Tarihin bellekle arasında oluşturduğu karmaşık ilişkiye, her ikisinin
hakikat ve adalet kavramlarıyla kurdukları ilişki dahildir. Günümüzde
giderek büyüyen tarihin adli okuması ve “belleğin adlileştirilmesi"
eğilimiyle birlikte bu bağ giderek daha da sorunlu bir hal alır.
Yirminci yüzyılı bir şiddet çağı olarak algılayışımız artık bizim tarih
bilincimizin odağını oluşturduğundan, genellikle tarih yazımında ceza
hukukundan alınma analitik kategorilerle çalışıyoruz. Tarihin aktörleri
böylelikle, giderek daha sık olarak, infazcı, kurban ve tanık rolüne
indirgenmektedir. Bu eğilimi açıklayan en bildik örnekler Daniel J.
Goldhagen ile Stephane Courtois’dır. Birincisi modern Almanya’nın
tarihini bir infazcılar cemaatinin oluşum süreci olarak yorumladı.
Tarihçi giysilerini çıkarıp savcı giysilerini giyen İkincisi,
komünizmin tarihini kriminel bir girişimin atılımına indirgedi ve buna
karşı yeni bir Nuremberg duruşması talep etti. Aslında, adalet ile tarih
arasındaki ilişki eski bir sorundur (bkz. 1898 yılında en ünlü Fransız
tarihçilerin Zola'nın duruşmasına müdahaleleri)” ve günümüzde çok sayıda
tarihçinin tanık olarak çağrıldığı bir dizi mahkemeyle yeniden gündeme
girmiştir. Fransa'daki Barbie, Touvier ve Papon davalarını, İtalya’daki
Priebke davasını, hatta Şili’de olduğu kadar Avrupa'da da Pinochet'ye
dava açma teşebbüslerini, bütün bunları, bu ülkelerin sivil toplumunun
ve dünya kamuoyunun içinde kolektif bir faşizm belleğinin,
diktatörlüklerin ve Shoah'ın ortaya çıkışıyla ilişkilendirmeden anlamak
güç olur. Bu davalar, bir mahkeme salonunda geçmişin canlandırıldığı ve
yargılandığı, tarihin kamusal olarak yeniden hatırlandığı anlardır.
Duruşmalar sırasında tarihçiler “tanıklık etmek" için, yani yetenekleri
sayesinde söz konusu olayların tarihsel bağlamını aydınlatmak için
çağrıldılar. Mahkeme huzurunda, her tanık gibi, “gerçeği ve yalnızca
gerçeği söyleyeceğime, bütün gerçeği söyleyeceğime yemin ederim" diyerek
ant içtiler.16” Bu sui generis [nevi şahsına maünhasır] “tanıklık" etik
düzlemde elbette sorunluydu, ama aynı zamanda epistemolojik düzlemdeki
daha eski sorgulamaları da canlandırıyordu. Adaletle bir ülkenin belleği
ilişkisini ve yargıçla tarihçi ilişkisini tartışma konusu ediyordu;
keza, bunların kanıtları işleyiş tarzlarını ve tarihsel araştırmanın
ürünü olmasına ya da bir mahkeme hükmüyle ifade edilmesine bağlı olarak
hakikatin edindiği farklı statüleri de tartışma konusu ediyordu.
Adaletin, belleğin ve tarihin karşılıklı alanlarını ayırt etmeyi
önemseyen Henry Rousso, Papon duruşması sırasında tanıklık etmeyi
reddettiğinde, tercihini kesin argümanlarla ve birçok açıdan berrak bir
şekilde gerekçelendirir. “Adalet," der, “bir kişinin suçlu mu masum mu
olduğu sorusunu soruyor. Ulusal bellek, anımsanan ve anılan anılar ile
topluluğun ayakta kalmasını ve geleceğe uzanmasını sağlayan
unutkanlıklar arasında mevcut bir gerilimin bileşkesidir. Tarih ise bir
bilgi ve aydınlatma girişimidir. Bu üç ayrı düzlem çakışabilir, nitekim
insanlığa karşı işlenen suçların mahkemelerinde olup biten de budur. Ama
bu onlara kaldıramayacakları bir yükü derhal bindirmek olur: Bunlar
adaletin, belleğin ve tarihin kozlarına eşit olamaz.”Türlerin bu
karışımı, tarih mahkemesi üzerine Hegel tarafından da kullanılmış olan
Schiller'in eski aforizmasını topraktan çıkarmışa benziyor: Die
Weltgeschichte ist das Weltgericht, “Dünyanın tarihi, dünyanın
mahkemesidir.” Bu aforizma, ahlakı ve adalet fikrini dindışı dünyanın
dünyeviliği içine yerleştirerek ve tarihçiyi de onun bekçisi yaparak
sekilerleştirmektedir. Bu hükmün doğruluğunu, uzaktan seyredilmeye
elverişli, geride kalmış ve artık kapanmış bir geçmişi yargılamaktan
uzak durarak, “geçmek istemeyen bir geçmiş”in özümsenme anları olan
davalar hakkında sorgulayabiliriz. Bununla birlikte, mağdur taraflar
için, tarihin telafi edici Nemesis’i niteliğindedirler. Bu Hegelci özlü
söze karşı bir başkası elbette çıkacaktı: Tarihçi yargıç değildir, onun
görevi yargılamak değil anlamaktır. Marc Bloch, Apologie pour
l'histoire’da [Tarih Savunusu] klasik bir formülasyon vermiştir: “Bilgin
gözlemlediğinde ve açıkladığında görevi tamamlanmıştır. Hüküm vermek ise
yargıca kalmıştır. Her türlü kişisel temayülü susturmaya çalıştığında,
bunu yasaya uygun olarak yapmış olmaz mı? O kendini tarafsız sanacaktır.
Gerçekten de, yargıç anlamına tarafsızdır. Ama bilgin anlamında değil.
Çünkü, herhangi bir pozitif bilimden kaynağını almayan bir değer
tablosundan yana taraf olmadan mahkûm etmek ya da aklamak mümkün
değildir.” Ama şunu da hatırlamak gerekir ki, Bloch Une etrange
defaite'de [Tuhaf Bozgun] yargılamaktan çekinmez. “Aksiyolojik olarak
yansız" bilim şeklinde cılkı çıkmış (ve yanıltıcı) bir tarih yazımı
vizyonu savunmaktan uzak duracaksak, her tarihsel çalışmanın zımnen
geçmişe yönelik bir yargı taşıdığını kabul etmek zorundayız. Tarihi
“dünyanın mahkemesi" yapan Hegelci aforizmanın arkasında kibir görmek
yanlış olur. Pierre Vidal-Naquet anılarında Chateaubriand’ın tarihçiye,
“iğrençliğin sessizliği içinde, kölenin zincirinden ve hafiyenin
sesinden başka bir şey işitilmezken", “halkların öcünü alma" soylu
görevini atfettiği etkileyici bölümünün bıraktığı izlenimi hatırlar. Bu
kurtuluş ve adalet arzusu, diye hatırlatır, onun için bir temayülün
kaynağı olmadan önce “bir yaşama nedeni" olmuştur.
Bu çetrefil sorun üzerine en berrak katkıda bulunan, İtalya’daki Sofri davası vesilesiyle Carlo Ginzburg’tur. Tarihçi, diye belirtir Ginzburg, kendini yargıç yerine koymamalıdır, hüküm veremez. Tarihçinin araştırma sonucu elde ettiği hakikatinin normatif bir karakteri yoktur; kısmi ve geçici kalır, asla kesin değildir. Yalnızca tarihçilerin ideolog ya da propagandist düzeyine indirgendiği totaliter rejimler resmi bir hakikate sahiptir. Tarih yazımı asla donmuş bir şey değildir, çünkü her dönemde yeni sorgulamalarla sorgulanan, farklı analiz kategorilerin yardımıyla sondajlanan geçmişe bakışımız değişir. Bununla birlikte, tarihçi ve yargıç aynı hedefi paylaşırlar: hakikat arayışı; ve bu hakikatin peşinde koşmak kanıtları gerektirir. Hakikat ve kanıt; yargıcın da tarihçinin de çalışmasının merkezinde bunlar bulunmaktadır. Tarih yazımı, diye ekler Ginzburg, argüman sağlama yöntemini de içerir: olgu seçimi ve öykünün düzenlenmesi. Bunun paradigması adli kökenli retoriğe dayanır. Retorik, “yargı heyeti önünde doğmuş bir ikna sanatadır. Burada, bir dinleyici kitlesi önünde, bir olgunun sözcüklerle canlandırılması kodlandırılır. Bu gözardı edilemez, ama yakınlık burada biter. Adaletin hakikati normatiftir, kesin ve zorlayıcıdır. Anlamayı amaçlamaz, sorumlulukları saptamayı, masumları aklamayı ve suçluları cezalandırmayı amaçlar. Adli hakikatle karşılaştırıldığında, tarihçinin hakikati yalnızca geçici ve eğreti olmakla kalmaz, aynı zamanda daha sorunludur. Entelektüel bir işlemin sonucu olan tarih analitik ve düşünümseldir, olayların altındaki yapıları, insanların karıştıkları toplumsal ilişkileri ve eylemlerinin gerekçelerini aydınlatmaya çalışır.Kısacası bu, yorumlamadan ayrı düşünülemez bir başka hakikattir. Olguları saptamakla sınırlı kalmayarak, bunları bağlamları içine yerleştirmeye, açıklamaya çalışır, hipotezler formüle eder ve nedenler arar. Ginzburg’un tanımını yeniden ele alırsak, tarihçi “göstergesel bir paradigma"yı benimsese bile, yorumu Sherlock Holmes’un amansız, ölçülebilir ve tartışmasız kanıtlamalarının rasyonalitesine sahip değildir.
Aynı olgular farklı hakikatler yaratır. Adaletin, bir suçun failini belirterek ve mahkûm ederek misyonunu yerine getirdiği yerde, tarih kendi soruşturma ve yorumlama çalışmasına başlayarak, onun nasıl suçlu olduğunu, kurbanla ilişkisini, içinde hareket ettiği bağlamı, keza suça tanık olmuş, tepki göstermiş, suçu engelleyememiş, hoşgörü göstermiş ya da onaylamış şahitlerin tutumunu açıklamaya çalışır. Bu düşünceler, Papon davası sırasında “tanıklık yapmayı" kabul etmemiş olan tarihçilerin kararını destekleyebilir. Yargıçların davetine uymuş olanların motivasyonları için de aynı sıfatla kabul edilebilir gerekçelerdir. Mesleklerinin onların gözünde daha buyurucu kıldığı bir yurttaşlık görevinden yurttaş olarak kaçmamış olmak için bunu yapmışlardır. Bir yandan, onların “tanıklıkları" türleri karıştırmaya ve adli bir hükme resmi bir tarihsel hakikat statüsü vermeye katkıda bulunarak, bir duruşmayı “Tarihin mahkemesi"ne dönüştürdü. Diğer yandan, bir bağlamı aydınlatabildi ve ne dava hükümlerinde ne de kamuoyunda bunlara eşlik eden düşünme süreçlerinde muhtemelen yer almamış olguları hatırlatabildi.
“Tarihi ahlaklı kılmak” Jean Amery’nin Nazi geçmiş zamanı üzerine iç karartıcı meditasyonlarında ileri sürülen bu gereklilik, yukarda anılan davaların dayanağıdır. Kurbanlar ve onların soyundan gelenler bu davaları sembolik telafi eylemleri olarak yaşadılar. Ayrıca, bu davaların günümüzde Şili'de Pinochet diktatörlüğünden sağ kurtulanlar ve onların evlatları için de açılması mücadelesi veriliyor. Adalet ile bellek elbette özdeşleştirilemez, ama çoğu zaman adaleti yerine getirmek, belleğe de adalet uygulamak anlamına gelir. Adalet, bütün bir yirminci yüzyıl boyuncaDreyfus Olayı'ndan beri değilse de, en azından Nuremberg'ten bu yana kolektif bir tarih bilincinin oluşumunda önemli bir moment oldu. Tarihin, belleğin ve adaletin iç içe geçmesi, kolektif yaşamın merkezindedir. Tarihçi gerekli ayrımları yapabilir ama bu iç içe geçmeyi inkar edemez; bunu, bu durumdan kaynaklanan çelişkilerle birlikte üstlenmesi gerekir. Charles Peguy Dreyfus Olayı sırasında bunu sezmiş ve şunu yazmıştı: “Tarihçi adli yargılarda bulunmaz; yargıçların yerine karar vermez; hatta tarihsel yargılarda bile bulunmadığını söyleyebiliriz; o sürekli olarak tarihsel yargı üretir; daima çalışır."Burada görececiliğin açıkça savunulduğu görülür. Gerçekte bu tarihsel hakikatin istikrarsız ve geçici karakterinin kabulüdür; bu hakikat, olguların saptanmasının ötesinde, geçmişin kesin halini alıp arşive kaldırılmış kapalı bir envanterden ziyade açık sorun olarak yorumlanmasıyla birlikte kendi yargı payını da içerir.