göre "kültürün temelini" oluşturur. Lafargue'ın
Tembellik Hakkı'nı okurken, Eliot'ın bu sözünü aklınızdan uzak tutmamanızı
dilerim.
Bay Thiers, İlköğretim Komisyonu'nda (1849) şöyle diyordu: "Papaz sınıfının
etkisini alabildiğine güçlendirmek istiyorum. Çünkü, insana 'keyfine bak'
diyen felsefeyi değil, ona bu dünyada acı çekmek için bulunduğunu öğreten
iyi felsefeyi yayma bakımından güveniyorum papaz sınıfına." Bay Thiers,
yırtıcı bencilliğini ve dar kafalılığını temsil ettiği kentsoylu sınıfının
ahlakını dile getiriyordu.
Kentsoylu sınıfı, papaz sınıfının desteğindeki soylulara karşı savaşırken,
özgür düşünceyi ve tanrıtanımazlığı göklere çıkarıyordu. Ama, üstünlük
kazanır kazanmaz, tutumuyla birlikte ağız da değiştirdi. Bugün, ekonomik ve
politik üstünlüğünü dine dayamaya çalışıyor. 15. ve 16. yüzyıllarda,
putataparlık geleneğine dönüyordu sevine sevine ve Hıristiyanlığın kınadığı
ten isteklerini, tutkularını yüceltiyordu. Günümüzde gırtlağına kadar mala
mülke ve zevke batınca, Rabelaisler, Diderotlar gibi düşünürlerinin
öğretilerini yadsıyor ve ücretlilere perhiz öğüdü veriyor. Hıristiyan
ahlakının zavallı bir öykünüsü olan kapitalist ahlak, işçinin ten
isteklerine ilenç yağdırıyor. Ücreticilerin gereksinimlerini en aza
indirmeyi, sevinçlerini, tutkularını yok etmeyi ve onu dur durak tanımayan
acımasız bir makine durumuna mahkûm etmeyi, kendine ideal olarak seçiyor.
Devrimci sosyalistler, kentsoylu sınıfının filozof ve yergi yazarlarının
açmış oldukları savaşı devralacaklar; kapitalizmin toplumsal ahlak
kuramlarına saldıracaklar; eyleme çağırılan sınıfın başkişilerinde, egemen
sınıfın dört bir yana saçtığı boş inanç tohumlarını yok edecek; bütün ahlak
softalarının yüzüne, "dünya artık işçi gözyaşlarıyla dolmayacak"
diyeceklerdir. "Olabilirse barışçı yollarla, olamazsa şiddet yoluyla"
kuracağımız sosyalist toplumda insanların tutkuları dizginlenecek.
Çünkü,"hepsi de doğaları gereği iyidir, bize düşen, yalnızca onları kötüye
kullanmaktan ve aşırıya kaçmaktan kurtarmaktır" (1) ve bu tutkular, ancak
karşılıklı dengelemelerle ve insan organizmasının uyumlu gelişimiyle
önlenebilir. Doktor Beddoe şöyle diyor: "Bir ırk, ancak bedensel
gelişmesinin doruğuna vardığında, enerji ve ahlak gücünün de en yüksek
noktasına ulaşır." Büyük doğabilimci Charles Darwin de böyle düşünüyordu.
(2)
Kimi ek notlarla şimdi yeniden yayınladığım Çalışma Hakkına Karşıkoyma
konulu yazım, 1880'de haftalık (ikinci dizi) Egalité'de çıkmıştı.
P.L.
Sainte-Pelagie Tutukevi, 1883
TEMBELLİK HAKKI
YIKICI BİR DOGMA
Sevme, içme ve tembellik dışında,
Tembellik edelim her şeyde
Lessing
Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir
çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı
insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol
açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk
çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur.
Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar bu akıl sapıncına karış çıkacak yerde,
çalışmayı kutsallaştırmışlardır. Bu gözü kapalı, bu dar kafalı adamlar,
Tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar; bu güçsüz ve zavallı
yaratıklar, Tanrılarının ilendiği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak
istiyorlar. Ben ki, ne Hıristiyan, ne iktisatçı, ne de ahlakçıyım; onların
yargılarını Tanrıların yargısına; din, ekonomi ve özgün düşünce konusundaki
vaazlarını da, kapitalist toplumdaki çalışmanın korkunç sonuçlarına havale
ediyorum.
Kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü
örgensel bozukluğun nedenidir. İki elli uşak takımının baktığı Rothschild
ahırlarının safkan atlarını; Normandiya çiftliklerinin toprağı süren,
gübreyi taşıyan, ekini ambarlayan ağır yük hayvanıyla karşılaştırın bir.
Ticaret misyonerlerinin henüz Hıristiyanlıkla, frengi ve çalışma dogmasıyla
kokuşturamadıkları soylu vahşilere, sonra da, bizim o zavallı makine
uşaklarına bir bakın hele. (3)
Bizim uygar Avrupamızda, insanın doğal güzelliğinin izini bulmak isteyince,
onu, ekonomik önyargıların henüz çalışma düşmanlığını kökünden söküp
atamadığı uluslarda aramanız gerek. Ne yazık ki, şimdi yozlaşan İspanya,
bizden daha az fabrika, daha az tutukevi ve kışlası olmakla övünebilir. Ama
sanatçı, kestaneler gibi esmer, çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek,
gözüpek Endülüslü'yü seyretmekten zevk duyar; hele delik delik "capa"sına
görkemle bürünmüş dilencinin Ossuna düklerine "amigo" diye seslenişi
karşısında insanın yüreği yerinden oynar. İçindeki ilkel hayvanın
körelmediği İspanyol için çalışma, köleliklerin en kötüsüdür. (4) O büyük
çağın Yunanlıları da, çalışmayı hor görüyorlardı; yalnızca köleler
çalışabilirdi; özgür insan, bedensel devinimlerden, zekâ oyunlarından başka
şey bilmezdi. Bu, aynı zamanda, Aristoteles'in, Phidias'ın ve
Aristophanes'in üyesi oldukları bir ulusun içinde insanın dolaştığı, soluk
alıp verdiği bir dönemdi; bu, çok geçmeden İskender'in fethedeceği Asya'nın
göçebe sürülerini bir avuç yiğidin Marathon'da yenilgiye uğrattığı dönemdi.
Eskiçağ Yunan filozofları, özgür insanı alçaltan çalışmayı aşağı
görüyorlardı. Şairler, Tanrıların armağanı olan tembelliği övüyorlardı: O
Melibae, Deus nobis hoec otia fecit. (5)
İsa, Dağdaki Söylev'inde tembelliği öğütlemişti:
"Tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor, ne
de yün eğiriyorlar. Buna karşın söyleyeyim size, Süleyman, o görkemi içinde
daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi". (6)
Sakallı ve ürkütücü Tanrı Yehova, hayranlarına ideal tembelliğin en üstün
örneğini vermiş, altı günlük çalışmadan sonra sonsuzluğa dek dinlenmiştir.
Buna karşılık, çalışmayı organik bir zorunluluk sayan ırklar hangileridir?
Overnyalılar (Auvergneliler); Britanya adalarının Overnyalıları İskoçlar,
İspanya'nın Overnyalıları Gallegoslar, Almanya'nın Overnyalıları
Pomeranyalılar, Asya'nın Overnyalıları Çinliler. Bizim toplumumuzda
çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir? Toprak sahibi
çiftçilerle küçük kentsoylular. Birileri toprakları kapmış, öbürleri
dükkânlarına sıkı sıkıya bağlanmış, yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi
devinip dururlar, gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç.
Ne var ki, işçi sınıfı, bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında
toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmadan
kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi
sınıfı, tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek, kendini çalışma
dogmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve
toplumsal yoksulluk, çalışma tutkusundan doğmuştur.
ÇALIŞMANIN KUTSANMASI
1770'te, Londra'da "Alışveriş ve Ticaret Üstüne Bir Deneme" adlı imzasız bir
yapıt yayımlandı. O dönemde belirli bir yankı uyandırdı. Büyük bir
insansever olan yazar şöyle diyordu:
"İngiltere'nin fabrika işçisi güruhu, İngiliz oldukları için, kendini
oluşturan tüm bireylerin, doğuştan kaynaklanan bir hakla, Avrupa'nın başka
ülkelerindeki işçilerden daha özgür, daha bağımsız olma ayrıcalığına sahip
bulunduğu saplantısına kaptırmıştı kafasını. Bu düşünce, askerlere yararlı
olabilir, yiğitlik aşılamak bakımından. Ama fabrika işçileri, bu düşünceyi
ne denli az benimsemiş olurlarsa, hem kendileri, hem de devlet için o kadar
iyi olur bu. İşçiler, kendilerini hiçbir zaman üstlerinden bağımsız
sanmamalıdırlar. Böylesi özgürlük ve bağımsızlık hayranlığı, bizimki gibi
bir devlette, belki de nüfusunun sekizde yedisinin malının mülkünün az
olduğu ya da hiç olmadığı bir devlette çok büyük tehlikedir. Endüstrideki
yoksullarımız bugün dört günde kazandıklarını altı günde kazanmaya razı
olmadıkça, tam iyileşme gerçekleşemez."
Böylece, Guizot'dan (Gizo) yüz yıl önce Londra'da çalışma, insanın soylu
tutkuları için bir fren olarak öğütleniyordu açıktan açığa.
Napoléon, 5 Mayıs 1807'de, Alman kenti Osterode'dan şunları yazıyordu:
"Halklarım ne kadar çok çalışırsa, kötülükler o kadar azalır. Ben bir
buyurganım (...) ve pazar günleri, dua saatinden sonra, dükkânların açık
tutulmasını ve işçilerin işlerine gitmelerini buyurmaya hazırım."
Tembelliği kökünden söküp atmak ve onun doğurduğu böbürgenlik ve bağımsızlık
duygularını bastırmak için, "Ticaret Üstüne Deneme" yazarı, yoksulları ideal
çalışma evlerine (Idea Workhouse) kapamayı öneriyordu. Ona göre, bu evler,
yemek saatleri dışında, dolu dolu 12 saatlik bir uğraşmayla, günde tam 14
saat çalışılan terör evleri olacaktı.
Günde 12 saat çalışmak; işte, 18. yüzyıl filozof ve ahlakçılarının ideali.
Öteleri olmayanın (nec plus ultra) nasıl da aştık sınırını! Günümüzün
işlikleri, işçi kitlelerinin hapsedildiği, yalnızca erkeklerin değil,
kadınların ve çocukların da 12-14 saat zorla çalışmaya mahkûm edildiği ideal
çocuk iyileştirme evleri durumuna gelmiştir. (7)
Demek, "Terreur" (Terör) Dönemi kahramanlarının çocukları, 1848'den sonra,
fabrikalarda çalışmayı 12 saatle sınırlayan yasayı bir devrim başarısıymış
gibi kabul edecek denli çalışma dininin alçaltısına teslim etmişler
kendilerini! Onlar, "çalışma hakkı"nı devrimci bir ilke ilan ediyorlardı.
Yazıklar olsun Fransız işçi sınıfına! Yalnızca köleler böylesi bir alçalmaya
düşebilirlerdi. Kahramanlık Dönemi'nin Yunanlısına, böyle bir alçalmayı
düşünebilmesi için yirmi yıllık bir kapitalist uygarlık gerekirdi.
Zorunlu çalışmanın acıları, açlık işkenceleri, İncil'de sözü geçen
çekirgelerden daha çok sayıda işçi sınıfının üzerine abanmışsa, onlara kucak
açan işçi sınıfının kendisidir.
1848'de işçiler, elde silah, istedikleri bu çalışma eylemini yine kendi
ailelerine zorla kabul ettirdiler; karılarıyla çocuklarını, endüstri
babalarına teslim ettiler. Aile yuvalarını kendi elleriyle yıktılar;
karılarının sütlerini kendi elleriyle kuruttular. Gebe kadınlar, çocuk
emziren zavallı kadınlar maden ocaklarına, fabrikalara gittiler, belleri
büküle büküle, sinirden öle öle. Erkek işçiler, kendi elleriyle çocuklarının
yaşamını söndürdüler, canlılığını yok ettiler. -Yuf olsun işçilere! Nerede o
ortaçağ halk öykülerimizin, eski masallarımızın o sözünü sakınmayan, dobra
dobra konuşan, şarap düşkünü halaları, teyzeleri! Durmadan taban tepen,
yemek pişiren, şarkı söyleyen, neşeler yaratıp canlılık saçan, ağrısız
sızısız, sağlam ve gürbüz çocuklar doğuran kadınlar nerede? Bugün, uçuk
renkli cılız çiçekler örneği, solgun tenli, bozuk mideli, kolu budu tutmaz
olan fabrika kızlarımız ve kadınlarımız var!... Sağlam zevkler tatmamışlar
hiç ve bu konuda yüzlerini güldürecek hiçbir şey söyleyemezler! -Ya
çocuklar? Çocuklara 12 saat çalışma! Gözün çıksın yoksulluk!- Ama, Manevi ve
Politik Bilimler Akademisi'nin bütün Jules Simonları, Cizvitlerin tüm
Germinysleri, çocukları aptallaştırmak, içgüdelerini bozmak, bedenlerini
çürüğe çıkarmak için, kapitalist işliklerin bozuk havası içindeki çalışmadan
daha yıkıcı bir kötülük bulamazlardı.
Çağımız, çalışma yüzyılıdır, diyorlar; aslında acının, yoksulluğun,
kokuşmuşluğun yüzyılıdır.
Bununla birlikte, burjuva filozoflar, ekonomiciler, söyledikleri güç
anlaşılan Auguste Comte'dan gülünç ölçüde açık seçik Leroy-Beaulieu'ye,
şarlatanca romantik Victor Hugo'dan, böncesine kaba saba Paul de Kock'a
kadar kentsoylu yazarların hepsi, çalışmanın büyük çocuğu İlerleme
Tanrısı'nın onuruna mide bulandırıcı şarkılar söylediler. Onlara bakılırsa,
mutluluk egemen olacaktı dünyada; daha şimdiden ha geldi, ha geliyor
gibiydi. Bu baylar, geçmiş yüzyıllara uzanıp günümüzün tadını tuzunu
kaçıracak şeyler getirmek için, derebeylikteki yoksulluğun kirini pasını
eşelediler. Bu karnı tok, sırtı pek, daha dün büyük senyörlerin çanak
yalayıcısı, bugün kentsoyluların kalem uşağı olanlar canımızdan
bezdirmediler mi bizi, retorikçi La Bruyère'in anlattığı köylüyle. Eh, peki!
Alın size, 1840 kapitalist ilerleme yılında işçilerin yararlandığı
nimetlerin parlak bir tablosu. Bu tabloyu, bu baylardan biri, enstitü üyesi
Dr. Villermé çiziyor. Bu kişi, 1848'de kitlelere kentsoylu ahlakının ve
ekonomisinin aptallıklarını aşılayan bu bilginler derneğinin üyesiydi.
Thiers, Cousin, Passy ve akademisyen Blanqui de bu dernekte yer alıyordu.
Dr. Villermé, işlikler kenti Alsace'dan, hani şu insanseverliğin ve sanayi
cumhuriyetçiliğinin gülleri Kestnerlerin, Dollfuslerin Alsace'ından söz
ediyor. Ama, doktor, işçilerin yoksunluğunu önümüze sermeden önce, eski
endüstri zanaatçısının durumunu anlatan Alsacelı bir işlik sahibine,
Dollfus-Mieg Şirketi ortaklarından Th. Mieg'e kulak verelim:
"Mulhouse'da, bundan elli yıl önce (1813'te makineli modern endüstri
doğarken), işçilerin hepsi, kentte ve çevredeki köylerde oturan ve hemen
hepsi, bir evi, çoğu kez bir küçük tarlası olan toprağa bağlı kişilerdi."
(8)
Çalışmanın altın çağıydı o dönem. Ama o günler, Alsace, endüstrisi ve
pamuklularıyla dünyayı mala, Dollfuslarını, Koechlinlerini milyonlara
boğmuyordu. Ama yirmi beş yıl sonra, Villermé, Mulhouse'a gittiğinde, modern
minotaure (9) kapitalist işlik, ülkeyi fethetmişti; insan çalışmasına olan
susuzluğu içinde işçileri yuvalarından koparıp almıştı, onları daha bir eğip
bükmek, içlerine çalışma isteğini daha bir sokabilmek için. İşçiler
makinenin sesine koşuyorlardı binler ve binlerce.
"Bunların büyük bir bölümü, 17 binde 5 bini," diyor Villermé, "kiraların
yüksekliği yüzünden, komşu köylerde oturmak zorundaydılar. Kimileri de,
çalıştıkları işlikten bir buçuk fersah ötelerde oturuyordu."
"İş, Mulhouse'da, Dornach'ta, yaz-kış sabahın beşinde başlıyor, akşamın
beşinde sona eriyordu.. Her sabah kente gelişlerini, her akşam dönüşlerini
görmeli. Aralarında, solgun benizli, bir deri bir kemik kadınlar var, hepsi
de çamur deryasında yalınayak yürüyen, yağmur ya da kar yağdığında,
şemsiyeleri olmadığı için, yüzlerini ve boyunlarını korumak için önlüklerini
ya da etekliklerini başlarına geçiren kadınlar. Onların yanı sıra, onlar
kadar kire pasa batmış, solgun benizli, partallar içinde, üstleri başları
makine yağlarına bulanmış sürü sürü gencecik çocuk var. Bunlar, su geçirmez
giysileri altında yağmurdan daha iyi korunuyorlar. Sözünü ettiğimiz kadınlar
gibi koltuklarının altında günlük yiyecekleri bile yok. Yalnızca, eve
dönünceye kadar ağızlarına atacakları ekmek parçasını ellerinde tutuyor ya
da ceketlerinin altında saklıyorlar."
"Böylece, en az 15 saat sürdüğüne göre, upuzun bir günün yorgunluğuna, bu
zavallılar için, sık sık zahmetli gidiş gelişlerin yorgunluğu da ekleniyor.
Sonunda, akşamları evlerine uyuma gereksinimiyle yorgun argın dönüyor ve
ertesi gün, açılma saatinde atölyelerde bulunmak üzere evden çıkıyorlar,
doyasıya dinlenmeden."
İşte şimdi, kentlerde oturanların üst üste, tıkış tıkış yaşadığı berbat
konutlar:
"Mulhouse'da, Darnach'ta ve komşu evlerde, iki ailenin birer köşede, iki
tahta arasında yere serpilmiş samanlar üzerinde yattığını gördüm. Haut-Rhin
ilinde pamuk sanayisi işçilerinin içinde yaşadıkları aşırı yoksulluk, şu
yürekler acısı sonucu doğuruyordu: Üretici tüccarların, kumaşçıların,
fabrika müdürlerinin ailelerinde yaşayan çocukların yarısı 21 yaşına
basarken, dokumacı ve pamuk iplikçisi ailelerdeyse, aynı çağdaki çocukların
yarısı iki yıl önce ölüp gidiyorlardı."
Villermé, işlik çalışmalarından söz ederken, şunları ekliyor:
"Oradaki çalışma, bir iş, bir görev değil, bir işkencedir. Ve bu işkenceyi
altı ile sekiz yaş arasındaki çocuklara uyguluyorlar. Bu, özellikle pamuk
ipliği işliklerinde çalışan işçileri yıpratan, her Tanrının günü çekilen
sonu gelmez bir işkencedir."
Çalışma süresi konusunda da Villermé, ceza sömürgelerinde kürek
mahkûmlarının günde 6 saat, Antiller'deki kölelerin 9 saat, oysa 1789
Devrimi'ni gerçekleştirmiş ve o gösterişli İnsan Hakları'nı ilan etmiş olan
Fransa'da, bir buçuk saat yemek molasıyla birlikte, atölye işçilerinin günde
16 saat çalıştırıldıklarını saptıyor. (10)
Ey burjuvazinin devrimci ilkelerinin acınası başarısızlığı! Ey İlerleme
Tanrısı'nın iç karartıcı armağanı! Filozoflar, hiç çalışmadan para pul, han
hamam edinmek için yoksullara iş verenlere, insansever diye alkış
tutuyorlar. Bir köyün orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba
tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek daha iyidir. Fabrika işçiliğini
başlatın, ne neşe kalır ortada, ne sağlık, ne de özgürlük. Yaşamı güzel ve
yaşanmaya değer yapan ne varsa, hepsi gitti gider. (11)
Ekonomi uzmanları da, işçilere "toplumsal zenginliği artırmak için çalışın!"
deyip duruyorlar hep. Ama, bir başka ekonomist, Destut de Tracy, onlara
şöyle yanıt veriyor: "Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin
uluslardaysa, halk, genellikle yoksuldur."
Tracy'nin izleyicisi Cherbuliez de şöyle ekliyor: "İşçiler üretken
anaparaların birikimine katkıda bulunarak, kendilerini er geç ücretlerinin
bir bölümünden yoksun bırakacak olaya yardım etmiş oluyorlar." Ama, kendi
yaygaralarıyla sağırlaşmış ve aptallaşmış olan ekonomi uzmanları "kendi
gönencinizi yaratmak için çalışın!" diyorlar işçilere yanıt olarak. Anglikan
Kilisesi rahibi saygıdeğer Townshend, Hıristiyan hoşgörüsü adına şunları
söylüyor boyuna: "Çalışın, gece gündüz demeden çalışın! Çalışarak
yoksulluğunuzu artırırsınız; sizin yoksulluğunuz da, yasa gücüyle sizleri
zorla çalıştırmaktan kurtarır bizi. Yasa zoruyla çalışmak çok sıkıntı verir,
çok zorlanma gerektirir, çok gürültü patırtıya yol açar. Açlıksa, tam
tersine, gürültüsüz, sessiz sürekli bir baskı değildir yalnızca, çalışma ve
uğraşın en doğal dürtüsü olarak, en etkili çabalara da yol açar aynı
zamanda."
Çalışın, çalışın işçiler, toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu artırmak
için çalışın. Çalışın ki, daha da yoksullaşarak daha çok çalışmak ve
yoksullaşmak için birtakım nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız
yasası budur işte.
İşçiler, ekonomi uzmanlarının aldatıcı sözlerine kulak verdikleri için,
kendilerini canla başla çalışma tutkusuna adamışlardır. İşçiler, tüm
toplumu, toplumsal organizmayı baştan başa sarsan sanayideki aşırı üretimin
bunalımları içine atıyorlar. Öyle ki, mal çokluğu, alıcı yokluğu yüzünden
işlikler kapanıyor ve açlık, işçi nüfusa adeta kırbaçla veryansın ediyor.
Çalışma dogmasıyla serseme dönen işçilerin, sözde gönenç döneminde başlarına
bela ettikleri aşırı üretim, bugünkü yoksulluklarının nedenidir. Buğday
ambarına koşup "Açız, bir şeyler yemek istiyoruz! Bir tek mangırımız bile
yok. İşin doğrusu bu, ama meteliğe kurşun atmakla birlikte, buğday hasadını
ve bağbozumunu yine de bizler yaptık.." demeye gerek yok. Sanayi
manastırlarının kurucusu Bay Bonnet de Jujurieux'nün ambarlarını kuşatıp,
şöyle haykırmanın da gereği yok: "Bay Bonnet, işte sizin iplikçi, dokumacı
kadın işçileriniz, bir Yahudi'nin gözünü yaşartacak denli yamalı pamuk
giysileri içinde soğuktan titreşiyorlar. Ama bununla birlikte, tüm
Hıristiyan dünyasının hoppa kadınlarının ipekli giysilerini dokuyanlar
onlardı. Zavallı kadınlar günde 13 saat çalışıyorlardı. Süslenmeye zamanları
yoktu. Şimdi işsizdirler ve dokudukları ipeklileri hışırdata hışırdata
giyebilirler. Sütdişlerini döktüklerinden beri, kendilerini sizin
servetinize adadılar ve perhizli bir yaşam sürdüler. Şimdi günleri boş
geçiyor ve çalışmalarının meyvalarını almak istiyorlar biraz. Haydi Bay
Bonnet, ipeklilerinizi veriverin, Bay Harmel muslinlerini, Bay
Pouyer-Quertier kasalarını, Bay Pinet de, soğuk ve ıslak küçük ayakları için
potinlerini verecek... Baştan ayağa giyinik ve kıpır kıpırdırlar, onları
seyretmek hoşunuza gidecektir. Haydi, hık mık etmeyin. -Siz insanlığın
dostusunuz, üstelik Hıristiyansınız değil mi?- Canlarını dişlerine takarak
kazandırmış oldukları servetinizi kadın işçilerinizin buyruğuna verin. -Siz
ticarete gönül bağlamış değil misiniz?- Öyleyse malların dolaşımını
kolaylaştırın; işte size haphazır tüketiciler. Onlara sınırsız krediler
sağlayın. Bunu, Adem ve Havva'dan bu yana tanımadığınız ve size hiçbir şey,
hatta bir bardak su bile vermemiş olan tüccarlara da yapmak zorundasınız.
Kadın işçileriniz, ellerinden geldiğince bunu sağlayacaklardır. Vadenin son
bulduğu günde kaytarmaya başlar, imzalarının protesto edilmesine yol
açarlarsa, onları iflasa sürüklersiniz; eğer haczedecek hiçbir şeyleri
yoksa, borçlarını duayla ödemelerini istersiniz: onlar, leş gibi tütün
kokan, kara cüppeli papazlardan daha iyi yollarlar cennete sizi."
Ürünlerin genel bir dağılımında bunalım anlarından ve evrensel bir
eğlenceden yararlanacak yerde açlıktan ölen işçiler, gidip başlarını
işliklerin kapılarına çarpıyorlar. Solgun yüzler, bir deri bir kemik
bedenler, acınası sözlerle fabrikacıları kuşatıyorlar: "İyi yürekli Bay
Chagot, sevecen Bay Schneider, daha iş verin bize. Bize acı çektiren açlık
değil, çalışma tutkusudur."
Ve ayakta zor duran bu zavallılar 12-14 çalışma saatini sofralarında ekmek
olduğu zamankinden iki kat daha ucuza satıyorlar. Sanayinin insanseverleri
de ucuza üretim yapmak için, işsizlikten yararlanıyorlar.
Eğer sanayi bunalımları, gecenin gündüzü izlediği gibi, aşırı çalışma
dönemlerini ister istemez izliyor ve kaçınılmaz yoksullukla çıkar yolu
olmayan işsizliği ardından sürüklüyorsa, o zaman acımasız iflasları da
getiriyordur yedeğinde. Üretici, üretme kredisi bulduğu sürece, çalışma
kudurganlığının dizginlerini koyverdi mi, işlenecek ham madde sağlamak için
habire borçlanır da borçlanır. Piyasanın boğazına kadar dolup taştığını;
mallar bir türlü satılmayınca da, bono vadelerinin dolacağını düşünmeksizin,
durmadan üretir de üretir. Kuyruğu sıkışınca da gidip Yahudi'ye yalvarır,
ayaklarına kapanır, kanını, onurunu ayaklar altına atar. Rothschild:
"Birazcık altın işi görür. Deponuzda 20 bin çift çorabınız var. Ben onları
dört meteliğe satın alırım..." diye yanıtlar onu. Çorapları alınca da,
onları 6-8 meteliğe satar ve hiç kimsenin olmayan çil çil yüz meteliği
indirir cebine. Ama üretici, daha iyi atlayabilmek için geri geri
çekilmiştir. Sonunda iflas sökün eder ve depolar dolup taşar. O zaman
kapıdan içeriye nasıl girdikleri bilinmeyen mallar pencereden dışarı
fırlatılır. Çünkü, yok edilen malların değeri yüzlerce milyonu bulmuştur.
Geçen yüzyılda bunlar, ya yakılır ya da suya atılırdı. (12) Ama bu sonuca
varmadan önce, üreticiler, yığılan malları için pazar peşinde dünyayı
dolaşıyorlar, pamuklularını piyasaya sürmek için de hükümetlerini, Kongoları
yurt topraklarına katmaya, Tonkenleri almaya, Çin Seddi'ni topa tutup yerle
bir etmeye zorluyorlar. Son yüzyıllarda Amerika'da ya da Hindistan'da kim
satış tekelini elde edecek diye, Fransa ile İngiltere arasında ölesiye bir
savaşım sürüp gidiyordu. Binlerce genç ve gürbüz insan, 15., 16. ve 17.
yüzyılların sömürge savaşlarında, denizleri kanlarıyla kızıla boyamışlardı.
Mallar gibi anaparalar da bollaşıyor. Para babaları, onları nereye
koyacaklarını bilemiyorlar. O zaman, sigaralarını içerek aylak aylak
güneşlenen uluslara gidiyorlar, demir yolları döşemeye, fabrikalar kurmaya
ve çalışmanın uğursuzluğunu götürmeye. Fransız sermayesinin dışa akışı, bir
sabah diplomatik güçlüklerle sona eriyor: Fransa, İngiltere ve Almanya'nın,
hangi tefecinin önce alacağı konusunda saç saça, baş başa birbirlerine
girmek üzere oldukları Mısır'da; sonra da netameli borçları toplamak
amacıyla mübaşirlik yapmak üzere Fransız askerlerinin gönderildiği Meksika
Savaşları'nda. (13)
Bu bireysel ve toplumsal yoksunluklar, büyük, sayısız ve sonsuzmuş gibi
görünseler de, işçi sınıfı "istiyorum onu!" deyince, yaklaşan aslanın
karşısında toz olan sırtlan ve çakallar gibi, ortadan kalkacaklardır. Ama
işçi sınıfı kendi gücünün bilincine varmak için, Hıristiyan ahlakının,
ekonominin, liberal düşüncenin önyargılarını ayaklar altına almalıdır. Doğal
içgüdülerine dönmeli; kentsoylu devriminin metafizikçi savunucularının
hazırladığı veremli İnsan Hakları'ndan binlerce kez daha kutsal olan
Tembellik Hakkı'nı ilan etmeli; günde üç saatten çok çalışmamaya kendini
zorlamalı, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka
basa yemeli.
Buraya kadar işim kolaydı, hepinizin çok iyi bildiği kötülükleri dile
getirmekten başka bir şey yapmadım, ne yazık ki! Ama verilen sözlerin bir
saptırmaca; daha yüzyıl başından bu yana içine itildiği aşırı çalışmanın
insanoğlunun başına gelen belaların en korkuncu olduğuna işçi sınıfını
inandırmaya kalkışmak, benim gücümü aşan bir iştir. Ancak, akıllıca
düzenlendiği, günde en çok üç saatle sınırlandığı zaman, çalışmanın,
tembellik zevkinin tadı tuzu, insan bedenine hayırlı bir alıştırma,
toplumsal düzene yararlı bir tutku olacağını anlatmak da yine beni aşan bir
iştir. Yalnızca fizyologlar, sağlıkbilimciler ve komünist iktisatçılar bu
işe girişebilirler. İlerideki sayfalarda, modern üretim araçları ve onların
sınırsız üretim güçleri belli olduğuna göre, işçilerin o ipe sapa gelmez
çalışma tutkularını bastırmak, ürettikleri malları tüketmek zorunda
olduklarını kanıtlamakla yetineceğim.
FAZLA ÜRETİMİN ARDINDAN GELEN
Cicero döneminin Yunan şairi Antiparos, su değirmeninin (tane öğüten)
bulunmasını, tutsak kadınları özgürlüğe kavuşturacak ve altın çağı geri
getirecek diye şöyle kutluyordu:
"Siz ey değirmende çalışan kadınlar! Değirmen taşını döndüren kolu bırakın,
rahat rahat uyuyun! Horoz, varsın günün ışıdığını boş yere haber versin
size! Dao, kölelerin işini perilere yükledi. İşte, onlar şimdi güle oynaya
çarkın üstünde sıçrayıp duruyorlar. Ve işte sallanan dingil ışıltılarla
dönüyor, ağır taşı çevire çevire.
"Babalarımızın yaşamını sürdürelim. Tanrıçanın bize verdiği boş zamanın
tadını çıkaralım."
Yazık! Pagan şairin muştuladığı boş zaman gelmedi. Kör, sapık ve insan
canına kıyan çalışma tutkusu, özgürleştirici makineyi, özgür insanları
köleleştiren bir araca dönüştürüyor: üreticiliği, yoksullaştırıyor onları.
İyi bir kadın işçi, iğle dakikada ancak beş ilmek atar, oysa kimi dönüşümlü
dokuma tezgâhları aynı süre içinde 30 bin ilmek atıyorlar. Buna göre,
makinedeki her dakika, kadın işçinin 100 saat çalışmasına eşittir; ya da,
makine her dakikada kadın işçiye on günlük bir dinlenme zamanı
sağlamaktadır. Dokuma sanayisi için doğru olan, modern mekanikle yenilenen
tüm sanayiler için de az çok doğrudur. Ama, ne görüyoruz? Makine geliştikçe
ve insan çalışmasını durmadan artan bir hız ve kesinlikle yendikçe, işçi,
dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, makineyle yarışırcasına
çabasını iki kat artırıyor. Saçma ve öldürücü bir yarışma bu! İnsan ve
makine yarışmasının alabildiğine serbest kalması için, işçiler,
zanaatçıların çalışmasını sınırlayan eski loncaların akla uygun yasalarını
ve tatil günlerini ortadan kaldırmışlardı. (14) Çünkü o dönemin üreticileri,
yedi günün yalnızca beşinde çalıştıkları için, palavracı ekonomicilerin
anlattıkları gibi, yalnızca hava ve suyla yaşadıklarına mı inanıyorlardı?
Haydi canım siz de! Dünyanın tadını çıkarmak, sevişmek, neşe verici
Tembellik Tanrısı'nın onuruna şölenler düzenlemek için boş zamanları vardı
onların. Protestanlığa batmış olan o neşesiz İngiltere, o zamanlar kendisine
"Neşeli İngiltere" dedirtiyordu. Rabelais, Quevedo, Cervantes ve serüven
romanlarının bilinmeyen yazarları, iki savaş ve yıkım arasında, içkilerin
çanak çanak taşındığı, o keyfi çıkarılan içki âlemlerinin betimlemeleriyle
ağzımızın suyunu akıtıyorlar. (15)
Jordaens ve Flaman ressamlar, bunları o gönül açıcı tablolarında
resimlemişlerdir. Siz ey ulu Gargantua mideliler, ne oldu sizlere? Tüm insan
düşüncesini kuşatan ulu beyinler, ne oldunuz? Bizler, çok küçüldük ve
yozlaştırıldık. Kudurmuş inek eti, patates, kırmızı şarap ve Prusya schnapsı
ustaca birbiriyle kaynaşarak bedenlerimizi zayıflattı, aklımızı kısalttı.
İşte o zaman, insan midesini küçültür ve makine üreticiliğini artırır; yine
o zaman, iktisatçılar Malthus'un kuramını, din de perhizciliği ve çalışma
dogmasını öğütler bize. Ama, onların dilini koparıp köpeklere atmak
gerekirdi.
İşçi sınıf, her şeyi basite indiren o iyi niyetiyle özünü körü körüne
aşılamalara ve doğal taşkınlığıyla gözü kapalı kendini çalışmaya ve perhize
kaptırdığı için, kapitalist sınıf, kendini tembelliğe, zoraki zevke,
verimsizliğe ve aşırı tüketiciliğe vurmuştur. Ama, işçinin aşırı çalışması
canını çıkarıyor ve sinirlerini geriyorsa, bu, kentsoylu için acı çekme
bakımından aynı ölçüde verimlidir.
Üretici sınıfın kendini adadığı perhiz rejimi, ha babam ha ürettiği ürünler,
kentsoyluları aşırı ölçüde tüketmek zorunda bırakıyor. Kapitalist üretimin
başlangıcında, yani bir ya da iki yüzyıl öncesinde, kentsoylu, yerli yerine
oturmuş, akla yatkın ve kendi halinde gelenekleri olan bir insandı.
Karısıyla şöyle böyle yetiniyordu, susayınca içer, acıkınca doyasıya yerdi.
Sefilce yaşamın soylu özelliklerini dalkavuklara ve kibar fahişelere
bırakırdı. Bugün, sonradan görme hiçbir kişinin çocuğu yoktur ki, orospuluğu
geliştirmeyi ve cıva madeni işçilerine bir amaç sağlama yolunda üstünü
başını cıvaya bulama zorunda olduğunu düşünmesin... Bu meslekte, insanın
bedeni hızla çöker, saçları ve dişleri dökülür, gövdesi çarpılır, göbeği
şişer, soluğu kesilir. Devinimleri ağırlaşır, eklemleri kireçlenir, parmak
kemikleri düğümlenir. Cümbüşlerin yorgunluğuna katlanamayacak kadar güçsüz,
ama, Proudhonculuğun yükünü sırtlanmış olanlar, ekonomi politiğin
Garnierleri, hukuk felsefesinin Acollasları gibi besteci ve yayımcıların boş
zamanlarını doldurmak için karaladıkları koca koca uyutucu kitaplarla
beyinlerini kurutuyorlar.
Sosyete kadınları, acının acısı bir yaşam sürüyorlar. Terzi kadınların
didine çırpına yaptıkları o perilere yaraşır tuvaletleri deneyip
değerlendirmek için, sabah akşam, bir giysiyle bir başkası arasında mekik
dokuyorlar. Saatlerce, saçlarını enselerinde toplatıp topuz yaptırma
tutkularını, her ne pahasına olursa olsun doyurmaya çalışan usta berberlere
teslim eden, o içi boş kafalılar. Korselerinin içinde sıkışıp kalmış,
kunduraları içinde ayakları büzülmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak
denli açık saçık bir giyimle, yoksullar için birkaç metelik toplamak
amacıyla, gecelerce balolarda fır dönüp dururlar. Sevsinler sizi.
Kentsoylu, üretmeyen ve alabildiğine tüketen iki katlı toplumsal görevini
yerine getirmek için, yalnızca, kendi halindeki zevklerini dürtüşlemek, iki
yüzyıl önceki yorucu alışkanlıklarını yitirmek ve kendini aşırı lükse,
alabildiğine bıkkınlığa ve frengili cümbüşlere teslim etmek değil, aynı
zamanda kendine yardım sağlamak amacıyla, büyük bir insan kalabalığını
üretici işlerden uzak tutmak zorunda kalmıştır.
İşte size, üretici güçlerin kaybının ne denli büyük olduğunu kanıtlayan
birkaç sayı. 1861 nüfus sayımına göre, İngiltere'nin ve Galler ülkesi'nin
nüfusu 20.066.244 idi. Bunun 9.776.259'u erkek, 10.289.965'i kadındı.
Çalışamayacak kadar çok yaşlı ve çok genç olanlar, verimsiz kadınlar,
erginler ve çocuklar, sonra üretici olmayan yöneticiler, polisler,
yargıçlar, askerler, orospular, sanatçılar, bilimadamları vb. gibi ideolojik
meslekler, daha sonra da, işleri güçleri, özelikle yalnızca toprak geliri,
faiz, kâr payı vb. adı altında başkalarının emeğini sömürmek olan insanlar
bir yana bırakılırsa, geriye üretim, ticaret ve para işlerinde çalışan
kapitalistlerle birlikte her yaştan kadın ve erkek 8 milyon kişi kalır. Bu 8
milyonun içinde şunlar var:
- Tarım işçileri (çobanlar, çiftlik sahibinin yanında oturan uşaklar ve
hizmetçilerle birlikte): 1.098.261.
- Pamuk, yün keten, kenevir, ipek ve dokuma fabrikası işçileri: 642. 607.
- Kömür ve maden ocakları işçileri: 565.835.
- Maden işçileri (yüksek fırın, hadde makinelerinde vb. çalışanlar):
396.998.
- Uşak sınıfı: 1.208.648.
"Dokuma fabrikası işçileriyle kömür ve maden ocakları işçileri sayısını ele
alırsak, 1.208.442; birincilere demir-çelik fabrika işçilerini eklersek
toplam olarak 1. 039.605 sayısına ulaşırız. Bu, her seferinde, modern iş
kölelerinden daha düşük bir sayı demektir. İşte size makineli kapitalist
sömürünün eşsiz bir sonucu!" (16).
Sayıca büyüklüğü, kapitalist uygarlığın vardığı düzeyi gösteren bütün bu
uşak sınıfına şunları eklemek gerekir: kendilerini, salt zengin sınıfların
büyük harcamalı ve (gereksiz, kof, uydurma, işe yaramaz) zevklerini
doyurmaya adamış bir takım zavallılar sınıfı, elmas yontucuları,
dantelacılar, nakışçı kadınlar, lüks cilt işçileri, eğlence evlerinin
bezekçileri vb. (17)
Zorlama bir zevkin ahlaksızlaştırdığı katıksız bir tembellik içine gömülen
kentsoylu sınıfı, bu yüzden çektiği sıkıntıya karşın, yeni yaşam biçimine
alışıverdi. Her türlü değişikliği iğrene tiksine karşıladı. İşçi sınıfının
bir yazgı olarak kabullendiği acınası yaşam koşullarıyla sapık çalışma
tutkusunun yarattığı organik alçaltının doğurduğu görüntü, her türlü çalışma
zorunluluğu ve her türlü zevk kısıtlamasına karşın tiksintiyi artırıyordu.
İşte, tam o sıra kentsoylu sınıfın kendine bir toplum görevi olarak
benimsediği ahlaksızlığı hesaba katmaksızın, işçiler, çalışmayı
kapitalistlere zorla kabul ettirmeyi kafalarına koydular. Saf yürekli
işçiler, ekonomicilerin ve ahlakçıların çalışmaya ilişkin kuramlarını
ciddiye aldılar ve bunun uygulamasını kapitalistlere zorla kabul ettirmeye
çalıştılar, imanları gevreyerek. İşçi sınıfı "Çalışmayan yiyemez" ilkesini
attı ortaya. 1831'de Lyon işçileri, "ya bizi kurşuna dizin ya da iş verin!"
diye ayaklandı, 1871 federeleri de ayaklanma eylemlerine İş Devrimi adını
verdiler.
Tüm kentsoylu zevklerine ve her türlü tembelliğe son vermeye çalışan bu
kıyıcı öfke seline karşı kapitalistler, yalnızca acımasız bir bastırma
eylemiyle yanıt verebiliyorlardı. Ama şunu da biliyorlardı ki, devrimci
patlamaları bastırabildilerse de, işçilerin aylak ve karnı toklar sınıfına
çalışma zorunluluğu getirmek gibi saçma düşüncelerini o akıl almaz
kıyımlarının kanında boğamayacaklardı. Bu beladan yakayı sıyırmak için, dört
bir yanlarına, sıkıntılarına yol açan bir verimsizlik içinde besledikleri
koruman birliklerini, polisleri, yargıçları ve zindancıları topladıklarını
da biliyorlardı. Bugünkü orduların niteliği üzerinde yanılgıya düşülemez
artık. Bunlar yalnızca ve yalnızca "iç düşmanı" bastırmak için sürekli hazır
tutulmaktadırlar. Böylece, Paris ve Lyon Kaleleri, kenti yabancılara karşı
korumak değil, ayaklandığı zaman iç düşmanı cezalandırmak amacıyla
yaptırılmışlardır. Ve su götürmez bir örnek vermek gerekirse, Belçika
ordusunu, hani şu kapitalizmin bolluk ülkesi Belçika'nın ordusunu ele
alalım: Ülkenin yansızlığı, Avrupa Devletlerince güvence altına alınmıştır.
Bununla birlikte ordusu, nüfusuna oranla, en güçlü ordulardan biridir. Yiğit
Belçika ordusunun savaş alanları Borinage ve Charleroi dolaylarıdır. Belçika
subayları kılıçlarını silahsız madencilerle işçilerin kanına bulayıp
apoletler kazanıyorlar. Avrupa uluslarının ulusal orduları yok, paralı
askerleri var. Bunlar, kapitalistleri, 10 saatlik maden işçiliğine ya da
dokumacılığa köle etmek isteyen halkın öfkesine karşı koruyorlar.
Demek, işçi sınıfı kemerlerini sıkarak, aşırı tüketime yazgılı
kentsoyluların göbeğini alabildiğine şişirmiştir.
Kentsoylu sınıfı, can sıkıcı çalışmasının acısını çıkarmak için, işçi
sınıfından, yararlı üretime ayrılanlardan çok daha üstün olan işçileri
uzaklaştırmış, ayırdıklarını da verimsizliğe, "üretimsizliğe" ve aşırı
tüketime mahkûm etmiştir. Ama, bu yararsız insan sürüsü, doymak bilmez
açgözlülüğüne karşın, çalışma dogmasının aptallaştırdığı işçilerin,
tüketmeyi düşünmeden, tüketebileceklerin bulunabileceğini de akıllarına
getirmeden, deliler gibi ürettiklerini tüketemez olmuşlardır.
İşçilerin, kendilerini öldürürcesine çalışma ve yokluk içinde sürünerek
yaşama gibi çılgınlığı karşısında, kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici
bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil, tüketici bulmak,
isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmaktır artık.
Madem soğuktan ve açlıktan titreyip duran Avrupa işçileri kendi dokudukları
kumaşlardan giysi yapmak, ürettikleri şarapları içmek istemiyorlar, o zaman
fabrikacılarla açıkgözler, sağa sola koşuşturup, bu ürünleri giyecek ve
içecek insanları aramaya gitmek zorundadırlar. Avrupa'nın her yıl, dünyanın
dört bir bucağında, bunları ne yapacaklarını bilmeyen insanlara sattıkları
yüzlerce milyon ve milyar maldır bunlar. (18) Ama keşfedilen kıtalar
yeterince geniş değildir, ayak basılmamış ülkeler gerekmektedir. Avrupalı
fabrikacılar, gece gündüz Afrika'yı, Sahra Çölü'nü, Sudan demiryolunu
düşünüyor; Livingstoneların, Stanleylerin, Du Chailluların, Brazzaların
başarılarını kaygıyla izliyor, bu yiğit gezginlerin olağanüstü öykülerini,
ağızları bir karış açık dinliyorlardı. Ne bilinmez, şaşırtıcı şeyler
saklıyordu şu "Kara derililer kıtası!" Tarlaları fildişleriyle kaplı,
hindistancevizi yağlarıyla dolu ırmaklarda kumla karışık altın pulları
akmakta, milyonlarca zencinin, Dufaure ve Girardin'in yüzleri gibi
çırılçıplak kıçı, örtünmek için pamukluları, uygarlığın erdemlerini öğrenmek
için schnaps şişelerini ve kutsal kitapları beklemektedir.
Ama, her şey etkisiz ve yetersizdir: Karnı tok, sırtı pek kentsoylular,
sayıca üretici sınıfı aşan uşaklar sınıfı, boğazlarına kadar Avrupa
mallarına boğulan yabancı ve vahşi uluslar; hiç, hiçbir şey, Mısır
ehramlarından daha yüksek ve kocaman mal yığınlarını satmayı başaramaz:
Avrupa işçilerinin üretkenliği, her türlü tüketim ve savurganlığa meydan
okuyor. Çılgına dönen üreticiler, işçilerinin düşüncesiz, düzensiz ve sapık
tutkularını doyurmak amacıyla hammadde için nereye başvuracaklarını
bilemiyorlar hiç. Yün üretilen eyaletlerimizde, yarı yarıya çürümüş ve kirli
paçavralardan, seçimlerde verilen sözler kadar ömürleri olan bezler
dokuyorlar. Lyon'da ipek liflerine, basitliğini ve doğal esnekliğini
koruyacak yerde, ağırlığını artıran mineral tuzlar ekleyerek onu
gevrekleştirip, pek kullanılmaz duruma sokuyorlar.
Ürettiğimiz tüm mallar, sürümleri kolay olsun ama çok dayanmasın diye, bile
bile üstünkörü yapılıyor. Ürünlerinin nitelikleri dolayısıyla insanlığın ilk
dönemlerine nasıl taş çağı, tunç çağı deniyorsa, bizim çağımıza da
kalpazanlar çağı denecektir. Bilgisizler, bizim sofu sanayicilerimizi
dalaverecilikle suçluyorlar. Oysa, gerçekte onları harekete geçiren düşünce,
elleri kolları bağlı yaşamaya katlanamayan işçilere iş sağlamaktır. Tek
dürtüleri insanca bir duygu olan, ama sahteciliği uygulayan fabrikacılara
büyük kazançlar sağlayan bu davranışlar, malların niteliği bakımından çok
kötü ve insan gücü savurganlığının tükenmez bir kaynağıysalar da,
kentsoyluların insansever becerilerini ve işçilerin o korkunç sapıklığını
kanıtlar. O işçiler ki, çalışma sapıklıklarını doyurmak için, sanayicileri
vicdanlarının sesini bastırmaya ve ticari dürüstlük yasalarını çiğnemeye
zorlamaktadırlar.
Bununla birlikte, aşırı mal üretimine ve sanayideki sahteciliğe karşın,
işçiler "İş, iş istiyoruz!" diye piyasayı tıka basa dolduruyorlar. Sayıca
çoklukları, tutkularını durduracak yerde, en aşırı noktalara vardırıyor. Bir
çalışma fırsatı ortaya çıkmayagörsün, üstüne üşüşüyorlar. O zaman, gözleri
doysun diye 12, 14 saat çalışma istiyorlar ama, ertesi gün yine kendilerini
kaldırımlara atılmış buluyorlar, sapkınlıklarını besleyecek hiçbir şey de
elde edemeden. Her yıl, bütün sanayi dallarında, mevsimlerin şaşmazlığıyla
birlikte işsizlik yeniden gelip çatıyor. Beden için öldürücü olan aşırı
çalışmanın yerini 2 ve 4 aylık tam dinlenme alıyor. Artık ne iş var, ne de
yiyecek içecek parası. Madem işçilerin yüreğine çalışma sapkınlığı
ibliscesine çakılıp kalmıştır, madem kaçınılmaz gereksinimleri bütün öbür
doğal içgüdülerini bastırıyor, madem toplumun istediği çalışma süresi ister
istemez hammaddenin tüketimi ve bolluğuyla sınırlıdır, öyleyse niçin bütün
bir yılın işi altı ayda tüketilsin? Niçin yıllık çalışma aynı biçimde 12 aya
dağıtılmasın ve altı ay içinde 12 saatlik bir sindirim güçlüğüne uğrayacak
yerde, her işçi altı ya da beş saat çalışmayla yetinmeye zorlanmasın?
Günlük işlerinden güvenli olan işçiler, artık birbirlerini kıskanmayacak,
birbirinin elinden işini, ağzından ekmeğini kapmak için dövüşmeyecek, o
zaman, bedence ve ruhça yıpranmad an tembellik erdemlerinin tadını çıkarmaya
başlayacaklardır.
Sapkınlıklarının aptallaştırdığı işçiler, herkese iş sağlanması için, su
sıkıntısı çekilen bir gemide olduğu gibi, işin bölüşülmesi gereğini
kavrayacak zekâya ulaşamamışlardır. Bununla birlikte, sanayiciler,
kapitalist sömürü adına, uzun zamandan beri, çalışma gününün yasal olarak
sınırlanmasını istemişlerdir. 1860 Meslek Eğitimi Komisyonu'nda, Guebwiller
bölgesinde Alsace'ın en büyük yapımevi sahiplerinden Bay Bourcart, "günde 12
saatlik çalışma çok fazladır, 11 saate indirilmelidir. Cumartesi günleri
saat 2'de işe son verilmelidir" diyor ve şunları ekliyordu: "İlk bakışta
harcamaları artırıcı görünse de, bu önlemin kabulünü salık veririm. Sanayi
kurumlarımızda bunu dört yıl boyunca denedik ve sonuçtan hoşnutuz. Ortalama
üretim, azalacağına artmıştır."
"Makineler" adlı incelemesinde Bay F. Passy, Belçikalı büyük sanayici Bay.
M. Ottavaere'in şu mektubunu alıntılıyor:
"Makinelerimiz, İngiliz iplik makinelerinin aynısı olmakla birlikte,
gerekeni, yani İngiltere'de günde iki saat daha az çalışan aynı makinelerin
ürettiğini üretemiyor... Bizler iki saat daha fazla çalışıyoruz. Benim kanım
şu ki, 13 yerine yalnızca 11 saat çalışırsak, aynı üretimi yapar ve
dolayısıyla da daha tutumlu üretebiliriz."
Öte yandan, Bay Leroy-Beaulieu, Belçikalı büyük bir fabrikacının
gözlemlerine dayanarak, bir bayram gününe raslayan haftalarda, üretimin
normal haftalardakinden aşağı düşmediğini ileri sürüyor. (19)
Ahlakçıların saf bulup aldattığı halkın hiçbir zaman yapmayı göze alamadığı
şeyi bir soylular hükümeti yaptı. Fabrikalarda günlük çalışma saatini 11'e
indirmenin İngiliz sanayisi için yıkım olacağını bas bas bağıran uğursuz
ağızlı ekonomicilerin ahlak ve sanayiye ilişkin görüşlerini hiçe sayan
İngiliz hükümeti, sıkı sıkıya uygalanan bir yasayla günde 10 saatten çok
çalışmayı yasakladı. Peki ne oldu? İngilizler, eskiden olduğu gibi, sonra
da, dünyanın birinci sanayi ulusu olarak kaldı. (20)
Büyük İngiliz deneyimi ortada, birtakım akıllı kapitalistin deneyimi ortada.
Bu, insan soyunun üretkenliğini güçlendirmek için, çalışma saatlerini
azaltma, ödemeleri ve bayramları artırmak gerektiğini su götürmezcesine
kanıtlıyor. Gel gör ki, Fransız halkının buna aklı yatmış değil. Ama, eğer
çalışmada iki saatlik önemsiz bir azaltma, on yılda İngiliz üretimini 3'te
1'e yakın oranda artırmışsa, günlük yasal çalışma saatinin 3'e indirilmesi,
Fransız üretimine ne denli başdöndürücü bir ilerleme sağlar, düşünün bir.
İşçiler anlamayacaklar mı ki, aşırı ölçüde çalışarak, kendilerinin ve çoluk
çocuklarının gücünü tüketmekteler; tükene tükene vaktinden önce hiç
çalışamaz olacaklar; bir tek sapkınlığa kendilerini kaptıra kaptıra
aptallaşıp, artık birer insan taslağına dönüşecekler; o kudurgan çalışma
çılgınlıklarını ha babam ha ayakta tutmak için, kendilerindeki bütün
yetileri öldürecekler.
Ne yazık! Arcadia papağanları gibi ekonomicilerin dediklerini yineleyip
duruyorlar: "Çalışalım, ulusal zenginliği artırmak için çalışalım!" diye.
Ey aptallar! Sizler aşırı ölçüde çalıştığınız içindir ki, sanayi avadanlığı
çok yavaş gelişiyor. Anırmayı bırakın da bir ekonomiciye kulak verin: Çok
akıllı bir adam değil, birkaç ay önce yitirme mutluluğuna erdiğimiz Bay L.
Reybaud'dur bu:
"Çalışma yöntemlerinde devrim, genel olarak, el emeğine göre ayarlanır.
İşçiler, yaptıkları işi düşük fiyata sağladıkları sürece, patronları bol bol
onları şımartırlar, gördükleri işler daha pahalıya mal olunca da yüz
vermezler onlara" (21).
Kapitalistleri, tahta ve demirden makinelerini geliştermeye zorlamak için,
ücretleri artırmak, et ve kemikten oluşan makinelerin (yani işçilerin)
çalışma saatlerini azaltmak gerekir. Bunu destekleyen kanıtlar var mı?
Yüzlerce bulunabilir. İplikçilikte mekik tezgâhı, Manchester'de icat edilip
eskisinden daha uzun süre uygulandı.
Amerika'da makine, tarımsal üretimin tüm alanlarını doldurdu, tereyağı
üretiminden buğdayın yabani otlardan ayıklanmasına kadar. Niçin? Çünkü,
özgür ve tembel olan Amerikalı, Fransız köylüsünün sığırımsı yaşamını
benimsemektense, bin kez ölmeyi yeğler. Anlı şanlı Fransamızda çok zahmetli,
bıkkınlık ve yorgunluk yaratmakta eşsiz olan çiftçilik, Batı Amerika'da açık
havada yan gelip tembel tembel pipo tüttürülerek yaşanan hoş bir vakit
geçirme işidir.
YENİ MÜZİĞE YENİ SES
Eğer çalışma saatlerini azaltarak toplumsal üretime yeni makine güçleri
kazandırılıyorsa, işçileri, ürettikleri malları tüketmeye zorlayarak büyük
bir iş ordusu kazanılmış olur. O zaman, evrensel tüketimci görevinden
kurtulmuş olan kentsoylu sınıfı, tüketmede ve savurganlıkta kendisine
yardımcı olmaları amacıyla, yararlı uğraşlarından koparıp aldığı asker,
yargıç, berber, pezevenk vb. güruhunu bir an önce başından atmaya
çalışacaktır. İşte o zaman, iş piyasası dolup taşacak ve çalışmayı
yasaklayan demir gibi sert bir yasa koymak gerekecek: tahta bitlerinden daha
kalabalık, üretmeyen işçi yığınına iş bulmak olanaksızlaşacak. Bunlardan
sonra da anlamsız ve pahalıya mal olan gereksinim ve zevklerini karşılamakta
olan kişileri düşünmek gerek. Artık, sırmalar takınacak uşaklar ve
generaller, dantellere boğulacak evli ve bekãr orospular, delik açan toplar,
yapılacak saraylar olmayınca, o zaman, sırma, dantel, ütü ve inşaat
işlerinde çalışan kadın-erkek işçileri, sağlıklarını kazandırmak ve
soylarını geliştirmek için, sert yasalarla kürek sporları, dans ve bale
figürleri yapmaya zorlamak gerekecek. Olduğu yerde tüketilmeyen Avrupa
ürünleri çöpe atılmayacağına göre, gemicilerin, küçük tekne sahiplerinin,
kamyoncuların oturup derin derin düşünmeleri gerek. O zaman, çok mutlu
Polinezyalılar, uygarlaşmış Venüs'ün tekmelerinden ve Avrupa'nın ahlak
hocalarından korkmaksızın, sere serpe sevişmeye bırakabileceklerdir
kendilerini.
Dahası, günümüz toplumunun tüm gelir yoksullarına iş bulmak, kentsoylular
gibi, perhizli zevklerini ve tüketici yeteneklerini sonuna kadar zorlamak
gerek. Bir ya da iki onsluk kösele gibi et yiyeceğine, canı isterse, bir ya
da iki librelik güzel bifteği indirecek midesine; kötü şarabı kararında
içecek yerde, Papa'dan daha da katolikleşerek Bordeaux ve Burgonya
şaraplarını, sanayi suyu katmadan, ağzına kadar dolu derin bardaklardan
içecek, suyu da hayvanlara bırakacak.
İşçiler, demir-döküm ve arıtma fabrikalarında, kapitalistleri, zorla 10 saat
çalıştırmayı koymuşlar kafalarına. Büyük bir yanılgıdır bu, toplumsal
uyuşmazlık ve içsavaş nedeni. Çalışmayı savunmak gerekirdi, yoksa zorla
kabul ettirmek değil. Rothschildlerin, Sayların, yaşamları boyunca tam
anlamıyla ciğeri beş para etmez birer insan olduklarını kanıtlamalarına yer
verilecektir. Eğer çalışma yolundaki genel alıştırmalara karşın, eskisi gibi
tam anlamıyla aylak yaşamlarını sürdürmeye ant içerlerse fişlere
geçirilecekler ve bağlı oldukları belediyelerden, her sabah, ufak tefek
eğlence parası olarak 20'şer frank alacaklardır. Toplumsal uyuşmazlıklar son
bulacak, ilk önce gelir sahipleriyle kapitalistler, kendilerine kötülük
yapılması şöyle dursun, daha doğuştan beri bellerini büken fazla tüketim ve
savurganlıktan kurtarılmak istendiklerine akılları yattı mı, halkın yanında
yer alacaklardır. Beş para etmez niteliklerini kanıtlayamayan kentsoylulara
gelince, onlar içgüdüleriyle baş başa bırakılacaklardır. Onları
yerleştirecek yeterince iğrenç iş var: Dufaure genel helaları temizleyecek.
Galliffet uyuz domuzları ve karnı şiş atları kesip biçecek. Poissy'ye
(Merkez Tutukevi) gönderilen Son Darbe Komisyonu üyeleri, kesilecek
sığırları ve koyunları damgalayacak, cenaze törenlerine katılıp duran
senatörler, cenazede tabut taşıyıcısı rolünü oynayacaklardır. Başkaları için
de, zekâlarına yaraşır işler bulunacaktır. Lorgeril ve Broglie, şampanya
şişelerini tıpalayacaklar, ama sarhoş olmalarını önlemek için ağızlarına
tasma takılacaktır. Ferry, Freycinet ve Tirard bakanlıklarının ve başka kamu
kurumlarının tahtakurularını, bit ve pirelerini öldüreceklerdir. Bununla
birlikte, alışmışlık kudurmuşluktan beter olduğu için, Devlet gelirlerini
kentsoylulardan uzak tutmak gerekecektir.
Ama insan doğasını soysuzlaştıran ahlakçılardan, yobazlardan, iki yüzlü
insanlardan, sahte sofulardan ve "dünya âlemi dolandırmak için kılık
değiştirmiş başka mezhep insanlarından" uzun uzun ve hoyratça öç
alınacaktır. Çünkü sıradan halka, yalnızca derin düşüncelere daldıklarını,
insanların küçük kırılganlıklarını gerçekten desteklemek için oruç
tuttuklarını ve nefislerine eziyet ettiklerini söylüyorlar. Oysa tam
tersine, işin bokunu çıkarıyorlar. Tanrı bilir nasıl! Romalı Curius gibi
görünüp, Şarap Tanrısı gibi yaşıyorlar. Kükürtlü pudralar kullanmasalar,
kıpkırmızı suratları ve şiş göbekleri apaçık ortaya çıkar.
Büyük halk şenliklerinde komünistlerle kolektivistler, kentsoylu sınıfın 15
Ağustos ve 14 Temmuzlarındaki gibi toz toprak yutacak yerde, şişeleri
fırlatacak, domuz sucuklarına saldıracak, maşrapaları havalara uçuracaklar.
Tinsel ve Siyasal Bilim Akademisi üyeleri, ekonomiciler, Katolik, Protestan,
Yahudi, pozitivist ve özgür düşünceli kilisenin kısa ve uzun cüppeli
papazları, Malthusçuluğun ve Hıristiyan ahlakının özgeçili, bağımsız ya da
bağımlı, sarı giysili propagandacıları, parmaklarını yakarcasına şamdanları
tutacaklar ve Galyalı kadınlarla, etler, meyveler ve çiçeklerle dopdolu
masalarda, aç açına yaşayacak ve dolup taşan fıçıların yanı başında
susuzluktan öleceklerdir. Yılda dört kez, mevsim değişimlerinde, bileyici
köpekleri gibi onlar da büyük çarkların içine sokulacak ve on saat boyunca
boşu boşuna çarkı döndürmeye mahkûm edileceklerdir.
Avukatlarla hukukçular da aynı cezaya çarptırılacaklardır.
Tembellik rejiminde, bizi her saniye yok eden zamanı öldürmek için, sürekli
gösteriler ve tiyatro oyunları olacaktır: bu, bizim kentsoylu
anayasacılarımız için cuk oturmuş bir uğraştır.
Takımlar halinde düzene konup panayırları ve köyleri dolaştırarak yasama
temsilleri verdirilecektir onlara. Ayakları çizmeli, göğüsleri kordonlar,
şövalye nişanları, legion d'honneur haçlarıyla süslü generaller, sokaklara,
alanlara dökülüp iyi insanları askere alacaklardır. Gambetta ve o dalavere
ortağı Cassagnac kapı şarlatanlığı yapacaklardır. Cassagnac, yiğit taslağı
kılığı içinde, gözlerini fıldır fıldır oynatıp bıyıklarını bura bura,
ağzından alevli üstüpüler saçarak, babasının tabancasıyla herkesi yıldıracak
ama, kendisine Lullier'in portresi gösterilince bir çukura atlayıp ortadan
kaybolacaktır. Gambetta, dış politika ve kendini etkileyen ve Türkiye'yi
tongaya düşürmek için Avrupa'yı ateşe verecek olan küçük Yunanistan ve büyük
Rusya üzerine de söylevler çekecek. O Rusya ki, Prusya ile yapmaya söz
verdiği uyuşmayı hiçe indirmekte, Doğu'da çıkarını sağlamak, içeride
nihilizmi yok etmek amacıyla Avrupa'nın batısında her gün hır gür çıkarmayı
ummaktadır. Ayrıca, genel afla ilgili konuşmasına izin vermek lütfunda
bulunan Bay Bismarck üzerine de söylevler verecek, sonra da, üç renge boyalı
o geniş göbeğini cascavlak açıp tepikleye tepikleye halkı toplantıya
çağıracak, tarımı desteklemek ve Belleville'de seçmenlerini sevindirmek için
de, Margaux ve Yquem'de mideye indirdiği minik hayvanları, yelvekuşlarını,
mantarları bir bir sayacak.
Baraka içinde, "Seçim Güldürüsü" ile başlanacaktır işe. Odun kafalı ve eşek
kulaklı seçmenler, palyaço kılıklı kentsoylu adayları, politik özgürlükler
dansını oynayacaklar; yüzlerini ve kıçlarını binbir söz verilen seçim
programlarıyla silecek, göz yaşları içinde halkın yoksulluğundan ve bakırsı
sesleriyle Fransa'nın zaferlerinden söz edeceklerdir. Seçmenlerin kafaları
da, koro olarak ve vargüçleriyle "ahi, ahi!.." diye anıracaklardır.
Sonra büyük oyun başlayacaktır. "Ulus Mallarının Yağmalanması Oyunu".
Yüzü kıllı, kafası dazlak, yıpranmış, eti pörsümüş, şiş ve solgun, gözleri
fersiz, uykulu ve esneyeduran koskoca bir dişi olan Fransa, boylu boyunca
kadife bir kanepeye uzanmış. Ayaklarının ucunda, maymun maskeli, koskoca
demir bir gövde, acılı ve yürek paralayıcı çığlıkları dünyayı tutan erkek,
kadın ve çocukları habire yutmakta, robotçasına. Sansar burunlu, sırtlan
gövdeli ve canavar pençeli banka, yüzer meteliklerini kaşla göz arasında
çalmakta ceplerinden. Bir deri bir kemik kalmış, partallar içindeki aç susuz
işçi sürüleri, süngü takmış jandarmalar eşliğinde kapitalist Fransa'nın
ayağına taşıyorlar küme küme malları, şarap fıçılarını, altın ve buğday
çuvallarını. Langlois, bir elinde külotu, öbüründe Proudhon'un vasiyeti,
bütçe defteri dişleri arasında, ulus mallarının savunucularının başına geçip
nöbet tutmaktadır sopa ve süngü zoruyla. Yükler yerli yerine konunca,
işçilerini kovduruyor, kapıları sanayicilere, tüccarlara ve bankacılara
açıyorlar.
Karmakarışık yığına atılıyorlar, pamukları, buğday çuvallarını, altın
külçelerini yutup, fıçıları boşaltıyorlar; güçleri kesilince, kir pas
içinde, iğrenç ve tiksinç, kendi çöpleri ve kusmukları içine gömülüyorlar; o
zaman gök gürlüyor, yeryüzü sarsılıp açılıyor, tarihsel yazgı çıkıyor
ortaya; demir ayağıyla hıçkıranların, sendeleyenlerin, düşenlerin, artık
kaçamayanların kafasını eziyor ve geniş eliyle, şaşkın ve korkudan terler
döken kapitalist Fransa'yı deviriyor. Eğer işçi sınıfı, kendine egemen olan
ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç gücüyle ayaklanır ve bunu
kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan "İnsan Hakları"nı, "Yoksulluk
Hakkı"ndan başka bir şey olmayan "Çalışma Hakkı"nı istemek için değil de,
her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez
bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye,
içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacaktır... Ama, kapitalist ahlakın
yoldan çıkardığı bir işçi sınıfından, mertçe bir karar nasıl istenebilir?
İşçi erkek, kadın ve çocuklar, yüz yıldır, binbir zahmetle acının çarmıhlı
tepesine tırmanmakta. Eskiçağ köleliğinin hazır ve canlı örneği İsa gibi.
Yüz yıldır, zor altında çalışmakta, kemiklerini kırmakta, etlerini
örselemekte, sinirlerini kırbaçlamakta. Yüz yıldır açlık bağırsaklarını
burmakta, beyinlerini sanrılara salmakta...
Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu
erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!
EK
Bizim ahlakçılar pek alçakgönüllüdürler. Çalışma dogmasını icat etmişler
ama, ruhu dinginleştirmek, aklı neşelendirmek, böbreklerle öbür organların
iyi çalışmasını sağlamaktaki etkinliğinden kuşku duyuyorlar. Onu,
kötülüklerini bağışlamak ve yetkilendirmekle görevli oldukları
kapitalistlere yöneltmeden önce, değersiz deney hayvanı üstünde, yani halk
üstünde denemek istiyorlar.
Ama, siz düzinesi beş para etmez filozoflar! Uygulamasını efendilerinize
salık verme cesaretini gösteremediğiniz bir ahlak oluşturmak için neden kafa
patlatıyorsunuz? Onca övündüğünüz çalışma dogmanızın alaya alındığını,
kınandığını görmek ister misiniz?
Eskiçağ uluslarının tarihine, filozoflarıyla hukukçularının yazdıklarına bir
bakalım:
Tarihin babası Herodotos şöyle diyor: "Yunanlıların çalışmaya karşı
duydukları tiksintinin Mısırlılardan geçtiğini söyleyemem. Çünkü aynı
tiksintiye, Trakyalılar, İskitler, Persler ve Lidyalılarda da raslıyorum;
kısacası, barbarların çoğunda, mekanik sanatları öğrenenlere ve onların
çocuklarına ikinci derecede yurttaş gözüyle bakılmaktadır... Bütün
Yunanlılar, özellikle Lakedemonyalılar, bu ilkelerle yetiştirilmişlerdir..."
"Atina'da, yurttaşlar, tıpkı ataları vahşi savaşçılar gibi, yalnızca
toplumun savunması ve yönetimiyle uğraşan gerçek soylu kişilerdi. Kafa ve
beden güçleriyle durmadan Cumhuriyetin çıkarlarını gözetmek zorunda
oldukları için, bütün işleri, kölelerin sırtına yüklüyorlardı.
Lakedemonya'da da, soyluluklarına toz kondurmamak için, ne iplik büker, ne
de örgü örerlerdi."
"Romalılar, yalnızca soylu ve özgür iki meslek bilirlerdi: Tarım ve
askerlik. Bütün yurttaşlar, geçimlerini sağlamak için, yasal olarak kölelere
özgü hiçbir aşağılık iş (meslekleri böyle tanımlıyorlar) yapmak zorunda
kalmıyorlardı. Devlet hazinesinden yararlanıyorlardı. Brutus (yaşlı), halkı
ayaklandırmak için, özellikle tiran Tarquinius'u, zanaatçılarla duvarcıları
özgür yurttaş yapmakla suçladı."
Eski çağ filozofları, düşüncelerinin kökeni üstünde tartışıyor ama,
çalışmaktan tiksinme konusunda anlaşıyorlardı.
Platon, "Devlet" adlı örnek alınacak toplumsal ütopyasında şöyle diyor:
"Doğa, ne kunduracı yaratmıştır, ne de demirci. Bu tür uğraşlar, onları
uygulayan insanları, o aşağılık ücretlileri, durumları dolayısıyla siyasal
hakları olmayan adsız sefilleri alçaltmaktadır. Yalan söylemeye ve aldatmaya
alışık tüccarlara gelince, onlara kentte kaçınılmaz bir kötülük olarak
katlanılabilir ancak. Dükkân ticaretiyle alçalan yurttaş, bu suç için
kovuşturulacaktır. Suçu belli olursa bir yıl hapis cezasına
çarptırılacaktır. Suçun her yinelenişinde ceza iki katına çıkacaktır..."
Ksenophon, "Oikonomikos" adlı yapıtında şöyle yazıyor: "Kendilerini kol
işlerine adayanlar, hiçbir zaman Devlet görevlerine getirilemeyeceklerdir,
bu da yerinde bir şeydir. Çoğu, bütün gün oturmaya, kimileri de sürekli acı
çekmeye mahkûm olan bu insanların bedenleri ister istemez bozulacak, ruhları
da bundan etkilenecektir."
"Bir dükkândan yüz ağartıcı ne çıkabilir," diyor Cicero ve ekliyor: "ticaret
ne üretebilir namusuyla? Dükkân adını taşıyan hiçbir şey dürüst bir insana
yaraşmaz (...) tüccarlar, yalan söylemeden kazanç elde edemezler, oysa
yalandan daha utanç verici ne vardır! Öyleyse, emeklerine ve zanaatlarına
aşağılık bir şey gözüyle bakabiliriz. Çünkü, her kim ki emeğini para
karşılığında verirse, kendini satmış ve köle durumuna düşmüş olur."
Çalışma dogmasının aptallaştırdığı işçiler! Kıskanç bir özenle sizden uzak
tutulan bu filozoflara kulak verin: Emeğini para karşılığında sunan bir
yurttaş köle durumuna düşüp alçalır, yıllar boyu hapisleri hak eden bir suç
işlemiş olur.
Hıristiyan ikiyüzlülüğü ve kapitalist yararcılığı, bu Eskiçağ
cumhuriyetlerinin filozoflarını yozlaştıramamıştır. Özgür insanlara
seslenirken düşüncelerini dile getiriyorlardı onlar içtenlikle.
Counsinlerimizin, Carolarımızın, Simonlarımızın tırnağı bile olamadıkları
düşünür Platon ve Aristoteles, ideal devlet yurttaşlarının en büyük boş
zaman içinde yaşamalarını istiyorlardı; çünkü Ksenophon'a göre "çalışma
bütün zamanı alır ve onunla birlikte Devlet'e ve dostlarına hiç boş zaman
kalmaz." Plutarkhos'a göre de, soyunun hayranlığını kazanan Lykurgos'un
"insanların en bilgesi" sayılması, herhangi bir mesleği yasaklayarak
Devlet'in yurttaşlarına boş zaman sağlamasından kaynaklanıyordu.
Bastiatlar, Dupanloup, Beaulieu, Hıristiyan ve kapitalist ahlakçı takımı
şöyle yanıt verecektir: "iyi, güzel ama, dönemlerinin ekonomik ve politik
koşullarında, nasıl başka türlü olabilirdi bu?"
Eskiçağ toplumlarının normal durumu buydu. Özgür insan, zamanını Devlet
işlerini tartışmak ve savunmasını kollamakla geçirmek zorundaydı. O dönemde
meslekler, çalışanların askerlik ve yurttaşlık görevlerini yapamayacağı
kadar ilkel ve kabaydı. Savaşçı ve yurttaş edinmek için filozoflarla yasa
koyucular, söylenceye mal olmuş devletlerde kölelerin varlığını hoşgörmek
zorundaydılar.
Ama kapitalizmin ahlakçıları ve ekonomicileri, günümüzün köleliği olan
işçiliği salık vermiyorlar mı? Kapitalist kölelik, kimlere boş zaman
sağlıyor? Kötü alışkanlıklarının ve uşaklarının kölesi olan yararsız ve
zararlı Rosthschildlere, Schneiderlere ve Madonna Boucicautlara.
"Kölelik önyargısı Pythagoras'ın ve Aristoteles'in ruhuna egemendi" diye
yazmışlardır küçümseyerek.
Ama bununla birlikte Aristoteles şunu önceden görüyor ve şöyle diyordu:
"Daidalosa'nın başyapıtlarının (yontular) kendiliğinden devinebildiği ve
Vulcanus'un sacayaklarının kendiliğinden kutsal işine koyulabildiği gibi,
eğer her araç, hiçbir uyarı olmadan ya da kendiliğinden görevini yerine
getirebilseydi; eğer, örneğin dokumacıların mekikleri kendiliğinden
dokuyabilseydi, işlik şefinin artık yardımcılara, efendinin de kölelere
gereksinimi olmazdı." Aristoteles'in düşü, bizim gerçeğimizdir. Ateş
soluklu, çelik parçalı, yorulmaz, olağanüstü verimli, tükenmek bilmeyen
makinelerimiz, kutsal görevlerini uslu akıllı yerine getiriyorlar
kendiliklerinden. Ama, bununla birlikte kapitalizmin büyük filozoflarının
dehası, kötülüklerin en kötüsü olan işçilik önyargısının etkisinde
kalmaktadır.
Hâlâ anlamıyorlar makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğunu; insanı aşağılık
ve ücretli işlerden kurtaracak olan, azat eden, boş zaman ve özgürlük veren
Tanrı olduğunu.