Kimin yaptıklarıyla bir tiran olabileceği, burada ortaya atılacak genel bir hipotezle açığa çıkacaktır. Ama bunu yaparken önce söz konusu tirana yönelik bütün suçlamaların birebir kanıtlarla ortaya konması gerekir. Bu konu hakkındaki yargılamayı, halkın temsilcisi olduğunu iddia eden yönetici sınıflara, daha doğrusu sayıları pek fazla olmasa da konuya kendi çıkarları açısından değil fakat doğanın verdiği akıl ve sağduyuyla adil biçimde yaklaşacak olanlara bırakıyorum.
Fakat şu kadarını kendi görüşlerim olarak açıklamayı gerekli görüyorum: Eğer herhangi bir kral, tiran ya da imparator olarak kendi uyruklarını kitleler halinde katlediyorsa; silahlandırdığı ve halkın üzerine saldığı askerlerine, bu insanların kentlerini yağmalatıyor ve varlarını yoklarını da çapulculara yağma için bırakıyorsa, işte o zaman onun elinde herhangi bir şekilde güç olan birinin seller gibi akıttığı kanların hesabını, adaletin hesap soran kılıcıyla cezalandırılarak vermesini ve öldürülmesini onaylarım. İnsan eliyle görülen bu hesap, Tanrı’nın adaletli öfkesine de uygundur, çünkü bu şiddet tesadüfen herhangi birine yönelik olmayacaktır, tam tersine bilinçli bir şekilde uygulanmış olacaktır. Tabii ki bu yasalara uygun bir şekilde, yani doğal yoldan yapılmalıdır ama eğer yapılamıyorsa, bu kez de doğal olmayan yollarla yerine getirilmelidir. Sonuçta bu eylem adaletin yerine getirilmesidir, buna karşı durmaksa yasal değildir.
Bütün bu sorunu etraflıca inceleyebilmek için açıklamamı oldukça kısa tutacağım ama kralların henüz başlarda, nasıl kardeşlerinden daha yüksek [1] bir mevkiye yükseltildiklerini ortaya koymak istiyorum. Bütün anlatacaklarım, kralların bir tirana dönüşmesi durumunda, onların bir şekilde tahttan indirilerek cezalandırılmasının, seçilmeleri kadar yasal olduğunu kanıtlayacaktır. Bunu, pek yaman din adamlarının atmaya hazır olduğu iftiralardaki gibi kenarda köşede yaşayan tarikat mensuplarından ve sapkınlardan değil, en seçkin ve en hakiki öğretilerden ve hatta yasaklanmamış, çoğu kafir olmayan, Hristiyan, Ortodoks ve muhaliflerimiz için de çok ikna edici olması gereken Presbiteryen[2] yazarların eserlerinden öğrendiğim otorite ve akıl yürütmelerle yapacağım.
Bildiğim kadarıyla hiç kimse bütün insanların özgür olarak doğduğunu, Tanrı’nın görüntüsü ve benzeri olduklarını, bütün yaratıklardan daha ayrıcalıklı olduklarını, itaat etmek değil hükmetmek için doğduklarını, Adem’in günahı yüzünden yanlışa ve şiddete sapıncaya kadar böyle yaşadıklarını, yanlışların ve şiddetin yolundan gitmenin hepsini mahvedeceğini öngörerek birbirlerine zarar vermemek için karşılıklı olarak bağlayıcı, yaygın bir ittifak kurduklarını ve bu anlaşmaya karşı çıkanlara ve anlaşmayı bozanlara karşı birbirlerini korumaya karar verdiklerini inkar edecek kadar aptal olamaz. Kentler, pazar yerleri ve devletler bu yüzden kurulmuştur. Yeterince bağlayıcı hiçbir inanç bulamadıklarından, barışa ve ortaklaşa kabul edilen doğrulara karşı çıkanları güç ve ceza ile kısıtlayacak bir tür otorite oluşturmayı gerekli görmüşlerdir.
Bu otorite, kendini savunma ve koruma gücü her insanın özünde ve doğasında ve birleştirici bir biçimde tümünde mevcuttur; işi kolaylaştırmak, düzeni sağlamak ve herkesin kısmen kendi başına hükmetmesini engellemek amacıyla iletişim kurmuşlar ve bilgeliği ve dürüstlüğünün yüceliği ile diğerlerinden üstün olan bir kişiyi veya bunu eşit derecede hak eden birden çok kişiyi seçmişlerdir. Birinci kişiye kral denmiştir; diğerlerine ise yargıçlar. Bu kişileri, kendilerinin efendisi ve sahibi olarak değil (ama bazı yerlerde daha sonra insanlara paha biçilemez iyilikler yapan kişilere gönüllü olarak efendi ve sahip de denmiştir), her bir insanın doğal ve anlaşmalara dayanan bağlarıyla kendileri ve diğer insanlar için yürüteceği şeyleri, kendilerine emanet edilen güç yardımıyla yürütmek üzere, kendilerinin yardımcıları ve temsilcileri olarak seçmişlerdir. İyi olduğu düşünülen biri, özgür insanlardan birinin, medeni haklar sayesinde diğer insanlar üzerinde otorite ve yargılama yetkisine neden sahip olduğuna dair başka bir amaç veya neden hayal edemez.
Bunlar bir süre iyi idare edildi ve kendi hüküm verme yetkileri dahilindeki her şeye büyük bir tarafsızlıkla karar verdiler; ta ki, mutlak biçimde ellerine verilen gücün cazibesine kapılıp adaletsizlik ve taraflılığa saparak yozlaşana kadar. Daha sonra, insanlar hüküm verme yetkilerini tek bir kişiye vermenin tehlikesini ve rahatsızlıklarını gördüklerinde yasaları icat ettiler, bir çerçeve dahilinde veya hepsi tarafından kabul edilen bu yasalar, kendilerini yönetmek üzere seçtikleri kişinin otoritesini sınırlayacaktı: Böylece başarısızlığı kanıtlanan kişi, artık insanları yönetemeyecekti ama yasa ve akıl, mümkün olduğunca kişisel hatalardan ve zaaflardan soyutlanacaktı. "Yargıç insanların üzerinde bir yere yerleştirildiği gibi, yasa da yargıcın üzerinde bir yerdedir.” Bu işe yaramadığında, yani kanun uygulanmadığında veya yanlış uygulandığında ellerinde kalan tek çare, göreve ilk başladığında bütün krallara ve yargıçlara koşullar bildirmek ve onların tarafsız biçimde ve yasalara uygun olarak adaleti sağlayacaklarına dair yemin etmesini sağlamaktı. Bu yeminle birlikte, sadece söz konusu şartlar uyarınca insanların sadakatine hak kazanacak; insanların yaptığı veya kabul ettiği yasaların yürütülmesi konusunda onlara bağlı kalacak veya itaat etmeyi taahhüt edeceklerdi. Bu yemin genelde, kralın veya yargıcın bu güvene layık olmadığı kanıtlandığında, insanların ona karşı taahhütlerinin artık geçerli olmayacağına dair açık bir uyarıyla son buluyordu. Danışmanlar ve parlamentolar da, sadece emrine amade olması ve ona yardım etmesi için değil, onunla veya onsuz, belirli zamanlarda veya her zaman, bir tehdit ortaya çıktığında kamu güvenliğiyle ilgilenmek için buna eklendi...
Bunlar ve buraya kadar anlatılanlar doğrudur, hem sapkınların hem de Hristiyanların tüm hikayelerinde birbirinden alınmış gibi benzerlikler taşır; tecavüz ve gasp yoluyla insanların haklarına dair geçmişten gelen tüm hatıraları yok etmek için yollar arayan kralların ve imparatorların başında olduğu milletler için bile durum aynıdır. Alman, Fransız, İtalyan, Aragon'°5, İngiliz ve son olarak da İskoç tarihlerine başvurarak uzun alıntılar yapmayacağım...
Şimdi ortaya çıkıyor ki, kralların ve yargıçların gücü, herkesin iyiliği için, temelde insanlarda olan, doğal ve doğuştan gelen haklarını ihlal etmeden, onlardan alınması imkansız olan gücün, onlara güvenilerek ve bir sözleşmeye bağlı olarak aktarılan bir türevinden başka bir şey değildir...
İkinci olarak, olağan biçimde, her insan gibi krallar da tacını ve rütbesini miras bırakma hakkına sahiptir, bu hak onun tebaasını kralın köleleri olmak [3] kadar kötü bir duruma sokar çünkü mal gibi alınıp satılabilir ve şüphesiz babadan oğula geçen unvan yeterince incelenirse, bu unvanın temelinin ne nezaket ne de kolaylık olduğu görülecektir. Babadan oğula geçme hakkı olduğunu düşünelim; tebaadan biri belirli bazı suçları işlediğinde, yasalar gereği kendisinin ve gelecek nesillerin haklarına nasıl kral tarafından el konuyorsa, nispi olarak aynı büyüklükte suçlar işleyen kralın, unvanını ve miras hakkını halka devretmesinden daha adil ve yasal ne olabilir? Kralın insanlar için yaratılmadığını, insanların onun için yaratıldığını ve tümünün tek vücut olarak o tek insandan daha aşağı olduğunu düşünmediğimiz sürece daha adil ve yasal bir şey olamaz. Böyle düşünmekse bir anlamda insanoğlunun onuruna ihanet etmektir.
Üçüncü ve bunların sonucu olarak, kralın Tanrı’dan başka kimseye hesap vermeyeceğini söylemek bütün yasaları ve hükümetleri tepetaklak etmek anlamına gelir. Hesap vermeyi reddederse taç giyme yemini sırasında onunla yapılan sözleşme ve ettiği tüm yeminler boşu boşuna ve sadece dalga geçmek için yapılmış olacaktır; korumak için yemin ettiği tüm yasalar amaçsız kalır, çünkü kral (çoğu kral gibi) Tanrı’dan korkmuyorsa hayatlarımızı ve mallarımızı, sanki ölümlü bir yargıca değil de Tanrı’ya bırakır gibi tamamen onun lütfuna ve merhametine bırakmış oluruz; saray parazitleri veya sarhoş adamlar dışında kimsenin yürütemeyeceği bir makam!
Bu yüzden bir krallık veya yargıçlık, ister üst ister alt düzeyde olsun, “Rab uğrunda her insani nizama” (l.Petrus 2:13)[4] uygun olarak adlandırılır; kötülük yapanların cezalandırılması, iyilik edenlerin onurlandırılması için Tanrı’nın iradesi uyarınca bu kuruma itaat etmemiz beklenir. O, “Özgür insanlar olarak itaat edin,” der. “Ama sorgulanamaz, hesap vermez ve kendisine direnemediğimiz bir sivil güce, kötülük yaptığında ve şiddet kullandığında nasıl özgür insanlar olarak itaat edelim ki?” Pavlus, “Tanrı tarafında olmayan hükümet yoktur,” (Romalılar 13:1)[5] demiştir; aslında bu, başlangıçta, genel anlamda barışı ve korunmayı sağlamak için bir yol bulmayı insanların kalbine yerleştirenin ve bunu uygulamaya izin verenin Tanrı olduğunu söylemektir; aksi takdirde aynı otoriteyi insanlar arasında yetkili kılınan bir kurum olarak tanımlayan Petrus ile çelişir... Bu yüzden Aziz Pavlus bir önceki bölümde böylesi yönetimlerin iyiler için değil, kötüler için korkunç olduğunu anlatır; saldırganları cezalandırmak ve iyileri yüreklendirmek içindir; boşu boşuna kılıç çekmek için değil...
Eğer bir kralın halk tarafından tahttan indirilmesi Tanrı’ya karşı gelmekse, bu durumda onun seçilmiş olması da bir günah olmalıdır. Veya tersinden: Eğer bir kral halk tarafından tahta oturtulmasını Tanrı’nın emrinin yerine getirilmesi olarak görüyorsa, o halde onun yeniden tahttan indirilmesi de Tanrı’nın emrinin yerine getirilmesi olarak görülemez mi? Demek ki Tanrı’nın gözünde, yasal olarak tahta geçirilmek ya da tahttan indirilmek aynı kapıya çıkıyormuş. Çünkü tahta getirilmek veya indirilmek halkın kralı oraya layık görmesi ya da görmemesiyle ilgiliymiş. Böylece biz de kralların ve yöneticilerin yetkileriyle ilgili açıklamamızın sonuna gelmiş oluyoruz. Yetkilerle donatılmanın kökeninin nasıl halka ait olduğunu ve bu yetkinin ancak güven temelinde verildiğini ve bunun bütün toplumun yararına ve genel olarak barış ortamının sağlanması için kullanılması gerektiğini, eğer bu yetki, krallar ya da yöneticiler tarafından istismar edilirse, yeniden geri alınması gerektiğini ya da bu yetkinin toplumun yararına olduğu düşünülen herhangi bir şekilde kullanılması gerektiğini görmüş bulunuyoruz.
Şimdi bu açıklamadan hareketle, kolaylıkla ve kanıtlanmış bir şekilde kimin bir tiran olduğuna ve halkın bunlara karşı nasıl davranması gerektiğine karar verebiliriz...
[1] John Milton, Zur Verteidigung der Freiheit, Verlag Philipp Reclam Jun., Leipzig, 1987.
[2] Presbiteryenlik, piskoposluğu reddeden ve bir İhtiyar Heyetince yönetilen Kalvinist bir sistemdir. Protestanların bulunduğu Reform Kilisesi'nin mensuplarına verilen addır. 15. yüzyıda Katolik Kilisesi'ne karşı amansız bir mücadele yürütmüş eşitlikçi bir tarikattı. Avrupa'daki ayaklanmaları başarı kazanamayınca da birçok tarikat mensubu Amerika'ya göç etmiş ve orada eşitlikçi komünler kurmuşlardı. Modern Presbiteryan Kilisesi, reformdan etkilenmiştir ve dini özerklik kazanmıştır. Bu akım, İsviçreli Ulrich Zwingli tarafından başlatılmış, J. Calvin tarafından da geliştirilmiştir. 1572 yılında Kraliçe Elizabeth döneminde lngiltere'ye de ulaşmıştır. Ne yazık ki bu tarikat günümüzde ABD'nin emperyalist politikalarının hayata geçirilmesi için misyonerlik yapar duruma gelmiştir.
[3] Aragon, Fransa’ya komşu olan bir İspanyol eyaleti.
[4] Alıntılar için bkz., Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1993, Yeni Ahit, s.244.
[5] Kitabı Mukaddes, s.164.