Mevlana Ve Felsefesi
Bir şeb-i aruz sonrası,
"Yabancı değil, sizin köyün halkından
Bir dostum, semtinizde bir yer arayan!.
Düşman da görünse çehrem, olamam düşman,
Acemce söylesem de Türküm aslen."
Diyen ve bir Türk mutasavvıfı olan Mevlana Celaleddin-i Rumi yi bir nebze
olsun tanıyabilmek ,düşüncelerini anlayabilmek için öncelikle onun yaşamış
olduğu zaman dilimini, bu zaman içinde yaşadığı hayatı, hayatındaki
safhaları bu safhalarda verip aldıklarını, kısaca gözden geçirmenin uygun
olacağı inancındayım.
İlk olarak MEVLANA sıfatı üzerinde durmak istiyorum. Mevlana Arapça da
MEVLA'dan anlamına gelen ve sarıklı ulemaya hitap da kullanılan bir
kelimedir. Bir çok mevlana mevcuttur. Ancak Celaleddin-i Rumi ile bu sıfat o
kadar iç içedir ki MEVLANA denilince cümlemizin aklına Celaleddin-i Rumi
gelmektedir.
Doğum tarihi bir miktar tartışmalı ise de genellikle kabul edilen; 1207
tarihinde HORASAN'ın BELH şehrinde doğmuş olduğunu söyleyebiliriz.
Onun doğduğu ve büyüdüğü tarihlerde dünyanın yaşadığımız bölgesi ve yakın
çevresi büyük bir istikrarsızlığı yaşamaktadır. MOĞOL istilası insanlarda
korku ve güvensizlik dolu bir yaşam tarzı geliştirmiş, göç, sürgün ve
ümitsizlik bu tarzın ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiştir.
Bu zor duruma Mevlana’nın hayatının büyük kısmını geçirdiği Selçuklu
İmparatorluğu'nun da yıkılmak üzere olduğunu eklemek gerekecektir.
İşte böyle bir dünyaya 1207 tarihinde gözlerini açan Mevlananın Babası
Sultan ül ulema namıyla anılan Bahaeddin Veled bin Hüseyin Bin Hatibi,
Annesi ise, BELH Emiri Sultan Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Hz.
Mevlana anne ve babası tarafından devrinin ve bulunduğu yerin seçkin ve
kültürlü bir ailesine mensuptur.
Bahaeddin Veled kimine göre Moğol istilasından, kimine göre ise
kayınpederinin Harzem Şahı ile arasının açılmasından dolayı ailesi ve
müritleri ile beraber Belh şehrinden göçe karar verir ve önce Bağdat'a
gelirler.
Bahaeddin Veled Bağdat dan hac görevini ifa için ayrılır, daha sonra Şam,
Halep ve Erzincan'a uğrayarak Akşehir üzerinden Larende'ye bugünkü ismi ile
Karaman'a gelir ve yerleşir. Bütün bu yol boyunca babası ile beraber olan
Mevlana, hem geçtikleri yerlerden hem de babasının yakın çevresinde bulunan
kişilerden etkilenmiş görgü ve bilgisini arttırmıştır. Bu arada evlenme
çağına gelen Mevlana Karaman da Belh şehrinden beri beraber oldukları
Şemseddin Lala Semerkandi'nin kızı Gevher Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten
iki erkek çocuğu Sultan Veled ile Alaaddin Mehmet dünyaya gelmiştir. Devrin
hükümdarı Alaaddin Keykubat'ın ısrarlı davetini sonunda kabul eden Sultan-ül
Ulema , Mevlana, eşi ve çocukları dahil olmak üzere ailesi ile beraber yedi
yıl kaldığı Karaman'dan ayrılır ve Konya'ya yerleşir. Konya'da babasının
etrafında büyük bir ilim muhiti bulan Celaleddin-i Rumi asrın alimleri ile
beraber olmanın mutluluğu içinde onlardan çok şey öğrenmeye çalışmış,
babasının 1231 yılında ölümü üzerine onun yolundan yürümeğe başlamıştır.
Babasının eski öğrencilerinden Tirmizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik ile
buluşuncaya kadar tam bir şeriat insanı olarak vaaz vermiş, fetva çıkarmış
ve şeriat hükümlerini uygulamıştır. Seyyid Burhaneddin Şeyhini aramak için
Konya'ya geldiğinde Onun öldüğünü yerini de oğlu Celaleddin'in aldığını
öğrenir, bundan mutluluk duyar ve 9 yıl kadar bir süre Mevlana'nın yanında
kalır.
Bu süre içerisinde Mevlana kendisinden çok şey öğrenir. Gene bu süre
içerisinde Seyyid Burhaneddin'in de etkisi ile Şam ve Haleb'e giden Mevlana,
Halavi'ye medresesine devam eder ve Konya'ya döner. Artık Camilerde vaaz
veriyor, Medrese de fıkıh ve din hakkında dersler anlatıyordur.
Mevlana'nın bu düzenli hayatı Seyyid Burhaneddin'in Konya'dan ayrılarak
Kayseri'ye dönmesinden sonra da devam etmiştir.
Ancak 1244 yılında günlerden bir gün Konya'ya gezgin bir derviş gelir ve
Şekerciler hanına yerleşir. Bu derviş Tebrizli Şems adıyla tanınan Şemseddin
Muhammed Tebrizidir.
İster iplikçi camiinin önünde olsun; isterse Şekerciler hanındaki peykede bu
iki veli bir vesile ile karşılaşırlar.
Şems-i Tebrizi bir sual sorar, Mevlana cevaplar; Bu cevabı takiben
kucaklaşan bu iki insan altı ay kadar sürecek bir dost sohbetine çekilirler.
İşte bundan sonra Hz. Mevlananın daha önceki düzenli yaşantısı tamamen
değişir. Artık medresede ders vermiyor. Camide Vaaz etmiyor. Müritleri ile
ilgilenmiyordur. Tek ilgi noktası Şems'dir.
İbdida - name de oğlu Sultan Veled;
"Şemsin yüzünü görünce aydın gibi sırlar ona açıldı, görülmemiş şeyleri
gördü, kimsenin duymadıklarını duydu. Ona görül verdi, elden çıktı. Yanında
yücelik ile aşağılık bir oldu." diyor.
Abdülbaki Gölpınarlı ise buluşma ve sonrasını şöyle anlatır. "Mevlana Şems
ile buluştuğu zaman adeta yıkanmış, arınmış suyu, zeytinyağı konmuş, fitili
bükülüp yerleştirilmiş ve yeri neresi ise oraya asılmış bir kandildi.
Yanarsa bütün dünyayı aydınlatacak ne ışığı azalacak, ne yağı tükenecek,
nuru günden, güne parlayacak, ıssılığı andan, ana artacaktı. Fakat bir
kibrit, bir alev, bir şule lazımdı kandili yakmağa. Ve işte Şems bu görevi
yapmıştır. Ama o kandil yanınca kendisi de bir pervane kesilmiş varlığından
geçip gitmişti."
Mevlana'daki bu değişiklik halk tarafından hoş karşılanmaz.
Bu hoşnutsuzluk nedeni ile Şems-i Tebrizi 1246'da Konya'dan ayrılır. Bu
ayrılık Hz. Mevlana'yı, içine kapalı kimse ile görüşmez bir kişi yapar.
Bir süre sonra Şems'in Şam'da olduğunu öğrenir. Oğlunu Şam'a gönderir. Oğlu
Şems-i yeniden Konya'ya dönmeye razı eder. Dönüşü müteakip Hz. Mevlana eski
coşkulu yapısına kavuşur. Ancak halkın hoşnutsuzluğu yeniden şehri sarar. Bu
sefer hoşnutsuzlar arasına Mevlana'nın küçük oğlu Alaaddin Çelebi de
katılmıştır.
Günlerden, bir gün Şems Sultan Veled'e :
"Bir gün öyle bir suretle kaybolacağım ki kimse beni bulamayacak." der. Ve
1247 yılında aniden ortadan kaybolur. Bir daha da bulunamaz. Bu ortadan
kaybolma hakkında muhtelif rivayetler mevcuttur.
Hz. Mevlana Şems-i tamamen kaybettiğini anlayınca eskisi gibi derslerine
döner. Artık Şems-i kendi mevcudiyetinde aramaktadır.
Bir gün kuyumcular çarşısından geçerken bir dükkanın içerisinden gelen
ritmik bir ses onu dükkanın önünde durdurur. Bu ritme uyarak sema etmeye
başlar. Dükkan Selahaddini Zerkubinin dükkanıdır. İçeride çırak altın varak
dövmektedir. Zerbuki çırağına devam etmesini, ritmi bozmamasını tembihler
dükkanın önüne çıkar. Ve semaya katılır.
Hz. Mevlana bu sefer, onda Şems-i bulmuştur. Böylece başlayan sohbet
dostluğu Zerkubi'nin ölümüne kadar 10 yıl devam eder bu arada oğlu ile
Zerkubi'nin kızını evlendirir.
Zerkubinin ölümünden sonra halifelik makamını Urmiyeli Çelebi Hüsameddin Bin
Ali Türk'e verir.
Hüsameddin Çelebi Hz. Mevlana'nın ölümüne kadar 10 yıl süre ile onun yanında
bulunur. Bu 10 yıllık süre Mevlana'nın en verimli dönemidir. En büyük eseri
olan MESNEVİ bu dönemde Mevlana'nın söylediklerinin Hüsameddin Çelebi
tarafından kaleme alınması suretiyle tamamlanmıştır.
İlk 18 beyit ise Mevlana tarafından yazıya alınmıştır.
Mevlana Mesnevi tamamlandıktan kısa bir süre sonra 17 Aralık 1273'de varlık
alemine göçmüştür.
Bu hayat serüveni içerisinde başlıca beş eser vermiş olup. Bunlar;
1. Fihi Ma Fih (Ne varsa içindedir)
Mevlana'nın çeşitli yerlerde verdiği derslerde yaptığı sohbetlerin
toplanmasından meydana gelmiştir.
2. Divan-ı Kebir
Şems'in ilk kayboluşundan sonra söylediği gazel ve rubaileri kapsar 40.000
civarın da beyiti havidir.
3. Meclis-i Saba (Yedi öğüt)
Mevlana'nın kürsüden verdiği vaazlar ile sohbetlerinin toplanmasından
meydana gelmiştir.
4. Mektubat
Devrin yöneticilerine, kadı ve müritlerine yazdığı mektuplardır. 147
civarında mektubu ihtiva eder.
5. Mesnevi
26.000 beyiti havi 6 ciltlik en büyük eseridir.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız hayat yolunda yürürken meydana getirdiği
beş eseri ile; gününün insanları üzerinden, kıyamete kadar yeryüzüne gelecek
bütün insanlara hitap eden bu büyük mutasavvıf; Hayatını Kur'an ve Peygamber
sözüne endekslemiştir Ancak O, yaşarken, günü yaşayan, dünya nimetlerini de
göz ardı etmeyen: Beyni ve elleri ile Allah'a ulaşmaya çalışırken, ayakları
ile yaşadığı dünyayı hisseden bir alimdir.
Tasavvufta, İNSAN, varlığın gayesi ve sonudur. Her şey Tanrıdan gelir ve
Tanrıya dönecektir. İnsan aşk merdiveninden Tanrıya basamak, basamak
yükselir Mevlana'ya göre aşk yaratıcının vasıflarındandır. İnsan, neyi, kimi
severse sevsin bu sevgi aslında gerçek varlığadır. Bu sevgi insanı hırstan,
benlikden kurtaracak tek yoldur. Gerçeğe ancak bu yolla ulaşılabilir.
Celaleddin'e göre aşk bir haldir. Anlatılamaz, ancak yaşanır. Bu nedenle;
Aşk, diyorsunuz nedir bu aşk dediğiniz diye soran bir müridine sadece:
"Ben ol da bil" demiştir. Divan-ı Kebir Mevlana'nın yaşadığı bu aşk halinin
şiirleri ile doludur.
Ancak Mevlana'ya göre gerçeği arayan kişinin dünyadan, dünya nimetlerinden
kaçmasına gerek de yoktur. Çünkü, dünya Tanrının tezahürüdür.
Kaçınılması gereken ise sadece gaflettir.
"Bizde riyazat yoktur. Yolumuz baştan başa yaşayış yoludur. Huzur ve
Barıştır." der.
Bütün yaşantısı bu bakımdan diğer sufilerin dışındadır. Mevlana ayakları
yerde olan gerçekçi bir mutasavvıftır. Dünyayı, görerek, duyarak yaşamıştır.
Bütün söyledikleri Dünya ile yeryüzü ile ilgilidir. Mevlana'da tasavvuf
yaşayan bir ahlak sistemidir.
Ona göre dinlerin gayesi birdir. Ayrı olan sadece gidiş yollarıdır.
O, sadece tevekkül ile yaşanan bir hayatı da kabullenmez ve Peygamberin bir
hadisine işaret ile;
"Dedi Peygamber yüksek haykırışla,
Tevekkülle beraber, devenin dizini bağla."
Onu tanımak, onun fikirlerini anlamakla ancak mümkündür. O da sadece onun
satırlarında gizlidir.
Galiba artık sözü ona bırakmanın zamanı geldi.
Mevlana bütün sözünü insana söylemiştir. Onun için insan en yüce yaratıktır.
İnsan Allah’ın ruhundan üflediği özel olarak yarattığı ve dünya üzerindeki
nimetleri kullanımına tahsis ettiği bir varlıktır.
"Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın
temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki, alemi, meşale ve
ışık kaplamış, çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan
başka nedir, (rubailer, rubai 226)".
"Tanrı'nın adlarından biri El-Mümindir. İman eden kula da mümin denir.
Mümin, müminin aynasıdır demek, Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir.
(Eflaki 1/461)" diyen Eflakiye bakın nasıl katılıyor Mevlana: "Gözümüze bak
da hakkın cemalini gör, çünkü bu, gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin
ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama,
kanını yerlere dökerler (rubailer 1272)".
"Murat sensin. Neden oradan - buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sakın
sen, ben deme, hep sen diye söyle. Senlik, Oluk şaşkınlıktan ileri gelir.
Göz dürüst görürse, Sen, O olursun, O da sen olur (rubailer, 1272)".
"Büyük alim, kainat, kudretle bir sihir yaptı da; Cismini küçücük bir suret
içine gizledi. Güneş insan şekliyle yüzünü örttü, insan şeklinde gizlendi,
(Mesnevi C.1.)".
"İnsan bir hamur teknesi boyundadır, ama, gökten de üstündür.
En güzel şekil olan insan şekli,
Aslandan da yücedir, üstündür. Düşünceye sığmaz.
Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem, bende yanarım, duyanda yanar
(Mes.C.VI)".
İşte Mevlana'nın böyle tasvir ettiği Tanrının en güzel yaratığı insan Kutsal
kitaplara göre kainatın yaratılmasının son gününde yani altıncı gün dünya
üzerine Tanrı tarafından gönderilmiştir.
Demek oluyor ki insanoğlu yeryüzüne geldiğinde hava, su, toprak, bitkiler ve
hayvanlar yeryüzündedir. Güneş doğmakta, ay geceyi ışıklandırmaktadır.
Hava zaman zaman sıcak, zaman zamansa soğuktur. Dünya üzerinde bir çok renk
vardır Siyah ve beyaz renk en dikkat çekici iki renk olarak insanın ilgisini
çekecektir.
Tanrı istese idi her şeyi tek renk yaratabileceği gibi, canlıların
boylarını, renklerini, kilolarını aynı olarak yaratır. Her şey diğerinin
eşiti olurdu.
Oysa ki Kainat Tanrı tarafından zıtlıklar manzumesi olarak yaratılmıştır.
Hava hep sıcak olsa idi insan oğlu soğuk kavramını algılamayacak, hep gündüz
olsa, gece tarif edilemeyecekti.
Her canlı aynı boyda olsa idi kısa ve uzun kavramları temelsiz kalacaktı.
Dünya hep iyilikler ile dolu olsa idi kötü tarif dışı kalacak belki de o
durumda, iyi de anlamını yitirecekti.
İşte bu zıtlıklar dünyasında, Tanrının özene bezene yarattığı insanoğlu da
zıtlıkları bünyesinde toplayarak yeryüzünü şereflendirmiştir.
Yüce Allah Kur'anı Kerimin MEARİC Suresinin 19 uncu ayetinde :
”İşin gerçeği şu ki insan; aceleci, sabırsız, tahammülsüz yaratılmıştır."
20 inci ayetinde :
"Kendisine kötülük - hoşnutsuzluk dokununca, basar bağırır."
21 inci ayetinde ise :
"Kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel
olur."
Demekte ve yaratmış olduğu insanoğlunun bazı zaaflarını böylece ona
duyurmaktadır.
Öncelikle şu noktayı belirtmekte fayda olduğu inancındayım, Tanrının bu özel
varlığı gene Tanrı tarafından önce bir kalıp yani beden olarak yaratılmış
sonra bu bedene Tanrı ruhundan üfleyerek ona can vermiştir. Kutsal kitaplar
böyle anlatıyor yaradılışı.
Demek ki insanoğlu dünyada kalıbı ve Tanrı vergisi ruhu ile beraber
yaşamaktadır. Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi Tanrı yarattığı her şeyde
zıtlıklara yer vermiştir İnsanoğlunun ruhu da zıtlıkları ve yukarıda
söylediğimiz ve bizzat Tanrının Kur'anı Kerimde bildirdiği zaafları
bünyesinde taşımakta, insan kalıbı içerisinde bu zıtlıklar ve zaaflar ile
beraber hayatını idame ettirmektedir.
İşte ruhumuzdaki en büyük zıtlık iyilik ve kötülük kavramlarında kendisini
göstermekte olup daha sonra insanoğlu, günah ve sevap kavramları ile
tanışmaktadır.
Gene burada bir sual akla gelebilir. Tanrı hep iyi yaratamaz mı idi. Pek
tabii ki, yaratabilir ve her şey iyi olurdu belki. Ancak Tanrı insandaki iyi
ve kötü, güzel ve çirkin zıtlıklarını onun ruhunda oluştururken, Ona bir
taraftan da sesleniyor:
Ey kulum ben sana akıl verdim diyor.
İşte yeryüzündeki insanoğlu o mükemmel varlık, iyiyi, güzeli, kötü ve
çirkinden ayıracak ve kendisi doğruyu bulacaktır.
Pek tabidir ki doğru aranırken yol göstericilere de ihtiyaç vardır. Ancak
yol doğru, yol gösterici uygun olmalıdır. İşte Hazreti Mevlana bu yol
göstericiler içerisinde bütün dünya için çok önemli bir kilometre taşıdır.
Şimdi gene bu yol göstericiye dönelim :
İnsana ilk yapması gereken iş olarak kendini tanımasını öneriyor.
"Bir can var canında o canı ara!
Beden dağındaki gizli mücevheri ara!
Ey yürüyüp giden dost bütün gücünle ara!
Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara!"
Demek ki insana ancak kendisi yardım edebilecektir doğruları bulmakta.
Onunda yolu kendini bilmekten geçmekte olup yeryüzünün en zor uğraşı olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Her saban aynaya baktığımızda kendimizden acaba ne kadar memnun görünüyoruz.
Kendimizden olan şikayetlerimizi azaltabildiğimiz miktarca kendimizi bilme
yolunda bir adım daha atmış olacağız.
Hz. Mevlana yol göstericiliğini eserlerinde dile getirmeğe çalışmış;
genellikle anlatılarını hikayelere bina etmiştir.
İnsanın kendini tanımasının bir önemli adımı da bilgili olmasıdır.
Mesnevi de bilgi konusunda bakın neler diyor:
"Cahil, yolda daima eğri gider, daima yampiri yürür.
Sevgi bilginin sonucudur,
Noksan bilgide fark ve temyiz yoktur.
Şimşeği, güneş sanır.
Taklitten doğan bilgi, canımıza vebaldir, eğretidir.
Can, tecrübe ile sabittir ki, bilgi sahibi olmaktan ibarettir. (Mes. C.II.)"
"Bilgili adamın uykusu ibadetten üstündür.
Hele insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.
Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir.
Bilgi isteyense, denizde dalgıçlık edene benzer. (Mes. C.VI.)"
"Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.
Aptallık ve bilgisizlik YIRTIĞI, yama kabul etmez.
Ey öğütücü, ona hikmet tohumunu saçmadan önce,
Onu yamasız, yırtıksız hale getir. (Mesnevi 2264-2265 beyit)"
"Ne mutlu o göze ki; Akıl, onun başında buyruktur.
İşin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur.
Çirkinle güzeli, gözle değil, görünüşle değil akılla ayırt edin.
Göz pislikte biten yeşilliğe aldanır.
Fakat akıl; Onu birde bizim mehengimize vur der. (Mes. 2966-2969)
İşte insanın kendisini tanıması yolunda böyle ışık tutan Mevlana kendisini
tarif ederken de:
"Yetmiş iki millet sırrı bizden dinler, biz ney gibiyiz iki yüz mezhep ehli
ile bir perdede konuşuruz."
"Ben hacetler kıblesiyim,
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben."
"Bir canım ama yüz bin bedenim var.
Canım, canına karışmıştır. Birleşmiştir.
Seni incilten herşey beni de inciltir," demektedir.
Sonra insanlara seslenir:
"Gel, gel yine gel. Her kim olursan yine gel.
Kafir ya mecusi, puta tapan yine gel.
Yoktur kapımızda hiç ümitsizlik bil.
Yüz kere tövbeni bozsan da yine gel."
Galiba hâlâ bunca yıl sonra, bütün dünyada yol göstericiliği devam eden
büyük insanın sırrı yukarıdaki sözlerinde gizlidir.
Hiç eskimeyen ve eskimesi mümkün olmayan satırlarla seslenmiştir, yol
göstermeğe çalıştığı insanoğluna.
"Ne mutlu o kişiye ki kendi, kendinin ayıbını görmektedir.
Kim ki birisinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur.
Sen de o ayıp yoksa yine emin olma olabilir ki;
O ayıbı sende yaparsın günün birinde, O ayıp sende de çıkabilir. (Mes, beyit
3037)"
"Akıllı o kişidir ki çekilen beladan, dostların ölümünden ibret alır. Eğer
ululanmayı bırakmaz, ibret almazsa, onun azgınlığından başkaları ibret alır.
(Mes.beyit3123)"
Mümkün mü bu sözlerin eskimesi, güncelliğini yitirmesi, Kıyamete kadar;
insanoğlu var oldukça, üzüntü yok olmayacak, insanoğlu var, oldukça dostları
olacak, insanoğlu var, oldukça ölümler yaşanacaktır.
Gene bunlardan ders alanlar olacak. Gene bunlar bir kısım insana hiç bir şey
ifade etmeyecektir.
"- Işık görünmeden renk görünmez.
- Her şey zıddı ile anlaşılır.
- Noksanlar kemalin aynasıdır.
- Benliklerinden kurtulanlara, felek de secde eder, ayda, güneş de.
- Okuyan aklı miktarınca anlar.
- Atlaslara, ipliklere bürünen kişinin aklını o atlas, o ipek elbise hiç
fazlalaştırır mı?"
Yıllar önce söylenmiş bu sözler bugün taptaze değil mi? Yıllar sonra
tazeliğinden kaybeder mi?
İşte yol gösterici galiba böyle olunuyor. Eskimeyen sözleri söyleyebilenler
galiba, dünyanın aydınlanmasına yardım edebiliyor.
Şimdi isterseniz biraz da kadınlar için neler söylemiş onu kısaca gözden
geçirelim.
Yukarıda bahsetmiştik Mevlana bütün öğretisini insana hitap ederek
gerçekleştirmiştir. Bu nedenle onun için asıl olan insandır. İnsanın
cinsiyeti, milliyeti yahut dini onu ilgilendirmemektedir. Çünkü bütün
insanlar aynı Tanrının kullarıdır.
Bu nedenle Mevlana için kadın öncelikle insandır. O kadını, yaşamın
içerisine almaya gayret etmiş ve insanlığın ancak kadınla bir bütün
olabileceğini hissetmiştir.
Kadının cemiyet hayatına karışmasından yana olan Mevlana hayatında iki kere
evlenmiş ancak hep tek eş ile yaşamıştır. Köle kullanmadığı gibi cariyede
kullanmamıştır. İlk eşinin ölümünden sonra ikinci sefer evlenmiş ve bu eşi
ile evli iken varlık alemine göç etmiştir.
Mesnevinin 1 nci cildinde bakın nasıl nasihat ediyor.
“Peygamber dedi ki: Kadınlar aklı olanlara, gönül ehli bulunanlara, iyiden
iyi üstün olurlar.
Bilgisizlere gelince onlar kadına üst gelirler. Çünkü onlar sert ve kaba
muameleli adamlardır.
Onlarda acıma, lütuf, sevgi azdır. Zira yaradılışlarında, tabiatlarında
hırçınlık üstündür.
Sevgi ve acımak insanlık vasıflarıdır. Hiddet ve şehvetse insanlık dışı
vasıflardır.
Kadın Hak Nurudur. Sevgili değil.
Kadın yaratıcıdır. Adeta yaratılmış değil."
Hz. Mevlana oğlu Sultan Veledi 10 yıl birlikte sohbet ettikleri Selahaddini
Zerkubinin kızı Fatma Hatun ile evlendirmişti.
Bu düğünden dolayı çok mutlu olmuş ve şiirler söylemiştir Düğün sonrası oğlu
Sultan Veled'e nasihati ise onun kadına verdiği kıymetin değişik bir
yönüdür.
"Bugün sen oğlumuzun nikahında, sana, seni denemek üzere teslim edilen gönül
ve gözümüzün aydınlığı, Fatma Hatun'un gözetilmesi için şunu vasiyet
ediyorum:
Umulur ki oğlumuz ona haksızlık etmez.
Bir an bile kadının gönlüne; Babamın ölümünden sonra vefasızlık ediyorlar
diye bir düşünce girmez.
O öyle bir kadındır ki cevherinin temizliğinden ötürü şikayette bulunmaz
sabreder.
Fatma hatunu aziz tutasın, her gün ve geceyi bayram günü ve gecesi bilsin."
Hz. Mevlana'nın irşadından yararlanmak isteyen devrin kültürlü kadınları,
zaman zaman toplanıp kendisini davet ederek sohbetinden istifade
etmişlerdir.
Mevlana, ileri dünya görüşü ile kadına layık olduğu gerçek değerin verilmesi
için bir psikolog gibi konuyu incelemiş, ve değişlerinde kadın ruhunun
inceliklerine inmeğe çalışmıştır.
İşte 700 yılı aşkın bir süre önce FİH-İ MAFİH de söyledikleri bugün bile
birçok topluluklarda değişik yorumlara neden olabiliyor.
"Gece gündüz uğraşıyor kadının huylarını güzelleştirmeğe çalışıyorsun.
Kadının pisliğini kendin ile temizlemedesin;
Kendini onunla temizlersen daha iyi olur.
Çünkü onu da kendin ile beraber temizlemiş olursun.
Kendini onun için temizle; ona doğru git,
Sence olmayacak bir söz bile söylese doğru söylüyorsun de.
Kıskançlığı bırak.
Tanrı Peygambere ince gizli bir yol gösterdi. Nedir o yol? Kadınların
cefasını çekmek, olmayacak sözlerini dinlemek, onlara üst olmak, kendi
huylarını temizlemek, güzelleştirmek için evlenmek.
Kadın nedir? Dünya ne?
İster söyle, ister söyleme. O neyse odur. Yaptığını bırakmayacaktır O.
Hatta söyledikçe daha beter olur.
Meselâ bir somun al. Koltuğunun altına koy sakla.
Bunu kimseye vermeyeceğim de. Vermeyeceğim; vermek şöyle dursun,
göstermeyeceğim de.
Ekmek bolluğundan, ucuzluğundan yerlere dökülüp, saçılmıştır. Köpekler bile
yemiyor ama, vermemeğe, göstermemeğe kalkıştınmı bütün halk ona düşer
sakladığın, göstermediğin o ekmeği mutlaka göreceğiz diye yalvarmağa, seni
kınamaya, sana sövmeğe koyulurlar.
Hele koltuğuna, yenine sakladığın, vermemeğe, göstermemeğe savaştığın o
ekmeğe öylesine düşerler ki bu düşkünlük haddi; sınırı aşar gider. Çünkü
"İnsan menedildiği şeye düşer."
Kadına gizlen diye emredildikçe onda kendini gösterme isteği çoğalır durur.
Halk da da o kadın ne kadar gizlenirse, onu görmek isteği o kadar artar. Şu
halde sen oturmuşsun, iki tarafında isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu
doğru düzen bir iş sayıyorsun. Oysa ki, bu iş bozgunculuğun ta kendisi.
Mayasında kötü bir işte BULUNMAMAK varsa, yapma desende demesen de, iyi
huyuna, temiz yaradılışına uyacak ve ona göre hareket edecektir.
Bırak ilgilenme sen. Yok, tersine mayası pisse, gene kendi yolunu
tutacaktır. Gerçekten de yapma, etme, görünme demek isteği arttırır sadece,
başka şeye yaramaz."
İşte 700 yıldan uzun bir zaman önce söylenenler, her halde 700 yıl sonra da
güncelliği devam edecektir. Erkek, kadın ilişkilerinde toplum ne kadar
ilerlerse ilerlesin galiba kıskançlık egosu çok törpülenemiyor.
Her konuya insan boyutundan bakan Mevlana için, hürriyetin de hayatta çok
önemli bir yeri var. İnsanlara hürriyetin önemini bu sefer kendi üzerinden
şekillendirerek açıklamaya çalışır.
"Alemin bal şerbetinden bana ne,
İşte önümde benim ayran tasım.
Ne malım, mülküm var ne azığım.
Ben gene de senin azığın olsun diye çalışırım.
Senin başını sokacak bir yerin,
Olsun diye bir dikili ağacın.
Ama hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam."
Yukarıda zıtlıklardan bahsetmiştik; Şimdi sizlere zıtlıklar çerçevesinde,
güçlülük, şöhret, iyilik ve kötülükle ilgili sözlerinden bir bölüm
nakletmeğe çalışacağım. Günümüzdeki geçerliliklerine sizler karar veriniz.
Mesneviden Deyişler:
"- Bilgi, mal, mevki ve hüküm kötü kişilerin elinde fitnedir.
- Bilgisiz, kötü buyruklar veren bir padişah oldu mu, bütün ova yılanlarla,
akreplerle dolar.
- Adam olmayanın eline bir mal, bir mevki geçti mi, herkesten önce kendi
rezilliğini dileyen kendisi olur.
- Hüküm bir sapığın eline geçti mi, onu mevki sanır, ama gerçekte kuyuya
düşmüş demektir.
- Yol bilmeyen kılavuzluğa kalkdımı, kötü ruhu cihanı yakar, yandırır,
- Yokluk yolunun çocuğu pirlik etmeğe girişince ardına düşenler,
devletsizlik gulyabanisine çatarlar.
- Gel de sana ayı göstereyim der ama, onursuz, pirsiz kendisi hiç ay
görmemiştir ki..
Mevlana insanların birliğinden yana çaba sarf etmiş bir düşünürdür, O'nun
için insanların din, ırk gibi farklılıkları aynı Tanrının kulu olmak
fikrinde erimiştir.
"Biz ayırmak için değil, birleştirmek için geldik." diyor. Ve devam ediyor.
'Bir buğday tanesine binlerce harman sığmada..." "Bir canım ama yüz bin
bedenim var."
"Ey dost : Sevgiyle eşsiz, canız seninle. Her nereye ayak basarsan yeryüzü
kesiliriz sana."
İşte bu fikirlerinden hareketle birlik ve beraberlik konusunda Mesnevi de
insanlara sesleniyor.
"Hacca gideceksen bir hac arkadaşı ara, ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.
Şekline, rengine bakma, azmine maksadına bak. Rengi kara bile olsa değilmi
ki seninle aynı maksadı güdüyor ona beyaz de."
"Can bilgiyle, akılla dosttur. Onun Arapçayla, Türkçe ile işi ne."
"Yüz kitap olsa hepsi bir bab dan ibarettir.
Yüz taraf da tek bir mihraba dönülür.
Yüz binlerce çeşit yemek var. Hepsi de yemek ve bu bakımdan hepside bir.
Hintli, Kıpçak ve Urum ülkesinin halkı ve Habeş hepsi de mezarlarında aynı
renkte.
Bütün bu keyfiyetler köpük gibi denizin üstünde oynar durur."
"Her gün bir yerden göç etmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne ala,
Her şey dünle beraber gitti, can cazım
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım."
Hayatın devam ettiğine, dinamik olduğuna her gün yenilenmenin gerekliliğine
bundan daha güzel söz. bulunabilir mi?
Yukarıda sadece satırbaşlarına değindiğimiz görüşleridir ki O'nu içimizde
729 yıldır, taptaze yaşatmaktadır.
Bakın ne diyor Büyük Sevgi Ustası:
"Şu üç sözden artık değil
Bütün ömrüm,
Şu üç söz.
Hamdım, Piştim, Yandım."
Tanrıdan dileyelim ki O'nun gibi yanmak mümkün değil, ancak hiç olmazsa
O'nca Pişmek nasip etsin.
Yazımı büyük mana taşıyan bir rubaisi ile bitiriyorum.
"Her sırrı bilen o ihtiyar alimden,
Hiç bir şeyi gizlemesin isterdim ben...
Sessizce dün akşam gelerek "SORMA" dedi,
"Söylenmeyecek şeyleri hisset, öğren..."