Tasavvuf ve Mevlana
Ceyhun Aksaç
Tasavvuf simgesi olarak yün elbise giyinirler.
Tasavvuf, İslam inanışına göre, ruhu kötü huylardan temizleyip (safa),
hakiki bilgiye (yakın) ulaşma yoludur. Sufizm olarak da adlandırılır.
Kavramları netleştirmek için mistisizm ile tasavvuf arasında herhangi bir
ilişki olmadığını hatırlatmak gerekir. Mistisizm Hrıstiyanlığa mahsustur.
Mistisizmin hedefi sevgidir. Tasavvufun hedefi ise akıl ile kavranamayan
Allah'ın varlığını kavramak yani müsahade ve yakındır. Mistik kişi dünyada
edilgendir ve kendisine verilenle yetinir. Tasavvufçu ise bir amaca yönelik
olarak bir şeyh önderliğinde sürekli ilerleme amacını taşır. O nedenle
mistisizmde şeyhler yoktur.
İslam tasavvufunun kaynağı olarak İslam peygamberinin peygamberlikten önce
Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilebilir. Nitekim Peygamber orada
nefsini terbiye ile uğraşmış ve halktan uzak durmuştur. Bunun neticesinde
kalbi peygamberliğe hazır hale gelmiştir. Veliler de peygamberlerin
varışleri olarak aynı yolu takip etmiştir.
Tasavvuf kelimesinin hangi kökten geldiği konusu tartışmalıdır. Zaten
tasavvufçular için çok da önemli değildir bu. Arınma anlamındaki safa, yün
giyinen anlamındaki sufi kökleri en çok itibar edilenlerdir. Zira tasavvuf
arınmadır ve tasavvufçular bir fakirlik
Veli kelimesi, dost anlamındadır. Tasavvufta ise Allah Dostu demektir.
Evliya ise Veli'nin çoğuludur.
Yakın, birşeyin varlığı hakkında gözüyle görmüş eliyle dokunmuş gibi bir
inanç oluşturmak demektir. Tasavvufa girenin bir amacı da yakın elde
etmektir. Pek çok düşünür ölüm, yokluk, ebedilik, tanrı ve neden yaratıldığı
gibi konularda kafa yormuştur. Yakın, bu sorulara nefsi tatmin edecek, «iki
kere iki dört eder» sağlamlığından öte bir cevap bulmaktır.
Tasavvufun bazı konuları felsefenin alanlarına girmektedir. Ancak tasavvuf
bir felsefi ekol değildir. Zaten tasavvuf akla değil ilhama dayanır. Ancak
bu tasavvufun aklı reddettiği şeklinde algılanmamalıdır. Tasavvuf aklı
yalnızca maddi dünya için bir hüccet (delil) olarak kullanır. Ancak
metafizik alemin anlaşılması için aklın yetersiz olduğunu iddia eder. Çünkü
akıl ürünü bilgilerin temelini meydana getiren düşünme ve tasavvur etme.
algıya yani duyu organlarının çevre ile etkileşimine dayanır. Algılardan
soyutlanmış bir tasavvur olamaz. Metafizik alem veya gayb alemi algı alanı
içinde olmadığına göre akıl bu alanda nasıl hüküm veren olabilir?
Bilginin temel kaynağı nedir? Duyu organlarımızla edindiğimiz tecrübelere ne
kadar güvenebiliriz? Akıl herşeyi izaha yeterli mi? Madem akıl duyu
organlarımızla hissettiklerine binaen karar veriyor; o halde maddi olmayan
şeyler hakkında aklin karar vermesi ne kadar doğrudur?
Gazali bu konuda rüyayı örnek verir. Eğer insanlar rüyayı bilmemiş olsa idi
ve birisi deseydi ki "Ben dün gece Çin'e gittim, sonra uçarak geri döndüm"
kimse inanmazdı ona. Oysa herkes rüyayı bildiği için buna itiraz eden
olmuyor ve nasıl olmuş olduğunu biliyor. Aynı şekilde insanoğluna Ahiret,
Cennet. Cehennem, Melekler, Tanrı gibi kavramlardan bahsedildiğinde insan
önce reddetme yoluna gider. Bunlar hakkında rüya hakkında olduğu gibi bilgi
sahibi değildir. O nedenle bunları akla uygun bulmayarak reddeder. Oysa bu
reddediş rüyayı reddetmek kadar geçersizdir.
Akıl dışında bir diğer bilgi kaynağı da nakildir. Peygamberlerin
getirdikleri bilgi dışındaki bilgileri güvenilir bulmayan bu kesime örnek
olarak Hanbeli mezhebebinin kurucusu imam Ahmed bin Hanbel verilebilir.
iman, işte bu vahye dayalı nakle teslim olmak demektir. iman ispat
gerektirmez. Yani din hükümleri akıl ile ispat edilerek kendilerine iman
edilmez. Zaten ispat edilir olsaydı cennet-cehennem ve sınav hikmeti
olmazdı. Çünkü aklın ispat ettiği birşeyi her akıl kişi kabul etmek zorunda
kalır. Kişi dinin hükümlerini ispat ederek iman etmez ancak dinin akla
aykırı olmadığını test etmek isteyebilir. ikisi ayrı konudur.
işte bu akıl ve naklin onlarca çeşidi olmakla birlikte temelde yukarıda
bahsedilen ilkelere dayanırlar. Tasavvuf işte bu ikisi arasında bilginin
başka bir kaynağı olduğu iddiasındadır. Nefsi temizleyip Allah'tan gelen
ilhamlara hazır hale getiren bir veliye Allah'ın izni ile gayb
(bilinmeyenlerin) kapısı açılır. Bu yola girenler ilerledikçe o kapıların
teker teker açılışını izlemektedirler. Her ilerleyişinde yeni bir makama
varır, bir önceki makamı geride bırakır. Her makamın kendine özgü pratiği
vardır. Örneğin bazı makamlarda sürekli zikir yapılırken, öyle makamlar
vardır ki kişi o makamda Kur'an-ı Kerim bile okumaz ve yalnızca tefekkür
eder.
Tasavvuf teorik bir ilim değildir. Bilakis pratiktir. Bu nedenle bu ilme
kavuşmak için bu yola girmek ve nefsi arındırmak gerekir. Yani bu ilmi
bilmekle kişiye Allah katından tartışmasız bilgi gelmez. Gazali akılcı bir
insan bir yönüyle de filozoftur. Tasavvuf ile ilgili teorik bilgiyi
edindikten sonra tasavvuf ile bilgi edinmenin yalnızca pratik ile mümkün
olduğunu görmüş ve Nizamiye Üniversitesi'ndeki rektörlük görevini terkederek
Irak'tan kaçar. Yaklaşık 10 yıl hücre büyüklüğünde bir odada nefsini terbiye
ile uğraşmış ve aklındaki sorulara cevap aramıştır. Bu sırada yaşadıklarını
daha sonra El Munkiz adlı eserinde anlatmıştır. Bu eser felsefe ve tasavvuf
tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Nihayet nefsini temizler ve gayb
perdesi onun için açılır.
Tasavvuf ile elde edilen bilgi şüphe içermez. Çünkü Allah'tan kendisine
verilen bir bilgiden insan şüpheye düşmez. Ancak tasavvufun önde gelen
temsilcileri Haris el-Muhasibi ve Gazali gibi insanları tasavvufa
yönlendiren şey şüphedir. Gazali, filozoflar gibi akıl yolunu tutup bilginin
kaynağını aramıştır. Neye güvenebilirim diye hep sorgulamıştır.
Sonunda duyu organlarının dahi güvenilmez olduğunu düşündüğünü, kendisini
çaresiz ve yalnız hissettiği bir bunalıma düşmüştür. işte bu bunalımdan
tasavvuf yolu ile kurtulduğunu söylemektedir. Tasavvuf şüphe ile taban
tabana zıt olmasına rağmen başlangıcında bir şüphe vardır.
Düşünen her insan için neden var olduğu ve akıbetinin ne olacağı soruları en
mühim sorular olmuştur. Nitekim Tolstoy "İtiraflarım" adlı eserinde inançsız
olduğu zamanlarda içine düştüğü bunalımı anlatmaktadır:
"Sen hayatım dediğin şeysin, sen parçacıkların rastlantı sonucu bir araya
gelmesinden oluşan geçici birşeysin. Parçacıklar bir süre daha bir arada
kalacak. sonra bunlar arasındaki etkileşim duracak ve senin hayat dediğin
şeyinin de, sorularının da bir sonu gelmiş olacak... Her şey boş. Mutlu kişi
henüz doğmamış olandır. Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın
sonucunda ne olacak? Niçin yaşayayım, niçin herhangi bir şeye karşı bir
istek duyayım.
niçin herhangi birşey yapayım? Hayatımın. beni bekleyen, kaçınılmaz olan
ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı? Gogol'dan ya da Puskin'den ya da
Shakespeare'den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü
olacaksın! Olacaksın da ne olacak? Bugün ya da yarın hastalık ya da ölüm.
sevdiklerime ya da bana uğrayacak ve bizlerden geriye leş kokusundan ve
kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er ya da geç yaptığım işler
unutulacak ve ben var olmayacağım. O halde daha fazla çabalamak niye?...
İnsan bu gerçeği nasıl olur da göremez? Nasıl olur da yaşamaya devam eder?
Artık gece ve gündüzün boyuna yer değiştirip bana ölümü getirişleri
karşısında gözlerimi kapayamıyorum. Tek gördüğüm bu. Çünkü tek gerçek bu.
Geri kalan ne varsa yalan."
Bu ruh haletinden sonra şüphe kendisine bir kapı açar:
"Şimdi anlıyorum ki şayet kendimi öldürmediysem bu, fikirlerimin (yukarıdaki
bunalım fikirleri) geçersiz olduğuna ilişkin belli belirsiz bir
bilinçlilikten kaynaklanıyordu. Şüphem şöyleydi: Ben yani benim aklım
hayatın anlamsız olduğunu kabul etti. Eğer akıldan üstün bir şey yoksa bu
durumda benim için yaşamın yaratıcısı akıldır. Yaşamın var edicisi akılken
yine aynı akıl nasıl olur da yaşamın mantıksız olduğunu iddia edebilir?
Diğer bir deyişle yaşam olmasaydı aklım olmayacaktı, bu yüzden akıl yaşamın
oğludur. Ne var ki akıl yaşamı reddetmektedir. Bu noktada bir şeylerin
yanlış olduğunu hissettim. Yeryüzündeki herşey olabilecek en akıllıca bir
şekilde yerleştirilmiş. Bir tek konumum aptalca."
Mütevazi kişiliğinden dolayı "hal ile ilmi Cüneyd kadar mükemmel bir şekilde
kendisinde birleştiren başka bir sufinin görülmediği" yorumu yapılan
Cüneyd-i Bagdadî mutasavvufu en derin ve en güzel şekilde anlatabilecek
cümlesi şöyledir : "Mutasavvuf daha önce olmuş gibi gözüken ama hâlâ
olmadığını farkeden biridir". Olmak fiili burada birleşimi anlatmaktadır.
Birleşimde kasıt Tevhiddir... Elif harfidir.. Elif harfinin mânasını ise
Semâ'nın anlatımında detaylandırabiliriz.
Şu isimler İslam tasavvufunun önde gelen isimleridir: ABDUL KADİR-İ GEYLANİ
HZ.(K.S), Fudayl bin lyaz K.S, ibrahim Edhem K.S, Bisr-i Hafi K.S, Haris
el-Muhasibi; Cüneyd-i Bagdadi K.S, Beyazid Bestami K.S. imam-i Gazali K.S,
Sah-i Naksibendi K.S. Muhyiddin ibn Arabi K.S ve dosyamızın asıl konusu olan
Mevlânâ Celaleddin Rumi K.S.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi
"Gel, gene gel, gene... Ne olursan ol;
İster kâfir ol, ister Mecusî, ister putperest;
İster yüz kere tövbe etmiş ol, İster yüz kere bozmuş ol tövbeni. Umutsuzluk
kapısı değil bu kapı; Nasılsan öyle gel!..."
Gel... nasılsan öyle gel çağrısını öyle kal olarak algılamamak lazım. Bu
Mevlânâ'nın felsefesine uymayan bir cümle olur. O'nun çağrısına uyup da
gelen, öyle kalmıyor... Bambaşka bir dünyanın bambaşka bir insani oluyor...
Bakırdan altına, kömürden elmasa dönüşüyor... Güzeli ve olmuşu çağırmaya
hacet yoktur..
En önemlisi 'ham'i çağırmak pişirmektir'...
ve
Bu iş, emek ister.. sabır ister fedakarlık ister.. bunları gösterebilmek
içinde aşk ister.. sevk ister.. heyecan ister..
O'nu sevmek için de tanımak gerekir.. Tanımak içinde okumak gerekir ..
Yaşamak gerekir.. Yaşatmak gerekir..
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi kimdir?
Mevlânâ. 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan'in Belh şehrinde dünya'ya geldi...
Kendisi parlak bir yıldız olarak görünüyor bütün Dünya'da. Şimdi bütün
insanlık onu yeniden keşfediyor. Şiirleri Avrupa'da. Amerika'da en çok
okunanlar arasına giriyor. Bir çok yönüyle üstad olarak gözükür.
Ne filozoftur.. Ne şair.. Ne ilim.. Ne de bilim adamıdır.. belkide
hepsidir..
ama en önemlisi ateşli bir Hak aşığıdır.. Mevlânâ'yı seveceğiz.. çünkü onu
sevmek. iyiliği, güzelliği ve ahlakı sevmek demektir..
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars
şair ve düşünce adamıdır.
Rumi adi, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için verilmiştir: o dönemde
Anadolu'ya Diyari-i Rum deniliyordu; «Efendimiz» manasına gelen Mevlânâ ise.
kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir.
Dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Belh
şehrinin bir çok kişi tarafından görülen rüya sonucu Sultan-ül Ulema
(Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddın Veled ın oğludur.
Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı
ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri,
vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli
Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye
anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda
geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu.
Ve gösterdiği başarıdan sonra:
"bilgide esin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli
(gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'ı bırak, onun
gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varışı olursun,
ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi.
Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye
müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam
medreselerinde öğrenimini tamamladı. dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin
gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek
istiyor. Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden
habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incidi. Dönüp
Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da
hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi:
"Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi. sana gelecek. Ben de bir din
aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz".
Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 124Tde orada öldü.
Celaleddin. Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki,
hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma
Fih (Ne Varsa içindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında slk slk hocasından
alıntılar yaptı.
Büyük Buluşma
1244 te Konyanın unlu şeker Tacırlerı hanına baştan ayağa karalar giymiş bir
gezgin indi: Adı semsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli şems) idi. Gezici bir
tüccar olduğunu söylüyordu. Ders saatinin bitiminde iplikçi Medresesin'ne
doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danışmentleriyle birlikte
gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona:
"Ey bilginler bilgini, şöyle bana, Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit
Bistami mi?"
Mevlânâyolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü
şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin
sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?"
Bunun üstüne Tebrizli şems şöyle dedi:
"Neden Hz. Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez
istiğfar ederim' diyor da, Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım,
bedenimin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?"
Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Hz. Muhammed her gün yetmiş makam
aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki
bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu.
Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti,
gücü sınırlıydı; onun için böyle konuştu".
Tebrizli şems bu yorum karşısında "Allah. Allah" diye haykırarak onu
kucakladı. Evet. aradığı O'ydu. Bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn
(iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un
hücresine gittiler ve halvet oldular. Bu halvet süresi tam 6 ay sürdü...
Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir
kişilik. yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ
artık vaazlarını, derslerini, görevlerini. zorunluluklarını, kısaca her
davranışı, her eylemi terk etmişti.
Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz
olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde. bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir
isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile
hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu?
Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli şems'i ölümle
bile tehdit ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı
çok sıkılan Tebrizli şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte
bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık
gerçekleşti ve Tebrizli şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti.
Ayrılık
Tebrizli şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek
istememiş. kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema
meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti.
Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor. gidebileceği her yere gönderdiği
ulaklar aracılığıyla Tebrizli şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları
pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli şems'e
büsbütün kızıp kinlenmekteydiler.
Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı
Tebrizli şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri
dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular.
Tebrizli şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa
süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler.
Ama Mevlânâ ile Tebrizli şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu
durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli şems'ten uzak
tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli şems geldikten sonra
ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema
ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint
alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu.
Tebrizli şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu
Alaeddin Çelebi'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde
olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama
Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de
bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Mevlânâ adeta
deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden
derslerine, dostlarına, işlerine döndü...
Şems'e olan aşkını yokluğu ile varlığı arasında yaşatarak.. Tıpkı Leyla ile
Mecnun gibi...
Felsefesi
Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks. müzik yoluyla en ince yorumlayan
kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından
benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. ingiliz doğubilimcisi A.J. Arberry.
Mevlânâ'yı „dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun
etkisinde kalmış. Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed ikbal felsefesini
onun düşünceleri üstüne kurmuş, ingiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl
çalışarak Mesnevi yi ingilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından
tanınmasını sağlamıştır.
Kişi, inanç ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer vermesi, bütün
insanları (suçlu-suçsuz, mecusiutperest, ara-sari. efendi-köle) saygıya ve
sevgiye çağırması onun en büyük özelliğidir.
Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı.
Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı
ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti.
Ona göre, asıl konu «insan»dı.
Din, felsefe, ahlak, insani daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu
araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış
davranışlardı. Doğru olan. gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, «aşk» tan
geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla
desteklenecek. beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak
öğrenilirdi.
Bu nedenle, bir gün kendisine "aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine
"Ben ol da bil" yanıtını verdi.
Mevlânâ'nın felsefesini anlatacak hâdis-i şerif: "ölmeden evvel ölünüz"
hâdisidir.
Ölmeyi istemek olmaz. Ölmeden evvel ölmeyi istemek olur. Bu da fani olana
bağlanmamaktır, ölümsüze bağlanmaktır. Nedir? Aşktır.. Fani olan hiç bir şey
gerçek değildir..
Mesnevi Ney ile başlar .. Şikayeti ile başlar... Ney, kâmili insani temsil
eder. Çünkü insan yüzünde 7 delik vardır. Ney'de yedi deliklidir. Ölmeden
önce ölüp de diri kalan duygular aslı görevleri ile yeniden doğar. Görmek
nedir, tevhidi, bütünü, onu görmektir. Duymak Onun sesini duymaktır.
Konuşmak hakikatı anlatmaktır. Onun kokularını almaktır. Olgun insana giden
yolda duyguların rafine edilmesi, yenilenmesi sırrını anlatır. Kamışı
koparırız o aslı vatanına dönmek ister. insanda madde kalıbına girip de bu
âleme geldiği zaman aslı vatanını özler. Yaradılış âlemini özler. Vuslati
özler. feryat eder. Neyin içi doludur. Perdeleri vardır. Hz Mevlânâ bunu
insanın kompleksleri olarak ifade eder. Yani, benlik mertebeleri nefsin
arınması ile bu mertebeler tamamlanır ve kamışın içi boşalır. Neyin rengi
sarıdır. Riyazetteki ve oruç tutan insanı temsil eder. Üzerinde kırmızı
renkler vardır. Onlarda aşk ateşi ile yanmayı temsil eder. Ve neyi tutma
şekli, akıl ile gönül arasında bir köprü kurar.
Ney'den çikan ses ateştir; şarabı da tahammür ettiren aşkın aynı ateşidir.
işte bu şekilde Mevlânâ'nın şiirinde ney hem zehir hem panzehir olur; onun
perdeleri.
insanın ebedî vatanını hatırlamasına engel olan ve onu sevgiliden ayıran
perdeleri yırtıp atar. Ve yine Ney, bir sırrı devamlı yeni hikayeler ve
mecâzlarla imâ etmeye çalışan bir şairdir.
Aşkın tarifi Mevlânâ'nın ta kendisidir. O'na giden çok yol var der kendisi.
Hz Mevlânâ müzik ve sema'yı seçmiştir.
Semâ
Semâ', lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin
dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz. Mevlânâ
zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk
vesîlesiyle icrâ edilir sema'.
Sema', sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce
Yaratıcı'ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip "insan- i
Kâmil" e doğru yönelişini ifâde eder. Siyah hırka kabiri toprağı, Tennure
saflığı ve kefeni, sikke ise tevhidi ve mezar taşını ifade eder.
Semâ 4 selâm'dan oluşur:
I. Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.
II. Selâm, Allah'ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde
eder.
III. Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.
IV. Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü
islâm' da en yüce makam, kulluktur.
Semâ'da semazenler Elif şekli alırlar.. Elif şekli hem Tevhid'i hemde
Birleşimi temsil ederki Semânın sonunda Semazenlerle Yaratıcı BİR olurlar.
Mesnevi'nin On sekizinci beytinde Mevlânâ şöyle der:
Derneyabid hal-i puhta hiç ham Pes suhan kuta bayid vessalam.
(Eren kişinin halinden ham olan anlamaz. Öyle ise, sözü kısa kesmek gerek,
vesselam). Ham olan pişecek.. piştikten sonra ise.. yanması gerekecek.. Bu
kavram olayını Mevlânâ bir temsilinde şöyle anlatıyor:
Hintliler halka göstermek amacıyla gece/eğin bir fil getirdiler. insanlar
fili çok merak ettikleri için hemen içeriye girdiler ama karanlık olduğu
için fili ancak elleriyle yoklayabildiler. Birinin eli hortumuna ilişti ve
dedi "Bu hayvan koca bir oluğa benzer". Ötekinin eli kulağına vardı ve dedi
ki "Hayır. bu hayvan koca bir yelpazeye benzer". Bacağına dokunan kişi ise
"Hayır, bu bir sütune benzeyen varlıktır". Filin sırtına çıkan ise, "Geniş
bir tahta benzeyen bir hayvandır bu" dedi. Herkes kendisinin his ettiği gibi
fili algıladı. Fakat eğer ellerinde bir lamba olsaydı hepsi de gerçeği
görebilirdi. işte bu maddi akıl (aklı cüz) de öyle aldatıcıdır.
'Gel gel diyen adam, gel dedi sevgiye çağırdr
'gel dedi saygıya çağırdr
'gel dedi şefkate, merhamete ve kulluğa çağırdr
'gel dedi aşka çağırdı'...