Nietzsche
Paul Strathern
GİRİŞ
Felsefe yüzyıllar boyunca skolastiğin yorganı altında kıvrılarak uyudu.
Skolastik tartışmaların horlamaları ve karşı horlamalarından başka hiçbir
şey duyulmuyordu.
Felsefeyi ortaçağ uykusundan uyandıran şey, 17. Yüzyılda sahneye çıkan ve şu
sözleri ilân eden Descartes oldu: “Cogito, ergo sum.” (Düşünüyorum, öyleyse
varım). Aydınlanmış bir çağ başlamış oldu: Bilgi akla dayandırıldı. Bu büyük
Fransız sadece uyuyan bilginleri değil, aynı zamanda Britanyalıları da
uyandırmıştı. Onlar da Descartes’in rasyonel varsayımlarına gecikmeden tepki
ererek, bilgi birikimimizin akla değil, deneyime dayandığını iddia ettiler.
İngiliz Empiristler bu hiddetli çıkışlarıyla aklın en küçük kırıntısını dahi
yok ederek felsefeyi gitgide daha küçük duyumsamalara ayırdılar. Felsefe
tekrar sonsuz bir uykuya dalma tehdidi ile karşı karşıya kaldı.
Nihayet 18. Yüzyılın ortalarında Kant “dogmatik uygusundan” uyanarak ortaçağ
felsefesinden çok daha kapsamlı bir felsefe sistemi geliştirdi. Bu durum,
filozofların bu yeni şansı keyifli hayaller için kullanmak istedikleri
izlenimini doğurdu. Hegel, bu filozofların arasında en gayretlisi oldu ve
genel huzur ihtiyacına yanıt verecek, dev yatağı bulutlardan oluşan muhteşem
bir yatak odası inşa etti. Kendisine başka bir yol seçen tek kişi, tüm evi
doğu felsefesinin taze esintileriyle havalandıran Schopenhauer’di. İşte bu
esintiler genç Nietzsche’yi uyandırdı. Çevik bir hareketle o buz gibi
rüzgâra atıldı ve herkesi uzun bir süre için uyanık tutan keskin felsefesini
ilân etti.
FRIEDRICH NIETZSCHE YAŞAMI VE ÖĞRETİSİ
Nietzsche’yle beraber felsefe tehlikeli bir boyut kazanıyor. Gerçi daha önce
de tehlikeli olmuştu, ama başka nedenlerden dolayı. Nietzsche’den önceki
yüzyıllarda felsefe, filozoflar için tehlikeliydi, oysa Nietzsche’yle
beraber herkes için tehlikeli olmaya başladı.
Kendisini sonunda zihinsel bir bulanıklığın içine düştü. Geç dönem
yazılarındaki söylemleri bunun habercisiydi zaten. Ne var ki tehlikeli
fikirleri hastalığının başlangıcından çok önce ortaya çıktı. Nietzsche’nin
fikirleri zihinsel bozukluklarıyla bağıntılı değil. Onlar, 20. Yüzyılın ilk
yarısında Avrupa için korkunç sonuçlar doğuran ve iflah olmaz belirtileri
günümüzde Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da yeniden görülen kolektif bir
cinnetin öncüleri oldu.
Aslında Nietzsche’nin felsefesi, felsefe olarak adlandırılması pek de
haketmiyor. – ister üstinsandan, ister sonsuz geri dönüşten (yaşamımızı
mutlak sonsuza dek tekrar ve tekrar yaşayacağımıza dair düşünce) veya
(anlamını Goethe, Napolyon veya kendisi gibi “büyük adamları” yaratmakta
bulan) uygarlığın salt anlamından söz etsin. Her şeyi “Güç İstemi” ile
açıklamak ya çok basittir ya da anlamsız. Freud’un psikoanalitik açıdan
mesafeli ve hatta Schopenhauer’in dipsiz kötümserlikleri bile bizleri daha
fazla ikna etmektedir. Bir değeri olan her komplo kuramında olduğu gibi,
Nietzsche’nin “Güç İstemi”ne dair doktrini de paranoyak eğilimler taşıyor.
Kendi felsefesinin aksine, Nietzsche felsefe yapmaya başlayınca iş
ilginçleşmeye başlıyor. O zaman Nietzsche ustalık, ikna yeteneği ve keskin
zekâ bakımından kendisinden önceki ve sonraki tüm filozoflarla yarışabilir.
Eserlerini okuduğunuzda, bizlerde felsefenin gerçekten de önemli bir şey
olduğu izlenimi uyanıyor. Tehlikeli olmasının nedenlerinden biri de bu işte.
“Güç İstemi”ni salt analitik bir araç olarak kullandığı sürece, bununla,
kendisinde varlığını ancak az sayıda kişinin tahmin ettiği insani motivasyon
öğelerinin izini bulabilmekteydi. Bu motiflerden doğan değerlerin
maskelerini düşürdü, onların tarihsel gelişimlerini araştırdı ve bu sayede
uygarlığımızın ve kültürümüzün temel taşlarını aydınlattı.
Nietzsche, kendisi yazmışçasına yaygınlaştırılan saçmalıklardan az da olsa
sorumlu olmasına rağmen, bunların, gerçekte yazdığı şeylerin saptırılmış
halleri olduğunu ne kadar tekrarlasak azdır. Gerçekte Nietzsche, faşizmin
kendi zamanındaki öncülerini hor görürdü; antisemitizm ise onu
tiksindirirdi. Ari Alman ırkından oluşan bir ulusun mümkün olabileceğine ve
hatta bu ulusun efendi ırk olmak için seçilmişlerden olduğu düşüncesini
Nietzsche çok komik bulurdu herhalde. Eğer otuzlu yıllarda henüz hayatta (ve
akıl sağlığı yerinde) olsaydı -ki bu durumda sekseninde olurdu- kendisini
onun halefleri olarak gören bazı diğer Alman filozofların tersine, o
dönemdeki trajikomik olaylar karşısında eminiz ki sessiz kalmazdı.
Friedrich Wilhelm Nietzsche 15 Ekim 1844’te Sachsen’in Prusya hakimiyeti
altında bulunan bölümündeki Lützen’e bağlı Röcken’de doğdu. Ailesi dindar ve
lüteriyen bir küçük esnaf ailesiydi. Soyunda başka bir çok meslekten de
olmak üzere şapkacılar ve mezbahacılar da vardı. Ancak büyük babası ve
babası devlete sadık ve pietist1 rahipler olmuşlardı. Nietzsche’nin babası,
Prusya kralı IV. Friedrich Wilhelm’in sadık bir hizmetkârıydı. Bu nedenle,
ilk oğlu kralın yaş gününde dünyaya gözlerini açtığında, başka bir isimle
vaftiz edilme şansı hemen hemen hiç yoktu.
Bahsi geçen bu üç adamın hepsinin da aklını yitirmiş olması tamamen anlamsız
bir rastlantıdan başka bir şey değildir. İlk önce babası Friedrich Ludwig
öldü. –yıl 1849. Otopsi sonucunda “beyin yumuşaması” teşhis edildi. Sözüm
ona beyninin bir çeyreği “yumuşamış” idi. Tıpta bu tür teşhisler artık
geçerli olmamakla beraber, Nietzsche’nin saygıdeğer biyografları,
Nietzsche’nin deliliğini babasından almadığından eminler.
Nietzsche’nin çocukluğu Naumburg’ta, “iffetli kadınlarla” dolu bir evde
geçti. Bunlar annesi, kız kardeşi, anneannesi ve evde kalmış biraz deli iki
teyzesiydi. Belli ki kadınlarla çok erken yaşta yaşadığı bu deneyimler
Nietzsche'’in hayatında izler bıraktı, çünkü biyografisi teyzelerinin
yaşantısını yansıtan karakteristik izler tekrarladı durdu. 13 yaşındayken o
dönemim her üst düzey yatılı okuluyla yarışabilecek denli iyi ve tanınmış
bir eyalet okulu olan Pforta’ya başlar. Öğrenciler bu okulda salt
yaramazlıklar yapmanın dışında gerçekten de bir şeyler öğreniyordu. Büyük
oranda dindar ve şımartılmış terbiyesinin bir ürünü olan Nietzsche okulda
“küçük Protestan papazı” diye çağrılıyordu ve kendisi derslerinin en
başarılı öğrencisiydi. Gelişmekte olan dahiliği günün birinde kendi aklını
kullanmasına yol açtı. On sekiz yaşına geldiğinde inancından şüphe etmeye
başlar.
Nietzsche’nin keskin zekâsı, içinde yaşadığı dünyanın çelişkilerini
görmezlikten gelmesine engeldi. Muhtemelen, başkalarıyla fikirlerini
paylaşmıyordu; bu durum, daha sonraları da kesinlik kazanacağı gibi, kendisi
için tipik bir davranıştı. Nietzsche kendi yolundan gitti ve yaşayan (veya
ölü) hemen hemen hiçbir tinin kendisini etkilemesine izin vermedi.
Nietzsche on dokuz yaşına geldiğinde, papaz olabilmek için Bonn
Üniversitesinde ilâhiyat ve klasik filoloji öğrenimine başlar. Zaten hayat
akışı çok önceden “iffetli kadınlar” tarafından plânlanmıştı. Ancak
Nietzsche daha şimdiden huzursuzdu: Bilinçsiz bir isyan dürtüsü kişiliğine
etki etmeye ve onu değiştirmeye başlar. Bonn’a geldikten kısa bir süre sonra
o münzevi okul delikanlısı neşeli ve taşkın ruhlu bir üniversite
öğrencisinin en iyi örneklerinden birine dönüşür. Herkesin giremediği özel
öğrenci birliklerine girer, arkadaşlarıyla içki içmeye başlar ve öğrenciler
arasında yapılan eskrim düellolarına katılır. Kaçınılmaz olarak bir düelloda
yara alır ve ritüel gereği düelloya hemen son verilir. Burnunun üstündeki
küçük dikiş izi o günlerden kalmadır. Ne yazık ki bu yara izi daha sonraları
gözlüğünün altında gizlendi. Ama bu sadece küçük bir ara piyesti.
Nietzsche aynı dönemde şu sonuca vardı: “Tanrı öldü.” Tatilde eve döndüğünde
dini ayinleri katılmayı reddederek, bundan böyle asla bir kiliseye adımını
atmayacağını açıklar. Bir sonraki yıl üniversitesini değiştirerek Leipzig’e
yerleşir ve ilâhiyat eğitimine son vererek klasik filoloji üzerinde
yoğunlaşır.
Nietzsche Leipzig’e Ekim 1865’de varır. O ay yirmi bir yaşına basar ve
hayatı üzerine daha sonra etki edecek iki olay yaşar. Önce, ziyaret ettiği
bir genelevde, daha sonraları zihinsel bulanıklığına neden olacak frengi
mikrobunu kapar. Görünüşe göre - böyle şeyleri hissetmek mümkünse eğer –
Nietzsche birkaç genelev ziyaretinden sonra kendisine frenginin bulaştığını
fark etti. Göründüğü hekim kendisinden gerçeği gizler. (O dönemlerde bu
adettendi, çünkü bu hastalık henüz tedavi edilebilir değildi – aynı
ikiyüzlülükle günümüzde kanser hastalığına kılıflar uydurulmaktadır.) Bu
olayın sonucunda Nietzsche’nin kadınlarla olan cinsel ilişkilerine bir son
verdiği sanılmaktadır. Ancak felsefi yazılarında kadınlarla ilgili birçok
yüz kızartıcı ve de faydalı kayıtta yer alır. “Kadınlara mı gidiyorsun ?
Öyleyse kırbacını unutma.” (Belki de Leipzig’te çok özel türden bir genelevi
ziyaret ediyor ve erkeklerin de oraya giderken yanlarına kırbaç almalarının
adil olacağını düşünüyordu.)
Hayatını değiştiren ikinci olay, bir sahaf dükkânına dalışıydı. Nietzsche
burada Schopenhauer’in “İstem ve Tasarım olarak Dünya” adlı eserine rastlar.
Schopenhauer’in kıssadan hisse çıkaran üslûbu ve bulaşıcı karamsarlığı onu
çok derinden etkiler: “Burada her satır vazgeçiş, yadsıma ve kabulleniş
çığlığıydı; burada, dünyayı, yani yaşamı ve insan doğasını ürkünç bir
muhteşemlikle gördüğüm bir aynaya baktım... Burada hastalık ve şifayı,
sürgünü ve sığınağı, cehennemi ve cenneti gördüm.”
Şaşılası derecede kâhince olan bu duyumsamalar Nietzsche’yi Schopenhauer
felsefesinin bir hayranı yaptı. Nietzsche’nin inanabileceği hiçbir şeyi
kalmamıştı. Schopenhauer’in karamsarlığına (pesimizmine) ihtiyaç duyuyordu
ve kendi doğasına tamamen uymasa da, onun dürüstlüğünü ve gücünü
keşfetmişti. Pozitif düşünceleri bundan karamsarlığı ancak güçlü
olduklarında yenebilirlerdi. İleriye doğru giden yol Schopenhauer’den
geçiyordu. Ancak Nietzsche’nin düşüncelerinde en belirleyici olan şey,
Schopenhauer’in istemin temel rolü ile ilgili tasarımıydı. Bundan yola çıkan
Nietzsche, sonunda Güç İstemini geliştirdi.
1867^de Nietzsche bir yıllığına Prusya ordusuna çağrılır. Belli ki askeri
yetkililer onun aşırı büyük boyutlu askeri bıyığından etkilendi, çünkü
Nietzsche kendisini süvari topçu alayında bulur. Bu bir hataydı.
Nietzsche’nin kararlılığı büyüktü, ancak yapı itibariyle acıma duygusu
uyandırabilecek denli yumuşak huyluydu. Ağır bir kaza geçirdikten sonra
Prusyalıların geleneklerine uygun bir tavır sergileyerek, hiçbir şey
olmamışçasına atını sürmeye devam eder. Ama asker Nietzsche kışlaya geri
döndüğünde bir aylığına hastaneye yatırılır. Daha sonra gayet ve iyi
niyetini ödüllendirmek için çavuş türbesine terfi ettirilerek evine
gönderilir.
Bu arada tekrar Leipzig’te üniversiteye devam eden Nietzsche, son kırk yılda
yetiştirdiği en iyi öğrencisinin Nietzsche olduğunu düşünen profesörünün
takdirini kazanır. Ne var ki her geçen gün filolojiden ve hayatın gerçek ve
acil cevap bekleyen sorunlarına karşı sergiledikleri kayıtsızlıktan dolayı
filologlardan soğumaya başlar. Nietzsche’ye göre filoloji, “bir budala veya
salak tarafından döllendirilen felsefe tanrıçasının bir hilkat garibesi”
idi. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Kararsızlık ve çaresizlik içersinde
bunalarak, kimya öğrenimi almayı ve “ilâhi kankan” dansını ve “sarı yavşan
otu zehrini” denemek için bir yıllığına Paris’e yerleşmeyi bile düşünür. Tam
bu arada, gizlilik içersinde Leipzig’te bulunan besteci Richard Wagner ile
tanışma şansını elde eder. (Wagner yirmi yıl önce devrimci tahrikleri
yüzünden sürgün edilmiş ve aşırı uçlarda seyreden siyasi görüşleri solda
sağa kaymış olsa da, yetkililer sürgün kararını iptal etmişti.) Wagner,
Nietzsche’nin babasıyla aynı yaştaydı ve bizlere aktarılan kaynaklara göre
ona şaşılası derecede benziyor olmalıydı. Nietzsche, bilinçsizce de olsa
çaresizlikle bir baba figürü arıyordu. Şimdiye dek hiçbir meşhur sanatçıyı
şahsen tanımamıştı. Aynı zamanda, tasarımları kendi tasarımlarına bu denli
uyan hiç kimseyi de tanımamıştı daha önce. Wagner’le paylaştığı kısa bir
süre içersinde Nietzsche onun Schonpenhauer’e olan derin sevgisini keşfeder.
Wagner parlak bir filozof olan bu genç adamın kendisine duyduğu hayranlıktan
etkilenir ve ortaya tüm hünerlerini döker. Bunun yarattığı etki zaman
geçmeksizin tepkisini aldı ve Nietzsche’nin duyduğu hayranlık gittikçe
derinleşti. Nietzsche en az operaları kadar ilginç ve sıra dışı olan bu
büyük besteciden çok etkilendi.
Nietzsche iki ay sonra İsviçre’deki Basel Üniversitesinden klasik filoloji
kürsüsünde profesör olmak üzere davet aldı. Henüz yirmi dört yaşındaydı ve
doktorası bile yoktu. Filolojiye karşı geliştirdiği olumsuz düşüncelerine
rağmen bu öneri kendisi için geri çevrilebilecek cinsten değildi. Nisan
1869’da Nietzsche Basel’de ki görevine başladı ve filoloji dersleri yanında
felsefe dersleri de verdi. Yapmak istediği şey, her iki disiplini, yani
estetiği ve klasik çağ öğrenimini birbirleriyle bağıntılı hale getirmek ve
bundan hareketle, uygarlımızın zayıf noktalarını irdeleyebileceği bir alet
geliştirmekti – daha mütevazı bir şey değil.
Kısa bir süre içerisinde üniversitenin yeni yıldızı oldu. Rönesans’ı
tarihsel bir dönem olarak niteleyen ilk kişi olan büyük kültür tarihçisi
Jacob Burchardt ile tanıştı. O, Basel’de ki profesörler arasında Nietzsche
ile aynı tinsel seviyeye sahip olan tek kişiydi. Burchardt büyük bir
olasılıkla, Nietzsche’nin hayatı boyunca saygı duyduğu tek kişiydi aynı
zamanda. Eğer o dönemde, soğuk bir patrisyen olmasaydı, Nietzsche’nin
hayatında pekala bir istikrar faktörü olabilirdi.
Ama zaten baba rolü etkisi, Nietzsche’yi istikrara kavuşturmanın ötesinde
her şeyi yapan başka bir adam tarafından üstlenilmişti.
Basel kenti, Wagner’in, Liszts’in kız kardeşi, Cosima ile birlikte yaşadığı,
Lutzern’e bağlı Tribschen’e sadece yüz kilometrelik bir uzaklıktadır.
(Cosima o sıralarda henüz, Wagner ve Liszts’in ortak arkadaşı olan von Bülow
adında bir orkestra şefi ile evliydi.) Kısa bir süre sonra Nietzsche düzenli
olarak her hafta sonunu Vierwaldstätter gölünün kıyısındaki lüks villada
geçirmeye başladı. Ne var ki Wagner’in hayatı sadece müzikal, duygusal ve
politik açılardan bir operaya benzemekle kalmıyordu. Wagner hayatının, tüm
fantezilerini sonuna kadar yaşamak üzere kendisine sunulduğunu düşünüyordu.
Tribschen’deki yaşamı bir operanın sahneye konuluşuydu adeta ve başrolü
kimin oynayacağı konusunda kimsenin bir kuşkusu yoktu. “Flaman tarzındaki”
giysileriyle (“Uçan Hollandalı” ve Ruben’in maskeli bir baloya giderken
giydiği kostümlerden harmanlanmış bir kıyafetti) Wagner paçaları dizlerinde
biten siyah saten bir pantolonu, geniş şapkası ve rüküş bir şekilde
bağlanmış ipek şalı ile tepelerini rokoko meleklerin süslediği pembe saten
kaplı duvarlar boyunca yürüyerek, büstler, her zaman aynı motifli büyük boy
yağlıboya tablolar ve kendi operalarının temsillerinden kalan gümüş kaseler
arasında şiirlerini okurdu. Havada dolanan tütsülere sadece maestronun
müziğinin eşlik etmesine izin veriyordu. Cosima ise hayat arkadaşının
teatral uğraşlarında ancak hizmetçi kız rolünü oynayabiliyor ve bahçede
gezinen ev hayvanlarının, ki bunlar parfümlenmiş kuzular, fiyonklarla
süslenmiş kurt köpekler ve süs tavukları idi, çalınmamasına dikkat ediyordu.
Nietzsche’nin nasıl olup ta bunların etkisi altında kalabildiğini anlamakta
zorlanıyoruz. (Wagner’in bu özel zevkleri sürekli beş parasız kalmasına ve
bir takım zenginler tarafından yardım almasına neden oluyordu. Bu
zenginlerden biri de, devletin kasasından Wagner’e büyük meblağlar aktaran
Bavyera Kralı II. Ludwig’ti.) Wagner’in ikna yeteneğine denli büyük ve
cazibesinin de ne denli karşı konulmaz olmuş olabileceği ancak onun müziğine
kulak verildiğinde anlaşılabiliyor. Belli ki bestecinin kendisi de en az
besteleri kadar büyüleyiciydi. Toy Nietzsche çok kısa bir süre içersinde bu
baş döndürücü atmosferin ve boğucu salonların içersinde sürükleyici motifler
gibi gezinen bilinçsiz fantezilerin etkisine girdi.
Temmuz 1870’de Almanya ve Fransa arasında savaş patlak verdi. Prusya için
bu, Napolyon’un kazandığı zaferlerin intikamını almak, Fransa’yı mağlup
etmek ve Almanya’nın Avrupa’daki egemenliğini sağlamlaştırmak için bulunmaz
bir fırsattı. Nietzsche vatanperverlik coşkusuyla gönüllü hasta bakıcısı
olmak için başvurur. Cephe yolunda karşısına Frankfurt’ta tam teçhizatlı bir
süvari birliği çıkar. İşte o anda gözlerindeki perde kalkıverir ve Nietzsche
ilk kez, en güçlü ve yüksek yaşama isteminin hayatta kalmak için mücadele
etmekte değil, tersine güç, savaş ve egemenlik isteminde yattığı duygusuna
kapılır. İşte bu, Nietzsche’nin Güç İstemi Kuramı’nın doğuşudur ve ileride
kendisini bu düşünceden bir hayli uzaklaştıracak ve bu düşünceden bir hayli
uzaklaştıracak ve bu istemi kişisel öğelerden çok toplumsal öğelerinde
görecek olsa da, bu düşüncenin militarist kaynağını hiçbir zaman tam
anlamıyla inkar edemedi.
Bismarc ve Moltke Fransızları hezimete uğratırken, Nietzsche savaştaki her
şeyin şanslı şöhretli olmadığını anlar. Wörth’deki savaş alanı “sayısız
üzünç verici kalıntılarla doluydu” ve çürümekte olan cesetlerin ağır
kokusuyla kaplıydı. Daha sonraları Nietzsche altı yaralı askerle beraber bir
sıhhiye trenine bindirilir (vagonların bazıları büyükbaş hayvan taşıyan
vagonlardan oluşuyordu) ve iki gün sürecek bir yolculuğa gönderilir. Kolları
bacakları kurşun yaralarıyla bezeli ve etleri çürümeye başlayan askerler
arasında kalan Nietzsche onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya
çalışır. Ancak tren Karlsruhe’ye vardığında kendisi de hasta bir adam
olmuştu. Dizanteri ve difteri teşhisleriyle hastaneye sevk edildi.
Başından geçen bu sarsıcı olaylara rağmen Nietzsche iki ay sonra Basel’deki
görevine ve derslerine döner. Filoloji ve felsefe dersleriyle kendisini
yoran bir yükün altına tekrar giren Nietzsche, bunun yanında bir de
“Tragedya’nın Doğuşu”nu yazmaya başlar. Yunan kültürünün bu parlak ve
alabildiğine özgün analizinde berrak, Apolloncu (ölçülü ve düzenli), klâsik
kanaatkârlığın karşısına karanlık, içgüdüsel ve Diyonisoscu (coşkulu tutku)
güçleri diker. Nietzsche’ye göre Yunan Tragedyası bu iki unsurun
kaynaşmasından ortaya çıkmış ve sonunda Sokrates’in sığ rasyonalizmi
tarafından yok edilmiştir.
İlk kez birisini Yunan kültürünün karanlık yanlarına üstüne basa basa
değiniyordu. Öte yandan, Nietzsche’nin, bu karanlık yanların temel bir öneme
sahip oldukları şeklindeki iddiası daha da tartışmalıydı. Diyonisoscu boyutu
daha sonraları Nietzsche Felsefesi’nin esasını oluşturacaktı. Nietzsche
bundan böyle Schopenhauer’in “istemin Budist’çe yadsınması” fikrine bağlı
kalamazdı. Uygarlığın zayıflamasına neden olduğunu düşündüğü Hıristiyanlığ’a
karşı diyonisostik olanı öne sürdü. Hıristiyan hayırperverliğine, duyguların
ve arzuların bastırılmasına karşı saldırıya geçti ve yerine, duygularımızın
oluşumuna daha uygun düştüğüne inandığı daha güçlü bir ahlakı savundu.
Nietzsche’ye göre tanrı ölmüş ve Hıristiyanlık süreci sona ermişti. Yirminci
yüzyılın en kötü dönemleri Nietzsche’yi doğruladı, en iyi dönemleriyse,
olumlu “Hıristiyan” inançlarının çoğunlukla tanrı inancına bağlı olmadığını
göstererek onu tekrar yalanladı. Bugün o ilk-içgüdüye daha fazla sahip olup
olmadığımız sorusu ise tartışmalıdır.
Sanatçı olarak Wagner en üst basamakta durmaya hak kazanıyordu belki, ama bu
türden yüksek felsefi seviyeler onu aşıyordu. Zamanla Nietzsche Wagner’in
entelektüel maskesini çözmüştü. Wagner, olağanüstü büyüklüğe ve sezgi gücüne
sahip değişken bir egoydu,ama Schopenhauer’e olan sevgi ve hayranlığı bile
gelip geçici ve sanatsal hayal gücüne malzeme oluşturan bir şeydi. O zamana
dek Nietzsche, Wagner’in hayatındaki bazı çirkinliklerini; örneğin
antisemitizmini, ölçüyü kaçıran kibrini ve onun diğer insanlardaki yeteneği
ve ihtiyaçları takdir ve kabul eme yoksunluğa görmezlikten gelmeye hazırdı.
Ama her şeyin bir sınırı vardı. Wagner, Bavyera kralı II. Ludwig’in salt
Wagner’in kendi operalarını sahneye koyacağı bir tiyatro yaptırdığı Bayreuth
kentine taşınmıştı. (Bu proje Bavyera devletinin iflasını ve Ludwig’in
tahttan düşürülüş sürecini hızlandırdı.) 1876’da Nietzsche “Niebelungen
Halkası”nın prömiyerine katılmak üzere Bayreuth’e gelir, ancak, muhtemelen
psikosomatik nedenlerle hastalanır.
Wagner’in megalomanlığı ve doruğa tırmandırdığı çöküşü Nietzsche için artık
dayanılmaz bir seviyeye ulaşmıştı. Kendisini Wagner’den kurtarmalıydı.
İki yıl sonra Nietzsche “insanca, Pek İnsanca” adı altında özdeyişlerini
yayınladı. Bu özdeyişler Wagner’le arasındaki kopuşu kesinleştirmişti.
Nietzsche’nin Fransız sanatını övüşü, psikolojik irdelemelerdeki keskin
zekâsı, romantik hırsın maskesini düşürüşü ve olayların ardındaki gerçekleri
kavrama konusundaki eşsiz yeteneği Wagner’i aşıyordu. Nietzsche eserinde
geleceğin “güzel yeni dünyasını” hazırlıyordu: Bu dünyada transandantal bir
tanrı veya şeytan, mutlak değerler veya tanrısal cezalar yoktu artık.
Nietzsche Hıristiyanlığ’ın bilinçsiz motiflerine, güç istemini hadım etmeyi
amaçladığını düşündüğü “köle ahlakına” karşı saldırıya geçti. Bu arada
Wagner Schopenhauer’e olan bağlılığın sonu ve Hıristiyan cemiyetine dönüşü
anlamına anlamına gelen son eseri olan “Parsifal” üzerinde çalışıyordu.
Yolları ebediyen ayrılmıştı. Yaygın bir söylentiye göre Nietzsche hayatı
boyunca sadece tek bir insanı bütünüyle tanımış ve tanıdığı bu adam onu,
çağının en büyük psikologu olmasını sağlayan, yeterli derecede malzeme ile
beslemiştir. İşte bu adam Wagner’di.
1879’da Nietzsche sağlık nedenleriyle Basel’deki görevinden ayrılmak zorunda
kaldı. Zaten birkaç yıldır hastalık hastasıydı, ama şimdi gerçekten de hasta
bir adam olmuştu. Üniversite kendisine küçük bir maaş bağladı ve doktor ona
daha yumuşak iklimli yerlerde yaşamayı tavsiye etti.
Takip eden yıllarda Nietzsche İtalya’yı, Fransa’nın güneyini ve İsviçre’yi
gezdi. Hastalığını dindirecek bir iklim aradı durdu. Neydi şikayetleri ?
Öyle görünüyor ki, bir insanın geçirebileceği tüm hastalıklardan
şikayetçiydi. Gözleri yarı kör denebilecek oranda kötü görüyordu. (Doktoru
ona bundan böyle kitap okumamasını tavsiye etti, ama aynı şekilde bundan
böyle nefes almamasını da isteyebilirdi ondan.) Şiddetli ve felç edici bir
baş ağrıları çekiyordu. Bu ağrılar onu zaman zaman günlerce yatağa
bağlıyordu. Çoğu zaman da sayısız küçük şikayetlerden muzdaripti.
İksirlerden, ilaçlardan, haplardan, kolonyalardan ve özütlerden oluşan
koleksiyonu, hastalık hastası diğer felsefecilere kıyasla eşsizdi. Buna
rağmen Üstinsan tasarımını geliştiren kişi o oldu. Bu dengeleyici öğe
bizlere Üstinsan fikrinin Nietzsche’nin diğer ve daha kabul edilebilir
düşünceleri arasındaki önemli yerini unutturmamalıdır. Bu öğe belki de, bu
bilgesizlik incisini ortaya çıkaran kabuğun içindeki bir kum tanesiydi.
Üstinsan, uzun ve “dithyrambosca2” bir şiir olan “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te
ortaya çıkar. Bu şiir neredeyse dayanılmaz bir süslülük ve ciddiyet
içindedir ve bu mutlak ciddiyet yazarının tüm “ironik olma” çabalarına ve
kuşun “hafifliğine” rağmen kitabı cazip tutuyor.
Tıpkı Dostoyevski veya Hesse gibi “Zerdüşt”ü de ancak yirmi yaşın
altındaysanız okuyabilirsiz. Buna rağmen bu eserin anlattıkları “hayatı
değiştiriyor”. Üstelik her zaman kötü yönde de değil. Eserdeki aptallıklar
hemen göze çarpıyor, ama geriye kalan kısımlar okuyucuyu mevcut tasarımlar
hakkında derin düşüncelere teşvik ediyor. İçindeki felsefenin ise dikkate
değer bir konumu yok.
Yumuşak bir kış iklimine sahip olan kaplıca ve ılıcalara yaptığı sürekli
seyahatleri sırasında Nietzsche, arkadaşı Paul Ree aracılığıyla yirmi bir
yaşındaki Rus kızı Lou Salomé ile tanışır. Ree ve Nietzsche onunla
(beraberce, bazen de onunla tek başına) yürüyüşlere çıkar ve kafasına
felsefi inançlarıyla doldurmaya çalışırlardı. (Nietzsche “Zerdüşt”ü hiçbir
zaman sahip olmayacağını söylediği oğlu olarak tanıtır. – bu genç Zerdüşt
açısından talihli bir karardı, üstelik sadece böyle bir isimle okulda alay
konusu olma ihtimali yüksek olduğu için değil.) Lou, Ree ve Nietzsche bir
zaman sonra, günümüzde düşünülmesi pek mümkün olmayan üçlü bir ilişki içine
girerler. Günümüzde düşünülmesi zor, çünkü cinsel açıdan bu denli saf
olabilecek kimseler kalmadı. Önceleri üçü de kendilerini felsefeye adamak ve
bir ménage á trois işletmek isterler. Ardından Ree ve Nietzsche
(birbirlerinden habersiz) Lou’ya aşık olduklarını fark eder ve evlenme
teklifinde bulunmaya karar verirler. Ne yazık ki Nietzsche gülünesi bir
hatada bulunarak, Ree’ye onun adına Lou ile konuşması ricasında bulunur.
(Yine de bu durum Nietzsche’nin, çağının en büyük psikologu olarak anılma
hakkı ile tezat oluşturmuyor. Bunu, bir psikologun aşk hayatını yakından
takip etmiş olan herkes teyit edebilir.)
Luzern’de bir fotoğraf atölyesinde çekilen bir resim, bu üç insandan
hangisinin mevcut durumuna hakim olduğunu gösteren en açık kanıttır: İki
duygusal olarak bâkir adam (38 ve 33 yaşlarında) bir at arabasına
bağlıdırlar; arabanın içindeyse yirmi bir yaşında olan gerçek bakire oturur
ve kırbacını sallar.
Sonunda üçü de bu trajikomik aşk ilişkisinin artık ayakta tutulamayacağını
anlarlar ve ayrılırlar. Nietzsche öylesine deliye döner ki, şu satırları
kaleme alır: “Bu akşam delirinceye dek morfin çekeceğim.”
Ancak ardından Lou’nun düşer çocuğu “Zerdüşt”ün annesi veya kız kardeşi
olmaya laik bir insan olmadığına karar verir. (Lou Andreas Salomé zamanının
en dikkate değer kadınlarından biri oldu. En sevdiği kocası olan bir Alman
profesörünün soyadını aldıktan sonra iki önemli adam daha üzerinde etki
bıraktı: Şair Rainer Maria Rilke ile ilişkisi ve yaşlanmakta olan Sigmund
Freud ile sıkı bir dostluğu vardı.)
Nietzsche kışlarını çoğunlukla Nis, Turin, Roma veya Menton’da ve yazlarını
da “dünyanın 1500 metre üstünde ve dahası, diğer tüm insanların yükseğinde”,
İsviçre’nin Engadin yöresinde, bir köy olan Sils Maria’da geçiyordu.
Günümüzde Sils Maria güzel küçük bir ılıca merkezidir (St. Moritz’den sadece
10 kilometre uzakta.) Ancak Nietzsche’nin oturduğu ve genelde ecza dolabını
kurduğu odayı gezmek hâlâ mümkün. Burada dağlar hemen gölün ardından dük
yamaçlarla İtalya ile sınırı oluşturan Berina dağının 4000 metredeki karlı
zirvelerine yükselir. Evin arkasından sessiz ve sakin patikalardan yamaçlara
tırmanılabilir. Nietzsche felsefe yaparken bu patikaları kullanır ve ara
sıra da, düşüncelerini küçük not defterine kaydetmek için ıssız bir kayanın
yanından köpürerek akıp giden derenin kenarında dururdu. Eserlerinin
üslûbunda bu yörenin atmosferinden, yani heybetli manzaralarından, sessiz
zirvelerinden ve yalnızlık duygusundan bir parça görmek mümkündür.
Nietzsche’nin, düşüncelerinin büyük bir bölümünü geliştirdiği bu yöreler
gezilip görülürse, onun bazı hataları ve erdemleri daha kolay açıklanabilir
olur.
Nietzsche genelde çok yalnız yaşar, ucuz odalar kiralar, ara vermeden
çalışır, ucuz lokantalarda yemek yer ve o dayanılmaz baş ağrılarını ve diğer
şikayetlerini elinden geldiği kadar dindirmeye çalışırdı. Yer yıl şaşılacak
derecede kaliteli bir kitap yazıyordu. “Sabah Alacası”, “Şen Bilim” ve
“İyinin ve Kötünün Ötesinde” gibi eserler, Batı uygarlığı ve onun değerleri,
psikolojisi ve tutkuları ile hesaplaştığı harikulade eleştirel kitaplardır.
Üslûbu berrak ve anlaşılır, delilikleri ise makul sınırlar dahilindedir.
Buna sistematik felsefe yapmak denebilir. Hume, Nietzsche’den yaklaşık yüz
yıl önce arı felsefi yıkım çalışmalarını sonuçlandırdıysa da, Nietzsche’den
önce hiç kimse onun kadar iyi bir yıkım çalışmasında bulunmadı. (Ne var ki
böyle bir çalışma tekrar gerekli olmuştu, çünkü idealist Alman sistemlerinde
metafizik ölülerin arasından tekrar dirilmişti.)
Nietzsche’nin felsefe yapma sanatı konusundaki üstün yeteneğinden bazı başka
örneklere bir göz atalım. Nietzsche hakikate ve hakikatin anlamına dair
tasarımlarımızı (gerçek anlamda “hakiki” bir argüman kullanarak) dağıtıyor.
Bu çaba sonucunda ortaya, özellikle de bizlerin bilim adına kendimize ve
gezegenimize yaptığımız ve yapmaya devam ettiğimiz şeylere bakacak olursak,
oldukça çağdaş olan bazı ilginç bilgiler çıkıyor. Düşüncelerinin içerikleri
günümüzde, o dönemde olduğundan daha az yok edici değiller.
Seksenli yıllarda Nietzsche çalışmalarını büyük bir yalnızlık içersinde
tanınmayan ve okunmayan bir yazar olarak sürdürür. Aşırı yalnızlığı ve kabul
görmüyor oluşu kendisi için gitgide daha dayanılmaz bir hâl aldığı için,
kendisinden beklentileri arttırdı. 1888’de Danimarkalı Musevi eğitimci Georg
Brandes, Kopenhagen Üniversitesinde Nietzsche’nin felsefesi ile ilgili ilk
derslerini vermeye başlar. Ne yazık ki, bu biraz gecikmiş bir girişimdi.
Gerçi o yıllarda Nietzsche dört kitap yazdı, ama ilk kopukluk belirtileri de
ortaya çıktı. Büyük bir düşünürdü ve bunun farkındaydı: Dünyanın da bunu
bilmemesi imkânsızdı. “Ecco Homo” adlı eserinde “Böyle Buyurdu Zerdüşt”
hakkında şöyle yazar: “Buna benzer bir şekilde hiçbir zaman yazılmadı,
hissedilmedi ve acı çekilmedi...” – Eleştiriyi ve inanılırlığı aşan bir
ifade. Bu yetmiyormuş gibi, bunu bir de şu başlıklarla yazılan bölümler
izler: “Neden bu kadar bilge olduğum”, “Neden bu kadar iyi kitaplar
yazdığım” ve “Neden bir yazgı olduğum”. Bu bölümlerde alkolü eleştirir, yağı
alınmış kakaoyu över ve kendisinin geliştirdiği dışkılama yöntemlerini
tavsiye eder. “Zerdüşt”ün tumturaklı ve sisli havası tekrar su yüzüne çıkar,
üstelik bu defa çok büyük boyutlarda: Cinnet olarak.
Ocak 1889’da sonu hızla yaklaştı ve onu yakaladı. Nietzsche Turin’de bir
cadde üzerinde yürürken birden fenalaşarak yığılır. Düşerken feryatlarla, az
önce kırbaç yemiş bir fayton atının boynuna sarılır. Nietzsche oteline
götürülür. Oradan Cosima Wagner’e (“Seni seviyorum Ariadne”), İtalya Kralına
(“Sevgili Umberto’m... tüm antisemitistleri vurdurtacağım”.) ve Jacob
Burckhard’a (ki burada “Diyonisos” diye imza atar) kartpostallar gönderir.
Burckhardt olup bitenleri anlar ve Nietzsche’nin bir arkadaşına haber verir.
O da gidip onu Turin’den alır.
Nietzsche bunama geçiriyordu ve bir daha sağlığına kavuşamayacaktı. Durumu
günümüzde dahi iyileştirilemez olurdu: Aşırı çalışma, yalnızlık ve çektiği
acılardı bundan sorumlu olan, ama en çok da ona bulaşan frengi. Bu hastalık,
“beyin felcine” neden olan üçüncü evresine ulaşmıştı. Bir sanatoryumda kısa
süre yattıktan sonra annesinin refakatına verilir. Nietzsche artık kendi
halinde uysal biriydi ve zamanının çoğunu kasılıp kalır bir durumda
geçiriyordu. Düşüncelerinin berraklaştığı bazı anlarda geçmiş hayatıyla
ilgili şeyler hatırlıyor gibiydi. Bir gün birisi ona bir kitap uzattığında
şöyle dedi: “Ben de iyi kitaplar yazmadım mı ?”
Annesi 1897’de öldüğünde bakımını kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche
üstlendi. Nietzsche’nin emanet edilmesi gereken son insan oydu. Kız kardeşi,
tanınmış bir Yahudi düşmanı ve başarısız bir öğretmen olan Bernhard Förster
ile evliydi. Nietzsche onu insan olarak ve düşünceleri nedeniyle
küçümsüyordu. Förster, Nueva Germania olarak adlandırdığı “ari” bir koloni
kurmak üzere Sachsen’de bazı köylü ailelerini kandırıp Paraguay’a götürmüş,
sonunda köylüleri dolandırıp intihar etmişti. (Nueva Germania’dan geri
kalanları günümüzde de Paraguay’a gidip görmek mümkün. “Efendi-Irk” ise
bugün oradaki yerliler gibi yaşıyor ve sadece sarı saçlarından ayırt
edilebiliyor.) Elisabeth Almanya’ya dönüp ağabeyinin bakımını üstlendiğinde,
onu önemli bir şahsiyet yapmaya karar verdi. Nietzsche’yi alarak, bir
Nietzsche Arşivi kurmak niyetiyle, Schiller ve Goethe’nin yaşadığı kent
olarak belirli bir üne sahip olan Weimar’a taşınır. Ardından onun
yayınlanmamış yazıları üzerinde oynar ve onlara Yahudi düşmanlığı yansıtan
ve kendisini öven unsurlar katan eklemeler yapar. (Üzerine eklentiler
yapılan bu yazılar “Güç İstemi” adıyla yayınlanır. Ancak Nietzsche uzmanı
Walter Kaufmann daha sonraları Elisabeth Förster-Nietzsche’nin yaptığı o
saçma eklentileri ayırt etmeyi başarır ve bizlere Nietzsche’nin be en ilginç
ve anlamlı kitabını gerçek tarafıyla sunar.)
Nietzsche, doğasını çok doğru kehanetlerle tanımladığı yirminci yüzyılın
başına kadar hayatta kaldı. O kocaman bıyıklı, üzünç verici, bezgin ifadeli
ve kim olduğunu artık bilmeyen adam, 25 Ağustos 1900’de öldü. O sıralarda
eserleri, tüm hayatı boyunca beklediği yankıyı buldu. Ünü çok hızlı bir
şekilde yayıldı. Üzerinde etki bıraktığı ve yirminci yüzyılın önemli
şahsiyetleri olan insanlar arasında Freud, Rilke, Yeats, Strindberg, O’Neil,
Shaw, Mann ve Conrad da bulunuyor. Naziler onu resmi filozofları olarak ilân
etmeye çalıştıklarında ve Hitler, Weimar’daki Nietzsche Arşivinin önünde
Elisabeth Förster- Nietzsche’nin elini öptüğünde, çıldırmanın ve cinnetin
krallığına ayak atanlar bu kez Nietzsche’nin felsefesi değil, Nazilerdi.
Nietzsche açıkça şöyle dedi: “Elbette henüz, ‘Alman Varlığı’ coşkunluğuna
ulaşmadım. Bu ‘üstün’ ırkı saf tutma isteğine ise daha da uzağım. Tam
tersine, tam tersine-.” Nietzsche, günün birinde ünlü bir adam olacağından
daima emindi, ama dünyanın, ama dünyanın kendisini nasıl biri olarak
değerlendireceğini tam olarak kestiremiyordu (ve bunda da haklıydı.) “Günü
birinde beni aziz ilân etmelerinden çok korkuyorum... Ben aziz biri olmak
istemiyorum, öyle olmaktansa, soytarı olmayı yeğlerim...”
NIETZSCHE FELSEFESİNİN ANA ÇİZGİLERİ
Nietzsche, felsefesini sistematik şekilde değil, ağırlıklı olarak
aforizmalar şeklinde kaleme aldı. Düşüncelerinin çok değişik alanlara
yönelmesine rağmen tutumu daima çizgisini korur. Sonuç olarak kendisiyle
çeliştiği izlenimi doğar veya birbirinden farklı yorumlara neden olur.
Felsefesi sadece bir takım derin irdelemelerden oluşsa da, eserlerinde bazı
kelimeleri ve kavramları sıkça tekrar eder. İşte bu kelimeler ve kavramlar
onun sisteminin yapı taşları olarak değerlendirilebilir.
GÜÇ İSTEMİ
Güç İstemi, Nietzsche’nin felsefesindeki en önemli düşüncedir. Bu düşünceyi
iki kaynaktan geliştirir: Schopenhauer’in ve Eski Yunanlıların düşün
hayatlarından. Schopenhauer, dünyanın çok güçlü ve kör olan tek bir istem
tarafından yönetildiği şeklindeki eski doğu inancını devralmıştı. Nietzsche,
bu fikrin içindeki potansiyeli görür ve onu insan ilişkilerine uyarlar.
Nietzsche, anlattığına göre, Yunan Kültürü’nü araştırırken, Yunanlıları
harekete geçirenin herhangi bir yararlı şey veya doğrudan bir avantajın
değil, güç ve iktidar elde etmeye yönelik bir çaba olduğunu farkeder.
Nietzsche bundan, tüm insanlığın güç ve iktidar istemi tarafından
yönlendirildiği sonucunu çıkarır. Ona göre, tüm eylemlerimizin temel dürtüsü
işte bu enerji kaynağından beslenir. Güç istemi çoğunlukla başka birtakım
şekillerde, yani şekil değiştirerek, ortaya çıkıyor, ancak daima mevcuttu.
Hıristiyanlık, öngördüğü tevazu, sevgi ve merhamet ile, görünüşe göre daima
tersini iddia etmekteydi. Gerçekte bu, hastalıklı bir sapkınlıktan başka bir
şey değildi. Hıristiyanlık, Romalılar’ın köle zihniyetinden doğmuş ve bu
köle zihniyetini hiçbir zaman üstünden atamamıştı. Hıristiyanlığ’ın güç ve
iktidar istemi, sırları daha kolay anlaşılabilir güçlü kişilerin değil, köle
olanların istemiydi.
Nietzsche, insanların geliştirdiği kalıpları analiz etmeye soyunduğunda,
onun güç istemi çok yararlı bir araç olarak ortaya çıkar. Eskiden soylu ve
saygıdeğer bir fedakarlıktan kaynaklandığı sanılan eylemler, Nietzsche
tarafından hasta ve yozlaşmış eylemler olarak deşifre ediliyordu.
Ne var ki Nietzsche’nin felsefe yapma eylemi, iki itiraza yanıt
vermemektedir. Eğer tek ölçek güç istemiyse, nasıl oluyor da, o istemin
doğrultularına uymak istemeyen eylemler, kötüden başka bir şey olabiliyorlar
? Ve, azizlerin güç istemlerini başkaları üzerinde değil de, kendileri
üzerinde uyguladıkları savı, bu düşünceyi öyle çok yönlü uygulayabilme
imkânı veriyor ki, sonunda bu düşünce bizlere hemen hemen hiçbir şeyi
açıklayamamaktadır. İkincisi, Nietzsche’nin güç istemi çok döngüsel bir
düşünce: Evreni anlama çabamız eğer güç isteminden esinleniyorsa, o zaman
Nietzsche’nin güç istemine dair tasarımı şüphesiz evreni anlama çabasından
kaynaklanıyor.
Ama bırakalım, bu derin ve aynı zamanda tehlikeli fikirle ilgili son sözü
Nietzsche’nin kendisi söylesin: “Güç ve iktidar hırsı değişikliğe uğradı,
ama o aynı yanardağ hâlâ yanıp duruyor; sabırsızlık ve sınırsız sevgi kurban
istiyor; ve önceleri “tanrı aşkına” yapılan şeyler, şimdilerde para uğruna
yapılıyor, ki, bu da en yüksek güç ve iktidar duygusu ve iyi hissetmeyi
sağlıyor.” (Sabah Alacası, 204
BENGİ DÖNÜŞ
Nietzsche’ye göre, bizler şu anki varoluşumuz daima tekrar edecekmiş, ve
bizler, yaşadığımız her anı sonsuza dek tekrar ve tekrar yaşamak zorunda
olacakmışız gibi davranmalıyız.
Aslında burada söz konusu olan şey, metafiziksel-ahlaksal bir fabldır. Ama
Nietzsche ona, kendisi buna inanıyormuş gibi, çok yüksek bir değer biçmemiz
gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Onu “bir insanın yüceliğinin formülü”
olarak tasvir ediyordu.
Nietzsche, an’ın önemini aşırı derecede romantik bir üslûpla vurgulayışının,
hayatı doyasıya yaşamaya dair bir uyarı olarak anlaşılmasını ister. Gelip
geçici şiirsel bir fikir gözüyle bakılırsa bu düşünce belirli bir
potansiyele sahip. Ama felsefi ve ahlaki açıdan yapılacak bir incelemede bu
düşüncenin tutunabilirlik pek bir yanı yok. “Hayatı yoğunluğuna yaşa”
şeklindeki klişe, tartışılabilir bir fikri içerse de, hiç değilse belirli
bir kütleye sahiptir. Ama sonsuz geri dönüş ile ilgili düşüncenin, biraz
derine inerek irdelendiğinde tamamen önemsiz olduğu ortaya çıkar. Tekrar
eden yaşamlarımızdan her birini hatırlıyor muyuz ? Eğer bu mümkünse,
kesinlikle, kesinlikle bizim için bazı şeyler değişirdi. Ama değilse, daha
önceki varoluşlarımızın bizler için hiçbir değeri yok. Şiirsel bir görüntü,
çok büyüleyici olsa dahi, eğer, Nietzsche tarafından tasarlandığı gibi, bir
prensip olarak kullanılacaksa, daha fazla içeriğe sahip olmalıdır.
Nietzsche’nin üstinsanı ile Amerikan karikatür dünyasında, peleriniyle
gökyüzünde uçan Süpermen arasında kesinlikle hiçbir ilişki yoktur. Eğer
üstinsan Nietzsche, isim babası olduğu bu karikatür kahramanının sahip
olduğu bu karikatür kahramanının sahip olduğu mizahın en azından birazına
sahip olsaydı, bu kendisi için iyi olabilirdi. Clark Kent hiç değilse,
dünyadaki kötüleri ve iyileri etkisine sokmaya çalıştığı saf bir ahlakın
adına çalışıyor. Nietzsche’nin üstinsanı bu tür zahmetlerde bulunmuyor bile.
Onun üstinsanı için tek bir ahlaki prensip vardır: güç istemi. Ancak,
Nietzsche’nin Süpermen’i, içinde en az o karikatür dünyasındaki kadar çok
basit tiplerin bulunduğu bir dünyanın içinden doğuyor.
Üstinsan prototipi Nietzsche’nin dayanılmaz derecede sıkıcı, ama tehlikeli
ve psikosomatik semptomları olan Zerdüşt’tür. İtiraf edilmeli ki, Zerdüşt
ile ilgili hikâye mecazidir ve davranış kalıplarına işaret eder. Ama İsa
peygamber de benzetmeler yaparak konuşurdu ve onun dağda verdiği vaazlarda
da çocuksu bir yalınlık vardır. Onların derin anlamlarını idrak etmemiz ise,
onlar üzerinde düşünmemize bağlıdır. Ne var ki Zerdüşt benzetmesi çocuksu
bir basitliktedir, üstüne defalarca kafa patlatsanız da. Her şeye rağmen
yine de önemli bir mesaj içerir. Nietzsche’nin vaazını yaptığı şey,
Hıristiyanlık değerlerinin çöküşünden başka bir şey değildir: Ona göre her
insan, tanrısız dünyasında, bulunduğu her eylemin tüm sorumluluğunu
üstlenmelidir. Prangalara vurulmamış bir özgürlükte kendi değerlerini
bulmalıdır. İster tanrısal, ister başka doğa güçleri tarafından olsun,
bulunduğu eylemler için hiçbir ceza söz konusu değildir. Nietzsche bunda,
20. Yüzyıl insanının varoluşçu durumunu görüyordu. Ne yazık ki, bu tür
koşullar altında nasıl davranılması gerektiği konusunda da görüşler
belirmiştir. Nietzsche’ye göre, Zerdüşt’ün izlediği yol şeklinde gösterilen
kuralları kendisine yön belleyecek insanlar üstinsan olacaklardı.
Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramanı aracılığıyla şöyle
der: “Maynun, insan için nedir ? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Ve
işte üstinsan için insan da böyledir: bir kahkaha veya acı veren bir utanç.”
(Zerdüşt’ün önsözü 3) Başka bir yerinde şöyle buyurur: “İnsanlığın hedefi
onun sonu değil, olsa olsa insanlığın en iyi örnekleri olabilir.” (Tarihin
Yararı ve Zararı Üstüne, 9)
Nietzsche bu bağlamda akılsızca davranarak üstinsanını “soyluluk” ve “kan”
gibi gevşek düşüncelerle birleştirir. Ama o, bunu ırkçı bir şekilde
anlamamaktadır. “Güç İstemi”nde şöyle yazar. “Sadece doğuştan ve soydan
asillik vardır. (Ben burada “von” ünvanından ve Gotha takviminden (ç.n. Doğu
Almanya’da bir kent) bahsetmiyorum: Eşek olanlar için belirtme ihtiyacı
duydum da)” Başka bir yerinde de şöyle der: “Platon, Pascal, Spinoza ve
Goethe ‘den bahsettiğimde, onların kanının benimkinde gezdiğini biliyorum.”
Nietzsche’nin gözünde bir Yunanlı, bir Fransız, bir Portekiz Musevîsi ve bir
Alman, üstinsan ile aynı derecede kan bağına sahip.
Buna rağmen ırkçı lobi Nietzsche’nin üstinsanını aldı be kendisinde
yorumladı. Önce antisemitistler, sonra da faşistler işlerine gelen bölümlere
atıfta bulundu. Düşüncelerinin gevşek bağı, ki Nietzsche’nin felsefi eylemi
için bu tipik bir özellik, onun felaketi oldu.
Nietzsche’nin felsefesi gözden düştü, çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında
grotesk bir şekilde kötüye kullanıldı. Bugün üstinsan hakkında,
Nietzsche’nin onu anladığı şekilde konuşmak neredeyse imkânsız hale geldi.
Yazılarının poetik-fragmatik özelliği kasıtlı çarpıtmalar için ne yazık ki
fazlaca bir hareket alanı tanımaktadır. Çok şükür ki Nietzsche bize
üstinsanı gülünesi bir konuma çekebilmenin fırsatını da tanıdı – ki bu da
günümüze en uygun düşen tepkidir belki de.