Mutlakıyetçi Boyun Eğiş

Marcel Gauchet


Burada asıl güçlük reformun ve devamının tam bir yorumunu, ya da başka türlü söylersek Reformdan itibaren modernliğin dinsel kökleri ile dinsel dönemecin yorumunu birkaç cümleye sığdırmaktır. Kısaca XVI. yüzyılın ilk yarısındaki dinsel devrimin anlamı Luther ve Calvinci kopuş herkesçe abartılıyor; elbette bu devrimin ileri safhası olan ve XVII. yüzyılın ilk yarısında, bir başka alanda, yani kronolojik açıdan bilimsel devrimin, Galileo fiziğinin beraberinde getirdiği siyasal devrime göre bir abartı söz konusudur. Hem devletin hem de devlet kavramının ortaya çıktığı siyasal devrimdir bu; din savaşlarının yarattığı tamir edilmez yırtılma nedeniyle merkezinde Fransa’nın bulunduğu bir devrimdir[1].

Bireyci modernliğin kökleri bakımından inanç sahibinin Tanrı ile ilişkisinde özerklik kazanması da, devlet ile vücut bulan kollektif düzenin dinsel özerkliği karşısında çok abartıldı bu devlet, kendi kavramına sahip devlettir, egemen devlet, “tanrısal hukuka” sahip kralın devletidir, Fransa’da uzlaştırıcı hikmeti hükümet olarak ortaya çıkan devlettir. Hikmeti hükümet, mezhepler çatışmasının tanıklık ettiği savaşçı akılsızlığa verilmiş siyasal bir karşılıktır. reform bunun üstesinden gelecek kadar güçlü değildir ama kraliyetin içindeki bilinçlere bir paylaşmayı dayatacak kadar güçlüdür. Protestanların olanaksız zaferi karşısında Katolikler başka bir çıkmazı temsil ederler. Baskın mezhep olsalar da, tam anlamıyla ülkenin bağımsızlığını tehdit eden güce dayanan “yabancı tarafı”, “karşı tarafı” oluştururlar. Devlet bu çıkmazdan kendini kurtararak, yani mezhep bağlılıklarından ayrılarak, doğrudan Tanrı’yla olan ilişkisinden aldığı dinsel bir yasallıkla Kiliselerin üstüne çıkarak barışı sağlayacaktır.

XVI.   yüzyılın son on beş yılında kraliyet hukukçularının elden geçirdiği “tanrısal hukukun” anlamı budur ve işte bu nedenle “tanrısal hukuka” sahip kral aslında “devletin kralı”dır. Yeryüzü sitesinin çıkarları ve bu dünyadaki insanlar sitesinin selameti için devlet, kamu düzeni açısından bir tehlike arz eden kutsal şeyleri kendine tabi kılar; devlet bu çıkarları ve selameti hüküm ve teminat altına alır. Fransa’da devleti oluşturan bu ilkel düzenek, olayların 1630 yılında, başka bir ölçekte tekrarlanmasıyla birlikte devletin temel direği olacaktır. Richelieu Fransa’yı Protestan güçlerin yanında Habsburglar’a ve Katolik çıkarlarına karşı Otuz Yıl savaşlarına sokarken hikmeti hükümet devletine siyaset ile din arasındaki ilişkiler konusundaki en gelişmiş formülü sunmaktadır.

Tarihin bir cilvesi sonucu öncelikle Fransa’nın yaşadığı bu durum

XVII.  yüzyılın ilk yarısında hemen hemen bütün Avrupa’da görülür. Calvinci devletlerde, Anıninyenler ile Gomaristler arasındaki kavgalarda aynı şey vardır. Papalık ve o kendinden son derece emin Venedik Cumhuriyeti’nin dalaşıyla birlikte koyu Katolik İtalya’da da bu vardır. Mutlakıyeti getirmeye çalışan Stuart monarşisine muhalefet eden Püritenlerle birlikte İngiltere’de de vardır; 1640 yılında patlayan devrimin kökünde de yine aynı şey olacaktır. Nihayet Avrupa’daki din savaşlarının, Otuz Yıl savaşlarının kasıp kavurduğu Almanya’da aynı şeyi buluruz. Barıştaki iktidar olarak devlete temelde dinsel bir hikmeti hükümet kazandıran bu durum modern siyaset düşüncesinin kaynağıdır. Grotius’tan, Hobbes’tan Spinoza’ya kadar bu durum din konusunda “mutlakıyetçi” bir temele oturur. Bu arada “mutlakıyetçi" teriminden kollektif yetkenin (bu kavramı da açıklamalı) kutsal şeyleri kendine tabi kılacak üstün bir konuma yerleşmesini anlamalıyız. İşte kollektif yetke bu koşulla ve sadece bu koşulla barıştırıcı ödevini yerine getirebilir.

Böylece modem siyaset dinin boyunduruk (dinsel bir boyunduruk) altına alınmasıyla özerkleşir. Boyunduruğun ön koşulunun inançlara saygı olduğunu önemle belirtelim: İşte buradan itibaren hoşgörü bir ilke haline gelmiştir (XVII. yüzyılın sonunda Bayle’de ve Locke’ta biçimlenen ilke budur).

Aydınlanma’nın doruğunda, 1770 yılında, Peder Raynal sonradan böyle aydınlanmaca bir vulgata’yı yaygınlaştırmada çok başarılı olmuş bir kitabında, dinsel işlerin idaresi konusundaki “gerçek ilkeleri” sergiler. Bu ilkeler üç başlıkta toplanabilir: “Devlet asla din için yaratılmamış, ama din devlet için yaratılmıştır”; "devlet içinde olup biten her şeyde genel kural ortak çıkardır”; “halk ya da halkın yetkesini elinde bulunduran egemen yetke herhangi bir kurumun uygun olup olmadığını ancak ve ancak ortak çıkarlar ölçeğine göre değerlendirebilir”. Buradan çıkan zorunlu sonuçlar: “İşte dogmaları ve bir dinsel disiplini incelemek bu yetkenin, sadece bu yetkenin işidir; bu dogmaların sağduyuyla çeliştiklerinde tehlikeli bunalımlar yaratıp yaratmayacağından emin olmak gerekir; bu bunalımlar gelecekteki mutluluk rüyalarına Tanrı’nın zaferi, vahyedilmiş hakikatlere sığınma düşünceleri karıştırıldığında çok daha tehlikeli olabilirler; bu disiplinin hakim adetlere karşı gelmemesi için, vatanseverlik duygularını söndürmemesi, cesareti kırmaması, sanayiye, evliliğe ve kamu işlerine ters düşmemesi, nüfusa ve toplumsallaşmaya zarar vermemesi, fanatizm ve hoşgörüsüzlük aşılamaması gerekir; ayrıca aynı ailenin üyeleri arasında, aynı sitenin aileleri arasında, aynı kraliyetin siteleri arasında, dünyadaki kraliyetler arasında asla nifak tohumları serpmemesi gerekir; egemenlere ve yüksek görevlilere saygıda kusur etmemesi, sarsıcı, cüretkar vaazlar ya da deliliğe yol açacak öğütler vermemesi gerekir”[2]. Devam edebilirim çünkü aynı üslupta birkaç sayfa daha varama bu berrak giriş, kanıt olarak yeter. Burada görülüyor ki mutlakıyetin dini boyunduruk altına alması, demokrasinin kollektif egemenliği zorunlu kılması nedeniyle gerilemek bir yana genişlemiş ve kökleşmiştir. Kısaca “devlet her şeyin üstündedir”, ancak kolayca anlaşılacağı gibi bu üstünlük dinin kendi sınırları içine kapanmasını sağlayan, Raynal’ın deyişiyle “akılcı toplumun ve kamu mutluluğunun güzel düzenini” herhangi bir şekilde bozmasını engelleyen bir üstünlüktür. İnançların cendere altına alınması söz konusu bile değildir. Tam aksine Raynal, sadece “dışarıdaki dinden” söz ettiğini belirtir: “içteki dine gelince, insan bunun hesabını sadece Tanrı’ya verir". Dinin toplumdaki yetkesinin sınırlanması vicdan özgürlüğünün bir koşulu olarak anlaşılmıştır.

Ulusal anayasa meclisi 1790 yılında sivil rahipler sınıfı yasasını koyarak tastamam böyle bir programı yürürlüğe koyacaktır. Bu programı tasarlayanların düşünce ve istekleri Raynal’in öne sürdüğü programdakilerin epeyce gerisinde kalmıştır, Onlar daha ılımlı ve gerçekçi olmaya çalışmışlardı, inancı ve dogmayı irdelemeyi kesinlikle yasaklamışlardı. Camus mecliste açıkça şöyle diyecektir: “Ulusal Konvansiyon olarak, elbette dini değiştirmeye gücümüz yeter ama bunu yapmayacağız... Katolikliği muhafaza etmeyi istiyoruz; rahipler, papazlar istiyoruz”. Buna karşın “Kilise devlet içinde olduğu sürece, devlet Kilise içinde olamaz”; Camus’nün, XVI. yüzyıl sonundan beri mutlakıyet taraftan yazarlara ait bu ünlü deyişi kendi hesabına kullanması anlamlıdır; piskoposluğun sınırlanması ya da rahiplerin atanma usulleri gibi “Kilise disiplini ve idaresiyle” ilgili her şeyi düzene sokmak ulusal meclise düşer[3].

Bu açıdan rahipler sınıfının sivil olarak yapılandırılması mutlakıyetçi işlemin o zaman için ve bir kopuş sayesinde tamamlanışı gibidir. Yasama meclisi mutlakıyet aygıtından koparak aslında yakasını bırakmayan bir niyeti, yani yerine getirilmesi olanaksız bir vaadi gerçekleştirir. Eski Rejim ile Devrim arasındaki ilişkinin kuralı olarak Tocqueville’in ortaya koyduğu kopma içindeki sürekliliğin doğrulandığı devrimci bir hareket varsa, o da bu hareketti. Bu olay kraliyet tırtılını devlet kelebeği haline getirecek devrimci girişimin çabasını diğer olaylardan çok daha iyi sergiliyor.

Bu arada mutlakıyetçi devletin kuruluş evresinden beri çok şey olup bitmiştir; dinsel baskınlığı da dahil olmak üzere hikmeti hükümet adına baskınlık kurmuş olduğunu kabul etmeye bile yeltendik. Durumu değiştiren özellikle iki evrim ortaya çıkmıştır. Öncelikle “tanrısal hukuk” gibi büyük bir tutkuya hitabeden dinsel yasallık ilkesi sessiz bir bunalım geçirir. Günümüzde tarih ve sanat konusunda gözlemlediğimiz türden bir inandırıcılık buhranıydı bu. 1628 tarihli maddelerden dördünün ilanı ve 1685 yılında Nantes fermanının iptaliyle mutlakıyetçi niyetlerin gerçekleşmesinden hemen sonra ortaya çıkan bir bunalım. Geçmişin başarısızlıklarını ve bölünmelerini silmek için tasarlanmış iki büyük darbe. Birincisi papanın yetkesi zararına Katolikliğe boyun eğişi resmileştirir; İkincisi Reformun alışmak zorunda kaldığı uzlaşımı bertaraf eder. Fransa Kilisesi 1614 yılı EtatsGeneraux’da (Genel Meclis) rahipler sınıfının şiddetle geri çevirdiği tanrısal hukuk ilkesiyle yeniden ittifak kurunca aşırı irredantizm sayfası temelli kapanmış gibidir[4] Kilise hiyerarşisinin Gallikanlaştırılması[5] manevi gücün monarşiye aktarılmasını tamamlar. Protestan devlet içindeki devlet kalıntılarının yetkesinin kısıtlanmasına gelince, bu da inanç savaşlarının açtığı ayracı kapamaya yönelir. Bu kısıtlama din konusundaki ulusal uzlaşmayı, dini onun gerçek teminatçısına, yani kraliyet papalığına teslim ederek sağlığına kavuşturmaktan ziyade düzenlemektedir. Bununla birlikte yetke zirveye ulaştığı anda baş dönmesi yaşar gibidir. Hemen ardından, İngiltere’de 1660 yılından beri yeniden kurulan tarınsal hukuk sistemini bir çırpıda yerle bir eden 1688 tarihli Glorious Revolution darbesi bu yapının zayıflığını açıklığa kavuşturur. Yasallaştırma konusunda gökten düşen bu ani belirsizlik Paul Hazard’ın pek sevdiği “Avrupa bilincindeki bunalım”ın en belirgin veçhelerinden biridir. Çatlakların Fransa tahtına kadar nasıl ulaştığını asla bilemeyeceğiz ancak orada bunun farkına varılmış olduğunu varsaymamız pek zordur; Fransa’da XIV. Louis’nin 1693’ten itibaren tavır değiştirmesine yol açacak kadar siyasal yankı bulmuştur. Hükümdar ile Tanrı arasındaki doğrudan bağa dayalı, kraliyetçi devletçiliğe temel oluşturan özerk dinselliğin zayıflaması, Roma Kilisesiyle yakınlaşmaya yöneltir. Sanki geleneksel Ortodoksluk monarkın gözünde tam da yetkesi ve biçimiyle geleneksel olduğundan, tanrısallığın artık sağlayamadığı bir yasallaştırma gücü kazanır.

Öte yandan siyasetteki bu altüst oluş beraberinde Jansenist başkaldırının tekrarlanması biçimiyle dinde bölünmeye yol açacaktır. Bu durum bütün yüzyılı altüst edecek 1713 tarihli Unigenitus olayına gösterilen muhalefetle berraklaşacaktır[6]. Gerçekte içten içe iki ayrı gücü göreve çağıran tuhaf bir muhalefet: Manevi güç öğretisini arındırmak, dünyevi güç de Isa Cemaatiyle (= Cizvitler; bu tarikatın Fransa krallığından 1764 yılında kovulduğunu anımsayalım) simgelenen papazların itirazlarına rağmen din konusunda yetkesinden feragat etmelidir.

Demek ki bir yandan Jansenist karşı çıkışla birlikte kutsal şeylerin idaresi konusunda zamanın hükümdarına ait yasal üstünlükler Gallikancı ve mutlakıyetçi biçimde onaylanır; öte yandan Aydınlanma çağının dinamiğinden güç alan Ulusun egemenliği ilkesi benimsenir: Rahipler sınıfının sivil olarak yapılandırılması işte bu iki esinin kavşağında yer alır. Burada uzun ve karmaşık bir tarih kuluçkadadır; bu tarihin sonunda nihayet din, devlet içinde, bütün haklarıyla oluşmuş Ulus’un yetkesi altında gerçek yerini alacaktır.devlet yetkesi içinde ve devlet yetkesiyle yaygınlaştırılmasıdır. Gerçekten de cumhuriyet ilkesi (genel irade adına) demokratikleştirildi diye, icrası da (özel inanç hakları adına) liberalleştirildi diye zayıflamaz, aksine onay görür ve daha da güçlenir. Bunun çekiciliği sayesinde siyasal tartışma ve eylem, kollektif aşkınlığın eritildiği bir pota haline gelmektedir.

 

[1]        Daha ayrıntılı bilgi için 511 yazıyı tavsiye ediyorum: “L’Etat au miroir de la raison d’Etat. La France et la chretienle”, Raistm et deraistm d’Etat içinde, Yves-Charles ZARKA (yön.), Paris, P.U.F., 1994.

[2]        Cenevre baskısından alıntılıyorum, 1780, X. cilt, s. 127 vd.

[3]        30 Mayıs-2 Haziran 1790 tarihleri arasında yapılan tartışmalarla ilgili genel bilgi için bkz. Monitcur ya da Arcluvcs parlemcnuıires. Camus aktardığımız konuşmasını 1 Haziran tarihli oturumda yapmıştır (Moniteur, IV. cilt, s. 515).

[4]        1682 yılındaki Rahipler Meclisi Bildirisinin ilk maddesine göre “Aziz Petrus ve halefleri, İsa'nın naipleri ve de bütün Kilise Tann’nın gücüne sadece manevi işlerde, ebedi kurtuluşla ilgili işlerde sahiptir, zamana bağlı, sivil işlerde değil [... ] Krallar ve hükümdarlar dünyevi işlerde Tann emriyle hiçbir Kilise gücüne boyun eğmez; doğrudan ya da dolaylı olarak Kilise liderlerinin tesirlerine teslim olamazlar; kulları yine aynı yetke adına onlara göstermek zorunda oldukları bağlılık ve itaatkarlıktan ya da sadakat yemininden muaf olamazlar... ’’

[5]        Gallicanisme: Özgür Fransız Kilisesi öğretisi, papanın salt egemenliğine karşı özgiir Fransız Kilisesini savunan öğreti (ç.n.)

[6]        Fransa’da siyaset ile din ilişkileri tarihinde belirleyici olduğu kadar karanlık da olan bu olayı artık Catherine MAIRE’in çalışması sayesinde daha iyi anlayabiliriz: De la cemse de Dıeu d la caııse de la Notum. Le jansenisnu au XVIII siecle, Gallimard, Paris 1998.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe