PLATON’UN YAŞAMI :
İ.Ö. 427 yılında Aigina'da (Pire körfezinde küçük bir ada) doğmuş, İ.Ö.
347'de Atina'da ölmüştür. Asıl adı Aristokles'dir. Geniş omuzları ve atletik
yapısı yüzünden, "Platon" (geniş göğüslü) lâkabı ile anılmış ve tanınmıştır.
Atina'nın köklü ailelerinden birine mensuptur. Bir san'atçı ve edebiyatçı
olarak yetiştirilmiştir. İlgi alanları içersinde önemli bir yer tuttuğu
anlaşılan felsefeye, Herakleitos'çu Kratylos'dan dersler alarak başlamıştır.
Yirmi yaşından itibâren yanından hiç ayrılmadığı Sokrates'in ölümünden
sonra, bir çok seyahate katıldığı rivayet edilmektedir. Bunlar içersinde
kesin ve en önemli olanı, Pythagoras'çı öğreti ile tanıştığı kuzey İtalya
yolculuğudur. Bu seyahatte, felsefî düşüncelerine önemli etkiler yapacak
dinî ve mistik görüşler yanında, matematik üzerine bilgiler edinmiştir.
Nihayet, "Akademos bahçeleri" denen bölgede, ünlü "Akademia"sını kurarak,
ömrünün sonuna kadar yönetimini üslenmiştir.
Batı felsefesinin en önemli düşünürleri arasında, en başta gelen bir
kişiliktir Platon. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar
(ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materialist (özdekçi)
görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin özdekçi öğretisi, atomcu Demokritos
ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe,
Platon ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Platon bir sanatçı ve özellikle
edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş,
kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, hattâ şiirsel bir anlatımla
süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.
Platon düşüncesini hazırlayan temel kaynaklar arasında en önemli
sayılabilecek olanlar, başta tabiatiyle Sokrates olmak üzere, Orpheus,
Pythagoras ve Herakleitos'dur.
Tüm düşünsel yapısını, beş önemli kuram içersinde toplamak mümkündür.
Bunlar, “bilgi”, “idealar”, “ruhun ölümsüzlüğü”, “evrendoğum” (Cosmogonie,
Cosmogony - Evren'in oluşumunu inceleyen bilim dalı) ve “devlet” ile ilgili
kuramlarıdır. Platon, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates’ten edindiği
ilham ile gerçek bir ahlâkçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, ethik
ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Platon'a göre
felsefenin ana ereği, insanın mutluluğu ve yetkin (kâmil) yaşamının
sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde
edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi
“evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “devlet”tir.
Platon, elli yıllık uzun bir süre boyunca bu kuramsal yapıyı düşünmüş,
ilintili felsefî meselelerle didişmiş ve bu arada görüşlerini düzeltip
olgunlaştırmıştır. Bu yüzden Platon felsefesinin incelenmesi açısından en
akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi takip ederek, öğretinin geçirdiği
evreleri anlamaya çalışmaktır.
1- Sokratesçi dönem :
"Gençlik dialogları" veya "Sokratik dialoglar"ın kaleme alındığı dönemdir.
Bu çalışmalarda Platon, hocasının öğretisini, gerçeğe en uygun şekilde
vermeye çalışan, katıksız bir Sokrates'çidir. Bilgi ve erdem sorunlarının
irdelendiği ethik içerikli bu dialoglarda Platon, henüz felsefeyi ileriye
götürme çabalarına girişmemiştir.
2- Geçiş dönemi :
Platon felsefesi ile ilgili olarak mümkün olan en kısa târifi vermek
istersek, onun tıpkı Sokrates öncesi “Doğa Filozofları” gibi, mutlak ve
değişmez olan ile değişen arasındaki ilintilerle ilgilendiğini
söyleyebiliriz. İlk filozoflar, doğada mutlak ve değişmez olanı aramışlar,
Platon ise hem doğada, hem de ahlâk ve toplum yaşamında mutlak ve değişmez
olanın peşinden koşmuştur.
Geçiş dönemi çalışmalarında, hareket noktasının sofist öğreti olduğunu
görüyoruz. Sofist tezleri, bazen küçümseyici, çok kere de alaycı bir dille
tenkit ettiğini bildiğimiz Platon'un bu seçimi, öyle pek gelişi güzel
değildir. Yukarda gördüğümüz gibi, Thales'den Demokritos'a kadar tüm doğa
filozoflarının felsefeye materyalist yaklaşımlarından sonra, insanı
odaklayan ilk öğretiler, sofistler tarafından ortaya atılmış ve bu görüşler
Platon'un ahlâkçı ve toplumsal analizleri için müsait bir temel
oluşturmuştur.
Bu aşamada Platon, sofistlerin hazza dayanan yaşam görüşlerini detaylı bir
tartışmaya açarak, Sokrates öğretisini aşmaya karar vermiş görünmektedir.
Yine de sofist disiplinin karşısına, ustasının "iyi" kavramı ile çıkar;
"İYİ, doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır."
Platon, bu tezin sağlam temellere oturtulabilmesinin, içerdiği "doğru"
kavramının târif edilebilir, hiç değilse araştırılabilir bir şey olması ile
mümkün olduğunu kavramıştır.
Bu zorlu meseleyi çözmeye çalışırken; "Aradığımız şey bilinen bir şeyse,
bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey
olduğunu nereden bileceğiz ?" sorusu ile sofistler, Platon'u daha da zor
duruma sokmuşlardır. Filozofumuz bu meseleyi, Orpheus ve Pythagoras'çı
öğretilerden edindiği "ruhun ölmezliği" kavramı ile çözmeyi deneyerek,
Sokrates disiplinini aşma yolunda ilk adımı atmıştır.
Ruh ölümsüz olduğuna göre, aranan doğru ile daha önceki yaşam dönemlerinde
muhakkak karşılaşmış olmalıdır. Hâl böyle olunca, ölümsüz bir ruh taşıyan
insanoğlu için "öğrenmek", eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktan
(anamnesis) başka bir şey değildir. Ancak ölümsüz ruhunu eski yaşamında
gördüklerinden anımsadıkları son derece muğlak bilgilerdir. Üstüne üstlük,
bir de bu dünyadaki doğrudan algılamaların getirdiği zihnî karmaşa, bu
bilgileri daha sallantılı tasavvurlar hâline dönüştürmektedir.
Platon bir dialogda, Sokrates'in ağzından şunları söylemektedir; "Ben bir
ebeyim. Şu farkla ki, kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum. Benimle
konuşmaya başlayan, önce bilmezmiş gibi görünür. Ama konuşma ilerledikçe
açılır ve anımsamaya başlar. Bununla beraber, benden bir şey öğrenmediği
bellidir. En güzel bilgileri, sadece kendi içersinde bulur ve ortaya koyar."
Böylelikle Platon öğretisinin, "doğru sanı" (orthe doxa) ve "bilgi"
(episteme) arasındaki karşıtlık ile ruhta bilinçsiz bir halde mevcut,
"doğuştan tasavvurlar" şeklinde özetlenebilecek iki ana görüşüne varılmış
olmaktadır. Doğru sanı, muğlak ve süreksizdir. Bilgi ise bir temele, bir
nedene (logos'a - Herakleitos öğretisinde Evren'e egemen olan yasa, düzen ve
tanrısal aklı betimlemek için kullanılan sözcük) bağlanmakla, dayatılmakla
sağlam ve sürekli olur.
3- Olgunluk dönemi :
Sokrates'in "bilgi erdemdir" tezini daha bir derinlemesine irdeledikten
sonra, iki tür bilmenin söz konusu olabileceği görüşünü öne sürer Platon.
Doğru sanı (doğru algılama) ile bilgi, iki ayrı dünya yaratmıştır. Bir yanda
meydana gelen ve yok olan, doğru sanının, rölatif gerçekliklerin dünyası,
diğer yanda, sağlam ve sürekli, asıl gerçekliğin, "idealar"ın dünyası. (Le
monde sensible et le monde intelligible)
Platon'un bilgi kuramının çıkış noktası Protogoras'çıdır. Bir şeyi bilen
kişi, onu algılayan kişidir. Bu yüzden "insan her şeyin ölçüsüdür". "Algı,
daima var olan bir şeydir. Bilgi olduğu için de şaşmaz" diyor Protogoras.
Platon bu görüşe, Herakleitos'un, "var dediğimiz her şey, gerçekte oluş
sürecinde olan bir nesnedir" şeklindeki "akış kuramı"nı katar.
a) Bilgi bir algıdır; (hattâ aslında bilgi, bir algılama yargısıdır.)
b) İnsan her şeyin ölçüsüdür;
c) Her şey akış hâlindedir;
şeklinde özetlenebilecek kuramın, algılanan nesneler için doğru, gerçek
bilgi açısından yanlış olduğu sonucuna varmıştır.
Ünlü "idealar kuramı", işte bu bilgi (episteme) anlayışından doğmuştur.
Gerçek bilginin temeli, ancak idealar dünyasında bulunabilir. İdea
birliktir. Bölünemez, değişmez, öncesiz ve sonrasız olarak, kendi kendine
eşit, hep aynı kalan bilgidir. Doğru sanılar yolu ile duyumlanan nesneler
ise, hiç durmaksızın oluşur, değişir ve yok olurlar. ("Akış kuramı" gereği
olarak.)
Bu aşamada analizimize ara verip, konunun önemi açısından muhakkak
irdelenmesi gereken bir sava dikkat çekmek istiyoruz. Platon, Herakleitos'çu
öğretiden alarak idealar kuramına taşıdığı, "Evren'de değişmeyen ve aynı
kalan hiç bir şey yoktur, her şey akar" mantığından hareketle, "madem ki
Evren'de değişmeyen hiç bir şey yoktur, o halde, gelip geçici bilgilerin
(göreceli/rölatif gerçeklerin) değişmez ilksiz ve sonsuz, hep aynı kalan
asılları olması gereken gerçek bilgiler, (idealar) bu Evren'in dışında bir
yerlerde olmalıdır" sonucuna varmıştır. Başta Aristoteles olmak üzere bir
çok düşünürün bu mantığı, kısır, akılsızca ve hattâ kötü niyetli bularak
Platon'u tenkit ettiklerini biliyoruz. Bu yergilerin dayandığı oldukça güçlü
deliller karşısında, yaklaşımın haksız olduğunu söylemek de pek kolay
görünmemektedir. Ancak teslim etmemiz gerekir ki Platon, bu düşünceleri ile
felsefeye çok önemli boyutlar getirmiştir. Şüphecilik ekolünün ilk kez ciddî
bir düşünce sistematiği hâline dönüşmesinin temel taşlarıdır bu sözler.
Ayrıca dikkatli bir göz için, kendisinden önce Xenophanes ve sonraları
kalabalık bir filozoflar grubu tarafından ortaya atılarak şiddetle savunulan
bir ekolün, insan aklının mutlak bilgiye erişmesinin mümkün olmadığını iddia
eden "Agnosticisme"in, (bilinemezcilik) belki de ilk ışıklarıdır bu
düşünceler.
Biz yine analizimize dönelim;
Platon'un idealar kuramı, hem mantık ve hem de metafizik içeriklidir;
- Kuramın mantıksal dizini, Parmenides'in "eğer dil bir saçmalık değilse,
sözcükler bir anlam taşımalıdır. Üzerinde konuşulsun veya konuşulmasın, var
olan nenleri anlatmalıdır" tezinden hareket eder. Örneğin, doğru olarak, "bu
at'tır" diyebileceğimiz pek çok hayvan vardır. Bir hayvan, atlara özgü genel
yapıyı taşıdığında "at"tır. Dil, "at" gibi genel mânâ içeren sözcükler
olmaksızın yaşayamaz. Bu sözcük eğer bir neni betimliyorsa, bu her hangi bir
"at" değil, evrensel "at" kavramıdır. Bu kavram, her hangi bir at doğduğunda
doğmaz, her hangi bir at öldüğünde de ölmez. Bir varlık da değildir. Uzay'da
bir yer kaplamadığı gibi, zaman kavramı ile de sınırlandırılamaz.
- Kuramın metafizik bölümüne göre "at" sözcüğü, belirli bir düşünsel (ideal)
at'ı, Tanrı'nın yarattığı tek bir at'ı, ilk ve ana örneği, kalıbı betimler.
Tek tek atlar, ideal at ile ortak bir yapıya sahiptirler. Bu ortaklık, az ya
da çok eksiktir (kopya tam ve yetkin değildir). Bu yüzden tek bir at ideası
ve çok sayıda at vardır. Düşünsel (ideal) at gerçek, tek tek atlar
görüntüseldir.
Temel düşünce yapısı itibariyle "Batı metafiziği"nin kurucusu olarak anılan
Platon, bu düşünsel zincirin ilk halkası olarak kabul ettiği "ruhun
ölmezliği" kavramını, alışılagelmiş mythos hâlinden soyutlayarak, daha
sağlam temellere oturtması gerektiğini de hissetmiştir. Üstüne üstlük bu
noktada, ruhun ölümsüzlüğü yanında, idealar dünyasından geldiğinin ve
kökünün orada olduğunun da belirlenmesi gereklidir.
İdealar dünyasından gelerek, insanî beden ile birleşen ölümsüz ruhun amacı,
asıl yurduna tekrar kavuşmaktır. Beden, bu isteğin gerçekleşmesine yardımcı
olarak işlevini yerine getirmelidir. Bu kavuşmanın gerçekleşmesi, idealara
ulaşmaya, ideaları bilmeye bağlıdır. Bu bilgi de yine bir anımsamadır. Ancak
bu anımsama işleminin frekansı, ruh ve bedenlere göre değişkenlik gösterir.
Platon'a göre ruhlardan çok büyük bir çoğunluğunun anımsadığı bulanık
görüntülerdir. Ruhlardan küçük bir azınlıkta "algılama yetisi", daha az bir
oranında "anlama yetisi" ve nihayet pek azında, ideaları tamamiyle
hatırlayabilme, "akıl yetisi" vardır. Bu sonuncular, rölatif gerçeklerden
algıladıklarına dayanarak, hangi ideaların hayâlleri ile karşı karşıya
olduklarını tanımlayabilirler. (Platon kendisini, bu kategori bireylerden
saymaktadır.) Yeryüzü, idealar dünyasına benzer. Yeryüzündeki her nen,
idealar dünyasından pay almıştır. Bu anımsama vetiresinin irdelenmesi
Platon'u, "sevgi" (eros) kavramına götürmüştür. Yaşadığımız ve idealardan
pay almış bu dünya'yı, objektif kriterler çerçevesinde algılayabildiğimizde,
gerçeklere varabilmemiz mümkündür diyor ünlü düşünür. Platon'a göre bunun en
çarpıcı örneğini, "güzel" kavramının değerlendirilmesinde görmekteyiz.
Sevgi, güzele yönelmektedir. Zira güzel kavramı, idealar dünyasındaki
gerçekliğin anımsanması sonucu verilen bir hükmü içermekte ve dolayısıyla
sevgiyi yaratmaktadır. Platon sevgi'yi, (eros) bütün ölümlülerde rastlanan
bir ölümsüzlük çabası olarak tanımlar. En basit hâli ile eros, tüm
insanlarda, kendilerini yaşatacağına inandıkları bir nesil yetiştirme iç
güdüsü olarak görülmektedir. Ancak bazı insanlarda "eros" kavramı, daha
üstün bir niteliğe bürünmüştür. Bu seçkin kişilerde, ya'ni ideaları
tamamiyle hatırlama yetisine (aklına) sahip bireylerde eros, bu güzelliklere
ulaşmak ihtirası şeklinde tezâhür eder. Bu arzuyu gerçekleştirebilecek
bilgilerin eksikliğini hisseden seçkinler, bilgisizlikten kurtulmak çabası
içersinde bulurlar kendilerini. Bu kişiler eros'u, dünyaya çocuk getirmekten
öte bir işlev, idealara ulaşarak erdemli işler yapmak ve yeryüzünde sürekli
bir isim, sonsuz bir şeref bırakmak çabası ve aşkı olarak görürler. (Bu
noktada felsefe sözcüğünün yunanca kökenindeki "philia" = "sevgi ve
güzellik", "sophia" = "akıl ve hikmet" kelimeleri ile fransızca kökenli çok
özlü bir felsefe târifi olan, "L'amour de la sagesse", "hikmet sevgisi"
terimini hatırlayalım.)
Felsefî meseleleri inceleyen bir çok düşünür tarafından yazılan
incelemelerde, "iyi, doğru ve güzel kavramları, insanoğlunun doğuştan sahip
olduğu özelliklerdir" şeklinde dile getirilen Platon öğretisinin altında
yatan düşünsel zincir budur.
4- Yaşlılık dönemi :
Platon bu aşamada, önceleri ele aldığı bir çok konuyu tekrar gündeme
getirerek, bir kez daha incelemiştir. İlgisi daha çok ahlâkî (ethic)
sorunlar ile insanoğlunun mutluluğuna yöneliktir. Yetkin (kâmil) insan
yerine, yetkin toplumu târif etme çabası içersindedir. Yetkin topluma ve
dolayısıyla toplumsal mutluluğa erişmenin yolu, ideal devlet düzeni
içersinde yaşamaktır. Devlet yönetimi ile ilgili olarak en çok üzerinde
durduğu konular, dostluk, hitabet ve siyaset sanatlarıdır. Platon'a göre
sorunlar, ancak felsefe ile çözülebilir. Gerçek dostluk, hikmet sevgisi
(eros) ile ruhları tutuşmuş insanların beraberliğinden başka bir şey
değildir. Hitâbet sanatı ise ruhun, bildiklerini sözlerle anımsatmaya
çalışmasıdır. İnsanların doğal amaçları olan toplumsal mutluluğu sağlamakla
görevli devlet yönetimi sanatı da, felsefe olmadan yapılamaz. Nelerin
toplumsal mutluluğu yaratabileceğini, felsefeden başka hiç bir şey târif
edemez.
Bu noktada önemli bir zorlukla karşılaşmaktadır filozofumuz. Evet, "siyaset
sanatı ve ideal devlet düzeninin gerektirdiği çözümleri sadece felsefe
üretebilir." Ancak Platon'un yaşam tecrübesi, kendisinden çok sonraları
stoacı düşünür Kıbrıs'lı Zenon'un (İ.Ö. 336 - 264) tasarladığı gibi, sadece
bilge ve erdemli kişilerden kurulu bir akıllı insanlar toplumuna ulaşmanın
imkânsızlığını, hemen kavramıştır. Bu görüşünü de, "yığınlar hiç bir zaman
filozof olmayacaktır" özdeyişi ile vurgulamaktadır. Dolayısıyla toplumları
mutluluğa ulaştırmak, yönetimin bilge kişilere teslim edilmesi ile mümkün
olur. Platon'a göre, "başa filozoflar geçmez, ya da baştakiler felsefe
yapmazlarsa, insanlığın acıları asla sona ermeyecektir."
Devleti teşkil eden bireyleri, işlevleri açısından üç kategoriye ayırıyor
düşünürümüz ; zenginliği sevenler, şerefi sevenler ve bilgiyi sevenler. Bu
ayırım bir başka şekilde şöyle ifade edilebilir; halk, askerler ve
koruyucular. (Siyasette söz sahibi olanlar, koruyuculardır.) Toplumu meydana
getiren fertlerin tamamı, bu üç özellikten birini, diğerlerinden daha fazla
arzu edecekler ve isteklerine, ideal devlet düzeni içersinde ulaşacaklardır.
İdeal devlet kavramı içersinde, genç nesillerin eğitimi için şiir ve
musikîye verilen önem, "güzel sevgisi"ni öne çıkartan bir anlayıştır.
Platon, idealara estetik yolu ile erişme metodu (estetik yolu ile anımsama)
olarak târif edilebilecek bu görüşten zamanla vazgeçmiş, daha objektif
sayılabilecek bir yönteme, matematik'e doğru yola çıkmıştır. Matematik'i
kullanarak idealara ulaşılabileceğini düşünen filozofumuz için bu çaba, bir
bakıma ruhun idealar dünyası özlemi ile bu gayeye yönelik bitmez tükenmez
bir gayret anlamını da taşımaktadır. Ruh, beden içersinde bir
hapishanededir. (Sima Sema) Buradan ruh, kendisini ancak bilgi ve erdem ile
kurtarabilir. O halde bilge kişi, idealar dünyasına özlem duyan bir ruh
taşıdığının şuurunda olarak, kendini ölüme hazırlamış olmalıdır. (Nasıl ki
Sokrates kendini ölüme hazırlamış ve yaşam karşılığı hiç bir ödün
vermemişse...) Yukarda değinilmiş bulunan anımsama (anamnesis) süreci, ruhun
daha evvel de var olduğunun kanıtı idi. Bu aşamadaki ölüm özlemi ise, ruhun
ilerde de varolmaya devam edeceğinin göstergesidir. Ruh ölümsüz olmasa idi,
böyle bir istek duymazdı. Ruh bu yüzden, öncesiz ve sonrasız diye târif
edilen idealardan biridir ve dolayısıyla kökü, idealar dünyasındadır.
Yaşlılık dialoglarında Platon, doğa meselelerini de ele alarak, yeni bir
dünya görüşüne varmayı denemiştir. Bu analiz hemen tamamı itibariyle
Anaksagoras'ın teolojik görüşünün didik, didik edilmesi şeklindedir. Doğa'da
bütün olup bitenler bir amaca (telos) yöneliktir. Her şeyin gerçek nedeni
"Nous"dur. Tanrısal akıl ya da doğrudan Tanrı olarak târif edilen "Nous" işe
karışmadan önce Evren, Demokritos'un materyalist (özdekçi) öğretisi ile
betimlediği mekanik bir tözdür. Platon'a göre, Nous tarafından
biçimlendirilerek "Kaos’tan düzene" geçirilmiş, ruhu ve zekâsı olan bir
canlıdır Evren. Büyük düzenleyici, kendisi gibi önsüz ve sonsuz bir töz
bulmuş ve ona biçim vermiştir. Evren, Tanrı tarafından bilinen "dünya
ideası"na uygun olarak ve benzetilerek biçimlendirilmiş bir görüntüdür.
- Küre biçimindedir. Zira, her noktası benzer olan tek şekil küredir.
- Döner. Zira, eli ayağı olmayan, küre biçimindeki bir töz için tek yetkin
devinim dönmedir.
- Tektir. Zira, yetkin bir kopya olarak yapıldığından, birden çok olamaz.
- İlksiz ve sonsuzdur. Zira, aslı, ideası, ilksiz ve sonsuzdur.
"Nous" her şeyi, her şey için iyi olana göre düzenler. En büyük ve en doğru
düzenleyicidir.
Bir evrim daha geçiren Platonik düşüncede "güzel" kavramı, artık yerini
"iyi"ye, ama "herkes ve her şey için iyi olana" bırakmıştır. Değerler
skalasının en üstüne yerleşmiştir "İYİ" Böylelikle iki kavram özdeşleşmiş
olmaktadır. Nous veya Tanrı, "iyi"nin ta kendisidir. Yarattığı ve
biçimlendirdiği dünya da, eksiksiz ve yetkin olmalıdır. Bu eksiksiz ve
yetkin dünya, idealar dünyasıdır. Duyumlar dünyası ise, tanrısal bir takım
sınırlamalar nedeniyle, idealar dünyasına, ancak olabildiğince uygun
olacaktır.
Değerler skalasında "iyi" kavramının altında sıralanacak çeşitli erdemlerin
yerlerinin belirlenmesinde matematik, bir ayıraç olarak kullanılmalıdır.
Ancak bu yolla aşağı doğru bir sıralama yapılabilir. Yukarı doğru yapılması
gerekli bir sıralamada ise, dialektik kullanılacaktır. (Platon, tümdengelim
veya tümevarımı ifade eden hiç bir sözcük kullanmamıştır eserlerinde. Buna
rağmen, bu tür târiflerden adı geçen metotları en azından bir kavram olarak
disipline etmiş olduğu anlaşılmaktadır.) Yukarıya doğru yapılacak
analizlerde çıkış noktası olarak kullanılacak varsayımlardan (hypothesis)
hareketle hedeflenen sonuç, "temel töz"e (arkhe) ulaşmak olmalıdır. Arkhe'ye
bu aşamada yüklenen tanrısal nitelik, metafizik açıdan dikkate değer bir
özellik meydana getirmektedir.
Platon felsefesindeki bu değişim cidden çok enteresandır. İlk filozoflar
veya doğa filozoflarına ait materialist felsefenin, temel töz'e (Arkhe’ye)
ulaşmak yönündeki idealine, metafizik yolu ile bir dönüşümü içeren, çok
geniş çaplı bir daire tamamlanmaktadır.
"DEVLET"İN I. KİTABI HAKKINDA
Çevirisine başladığımız eser, Symposion ve Phaidon'la birlikte Platon'un
bütün eserlerinin en yüksek noktasını oluşturur. Platon'un hemen hemen
hiçbir gençlik dönemi diyaloğu yoktur ki, herhangi bir yönüyle "Devlet"i
hazırlamış olmasın; son diyaloglar arasında hemen hemen hiçbiri yoktur ki
kökleri Devlet'te bulunmasın, ya da hiç olmazsa onunla ilgili olmasın.
V'inci kitabın sonlarına doğru, yani bütün eserin tam ortasında okunan ana
cümle şunu ileri sürmektedir: "Ya hükümdarlar filozof, yahut da filozoflar
hükümdar olmalıdırlar; böyle olmazsa, devlet ve insanlık için mutluluk
beklenemez. "Bu söz, felsefe tarihinin son derece önemli olaylarından biri
olan Sokrates'in ölümüne Platon'un verdiği son yanıttan başka bir şey
değildir.
Devlet, elimizde bulunan el yazmalarında 10 kitaba ayrılmıştır. Fakat bu
ayırma Platon'un kendisinden değil, İmparator Tiberius zamanında yaşamış
olan astrolog ve filozof Trasyllos'tan kalmadır. Platon'un, eseri nasıl
böldüğünü bilmiyoruz. Eserin 10 kitaba ayrılmış olması, onun kuruluşuna iyi
uymuyor. Yalnızca I'inci ve X'uncu kitaplar, fikir bakımından, bir bütün
meydana getirmektedir.
I'inci kitap, örneğin Lakhes ve Lysis gibi, aporetik yani çıkmazlı denen
diyaloglara pek benzer. Bu gibi diyalogları ötekilerden ayıran taraf,
bunlarda bazı kavramlara, -Lakhes'te cesarete, Lysis'te dostluğa- ait
birtakım tanımların arka arkaya gözden geçirilmesi, fakat ele alınan sorunun
özünün bununla ortaya çıkarılamamasıdır. Bu diyalogların sonucu olumsuzdur;
bir aporia'ya, bir çıkmaza varılır. Bunun gibi, devletin 1'inci kitabında da
doğruluğun bazı tanımları arka arkaya ele alınmaktadır. Hepsi için şu
anlaşılmaktadır ki, bunlar, doğruluğun özünü tam olarak kavramıyorlar.
Böylece 1'inci kitap, doğruluğun özünün ortaya çıkarılamadığı gibi olumsuz
bir saptamayla sona ermektedir. Devletin 1'inci kitabıyla çıkmazlı
diyaloglar arasındaki bu benzerlik hiç de rasgele değildir. 1'inci kitabın
öteki kitaplardan epey zaman önce, yani ona benzer diyaloglar yazıldığı
sıralarda tasarlanmış olduğuna şüphe yoktur. Platon'un, bu diyaloğa
"Thrasymakhos yahut doğruluk" adını vermiş olması pekâlâ düşünülebilir.
Sonraları Platon bu diyaloğu, Devlet'e giriş olarak kullanmıştır.
Hem yalnızca bütününün kuruluşunda değil, sanat bakımından işlenişinde de,
çıkmazlı diyaloglarla devletin 1'inci kitabı arasında büyük bir benzerlik
vardır. Konuşmanın içinde geçtiği çevre, konuşmada payı olan kişiler büyük
bir zarafetle ve göze çarpacak biçimde canlandırılmışlardır.
Platon, doğruluk hakkındaki konuşmayı Pire'ye koyuyor; bunun ne demek
olduğunu araştırmalıyız. Bir kere konuşmanın çıkış noktası, doğruluğun
tüccarca kavranmasıdır. İşte ticaret limanının havası bu kavrama tümüyle
uymaktadır. Ama bununla kalmıyor: Platon'un kendi siyasal gelişmesi için pek
önemli olan 404-3 yılları olaylarında, oligarkhlığın (oligarşinin)
yerleşmesiyle demokratlığın yeniden kabulünde, bu kent önemli bir rol
oynamıştır. Bu bakımdan burası Platon'a doğruluk ve Devlet üzerine yürütülen
bir konuşma için ayrıca anlamlı bir yer olarak görünmüş olabilir. Fakat
Platon'u buna karar verdiren başka bir neden, özel bir neden olsa gerek.
Konuşma, Polemarkhos'un evinde oluyor. Bununla Platon, bu kişiye adeta bir
anıt dikmek istemiştir. Çünkü Polemarkhos, bir eğrilik ( haksızlık) kurbanı
olmuştur: Büyük servetini ellerine geçirmek için, oligarkhlar, yani Otuzlar,
onu öldürtmüşlerdir. Böylece, Polemarkhos'un ölümü ile, haksızlık bakımından
oligarkhlardan farkı olmayan demokrasinin kurbanı Sokrates'in ölümü arasında
bir benzerlik beliriyor. Onun içindir ki Platon, Polemarkhos'u Sokrates'le
hep yan yana gösteriyor ve ona, ancak her ikisinin alın yazısı göz önünde
tutulunca anlaşılabilen şu sözleri söyletiyor: Ben seninle birlikte
savaşmaya hazırım.
Birinci kitaptaki konuşmayı iyice anlamak için, konuşan kişileri gözümüzde
canlandırmalıyız. Burada, birbiriyle ilişkiye giren üç grup insan vardır;
birinci grubu Sokrates'le iki öğrencisi:Glaukon ve Adeimantos; ikinci grubu,
ihtiyar Kephalos'la oğlu Polemarkhos; üçüncüsünü ise sofist Thrasymakhos'la
onun peşinden gelen öğrenciler meydana getirmektedir.
Glaukon'la Adeimantos, Ariston'un oğulları ve Platon'un kardeşleridir.
Bunlar, II'nci kitabın başından hemen sonra konuşmanın başlıca kişileri
oluyorlar; durmadan Sokrates'in, konuyu daha etraflıca ele almasını istiyor
ve kanıtın güçlükleri karşısında kaçamak yollara sapmasına göz yummuyorlar;
doğruluğun özünü kesin olarak meydana çıkarmak için Sokrates'in görüşünün
tam karşıtını, büyük bir kararlılıkla savunuyorlar. Sokrates'le düşüp kalkma
sayesinde diyalektikte elde ettikleri ustalık, onlara, bu görüşü asıl
benimseyenlerden daha keskin düşünce ile, fikirlerinde daha büyük
tutarlılıkla ilerlemek imkânını veriyor. II'nci kitabın başında Glaukon'la
Adeimantos'un konuşmaları, adeta heybetli birer kapıdır; Okuyucu bu
kapılardan girince, Sokrates-Platon felsefesinin iç yapısına girmiş oluyor.
Acaba Platon haklarında hemen hemen hiçbir şey bilmediğimiz bu iki kardeşine
Devlet'te neden bu kadar önemli bir rol vermiştir? Onları, unutulmaktan
kurtarmak istemiştir, dendi. Fakat bu iki kişi aracılığıyla kendi öz
varlığının başka başka yönlerini gösterdiğini söylemek daha doğru olur. O,
kendi adını ileri sürmemek için böyle davranıyor. Şu da belli ki, II'nci
kitapla konu, Platon'a özgü bir biçimde ele alınmaktadır; burada artık
Platon'un kendisi Sokrates'e sorular soruyor, Sokrates de Platon'un sanısına
göre, yaşasaydı nasıl cevap verirse öyle cevaplar veriyor.
İkinci grubu, dediğimiz gibi, Sokrates'ten pek büyük bir saygı gören ihtiyar
Kephalos'la oğlu Polemarkhos oluşturuyor. Polemarkhos'un kardeşi ünlü hatip
Lysias konuşmada hazır, ama söze karışmıyor. Kephalos, doğuştan Atinalı
değil, Siracusalı zengin bir silah tüccarıdır. Perikles onu Atina'ya
çağırmıştı: Attika'nın o zamanki yüksek kültürünün çekiciliğine dayanamayan
bu adam, daveti kabul etmiş, Pire'ye yerleşmişti. Çocuklarına bıraktığı
büyük servet, onların felaketlerine sebep olmuştur: Polemarkhos'a Otuzlar
zehir içirmişler, Lysias ise kaçabilmiştir. Platon, Polemarkhos'a 1'inci
kitabın başında Kephalos'un varisi olma konusunda şakalar yaptırarak, bu
konuya, yanlış anlaşılmayacak kadar açık bir şekilde değinmektedir.
Sokrates'in bu grupla olan bağları dostçadır. Bu gruptakiler filozofça
düşünmeyen kimselerdir. Ama felsefeye henüz ihtiyacı olmayan, bilmeden doğru
davranan, doğru duyan, hayatın bütün temellerinin sofistler tarafından
çürütülmesini henüz yaşamamış olan bir kuşaktandırlar. Onun için bu
adamlarla tartışılamıyor. Kephalos, konuşma filozofça olmaya başlar başlamaz
kurbanlarına gidiyor. Polemarkhos ise konuşmada bir parça rol alıyor; ama
Sokrates'in asıl hasımları ortaya çıkınca çekiliyor. Miras sözcüğü, aynı
zamanda Polemarkhos'un, babasının namusunun mirasına da konmuş olmasıyla
ilgilidir. Fakat Platon'un açıkça göstermek istediği şudur ki: dünün
insanlarının anladığı gibi namuslu olmak, yani neden iyilik ettiğini
bilmeden iyilik etmek, artık yetmez; Sokrates'in döneminde gerçek hayattan
pay almak isteyen, Glaukon'la Adeimantos gibi filozofça düşünmelidir.
Üçüncü ve sonuncu grubu sofist Tharsymakhos'la öğrencileri oluşturmaktadır.
Öğrencilerden Kleitophon tek bir defa söze karışıyor; Kharmantides baştan
sona kadar sessiz duruyor. Khalkedon'lu (şimdiki Kadıköy) Thrasymakhos en
önemli sofistlerden biridir. 430'da Atina'ya gelmiş ve 5'inci yüzyıl sonuna
kadar orada çalışmıştır. Bu adamın önemi, retorik sanatı ile bu sanat
üzerindeki derslerinden ileri gelmektedir; "period"lu cümleler yazışı ve
onları ritimli sonlarla bitirişinin Hellen sanat düzyazını üzerinde büyük
etkisi olmuştur. Bu zatın ahlak alanındaki görüşlerini, hemen hemen sadece
Platon'dan aktarıldığı kadarıyla biliyoruz. Onun için, Platon'un onun
hakkındaki betimlemesinin nesnel olup olmadığını bilmiyoruz. Doğruluğu
güçlünün hakkı olarak tanımlayan, doğruluk hakkındaki en ileri görüş,
Gorgias'ta Kallikles tarafından savunulmaktadır. Zaten Devlet'te de
Thrasymakhos'un kişiliği ve görevi, Kallikles'in Gorgias'taki kişiliğine ve
görevine pek benzemektedir. Bununla beraber, her ikisinin savunduğu
görüşlerin incelikleri arasında önemli farklar vardır: Böylece, Platon'un,
Devlet'in 1'inci kitabında, tarihteki Thrasymakhos'un gerçek görüşlerini
bildirmiş olması olasıdır. Şu var ki, bunlarda, Kallikles'in görüşlerinin
keskinliği ve bütünlüğü hiç yoktur. Bunlar, Sokrates'in diyalektik sanatı
ile ortaya çıkarılması güç olmayan çelişkilerle doludur. Bu durum, kitabın
ana fikrine çok iyi uymaktadır; biliyoruz ki, kitapta doğruluk hakkında
bilinen görüşlerin birer birer gözden geçirilmesi isteniyor. Bu görüşler
arasında sofistlerinki de vardır. Thrasymakhos'un düşünceleri, iç bütünlük
bakımından kusurları dolayısıyla bu işe pek elverişlidir. Onun içindir ki
Thrasymakhos'la yürütülen tartışma, Kallikles'le olan tartışma kadar ciddi
değildir ve hep "şundan bundan konuşma" olarak sürüp gider. Bu alanda
sofistler, sonuna kadar mücadeleyi beceremezler; bunu ancak Akademia'da
yetişmiş genç filozofların kendileri yapabilir.
Platon, Kephalos'un evindeki konuşmayı belli bir yıla koymuş ve o yılı
diyaloğun başında tam olarak bildirmiştir. Bu yıl, Pire'de Tanrıça Bendis
şerefine ilk kez büyük bir alayla, atlı ve fenerli bir koşuyla geceleyin
kutlanan büyük bayramın yapıldığı yıldır. Bayramın hangi yıl Atina'ya
alındığını, ne yazık ki bilmiyoruz. Bununla birlikte, Alkibiades'in
zaferleriyle Atina ticaretinin ve Pire Limanı'nın yeni bir gelişme
yaşadıkları 410 ve 409 yıllarını düşünebiliriz. Yeni bir bayramın kabulü,
umutla dolu bir zamana iyi uyuyor. 408 yılında Olympia oyunlarında kazanan
atlet Pulydamas'ın adının geçmesi de bu zamana işarettir.
Devlet'in ne zaman kaleme alındığı kesin olarak söylenemez; zaten Platon'un
diyaloglarının yazılma tarihleri için elimizde birtakım çıkarsamalardan
başka araç bulunmuyor. Bununla birlikte, eserin 372'de bitmiş olduğunu kabul
edebiliriz. O yıl Platon 56 yaşındaydı. Tabii, Devlet gibi bir eser kısa
zamanda yazılmış değildir. Platon'un eseri ne zaman tasarladığını, ne zaman
işe başladığını da bilmiyoruz. Çalışmaları on yıla, yahut daha uzun bir
zamana yayılmıştır diyelim; o zaman, Devlet'teki başka diyaloglarla olan
birçok kesişme noktası kolayca anlaşılabilir.
Profesör Dr. GEORG ROHDE
YENİ PLATONCULUK / YENİ EFLÂTUNCULUK (NEO-PLATONISM / NEO - PLATONISME /
EFLÂTÛNİYYEİ CEDÎDE) :
Antik çağ sonlarında ve özellikle üç kıtaya yayılmış Roma İmparatorluğu
kültürünün hüküm sürdüğü o çok geniş alanlarda, bir yandan Hıristiyanlığın,
diğer yandan Helenistik kültlerin yayılması, din hayatına bir canlılık
getirmiştir. Gerçek din özlemi, duyular üstü kavramlarla bağlantı kurma
istekleri, ölümden sonrası ile ilgili inançlardaki değişmeler, felsefenin o
günkü sınırlarının üzerine taşan, bazı yeni akımların doğmasına sebep
olmuştur. Böyle bir ortamda, mistik içerikli dinî unsurlar taşıyan,
Pythagoras ve Platon felsefelerinin tekrar gündeme gelmesi, doğal
sayılmalıdır.
Atina'nın çöküşünden sonra antik çağ yunan felsefesi, gelişimi için en uygun
ortam olarak gördüğü İskenderiye'ye göçmüştür. Burada karşılaştığı Mısır,
Keldânî ve Musevî dinlerinin içerdiği zengin mistik öğelerden de
esinlenerek, sonuçta, bir Yunan - Yahudi ortak anlayış ve felsefesi
geliştirilmiş ve bu düşünsel ürünler, ünlü İskenderiye Okulunu ve
dolayısıyla Yeni Platonculuk akımını ortaya çıkarmıştır. İskenderiye
Okulunun ilk önemli temsilcisi, Musevî bir düşünür olan Philon Judaeus'dur.
(İ.Ö. 15 - İ.S. 50) Ana ereği, yunan felsefesinin, Yahudilerin kutsal kitabı
Tevrat ile bir çok alanda özdeş olduğu tezini kanıtlamaktır. Aslında
alegorik bir "Tevrat yorumu" olan eserinde Philon, doğu dinleriyle,
Hıristiyanlığın da etkisinde kalarak, Pythagoras'çılık, Stoa'cılık ve
Aristoteles öğretisinin kaynaştırılmasıyla, gizemciliğe dönüştürülmüş bir
Platonculuk târifi yapmaktadır. Philon'a göre Eski Ahit'teki kişiler,
Tanrı'nın düşünce ve niteliklerinin simgesel görünümleridir.
Böylelikle Platon'un idealar kavramı da, melek, insan ve nesne olarak bir
gerçeklik kazanmıştır. Philon bu görüşten hareketle şu tezi
geliştirmektedir;
Kutsal kitapların, sözel anlamı ile ruhunun mânâsını (bedeni ile ruhunu)
birbirinden ayırmak gereklidir. Maddeye bağlı büyük çoğunluk, "Tanrısal
ilke"yi arınmış biçimiyle kavrayamaz. İşte bu yüzden Tanrı, buyruklarını
içeren "vahyi", insan biçiminde (Musa Peygamber) göndermiştir.
Hıristiyan filozoflar tarafından daha sonraları tanrısal düşünce ve
davranışın, (logos) insan biçiminde (İsa) görünüşü, aynı mantıkla ifâde
edilmiştir.
Yeni Platonculuk, Platon öğretisinin yeni bir yorumu olarak, Hıristiyan ve
İslâm felsefe ve teolojisinde derin etkiler bırakmıştır. Öğreti, Evren'in
dışında bir yerlerde olduğu söylenen "Platonik formlar"a (idealara) erişme
imkânına sahip bireylerden başka, hiç kimsenin bilgiye ulaşamayacağını ileri
süren kuşkucu görüşlerden hareketle geliştirilmiştir. Bununla beraber Yeni
Platoncular, kuşkucu öğretinin aksine, Platon'un fikirlerinden doğrudan
alıntılar yaparak, ruhun bu formları daha önce görmüş olduğu inancı ile,
insanoğlunun bu bilgilere doğuştan sahip olduğu tezini tekrarlamışlardır. Bu
anlayışın tüm ayrıntılarını târif etmek ve bundan yeni bir dinin temellerini
oluşturmak maksadıyla, hiç bir değişikliğe uğratmaksızın, Platon öğretisinin
diğer unsurlarını da kullanmışlardır.
Ancak öğretinin metafizik yapısı, Platonik mitler dışında, başka görüşlerden
de etkilenmiştir. Platon, yaşlılık dialoglarından Parmenides'de, bilinen
formların varlıkları ile ilgili tüm algılamaların, o kavrama ait ilk ve ana
örneğin, asıl kalıbın (idea'nın) az ya da çok eksik bir kopyası olduğunu öne
sürmüştü. Tam ve eksiksiz formların bulunduğu sonsuz ve erişilmez
bilinmezlik platformunda, (fizik ötesi - metafizik) varlık ve bilgi dışı
kavramların mevcut olması gereğini savunmaktaydı. İşte bu noktada Platonik
öğretiden ayrılan Yeni Platoncular, varsayılarak târif edilmeye çalışılan bu
düşünce üstü formların, (idea'ların) bir "Yüce Varlık" tarafından
yaratıldığı görüşüne varmışlardır.
Platon'u mistik ve dinî lider olarak alan bu yeni yorum, Mısır
yunanlılarından Plotinos (İ.S. 205 - 270) tarafından yazılan "Enneadlar"da
(Dokuzluklar - Her birinde 9 bölüm bulunan 6 kitap) üstün bir edebî dille
anlatılmıştır. Görüşleri, belki de anlatının estetik güzelliği yüzünden,
oldukça ikna edici öğeler taşır. Plotinos, Platon felsefesinin gizemci
(mistik) yanını, antikçağ yunanlılarının tüm önemli filozofları ile
uzlaştırıp, seçmeci (écléctique) bir öğreti yaratmıştır.
Bu tezin en önemli sonucu, antik çağ düşünürlerinin bilgi ve hikmet
sevgisinin, bu öğreti yolu ile Tanrı bilgisi - Tanrı sevgisi hâline
dönüşmesi olmuştur. Bilgi kavramı da böylelikle ilk filozoflardan veya doğa
filozoflarından bu yana kabul görmüş, "algılama ve sonuç çıkarma"
târifinden, muğlak bir "ruhsal görüş" anlayışına indirgenmiştir.
Bu mantık sonucu, "bilge kişi" târifi de değişikliğe uğramıştır. Sokrates
ideali diyebileceğimiz, "kendini bilen, aydınlık düşünen, kendini
denetleyebilen, ölçü ve uyum içersinde yaşayan", özgür bilge kişi tanımı
yerini, "sıradan insanlara tamamiyle kapalı bir dünyada, hem varlıkların,
hem doğa üstü olayların derinliklerine inebilme yeteneğine sahip
kişilikler", şeklinde özetlenebilecek, Pythagoras'çı târiflere bırakmıştır.
Plotinos'a göre Evren'deki her şey, Tanrı'dan sûdûr etmiştir (çıkmıştır) ve
Tanrı'ya dönecektir. (Bu yüzden öğretiye "Panthéisme émanatiste" (Sûdûriyyei
vücûdiyye) ismi de verilir.) Düşünürümüze göre, bütün nenlerden önce ve
kendinden sonra gelenlerden farklı, kendi kendine yeter bir nenin bulunması
gereklidir. Böyle bir varlık varsa, her şeyin en tamı ve en güçlüsü
olmalıdır. Tamlık ve olgunluk içinde olan ise, kendiliğinde kalmaya tahammül
edemez, başka varlıklar meydana getirir. Tam ve bir olan deyimi ile târif
ettiği Tanrı, tam olduğu içindir ki taşar ve bu fışkırma ile (perilampsis)
kendinden ayrı bir yeni varlık oluşturur.
Bu kuvvetli fışkırma süreci sonucunda sûdûr ve uruç (Emanation : Alt olanın,
üstün olandan çıktığı tezi. Evren'de mevcut olan her şeyin Tanrı'dan
çıktığını dile getirmek için ortaya atılmış bir görüştür. Bir başka açıdan,
önce gelenin, sonradan gelene ihtiyacı olmadığı, sonradan gelenin, önceden
gelene gereksinim duyacağı mantığını içerir.) yolu ile Yüce Varlık, düşünsel
formları (ideaları) içeren "Evrensel aklı" ("Nous", "akıl dünyası")
yaratmıştır. "Evrensel akıl" ise kendi payına, yeni bir fışkırma ile
(perialampis) "Evrensel ruh"u (veya "ruh dünyası"nı) gerçekleştirmiştir.
Ortada artık, cisimsiz ruhlar vardır. Akıl bir bütün halinde bulunmaktadır.
Fışkırmanın üçüncü aşamasında özdeksel âlem, (doğa ve madde) yaratıcı gücün
azalmış olması yüzünden, eksik ve yetkin olmayan kopyeler hâlinde, (Platonik
târif) "Evrensel Ruh"un varoluş çeşmesinden akmaya başlamıştır.
Ruh, Yüce Varlık ile birlikte yaşadığı gerçeklerin dünyasını hatırladığı ve
orada olmayı büyük bir tutku ile arzu ettiği için, bulunduğu Evren'de,
kendini yabancılaşmış ve kaybolmuş hissetmektedir. Ancak, tam anlamiyle
arınmış ve kemâle erişmiş bir ruh, bu vuslatı gerçekleştirmeyi ümit
etmelidir. Bu yüzden ölümsüz ruh, bir yeniden doğuş, (Réincarnation) süreci
içersine girerek, bedenden bedene, sonsuz bir yolculuğa çıkmalıdır. Bu
arınma yolculuğu, ruhun ideale erişmedeki tek çıkar yoludur. Plotinos ruhu,
sıla hasreti çeken bir gezgin, "Her gece başka bir handa uyuyan bir avare"
olarak isimlendirir.
Plotinos'a göre, yukarda zikredilen üç basamaktan inerek varlaşan insan,
çift yanlı merdivenin diğer tarafındaki üç basamağı çıkarak Tanrı'sına
dönecektir. Bu basamaklardan birincisi algılama, ikincisi akıl, üçüncüsü
gizemsel sezgidir. İnsan yaşamının ereği, önce duyumlar yolu ile etrafındaki
olayları algılamak, sonra akıl yolu ile erişilebilir olanları irdelemek ve
değerlendirmek, nihayet son aşamada, basîret ile gizemsel sezgi fazîletine
ulaşarak, Tanrı'ya kavuşmaktır.
Aristoteles Tanrı'yı "düşünmenin düşünmesi" olarak târif etmekteydi.
Bu görüşe, orta çağ filozofları bir ekleme yaptılar;
"O'nun düşüncesi o kadar mükemmeldir ki, düşünmek ve yapmak, onun için tek
ve aynı şeylerdir."
Anselmus'un, Tanrı'nın varlığını kanıtlamak üzere öne sürdüğü ünlü önerme
şöyledir;
"Tanrı, daha yüce hiç bir şeyin düşünülemeyeceği şey olarak târif
edilebilir." (Aliquid quo nihil maius cogitari possit) Ancak bu görüş,
Tanrı'nın düşünülebilir olduğunu da belirten paradoksal bir içerik taşır.
Anselmus, neo-platonik öğretiden de esinlenerek şöyle ekliyordu;
"Varoluş, var olmamaktan daha mükemmel bir kavramdır. Düşündüğümüz Yüce
Varlık, var olmalıdır. Mükemmel olan, var olmamaya tahammül edemez."
Eski bir hâdis’e göre Allah, Muhammed Peygamber’e, “Ben gizli bir hâzineydim
ve bilinmek istedim. Ve bilineyim diye Dünya’yı (Evren’i) yarattım.” der. Bu
Hâdis ile Yeni Platonculuk akımının yukarda sayılan tezleri arasındaki
benzerlik ilginçtir.
Plotinos'dan sonra Yeni Platonculuk akımı, iyiden iyiye teolojik bir veçhe
kazanmıştır. Çok tanrıcı Yeni Platonculuk akımının temsilcilerinden
Jamblichus, İ.S. 4. yüz yılda, Dünya'da mevcut plüralist din taraftarlarınca
tapılan ilâhlar ve yarı tanrılar açısından, bu ilâhların hükümran oldukları
kendilerine özgü alanlarda, yine sûdûr (émanation) yolu ile çeşitli varlık
veya kavramları yarattıkları tezini öne sürmüştür. Jamblichus'dan sonra 5.
asrın ortalarına doğru Proclus, öğretiyi daha mantıkî bir platforma
oturtmuştur.
Yeni Platonculuk akımı batı dünyasına, Plotinos'un eserlerinin, Victorinus
tarafından İ.S. 361 yılında yapılan lâtince tercümesi ile girmiştir. Bu
tercüme, Saint Augustine'i büyük ölçüde etkilemiştir. O zamana değin,
kendine ait sarih bir felsefî yapıdan yoksun kalmış hristiyanlık, bu öğreti
yolu ile teolojik inançları için ihtiyaç duyduğu fikrî temel ve metafizik
sisteme kavuşmuştur. Bu entellektüel temel, Saint Augustine tarafından
kurulmuş olmasına rağmen, Pseudo Areopagite Dionysus ile Boethius'un
eserlerinden de büyük ölçüde güç almıştır. 13. asra değin, ta ki Aristoteles
öğretisi yeniden dikkatleri çekip, hatırlanana ve tekrar değer kazanana dek
Yeni Platonculuk, batı hristiyanlığı için temel felsefî öğreti olarak
kalmıştır. Saint Anselm, Clarivaux'lu Saint Bernard ve Saint Bonaventura
gibi düşünürler, Saint Augustine geleneğini sürdüren, Hıristiyan liderler
olmuşlardır.
Yeni Platoncu eserlerin, yunanca, arapça ve daha sonraları ibrânice
tercümeleri, İslâm ve Musevî felsefesi ile mistsizmine önemli etkiler
yapmıştır. İbn-i Sînâ, Solomon Ben Judah Ibn Gabriol ve Judah Ha - Levi, bu
geleneğin en tanınmış Orta Doğu kökenli düşünürleridir.
ARİSTOTELES :
Aristoteles ile Platon, batı düşünce sistemini en çok etkileyen iki filozof
olarak anılmaktadır.
Bu günün dünyasında "mantık", temel itibariyle Aristoteles kökenlidir.
Modern çağ başlarına değin Aristoteles'çi düşünce, doğa bilimlerine tam
mânasiyle hükmetmiş, modern fizik, bu öğretiye bir reaksiyon olarak
geliştirilmiştir. Metafizik görüşleri, günümüzde dahi felsefî tartışmalara
konu teşkil etmekte, "ahlâk" ile ilgili savları, bir çok modern düşünür için
cazibesini hâlâ korumaktadır. Aristoteles, felsefe dışındaki alanlarda da
güçlü etkiler yaratmış bir bilim adamıdır. Biolojinin kurucusu sayılır.
Charles Darwin, onu bu alandaki en güçlü kişilik olarak tanımlamaktadır.
Edebî eleştirinin ilk formlarını teşkil eden şiirleri ise modern drama
san'atının doğuşuna önemli katkılarda bulunmuştur. Bazı alanlarda gösterdiği
zafiyete rağmen, Aristoteles öğretisinin en çarpıcı yönü, her konuyu içine
alabilme yeteneğine sahip, günümüzde dahi yadsınamaz anlaşılabilirlikte, bir
metotlar dizini yaratmış olmasıdır.
İ.Ö. 384 yılında, Kuzey Yunanistan'ın Khalkidike yöresinde, Selânik
yakınlarındaki Stageiros (Stageira) kentinde doğmuştur. Babası Nicomachos,
Makedonya sarayı ile çok yakın ilişkiler içersinde bulunan bir hekimdir.
(Kral Amyntas'ın özel doktoru) Aristoteles'in ölümünden sonra da "Aristo
ekolü", Makedonya sarayı ile bu yakın ilişkileri devam ettirebilmiştir.
Canlı yaratıkların yapısal özelliklerine karşı duyduğu ilgi, muhtemelen baba
mesleğinin etkisi ile oluşmuş, güçlü bir gözlem yeteneği geliştirmesine
neden olmuştur.
İ.Ö. 367'de Atina'ya giderek, Platon'un ünlü "Akademia"sında, önce öğrenci,
sonra da öğretmen olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Etrafına toplanan bir
grup çok değerli kişi ile birlikte, eczacılık'tan bioloji'ye, matematik'ten
astronomi'ye kadar, olduça geniş bir bilimsel yelpaze içersinde, çok değerli
tezler üretmişlerdir. Beraberindeki bu düşünce adamları ile ortak bir
doktrine bağlılıkları olmamakla beraber, bir araya gelişlerinin gerçek
sebebi, bilgiyi, sağlam nazarî temellere oturtma konusundaki sistematik
çabalara katkıda bulunmak ve bu bilgileri, diğer tüm alanları kapsayacak
şekilde geliştirme arzu ve hattâ ihtirâsıdır. Aristoteles öğretisini, diğer
tüm dallardaki çalışmalarından fazla karakterize eden özellik, bu yöndeki
çabalardır.
Akademia'nın hedef ve amaçlarından bir tanesi, gençleri siyasî açıdan
yetiştirmek ve yöneticilere yol göstermekti. Bu ilişkiler sayesinde
Aristoteles, Atraneus kralı Hermeias'ın, Assos bölgesindeki (bu günkü
Edremit körfezi kıyısında Behramköy) sarayına davet edildi. (İ.Ö. 347)
Burada kralın yeğeni ile evlendi. İ.Ö. 343 senesinde, 13 yaşındaki genç
Büyük İskender'in öğretmenliğini yapmak üzere, Makedonya kralı II. Philip'in
yanına yerleşti. Burada 3 yıl kalan Aristoteles, 16 yaşına basan Büyük
İskender'in, babası tarafından kral nâibi ilân edilmesinin ardından, oradan
da ayrıldı. Makedonya macerasından sonra, doğum yeri Stageiros'a giden
düşünürümüz, burada 3 yıl kalarak, kendi başına bilimsel çalışmalar yaptı.
İ.Ö. 335'de, "Lyceum" (Atina'nın "Lykeion" ismi verilen bölgesinde
kurulduğundan) ya da "Peripatus" (Aristoteles derslerini, okulunun
bahçesinde gezinerek verdiğinden "gezinenler" anlamında) isimleri ile
anılacak, kendi okulunu kurmak üzere tekrar Atina'ya gitti. Platon'un
ölümünden sonra, ilmî yeterliliğini büyük ölçüde yitiren ve ilgi alanları
açısından son derece sınırlı bir çerçeve içersine sıkışmış "Akademia"ya
karşın Peripatus, Aristoteles ve onu takiben öğrencisi "Theophratos" ile,
daha önceleri asla erişilmemiş, çok geniş bir yelpaze içersinde, (ve
özellikle doğa bilimlerini kapsamak kaydiyle) bilimsel araştırmalara
yöneldi. Büyük İskender'in ölümü üzerine, Atina'da ortaya çıkan Makedonya
karşıtı hareketler arkasından, hocası Platon gibi dinsizlikle suçlanma
korkusu yüzünden, İ.Ö. 323 yılında "Chalkis"e kaçtı ve bir sene sonra, 62
yaşında öldü. (İ.Ö. 322)
Aristoteles'in, özellikle okulunda ders kitabı olarak kullanılmak üzere
kaleme aldığı ve çoğunlukla dialoglardan müteşekkil eserlerinden, (Corpus
Aristotelicum) ne yazık ki çok sınırlı bir kısmı günümüze ulaşabilmiştir.
Bunlara ilaveten, "Politeia Athenaion" kitabının eksik bir kopyası ile,
gerçekliği şüphe götürür bazı mektuplar, şiirler ve Platon'un kendisine
yazdığı bir mersiye, bu güne gelebilmiş eserlerdir. Elde mevcut "Corpus
Aristotelicum"ların geçmişi İ.S. 2. yüz yıla dayanmaktadır. İ.Ö. 1. asırda
Rodos'lu Andronikos tarafından hazırlanmış bir başka kopyenin mevcudiyetine
dair oldukça şüpheli bir iddia da vardır. Aristoteles'in bilimsel
eserlerinin İ.Ö. 1. yüz yılda hangi formlarda mevcut olduğu konusunda da
önemli ihtilâflar vardır. Bir çok metinde, orijinal olup olmadığının tesbiti
pek mümkün olmayan, ekleme ve değişikliklerin yapıldığını gösterir işaretler
bulunmaktadır. Eldeki metinlerden bazıları, daha sonraları kullanılmaya
başlanmış dil özellikleri ile düşünceleri içermekte olup, muhtemelen ona ait
değildir. Orijinal olarak düşünürümüz tarafından yazıldığı bilinen
"Metafizik" (Prote Philosophia) gibi eserlerde dahi, bazı önemli
değişikliklerin yapılmış olduğu görülmektedir. Pek başarıya ulaşma şansı
olmamakla beraber, öğretinin geçirdiği evreleri temel alarak yapılan
ayıklama çalışmaları, günümüzde de devam etmektedir. Mantık üzerine yazılmış
eserleri, esas itibariyle yöntem sorununu, dolayısıyla bilimsel bilgiye
giden yolda kullanılacak âleti belirlemeye çalıştığından "Organon" (âlet)
olarak adlandırılmıştır.
Corpus Aristotelicum bilimsel tezlerinin düzeni, felsefenin, mantık, fizik
ve ahlâk şeklinde belirlenen geleneksel bölünümünü içerir. Aristoteles'in
eserlerinden ikisi, bu şeklî ayırıma uymaz. Bunlar, "Prote Philosophia"
(Metafizik) ile "Hitâbet ve Şiir" isimli yapıtlardır.
Bu sebeple eserlerini, şöyle sıralamak mümkün olmaktadır:
1) Mantık ile ilgili yapıtlar;
"Sınıflandırmalar / Kategoriler", ("Kategoriai" - Var olan üzerine deyişler
ve ana formlar) "Önerme Üzerine", (Peri Harmeneias) "Çözümleme Öncesi",
(Analytica I - Prior Analytics – Tasım – syllogisme / karine - üzerine)
"Çözümleme Sonrası", (Analytica II - Posterior Analytics-Tanıtlama, tanım,
sınıflama ve bilginin ilkeleri) "Hedef Konular", (Topica - Dialektik
tasarımlar üzerine) "Sofist Görüşün Tenkidi ve Çürütülmesi. (Peri
Sophistikon Eleghon)
2) Fizik ile ilgili yapıtlar;
"Fizik", (Physica) "Nesiller ve Yozlaşma Üzerine", "Cennet Üzerine",
"Meteoroloji üzerine", "Ruh Üzerine", (Peri Psykhe) "Doğa Üzerine", (Parva
Naturalia) "Hayvanların Geçmişi", (Peri ta Zoa Historia) "Hayvanların
Organları", "Hayvanların Yaratılışı", "Hayvanların Hareketi Üzerine".
3) Ahlâk üzerine yapıtlar;
"Nickomachean Ahlâk", (Ethica Nikomakheia) "Eudamean Ahlâk", "Magna
Moralia", "Siyaset Üzerine", "Atinalıların Devleti" (Politeia Athenaion).
4) Metafizik ile ilgili yapıtlar;
"İlk Felsefe" (Prote Philosophia) isimli eseri, felsefe tarihinin,
Thales'den kendisine kadar, çok başarılı bir özeti ve en güvenilir
kaynağıdır. Andronikos isimli öğrencisi, Aristoteles'in eserlerini bir araya
toplayıp düzenlerken, bu eseri "Physica"dan sonraya koyduğu için, "Fizikten
sonra" anlamına "Metaphysica" ismiyle anılmaktadır.
5) Hitâbet ve San'at üzerine yapıtlar;
"Hitabet / Natıka" (Rhetorika), "Şiir" (Poetika).
Aristoteles Akademia'da, gerek öğrenci ve gerekse öğretici olarak
çalışmalarını sürdürürken, Platon felsefesi üzerinde değerlendirmeler yapma
zaman ve imkânı bulmuştur. Bu arada ünlü "idealar kuramı"ndaki zayıf
noktaları tesbit ederek, Platonik disiplinin tenkidini, kendi düşünsel
ürünlerinin çıkış noktası olarak kullanmıştır.
Platon, kendinden önce çeşitli alanlarda düşünsel ürünler vermiş doğa
filozofları, sofistler ve hocası Sokrates gibi, tüm değişimlerden
etkilenmeyen, mutlak ve değişmez olanı bulma çabası içersindeydi. Sonunda
"duyumlar dünyası" (monde sensible) dışında, "düşünülebilir dünya"da (monde
intelligible) buldu aradığını. Platon'a göre gerçek bilginin temeli, bu
Dünya'nın dışında bir yerlerde, idealar dünyasında bulunabilirdi. Bölünmez,
değişmez, öncesiz ve sonrasız olarak, kendi kendine eşit, hep aynı kalan
bilgi olarak tanımlıyordu "idea"kavramını. Öğretiye göre, örneğin at
sözcüğü, belli bir düşünsel (ideal) atı, Tanrı'nın yarattığı tek bir atı,
değişmez ve mutlak ilk örneği temsil ediyordu. Duyumlarla algılanan tek tek
atlar ise, ideal at ile ortak yanları olan, değişken, şu veya bu yönden
eksik kopyeleri ve varlığı sınırlı görüntüselliği temsil ediyordu.
Yine Platon'a göre, bedenden bedene dolaşarak kemâle erişme çabası
içersinde, Tanrı'ya ulaşmayı ereklemiş ölümsüz ruh, aranan mutlak ve
değişmez doğrular ile daha önceki yaşam dönemlerinde muhakkak karşılaşmış
olmalıydı. Hâl böyle olunca, bu ölümsüz ruhu taşıyan insanoğlu için mutlak
ve değişmez olanı öğrenmek, eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktan ibâretti.
Bu mantık zincirinin tabiî sonucu olarak idealar, insanın doğuştan sahip
olduğu bilgilerdir diyordu Platon. (Bkz. Platon)
İdealar kuramı açısından Aristoteles, tek bir atın değiştiği ve hiç bir tek
atın ilelebet varolamayacağı, at biçiminin ise mutlak ve değişmez olduğu
konusunda hocası ile aynı görüşleri paylaşıyordu. Ancak at ideasının,
kendiliğinden veya doğuştan mevcut olamayacağını, insanların pek çok at
gördükten sonra oluşturdukları bir kavram olduğunu öne sürmekteydi.
Aristoteles, "at biçimi" kavramını da, at türünün, tüm atlardaki ortak
özelliklerin toplamı olarak tanımlamaktaydı. Doğanın dışında bir yerlerde,
bir ana kalıplar deposu olamaz diyordu. Biçimler nenlerin içindedir. Ayırt
edici özellik, biçimlerdedir. Bir başka deyişle, at ideasının, at'tan önce
var olduğu görüşüne ve dolayısıyla doğuştan edinilen bilgiler kavramına,
şiddetle karşı çıkmaktaydı.
Aristoteles'in, hocası Platon'un idealar kuramının tenkidi çerçevesinde öne
sürdüğü kanıtlar içersinde en güçlü olanı, "üçüncü şey" ismini
verebileceğimiz savıdır. Düşünürümüze göre, bireysel atlar, düşünsel bir ata
(at ideası) benzedikleri için "at" iseler, hem düşünsel atın, (at ideasının)
hem de bireysel atların benzedikleri, düşünsel (ideal) bir üçüncü at daha
olması gerekir. Bu mantık ise, sürüp gidecek bir kısır döngüye sokacaktır
felsefeyi.
Aristoteles'in, konuyla ilgili bir diğer kanıtı da şöyle özetlenebilir;
İnsanoğlu felsefî açıdan, hem insan ve hem de hayvan olarak
tanımlanabilmektedir. Hâl böyle olunca, insan ideası ile hayvan ideası
çakışmalıdır ki, bu varsayım olanaksız ve uyumsuzdur. (absurde)
Bu aşamada, oldukça karmaşık görünen konuya açıklık getirmek gayesiyle, iki
önemli noktanın altını çizmekte fayda vardır;
1- Aristoteles'in, Platon öğretisinin en önemli ve tanınmış ürünü addedilen
"idealar kuramı" nı tenkit maksadıyla ortaya attığı bu görüşler, zımnî (sous
entendu) olarak, ruhun ölümsüzlüğü, ruh göçü ve ruh beden ilişkileri
konusunda da hocasından farklı görüşlere sahip olduğunu vurgulamaktadır.
2- Aristoteles, İnsanoğlunun taşıdığı en önemli ayırt edici özelliğin,
doğuştan edinilen akıl gücü olduğunu kabul etmektedir. Ancak Platon'un
ortaya attığı, doğuştan kazanılmış fikir ve bilgilerin mevcudiyetini
reddederek, duyumlar olmadan, bu çok kıymetli gücün boş kalacağını ve hiç
bir işe yaramayacağını ısrarla öne sürmektedir.
Platon için gerçeklik, aklımızla düşünülebilen (intelligible) iken,
Aristoteles'in ortaya attığı düşünce sisteminde gerçeklik, duyumlar ile
algılanan fikirler hâline dönüşmektedir. Gerçeklerin dünyası, düşünürümüze
göre, doğa'dır.
Aristoteles, tenkit ettiği Platon öğretisinin yerini almak üzere,
"tümeller", "özdek" ve "biçim" kavramlarını ortaya atmaktadır. Bu
kavramların, felsefî açıdan anlaşılması güç tanımlar içerdiğini görüyoruz.
Aristoteles öğretisinin daha iyi anlaşılabilmesi maksadıyla, bahse konu
sözcüklere, imkân nisbetinde bazı açıklamalar getirmekte yarar vardır;
Dilde özel adlar ve sıfatlar bulunmaktadır. Güneş, Ay, Olimpos, Sokrates
özel adlardır. Nenleri ve kişileri târif eder. Bu bireysel karakterli
sözcükler, "töz"ü (cevheri) ifâde ederler. Her hangi bir sıfat, nitelik veya
kategori'yi betimleyen sözcükler ise (insan, kedi, köpek, ağaç, yuvarlak...)
"tümel"lerdir. (universal) Çok kısa ve özlü bir anlatımla, "töz", "BU";
"tümel", "BU GİBİ"dir. Platon öğretisindeki idealar kuramı açısından,
Evren'in dışında bir yerlerde olduğu iddia edilen "idealar"ın içerdiği
tözler de, tümeller de hep, "BU" özelliğini taşımaktadır. İşte
Aristoteles'in kabul etmediği nokta burasıdır.
Gelin, konuyu bir az daha açmaya çalışalım;
Elea'lılar, tek ve değişmez bir varlığın mevcut olduğunu öne sürerek,
duyumsal olanın yanıltıcılığı ile ussal olanın gerçekliği görüşüne
varmışlardı. Bu yüzden, çokluk, değişirlik ve devinim gibi faktörlerle
ortaya çıkan "oluş"un, düşsel bir görüntüden başka bir şey olmadığını
savunmuşlardır.
Platon bu tezi, yeni yorumlar katarak geliştirdi. İncelediği duyum
fonksiyonlarının, gerçeği bildirmekten uzak olduğunu tesbit etmiş, en kaba
duyumlarımızı bile, "kavramlar" yolu ile dile getirdiğimizi gözlemlemişti.
Duyumlarımızı ussal bir sınıflandırma yapmaksızın bilmemiz mümkün değildir
diyordu. Elde edilen bilgiyi, bir seri kavram vasıtasiyle
sınıflandırabildiğimiz için biliyor gibiydik. Demek ki bilgi, kavramsaldı.
Kavramlar ise duyumların değil, tüm bu sınıflandırmaları gerçekleştiren
aklın ürünüydü. O halde bilgi, nesnel değil, ussaldı. Kendiliğinden nesne
olamaz. Bir görüntüden ve hiçden başka bir şey değildir bilgi. Örneğin bir
masayı, sertliği, rengi, boyu, görevi, vs. gibi kavram ve sıfatlardan
soyutladığımızda, geriye bir hiç kalır. Hiç ise, yok demektir. Öyleyse
gerçek olan nesneler değil, kavramlar ve eşdeyişle "tümeller"dir.
(evrenseller, geneller) Masa, bu genellerle bir varlık kazanmaktadır. Ama
masanın bilincimiz dışında var olduğu da bir gerçektir. O hâlde geneller,
bilincimiz dışında da vardırlar ve nesneldirler. Platon bu nesnel tümellere
"idea" adını vererek, nesnel düşünceciliğin (idéalisme objective)
temellerini atmıştır.
Diğer yandan "gerçekçilik", (hakikîye, réalisme, realism) varlığın, insan
bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolmakta olduğunu ileri süren
anlayıştır. Nesnel gerçeği, gerçek saymama anlamındaki orta çağ disiplininin
tohumları, antik çağda, Elea öğretisi, Platon ve Aristoteles tarafından
atılmıştır. Bu anlayışa göre GERÇEK, bireysel olan değil, "tümel" (küllî,
universal) olandır. Ama "tümeller", ancak "bireyseller"de var olabilirler.
Kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Örneğin, dünyada eşekler vardır. Ama
eşeklik yoktur. Eşeklik tümeldir (soyut, ussal, genel kavramlar). Ancak
bireysel bir eşeğin varlığı ile varolabilir. Gerçek olan ise, eşekler
(bireyseller) değil, eşekliktir (tümel). Eşekliği ortadan kaldırırsan,
Dünya'da eşek kalmaz. Eşek varoluşunu, eşekliğe borçludur. Bireysel
eşeklerin varoluşları (existence) bulunduğu halde, varlıkları (être) olamaz.
Buna mukabil, tümel olan eşekliğin ise, varoluşu (existence) yok, ama
varlığı (être) vardır. Gerçek ise, bağımlı varoluşu olan değil, bağımsız
varlığı olandır. Bu yüzden varoluşları bulunan bireysellikler, gerçek değil,
görüntüdürler. Varoluşları bulunmayan tümellerse, gerçektirler.
Platon'a göre gerçek olan tümellerdi. (geneller, genel kavramlar,
evrenseller) Bir ağacı algıladığımızda, tümeller üzerinde dururuz.
(yükseklik, yeşillik, sertlik, vs...) Ağacı, bütün bunlardan soyutlarsak,
ortada başkaca hiç bir şey kalmaz. O hâlde tümel (burada aklî, ussal) olanın
dışında bir gerçeklik olamaz. Duyumsal olan gerçeği yansıtamaz. İdealist
görüş bu noktadan hareketle, ikinci ünlü teze varmaktadır. "Gerçek, varolan
değil, varolmayandır." Tümeller, zaman ve uzay içersinde var değillerdir.
Zaman ve uzay içinde varolmayanlar, yok demektir. Varolanlardan, hangi
tümelleri soyutlarsanız soyutlayın, ortada yalnız varlık kalır. Örneğin
ağacı, yükseklik, yeşillik ve sertlik tümellerinden soyutlarsanız, ortada
sadece ağacın varlığı kalır. Demek ki "ASIL GERÇEK", görünüş (yüklemler)
değil, "VARLIK"tır. Peki ama, varlık niçin var olmayandır ? Ağacı, ağaç
varlığından da soyutlarsanız, (nihaî soyutlama) ortada yokluk, eşdeyişle
varolmayan kalır. Bu yüzden gerçek varlık, var olan değil, var olmayandır.
Aristoteles'in bu idealist geleneğe en önemli katkısı, "ereksellik
anlayışı"dır; Erekbilim, (Mehbas-ı Gâyât, Téléologie, Teleology) doğa, insan
ve toplumun, ereklerle (telos) belirlenerek yönetildiğini iddia eden
öğretiye verilen isimdir. Metafizik anlayış açısından, Aristoteles'in
kullandığı erek sözcüğü, mümkün olan tüm anlamlarında, ereksellik'in
incelenmesini dile getirir. Nesnelerin neden meydana geldiklerini açıklayan
nedensellik yasasına karşın, nesnelerin hangi erek için meydana geldiklerini
araştıran ereksellik anlayışı, Evrende böyle bir erek güdebilecek, üstün bir
gücün varlığı inancına dayanır. Erekbilimin, törebilimsel hedefi, insan
yaşamındaki töresel erekleri saptamaktır. Metafizik erekbilim ise, Evren'i,
ereklerle, araçlar arasındaki ilişkilerin bir toplamı sayar. Aristoteles'in
ünlü, "doğa boşuna çalışmaz" tesbiti, her varlaşann, bir erek için
varlaştığı ilkesini (Mebde-i Gâiyet, Principe de Finalité, Ereklik İlkesi)
betimlemektedir.
Aristoteles'in "biçim"i, bilimsel nedensellik (causalité scientifique)
anlayışındaki sonuç değil, erektir. Zira erek, mantıksal bir öncelik taşır
ve sürecin başlangıcından beri, sebep'in (raison) içinde vardır. Palamut
sebebi, meşelik ereğini içersinde taşımaktadır. Böyle olmasaydı, palamuttan
meşe çıkmazdı. (Bilimsel nedensellik anlayışında "neden", (cause) sonucunu
içinde taşımaz.) Ayrıca erek, sebepten öncedir. Bilimsel nedensellik
anlayışında ise, neden, sonucundan öncedir. Bu bir zaman önceliği değil,
mantık önceliğidir. Dünyalaşma, sebebinden öncedir. Çünki o, birbirlerini
oluşturan bütün sebeplerin başından beri vardır. Ama dünyalaşma olgusunun
başlama zamanından önce, dünyalaşma ereğinin var bulunduğu anlamına gelmez.
Zira erek, ya da biçim, tümeldir. Tümeller ise, zaman ve uzay dışıdırlar.
Zaman ve uzay içersinde, yokturlar. O halde, zaman ve uzay içersinde
bulunmayan, yok demektir. Tümeller, (geneller ya da evrenseller) "var
bulunmayan" varlıklardır. Gerçek olanlar da bunlar olduğuna göre, asıl
gerçek, "var bulunan" değil, "var bulunmayan"dır. "Var bulunan" görünüşlerin
gerçek dışılıkları ve sahtelikleri de, bu düşünceci (idéaliste) mantıksal
uslamlama sonucudur. Diğer yandan, zaman ve uzay dışı olan saltıktır.
(mutlak, absolu) Asıl gerçek varlık da, saltıktır. Bu şekilde Tanrı
kavramına, dinsel yolun dışında, felsefe yolundan da varılmış olur. Erek'ten
(telos'dan) Tanrı'ya (Theos'a) geçilmiştir.
Bu Tanrı, Aristoteles'in tanımı ile "DÜŞÜNMENİN DÜŞÜNMESİDİR." Bir başka
deyişle, "kendi kendisini düşünen, düşünce"dir. Düşünce, zihin'in (ésprit)
özü olduğuna göre, GERÇEK, "saltık (mutlak) zihin"dir. (saltık ruh'tur)
Böylelikle us, düşünce, zihin, ruh ve Tanrı özdeşleşmiş olmaktadır.
Aristoteles, işte bu noktadan itibaren, "biçim" kavramına geçer. Örneğin bir
heykel için mermer, özdektir. Yontucunun verdiği kılık, biçim (shape) dir.
Özdek, biçimi dolayısıyla belirli her hangi bir şey olmaktadır.
Biçim, (şekil, sûret, forme, figure, form, shape) sınırlanmakla belirlenmiş
özdek, ya da uzay olarak târif edilmektedir. Anaksagoras'a göre biçim,
evrensel oluşumda "düzenlenmemiş özdek" (khaos), karşıtı ise "düzenlenmiş
özdek"dir. (kosmos)
Aristoteles ünlü biçim (eidos) kavramını, düzenleyicilik ve
yetkinleştiricilik anlamlarına sürüklemiştir. Deyimi genelde, nesnenin
niteliklerinin tümü anlamında ve özdek'le içerik karşıtı olarak
kullanmaktadır. İlk özdek biçimsizdir ve sadece bir güçtür. (dynamis) Onu
edim'e (energeia) geçirip gerçekleştiren, görünümlü ve yetkin kılan
biçimdir. (eidos) Biçim, özdeğin gerçekleşmesi, gerçek olmayanın gerçek
hâline dönüşmesidir. Kumaş biçimlenerek, pantalon, perde veya masa örtüsüne
dönüşür. Evrendeki her varlık, biçim kazanmış özdektir. Her varlığın bir
özdek'i ve bir biçimi vardır. Özdek, potansiyel güç hâlinde bulunan
biçimdir. Demek ki varlık, kendinden daha yetkin olan bir varlığın özdeği ve
her yetkin varlık, kendinden daha az yetkin bir varlığın biçimidir. Yontucu
işe başladığında, elindeki mermerde, (özdek) bir heykele (biçime)
dönüşebilirlik potansiyeli görmüş ve bu gücü ortaya çıkarma çabasına
girişmiştir.
Aristoteles daha "Akademia"da bir Platon öğrencisi iken, felsefede üç
nazariye (bakış, theoria) geçerli idi;
- İnsanın görünene bakışı. (Doğa)
- İnsanın kendisine bakışı (İnsan)
- Platon, "idealar" öğretisi ile bunlara bir de dialektik'i eklemiş, üçüncü
teoriyi, "İnsan'ın görünmeyene bakışı" (doğa üstü, metafizik) olarak tesbit
etmişti.
Aristoteles, yöntemsel aletler bularak, bu "ilkel bakışı", doğru bakış
açısına dönüştürmeye çalışmıştır. Görünmeyen'den görünen'e bakma
(tümdengelim, doğrulama, déduction) ve görünen'de görünmeyen'e bakma
(tümevarım, araştırma, induction) ismini verdiği, "doğru bakış" nazariyesini
gerçekleştirmek için, düşünme'nin bilimden yararlanması, bir başka deyişle,
düşünce - doğa bilim dialektiği gerektiğini de farketmiştir.
Aristoteles, böylelikle belirlenmiş bu üç inceleme alanının başına ve
hepsinden evvel gelmek kaydiyle, mantık'ı (logike) koymuştur. Bu alanlarda
incelemelere girişilmeden önce, bilimin ne olduğu ve yapısı üzerine
araştırma yapılması ve bilimsel düşünce formları ile konuları üzerinde bir
disiplinin yaratılması gerektiğini öne sürmüştür.
Bu düşünce pek yeni sayılmaz. Sokrates ve sofistler de bu çerçevede düşünsel
çabalar göstermişlerdir. Ancak Aristoteles'in kendinden öncekilere nazaran
özelliği, ilk kez bir öğretici gibi yazan düşünür oluşundadır. Platon,
başarılı bir şair ve destan yazarı iken, Aristoteles'in eserleri, kuru,
ruhsuz ve çok detaylıdır. Öğretisi tartışmalara açık, başlıklara bölünmüş,
eleştirel ve sistematiktir. Mantığın kurucusu sayılması, yöntem konusuna hep
öncelik vermiş olmasındandır.
Aristoteles'e değin mantık, Platon dialoglarında görülen bir tartışma türü
olan eytişimin (dialectic) düşünsel ürünlerinden geliştirilmiş, biçimsel
gerçeklik ve biçimsel geçerlilik nazariyesi olarak târif ediliyordu.
Dialoglar, felsefî tartışmalar açısından geçerli tek şekil olarak kabul
edilmekte, felsefe öğrencileri için eytişimsel (dialectical) yeteneklerin
edinimi, önemli ve vazgeçilmez addedilmekteydi.
"Sofist Görüşlerin Tenkidi ve Çürütülmesi" isimli eserinde belirlediği ve
tartışmalarda başarı formüllerinin tesbiti ile eytişimsel (dialektik)
analizin genel prensiplerini irdeleyen tezler, nihaî analizde, yadsınamaz
sonuçları veya bilimsel bilgiyi doğrudan yaratamaz. Eytişimsel metot, eldeki
kanıtların makul ve kabul edilebilir olup olmadığının tesbiti yolu ile,
tartışılan tezlerin geçerliliğinin sağlanmasını hedeflemektedir. "Çözümleme
Öncesi" ve "Çözümleme Sonrası" (Prior Analytics / Posterior Analytics)
isimli eserlerde Aristoteles, bilimsel bilginin kazanımı için ne gibi mâkul
ve kabul edilebilir kanıtlara ihtiyaç olduğunu ve ileri sürülen bir tezin,
yadsınamaz geçerliliğinin biçimsel şartlarını incelemiştir. "Çözümleme
Sonrası" isimli kitabında, bilimin ortaya attığı prensipler ile kanıtların
nihaî hedefinin, zorunlu olarak gerçeğe ulaşmak olduğu vurgulanmaktadır. Bu
gerçeklerle ilgili olarak insanoğlunun sahip olduğu bilgiler, deneye
dayanmaktadır. Ancak bu, kendiliğinden değil, daha ziyade aklî yetilerden
neş'et eden bir deneydir. Bir konuda yeteri kadar bilgi sahibi olunduğunda,
bu deneysel bilgileri ortaya çıkartan yönetici güç (governing principles)
zihinde berraklık kazanır.
Böylelikle bu prensiplerden, yalnızca her hangi bir bilginin doğruluğunu
değil, neden doğru olduğunun sebeplerini de elde etmek mümkün olacaktır.
Aristoteles'e göre bilimsel bilginin kazanımı için, her ikisinin birden elde
edilmesi zorunludur.
Aristoteles'in, aşikâr aksiyomlara dayanan tümdengelimsel (déductive) bir
sistem olarak idealize ettiği bilim anlayışı, bilim tarihinde önemli etkiler
yaratmıştır. Düşünürümüz, sadece önermeleri bilimsel olan tezlerle
ilgilenmekte ve genel olarak kategorize edilebilir önermeleri bilimsel kabul
etmekte olduğundan, "tasım" (syllogisme - karîne) ismi verilen teorisi,
ancak dar ve sınırlı bir mantıksal tezler dizinini târif edebilmiştir.
Doğal bilimler, sürekli bir değişim içinde olmakla karakterize edilen
varlıklar ile ilgilenmekte ve değişim, fizik ilminin ilgi alanını belirleyen
temel olgu olarak görülmektedir. Bu yüzden Aristoteles'in fizik üzerine
çalışmaları, daha ziyade değişimin incelenmesi ile bu faaliyetin doğuracağı
tartışmaları içermektedir.
Aristoteles'e göre değişim (tebeddül, changement) veya devimsel değişme,
karşılıklı iki durumda, birinden öbürüne geçme anlamındadır.
Üç tür değişim vardır;
- Yokluktan varlığa geçiş. (Doğum)
- Varlıktan yokluğa geçiş. (Ölüm)
- Varlıktan, varlığa geçiş. (Devim, değişim)
Her değişim türü de, üç temel etken ihtiva eder;
- Değişim sonucunda ortaya çıkan belirleyici özellik veya şekil.
- Bu belirleyici özellik veya şeklin, daha önce mevcut olmayışı.
- Evvelce mevcut olmasına rağmen, değişim sonucu, artık bahse konu
belirleyici özellik ve şekil altında karakterize edilen varlık. Örneğin,
heykelde bu üç etken, heykelin şekli, daha önceki şekilsizliği ve yapılmış
olduğu malzemedir.
Aristoteles varlık düşüncesini, başka düşüncelerle de bağdaştırmak çabası
içindedir. Yine heykel örneğinden hareket edersek, bir malzeme heykel hâline
dönüşebiliyorsa, bu tözde bir heykel olma potansiyeli (heykel olabilirlik)
var demektir. Mermer, tözdür.(cevher) Biçim ise şeklî sebeptir. Sebep bir
etkendir. Etkenle ilgili gerçek bir değerlendirme, varlık sebebini târif
eder.
Aristoteles 4 tür varlık sebebi saymaktadır;
Bir ev oluştuğunda;
1- Etkin sebep; İnşaatçı.
2- Şeklî sebep; Ev olmanın yapısal görüntüsü.
3- Maddî sebep; Bu yapısal görünüme dönüşmüş olan malzeme.
4- Nihaî sebep; Evin mevcudiyetini gerektiren gaye, bir başka deyişle,
insanın ve mülkiyetin korunmasıdır.
Aristoteles bu kavramların detayına girdiğinde, durağanlığın mevcudiyetini
yadsımakta ve hareketin devamlılığını savunmaktadır. Hareket, devamlılık
özelliği dolayısıyla sonsuzluğu ifâde eder. Bu yüzden, kendisi hareket
etmeyen, bir ilk hareket mevcut olmadan, (Tanrı) sonsuz hareketin mevcut
olamayacağı sonucuna varmıştır.
Bir varlığın biçimi, onun davranışlarını târif etmektedir. Aristoteles,
bitkisel, (bitkiler) hisseden (hayvanlar) ve zihnî (insanoğlu) varlıklar
olmak üzere üç tür canlı varlık olduğunu öne sürmektedir. Ruhun bir dizin
belirleyici özellik olduğuna inanmaktadır. Ruh ve bedenin, bir canlının
ortaya çıkması için sihirli bir şekilde birleşmesi gereken iki ayrı unsur
olduğunu kabul etmez. Bu yüzden, bedenden ayrı olarak varlığını sürdürdüğü
kabul edilen ve zihnin faaliyeti ile gerçekleştiği varsayılan faal zekâ ile
neyi kastetmiş olduğu açıklıkla anlaşılamamaktadır.
Aristoteles'in bioloji'ye ilişkin çalışmalarının büyük bir çoğunluğu
zooloji'ye ayrılmıştır. Bioloji öğretisinde, "erekbilimsel" (téléologique)
doktrinin etkisi özellikle belirgindir. Örneğin, Aristoteles, "hayvanların
organları" eserinde, Anaksagoras'ın; "İnsanların elleri olduğu için mi aklı
vardır ? Yoksa, aklı olduğu için mi elleri vardır ?" sorusu üzerine
düşünmüştür. Filozofumuza göre insanlaşma sürecinde el, en önemli rolü
oynamıştır. Hayvan ön ayaklarını el olarak kullanmaya başlamakla eylemde
bulunmuş ve insanlaşmıştır. Doğal cisim formlarının, nihaî biçimleri ve
varlık nedenleri tarafından tesbit edildiğini ileri süren bu doktrin,
genelde yanlış bir değerlendirme sonucu, doğada evrensel bir tasarımın
mevcut olduğu iddiası şeklinde anlaşılmaktadır. Oysa Aristoteles, karmaşadan
uzak, basit bir tezle, cisimlerin yapısal özellikleri ve davranışlarının, bu
cisimlerin işlev ve varlıklarına katkıda bulunduğu görüşünü öne sürmektedir.
Bilimler, yaratılışın özellik taşıyan yönleri ile ilgilenirken, metafizik
varlıkları oldukları gibi incelemeye tâbi tutmaktadır. Aristoteles'e göre
basit ve sade varlık diye bir şey yoktur. Oluşum içersinde bir madde,
(özdek) daima bir cisim, bir nicelik, bir nitelik veya diğer bazı temel
kategorilerin özelliklerini taşır. Özdek, yokluktan evvel mevcut olmalıdır.
Zira, nitelik ve nicelik özellikleri, özdek tarafından tesbit edilmektedir.
Bununla beraber, Tanrı gibi bazı özdeklerde, nitelik ve nicelik özellikleri
olamaz. Bu yüzden oluşumun tanımı, öncelikle özdek'in târifidir. Özdek ilk
bakışta her an karşılaştığımız basit cisimler gibi algılanmaktadır. Ancak,
daha dikkatli bir inceleme, ana özdek'in, gözlenen cisimlerin şekillerini ve
köklerini oluşturmakta olduğunu ortaya koyar. Bu özelliği anlayabilmek için,
varlık formları altında somutlaşmış özdek türlerinin mevcudiyeti olgusu
görülebilmelidir. Bu yüzden, özdek'i anlayabilmek için, cisimsiz varlıksal
formları da, ya'ni Tanrı'yı da anlamak gereklidir. İnsanoğlu, ancak bu
şekilde özdek'in ve varoluş'un ne olduğunu anlayabilir. Bu mantıksal dizin
sonucunda metafizik anlayış, Aristoteles'de, "Tanrıbilimsel" (Théologique)
bir veçhe kazanmaktadır.
Aristoteles'in ahlâk (ethic) anlayışına göre, insanoğlu için iyi ve güzel
olarak hedeflenmesi gereken şey, yaşamını ancak sürdürebilecek imkânları
içerecek bir hayat değil, beşeriyetin aklî doğasına uygun olarak, insanî
isteklerin karşılanabileceği mutlu bir varoluştur. Mutluluk arayışı,
erdemlerle bezeli, iyi ve güzel bir yaşam peşinde koşmaktır. Aristoteles
mutluluğun bir târifini vermemekle beraber, aşırılıklardan uzak kalmayı
öğütlemekte ve bu tutumu bir erdem saymaktadır. Düşünürümüze göre cömertlik
erdemi, cimrilik ile müsriflik gibi, yadsınması gerekli tutumların ortasında
bir yerlerdedir. Korkaklıkla, budalaca atılganlığın ortasında cesaret
erdemi, miskinlikle, azgınlığın ortasında ölçülülük erdemleri bulunur.
Fazîlet sahibi olmak, bir mutluluktur. Zihnî (intellectual) ve ahlâkî
erdemleri, ruhun akla dayalı ve akla dayalı olmayan (rational & irrational)
faziletleri olarak tanımlamaktadır. Zihnî erdemlerin en önemlileri, nazarî
ve tatbikî hikmetlerdir. İnsanın adâlet, cesaret ve âlicenaplık gibi ahlâkî
erdemlere sahip çıkma oranındaki ihtirâsı, ruhun akla dayalı olmayan
işlevlerinin, o oranda zihnî istek ve hisler sergilemesine yol açar. Erdemli
bir yaşam sürdürme çabaları, insanı her konuda doğru ve güzel olanı yapmaya
ve tatbikî hikmetleri edinmeye zorlar. Varlığın zihnî açıdan en yüksek ve
dolayısıyla en tatminkâr formu, düşünmektir. (Nazarî hikmet peşinde düşünme)
Zira insanoğlu, tamamen zihnî bir yaratık değildir. Bununla beraber, mutlu
bir yaşam, zihnî ve ahlâkî erdemlerin birlikte sahip olunmasına bağlıdır.
İnsanoğlu, doğal olarak toplumsal bir yaşam arzu etmekte ve isteklerinin
karşılanması açısından, siyasî özellikler taşıyan bir toplumda yaşamayı
tercih etmektedir. Devletin amacı, yurttaşlarının iyi bir hayat sürmesini
sağlamaktır. Aristoteles bu varsayımdan hareketle, çeşitli yönetim
şekillerini politik açıdan değerlendirmektedir. Görüşleri genelde,
yurttaşların sorumluluğunu üzerine alarak iyi bir hayat yaşamalarını sağlama
yeteneğinin, bazı ender kişilere bahşedilmiş olduğu, bunların içersinden çok
daha az bir bölümünün ise, iktidarı elinde tutabilecek güce sahip
olabileceği inancına dayanmaktadır. Bu yüzden, temsil olanağı tanımayan ve
dönüşümlü olarak iktidara el değiştirten grek demokrasisinin, yurttaşlık
haklarına ciddî sınırlamalar getirdiğini iddia etmektedir. Aristoteles'in
savunduğu ideal devlet düzeni, zikredilen yeteneklere sahip insanların,
nazarî ve tatbikî erdemlerini uygulayabilecekleri bir yönetim düzenini
yüreklendirmelidir.
Aristoteles'in hitabet (rhetoric, nâtıka) ile ilgili görüşleri, kendisinden
önce vazedilmiş prensiplerden hareket etmekle beraber, konuya, daha
sistematik ve nazarî bir görünüm kazandırmaktadır. İleri sürülen tezlere
ilişkin, akla daha yatkın düşünceler üretebilen hatiplerin yeteneklerine
öncelik verilmelidir. Düşünürümüze göre, konuşmada kullanılacak strateji,
söz düzeni ve dizimi, ikinci derece önemli özelliklerdir.
Aristoteles şiirsel anlatımda, Platon'un san'at endişesini ön plana çıkartan
kritisizmine karşı bir anlayışı savunmaktadır. Filozofumuz şairleri,
düşünsel gerçeklerin yaratıcılığında, gerçeğe yakın doğruları söylemeye
yüreklendirirken, söylemlerinin, ahlâkî içerik yönünden değerlendirilmesi
gerektiği görüşüne de şiddetle karşı çıkmıştır. Şiirsel ürünlerle ilgili
olarak, tragedyaların, acıma ve korku hislerini kuvvetlendirerek, heyecanı
oratadan kaldırdığı konusundaki yorumu ise asırlardır tartışılagelmektedir.
Helenistik dönemde Aristoteles felsefesi, "Peripatetic okul" tarafından
sürdürülmüştür. İ.Ö. birinci yüz yılda yeşeren seçmecilik (éclécticisme) ve
neo-klasik akımlar sayesinde Aristoteles öğretisi, özellikle mantık ve doğal
bilimler açısından, tüm filozofların başvurduğu bir kaynak hâline
dönüşmüştür. İ.S. üçüncü asırdan itibaren, çağın dinsel görüşlerine daha
uygun oluşu yüzünden Platon felsefesi öne çıkmıştır. Bunun tabiî sonucu
olarak, gerek Avrupa ve Bizans, gerekse İslâm âleminde din adamları,
Platonik görüşlere taraftar olmuşlar, örneğin arap düşünür İbn-ü Rüşt gibi
Aristoteles'çi düşünürleri, sapkın saymışlardır. Bununla beraber skolastik
felsefenin tarihi, din adamlarının karşı koymasına rağmen öncelikle
Aristoteles'çi öğretinin bir özümsemesidir. Aristoteles öğretisi, skolastik
düşünce ile arasındaki bu benzerlik dolayısıyla modern çağların başında kötü
şöhretli bir disiplin alarak anılır olmuştur. Daha sonraları 19. asırda
Aristoteles'çilik, Hegel felsefesine bir tepki olarak yeniden hayat
bulmuştur.