Eğer kültür insanın toplumsal dünyayı edebi, sanatsal ve sembolik olarak
algılayışını içeren ve kişinin gerçek anlamda bir bireysel benlik ve eylem
hissi edinmesini sağlayan ve insan topluluklarında ve işyerinde maddi bir
yaşam tarzının—belirli bir yaşam stilinin—temelini oluşturan tüm bir yaşam
biçimi olarak tanımlanacaksa, o zaman açıkça iletişime dair temel sorunu
ortaya çıkarmaktadır. Benliğin farkına varılması hem çıkarlara ve olası
çatışmalara yönelik bilinci, hem de bu bilinci diğerleriyle paylaşmaya
ilişkin yeteneği içermektedir. Bu benlik ve çıkarlara dair bilinç yalnızca
okuryazar bir toplumda tarih ve geçmişle bağlantılandırılır; okuryazar bir
kültür geçmişe dair üstüste yığılarak çoğalan bir bilinç ve özellikle de
tarih olarak şimdiki zaman tasarımını yaratmaktadır. Yazının ve ardından da
basımın gelişmesi, geçmişi bugünden kesin hatlarıyla ayırdetme etkisi
yaratmış ve böylelikle de değerlendirme ve eleştirme imkanını doğurmuştur.
Jack Goody ve lan Watt’ın tartıştığı gibi, okuryazar olmayan bir toplumda
“kültürel gelenek, iletim koşullarının geçmişle şimdiki zaman arasındaki
tutarlılığı sağlayan ve eleştiri yapılması olasılığını azaltan bir dizi
içiçe girmiş yüzyüze ilişki şeklinde işlev görür. Bu tür toplumlarda
şüphecilik varsa da, bu kişisel, birikimsiz bir şekildedir.”[1]
Bu iki yazar yorumlarını, okuryazar olmayan kültürlerde eğilimin tarih ve
efsanenin kaynaşarak birbiriyle birleşmesine doğru olduğunu, sözlü geleneğin
analitik akıl yürütmeyi imkansız kılan gelenekselci unsurlar tarafından
yokedildiğini iddia ederek sürdürür. Ancak yazının ve bununla ilişkili zihni
yeteneklerin gelişimi ile kültürün çeşitli unsurlarını birbirlerinden
ayırmak ve böylelikle de eleştirel değerlendirmeye imkan tanımak mümkün
olacaktır.[2]
Bu hırslı iddiaların kitle kültürü kuramı açısından anlamı, bilinç ve okuryazarlık arasında varolduğunu iddia ettikleri ilişkide yatmaktadır: okuryazar kültürlerde egemen iletişim biçimi—hem sanayiöncesi, hem de sanayi toplumlarını niteleyen bir biçim olan—yazılı kayıtlardır, sözlü gelenek değil; ve, eğer yazı “bilginin eleştirel olarak birikimi, saklamını ve kullanımında, mantığın sistematik kullanımında, bilimin peşinde koşmada ve sanatların geliştirilmesinde” esaslı bir unsur ise, o zaman gerçek anlamda bir demokratik kültürün öncülü yaygın okuryazarlıktır.[3] Kitle kültürünün altın bir organik geçmiş efsanesine dayanan çeşitlemelerinde okuryazarlık ölçütü az çok ihmal edilmiştir. Bu, işçilere okuryazarlık düzeylerinden bağımsız bir demokratik ve devrimci potansiyel atfeden, endüstriyel işçi sınıfının gelişimine dair çözümlemeler için de geçerlidir. Hem demokratik, hem de radikal bir kültür, işçi sınıfının siyasal ve toplumsal etkinliklere anlamlı bir şekilde katılmasına imkan tanıyan bir okuryazarlık düzeyi gerektirir. Bireyin—ister grup, sınıf ya da toplum olsun—bütüne olan ilişkisi geniş ölçüde tarihsel bilgi dolayımıyla sağlanır: benlik, eylem ve okuryazarlık birbirlerinden ayrılamaz.
Öyleyse, bu gözlemler demokratik kültür ya da kitle kültürünü tartışırken iki ayrı, ama birbiriyle bağlantılı, konuyu gözönüne almanın gerekliliğine işaret etmektedir, ilk olarak, Ondokuzuncu Yüzyıl’ın ikinci yarısında yeni basım teknikleri ve ödünç kitap veren kütüphanelerin artışına bağlı olmakla birlikte, Avrupalı orta sınıf okuryazar bir kitlenin hızlı gelişimi, aslında, burjuva sınıfının hegemonyacı özlemlerinin kurumsal bir ifadesi ve aşamalı demokratikleşmenin ve yeni, laik bir kültürün evriminin yansımasıydı. Küçük bir ortamla sınırlı olan bu eğilimleri abartmamak gereklidir. Ama, 1750’lere gelindiğinde, İngiltere’de filizlenen burjuva basın, ürünlerini kitlesel bir temelde dolaşıma sokan kapitalist girişimciler elindeydi: örneğin, 1731’te kurulan Gentleman’s Magazine 10.000 civarında bir tiraja ulaşmıştı—altı ila yedi milyon arasında nüfusa sahip olan bir ülke için dikkate değer bir sayıydı bu. Suç, cinsellik ve siyasal yolsuzluklar etrafında örülü canlı bir ikinci sınıf edebiyat neredeyse Fielding, Richardson ve Smollet’in başarılı romanlarıyla yarışan bir popülerlik yakalamıştı; ve, son olarak da, 1769 ile 1772 arasında Morning Chronicleve Morning Post ve 1785’te de The Times gibi gazetelerin yayın hayatına atılmasıyla, basın hızlı bir gelişim göstermişti.[4] Kültür daha önce tanık olunmadığı oranda geniş bir kitle önüne seriliyor, böylece aristokratik ve geleneksel kültüre yönelik bir meydan okuma haline geliyor, ama yine de belirgin ve gerçek anlamda demokratik bir yüksek kültür oluşturmaktan uzak kalıyordu. Böylelikle, tarihsel bir olgu olarak kitle kültürü çözümlemesinde dikkate alınması gereken ikinci önemli unsur beliriyordu: Onsekizinci Yüzyıl boyunca ucuz basım, kütüphaneler, gazeteler ve orta sınıf mensubu okuryazar kitlenin gelişimiyle ortaya çıkan kültürün demokratikleşmesi, belirmekte olan işçi sınıfını hem ekonomik, hem de okuryazarlık alanında dışlıyor ve kimi çağdaş eleştirmenlerin kitle kültürü adını verecekleri olguyu ortaya çıkartıyordu. Onsekizinci Yüzyıl’da söz konusu olduğu sanılan ama aslında Ondokuzuncu Yüzyıl’da zirveye ulaştıktan sonra gerçekleşen sözde ‘kültürel düşüş’ü tartışanlar, okuryazar kitlenin eğlenmek için yüksek kültürün daha ciddi ürünleri yerine herzaman popüler romanlar okumayı tercih ettiğini dikkate almak zorundadır.
Orta sınıf mensubu okur kitlesi eğitimli ve kültürlüydü. Pazar okulları ve diğer yardımsever kurumlar aracılığıyla işçi sınıfının sınırlı bir eğitim almasından ötürü, işçi sınıfına mensup okuyan bir kesimin varlığından Onsekizinci Yüzyıl’da söz etmek mümkünse de, özellikle yaygın bir okuryazarlık için son derece elzem olan kurumsal kültürün yeni ortaya çıkan işçi sınıfında bulunmayışı nedeniyle, okumayazma yeteneklerine sahip kesimin küçük bir azınlıktan fazlasını ifade ettiği şüphelidir. Burjuva kültürü eğitim ve kütüphanelere erişim üzerine dayanmaktaydı. E. P Thompson’ın yerinde bir müdaheleyle belirttiği üzere, vasıflı fabrika işçilerinin okuryazarlık düzeyini küçümsememek gerekliyse de, fabrikalardaki akşam okullarının verdiği düzensiz eğitimle halk şiirleri ve yıllıkların sağladığı sınırlı entellektüel içeriğin bağımsız bir demokratik kültür için yeterli temeli oluşturabileceği pek olası gözükmemektedir. Örneğin, Onsekizinci Yüzyıl’ın bitiminde, Tom Paine ve daha sonra da William Cobbett gibi yazarlarla özdeşleştirilen radikal kültür, orta sınıf tarafından örgütlenip egemenlik altına alınmıştı: Paine’in The Rights of Man kitabı basılışının ilk iki yılında 200.000 adet satmıştı—bu rakam aynı çağda kaleme alınan, edebi olsun veya olmasın, herhangi bir eserin satışından çok daha fazlaydı. Bu ve daha sonraki yüksek satış rakamlarına şüpheyle yaklaşsak bile, radikal orta sınıf okurların ve işçi sınıfının bu eseri kapıştıkları gerçeğini yadsıyamayız.[5] Ama 1790’lardan sendikalar üzerinde baskı ve yasaklama uygulandığı 1820 ve 1830’lara kadar uzanan dönem boyunca özellikle işçi sınıfı mensubu bir okuryazar kitlenin gelişimi, okumayazma bilmeyen işçi arkadaşlarına yüksek sesle okuyarak onlara bir tür siyasal bilinç ileten, kendi kendini yetiştirmiş tektük sanayi işçisiyle sınırlıydı. İngiltere’de Onsekizinci Yüzyıl boyunca evlenmek üzere başvuran damatların üçte ikisinin ve gelinlerin de yarısının evlilik defterini imzalayabildikleri tahmin ediliyorsa da, eğitim olanaklarının eksikliği nedeniyle bizzat bu olgunun işçi sınıfı mensubu okurların rakamına dair aydınlatıcı bilgi vermekten uzak olduğu belirtilmelidir.[6] Ondokuzuncu Yüzyıl’a ait veriler de aynı ölçüde güvenilmezdir; bu rakamlar 1850 itibariyle İngiltere’de yetişkin okuryazarların oranı %70, İsveç’te %90 ve Fransa’da %65 olarak ifade edilirken, 1900’da İngiltere’de damat ve gelinlerin yaklaşık %95’inin evlilik defterini imzalayabildikleri söylenmektedir. Resmi devlet istatistiklerine göre, Ondokuzuncu Yüzyıl sonunda okula giden çocuklardan %4’ünden azı okuma yazma bilmemektedir.[7] Fakat bu kurumsal kültür içinde orta sınıfın, ekonomik iktidara gelişiyle birlikte, Onsekizinci Yüzyıl boyunca sivil toplum içinde inşa edip Ondokuzuncu Yüzyıl boyunca güçlendirdiği unsurların nüvesini bulmak güçtür. Bu nedenlerle, işçi sınıfı hareketi hiçbir zaman (sendikalardan ayrı) kendine has kültürel kurumlar geliştirememiş, Chartist döneme kadar sürdürdüğü kapitalizm eleştirisi ahlak kurallarıyla düzenlenen bir kapitalizmin nostaljik ve ütopyacı bir ülküleştirilmesiyle sınırlı kalmıştır. Fakat, burjuva kültürü filizlendikçe vasıflı, okuryazar ve siyasal açıdan bilinçli işçilerin eğitime duyduğu istek artmış, aynı zamanda da burjuva ve aristokrat kesimlerin arasından evrensel okuryazarlığın tehlikeli ve yıkıcı etkilerine karşı sesler yükselmiştir.
1830’larda Voice of the People ve The Poor Man’s Guardian gibi dergi ve gazeteler açıkça bağımsız bir işçi sınıfı bakış açısına duyulan gereksinimi savunuyorlar ve burjuva demokratik kültürün bir parçası olan ve sendikalar üzerindeki hükümet baskısı, kitlesel işsizlik ve yoksullukla birarada varolan burjuva basınını reddediyorlardı. 1840’lara gelindiğinde, sosyalist siyasal iktisadın ilkelerini öğretmek üzere Chartist siyasal dershaneler kurulmuştu; okuma, yazma ve anlama arzusu varolan kurumsal yapıların sağlayabileceğinin üstündeydi. 1840 yılında Durham Siyasal Birliği eğitimin amacının tarihi, “özellikle de kendi ülkemizin tarihini, büyük olayları salt basit olgular şeklinde değil, felsefi olarak incelemek, bunların şu anki durumumuz üzerindeki etkilerinin altını çizerek ve toplumun kuruluşunun gerçekleştiği tüm bir gelişmeler zincirini takip ederek (vurgu bana ait) araştırmak olduğunu ifade ediyordu.[8] Böylelikle, siyasal bilincin tarihi anlamayla olan ilişkisi salt işçi sınıfı demokrasisin değil, bizzat okuryazarlığın bağlamına net bir şekilde oturtuluyordu. Ama demokratik kültürün temelinin bu şekilde genişletilmeye çalışılması baskın sınıf tarafından reddedilecekti: işçi sınıfı örgütlerine yönelik saldın önce işçi sınıfı tarafından geniş ölçüde desteklenen onaysız [sansürsüz] basın aleyhine açılan davalar, ardından da 1840’ların baskı dönemi boyunca açıktan açığa şiddet kullanımı dolayımıyla yürütülecekti. Ama giderek artan işçi sınıfı okuryazarlığı ve siyasal bilincinin daha da önemli sonucu, siyasal ve toplumsal düzeylerde yürütülen bir kültürel eklemlenme siyasetinin aşama aşama benimsenmesiydi. Burjuva sınıfının karşılaştığı çoğu sorunun altında da bu eklemlenme siyaseti yatmaktaydı. Orta sınıfa mensup çok sayıda reformcu, işçilerin toplumdaki doğal yerlerini öğrenip kabullenmeleri, cehaletten kurtulmak üzere eğitilmeleri, ama sosyalist ve radikal görüşler edinmelerinin de önüne geçilmesi gerektiğinde birleşiyordu. Chartism’in ekonomik koşullardan değil, işçilerin giderek artan oranda okumayazma öğrenmelerinden kaynaklandığı, sınıf çatışmasından “eğitimin ilerlemesinin, okul yöneticilerinin zararlı olan kötülüklerinin, günümüzün sahte ahlakının ve ucuz kütüphanelerin” sorumlu tutulabileceği görüşü, işçi hareketinin giderek artan bağımsızlığına verilen bir tepki ve grevler, sınıfsal şiddet ve varolan kurumsal yapı dışında gelişen siyasal kışkırtmadan duyulan bir korku olarak yorumlanabilir.[9] Yararlı Bilgileri Yayma Derneği ve İşçi Enstitüleri gibi kurumlar bilim ve dine dayanan bir eğitim sağlamayı amaçlar gözükseler de aslında daha çok sosyalist iktisat, felsefe ve siyasal kuramla mücadele etme derdindeydiler.[10] Ama gün boyunca uzun saatlerini fabrika tezgahlarında ter dökerek geçiren işçi sınıfı üzerine yukarıdan dayatılan bu çabalar büyük ölçüde etkisiz kalıyor ve daha çok altorta sınıflara—büro işçileri ve yeni ortaya çıkan meslekleri icra edenlere—seslenebiliyordu. Richard Attick’in bununla ilgili yorumu şöyledir:
“Entellektüel açıdan ilerlemeyi ne kadar arzulasa da, çalışan biri uzun, yorucu bir iş gününün ardından kendisine sunulan eğitimden yararlanabilecek durumda değildi. Zihinsel ve bedensel açıdan bitkin olan bu işçiden sert bir sandalyeye oturup kötü havalandırılmış bir odada öğretmenin kumaş boyası kimyası ya da buhar makinasının ilkeleri üzerine gevelediği lafları dinlemesi beklenmekteydi. ”[11]
Böylelikle, bilim ve teknolojinin dinle görünürde çelişkili bir şekilde birleşmesi, işçi sınıfının, baskın sınıf ve ideologlarının koruması altında, Victoria Çağı toplumuna eklemlenmesinin temelini oluşturmaktaydı. Fakat, aynı zamanda, başka bazı burjuva ideologları işçi sınıfı okuryazarlığının siyasal sonuçlarından duydukları kaygıyı dile getiriyor ve evrensel ve serbest kütüphane hizmetinin gelişimine karşı çıkıyorlardı. Onlara göre, kitaplara, özellikle de romanlara, erişimin sağlanması doğrudan doğruya ‘gereksiz bilgi’ edinimine, aylaklığa ve kültürel alçalmaya neden oluyordu. Serbest kütüphaneler, “sosyalistlerin sürekli eğitim merkezi” ve “kent aylaklarının vakitlerini vergi ödeyen vatandaşların cebinden alınan parayla inşa edilen mekanlarda entellektüel lükslerle harcamasına imkan tanıyan tanrı hediyesi yerler” olarak görülüyordu. Öbür ortasınıf sözcülerinin sınıf çatışmasına ve vahşi devrime çare olarak bedava kütüphane hizmetini görmelerine karşın, kafa karışıklığının boyutları bu düzeydeydi. Yerel yönetimlere istedikleri takdirde kütüphane kurma hakkı tanıyan 1850 tarihli Kütüphane Yasası’nın tarihsel arka planı 1840’larda gelişen Chartist hareket ve sosyalistlerin önderlik ettiği işçi sınıfı ve bu sınıfın burjuva meşruiyetine olası meydan okuyuşunun yarattığı endişe idi. Ama yine de bu yasada yer alan maddeler tutucu yerel yönetimler tarafından görmezden gelinecek ve yaygın bir bedava kütüphane hizmeti ancak Yirminci Yüzyıl’da ortaya çıkacaktı: 1896’da yalnızca 334 halka açık kütüphane mevcutken, 1911’de halkın %62’si kütüphanelere erişebiliyordu. Bu oran 1926’da %97’ye sıçrayacaktı. Kütüphane hizmetindeki en kayda değer gelişme gerçekten de 1897-1913 arası dönemde gerçekleşmişti.[12]
Böylelikle, Ondokuzuncu Yüzyıl işçi sınıfını eğitim ve kütüphaneler gibi destekleyici hizmetlerle eklemlenme çabası büyük ölçüde başarısızlığa uğramıştı. Proletarya bir şekilde eklemlendiyse, bu, burjuva hegemonyasının kültürel kurumlan aracılığıyla gerçekleşmiş değildi. Elbette ki burjuvazi işçi sınıfı hareketini otoritesine tabi duruma getirmek ve burjuva ideolojisini bağımsız sivil toplum kurumlan aracılığıyla yaymaya çabalıyordu. Ama, burjuvazi Onsekizinci Yüzyıl’ın dışarıya kitap veren kütüphaneleri ve dergilerin, gazetelerin ve romanların basımının hızlı gelişimi aracılığıyla kendi sınırlı demokratik kültürünün yaratabilmişse de, baskın bir sınıf olarak bu demokratik kültürü Ondokuzuncu Yüzyıl’ın işçi sınıfına yaymakta başarısız olmuştu. Yani, Raymond Williams’ın 1840 ve 1850’lerde ucuz baskı kitapların gelişiminin ardındaki itkinin işçi sınıfı bilincini bilinçli olarak örgütleme ve böylelikle de işçi sınıfının fikirlerini ‘kontrol etme’ arzusu olduğuna dair iddiasını şüpheyle karşılamak gereklidir; çünkü bu iddia, aslında yönetici sınıf açısından hiç de söz konusu olmamış bir komplonun ve birleşmiş ve bütünlüklü bir toplumsal ve kültürel eklemleme siyasetinin varolduğunu farzetmektedir.[13] Böylesi bir iddia, varsayımları açısından bütüncüldür; çünkü kapitalist toplumsal oluşumun kültürel düzeylerinin karmaşık gelişimi, birçok kimsenin burjuva meşruiyetine yönelik asıl tehdit olarak gördüğü bir önerilen çözüm ve eylem çoğulluğu olduğunu varsayar. Burjuva kültürü siyasal yapının basit bir yansıması değil, demokratikleşme süreci bir kez başlatıldığında giderek baskın sınıftan ayrılan kısmen özerk bir alandır. 1840’larda ucuz gazetecilik ve popüler romanların hızla yayılması, burjuvazi ile aristokrasi içindeki müttefikleri tarafından bilinçli olarak yürütülen bir çaba olarak değil, burjuva demokratik kültürü ve kuramlarının işçi sınıfı okurlarını tatmin etmedeki yapısal başarısızlığı olarak çözümlenebilir. Daha önce de tartışıldığı üzere, 1830’lara gelindiğinde, radikal basını izleyen ve radikal yayınları destekleyen belirgin bir işçi sınıfı okur kitlesi oluşmuş bulunuyordu. Cobbett ve daha sonra da Chartist yazar ve gazetelerin başarısı ve işçi sınıfına has eğitim kuramlarına yönelik talep ve popülerlik, siyasal haklarından yoksun durumda bulunan ve korkunç şartlar altında yaşayan bir toplumsal sınıfın yine de kültür içindeki kendi yerini talep etme gücünü ispatlamaktadır. Az sayıda kütüphane mevcuttu ve işçilerin çoğunluğu haftada altı gün boyunca (Cumartesi günü yarım gün çalışma kuralı ancak 1860’larda yerleşecekti) ondört saat ya da daha fazla bir süre boyunca iş başında ter dökmekteydi. İşçi sınıfına mensup okurlar yüksek kitap fiyatları nedeniyle yeni türemekte olan basılı kültürden etkin bir şekilde dışlanıyordur örneğin, 1830’larda vasıflı bir işçi haftada otuz shilling kazanabilirken yeniden baskısı yapılan bir romanın fiyatı beş shilling, yeni kitapların fiyatı ise bir sterlinden fazlaydı.[14] Böylece, burjuva kültürüne herhangi bir anlamlı kurumsal erişimden yoksun bulunan işçi sınıfı okurunun, Chartism’in inişe geçtiği ve radikal basının çöktüğü koşullarda yeni ticarileşen popüler kültüre yönelmekten başka seçeneği yoktu.
Bütün bu nedenlerden ötürü, Ondokuzuncu Yüzyıl ortasında kitlesel bir pazara yönelen ve 1820’ler ve 1830’lardaki radikal kültürün devamını değil, Onyedi ve Onsekizinci Yüzyıllardaki çok daha sınırlı ölçüdeki popüler gelenekleri ifade eden bir kültür belirmekteydi. Popüler kültürün temelleri maddi üretimde yatmaktadır: abartılı ve kaba bir dille eşkiyaların ve diğer romantik kişilerin serüvenlerini, arasına dedikodu ve idamlara ilişkin haber ayrıntılarını da katarak anlatan erken dönem destanlarını içeren kitaplar, kentteki kitle pazarlarında tüketilmek üzere profesyoneller tarafından üretiliyordu. Bu anlamda, aynı ekonomik sürecin ürünü olan burjuva demokratik kültürü ve ticari kültür birbirleriyle yakından bağlantılıydı. Ondokuzuncu Yüzyılın kitle edebiyatı popüler kültürün daha önceki formları içinden evrilmişti, ama daha büyük bir pazar potansiyelini ifade ediyordu. Bu eğilimlerin, tam da gelişimleri esnasında, en cevval burjuva yorumcular tarafından saptandığı üzere, kapitalist güçler tarafından yaratılan kültürün demokratikleşmesi sürecinin parçası olduğunun altını çizmekte yarar var. 1858’de kaleme aldığı “The Unknovvn Public” adlı ünlü makalesinde romancı Wilkie Collins şunu öne sürmekteydi:
“Bilinmeyen Halk okumayı daha yeni yeni öğreniyor. Buna dahil olan kimseler açıkça kitle içindedir; ve, kendi suçları olmaksızın, koşulların toplumsal ve entellektüel olarak kendilerinden üste yerleştirdiği kişilerin bildiği pek çok şeyden halen habersizdir. İngiliz romanının kaderi, iyi bir kitapla kötüsü arasındaki farkı öğrenmeyi bekleyen bu Bilinmeyen Halk’a bağlıdır. Bu belki de salt bir zaman sorunudur. Bu yeni halkı keşfetme şansı günümüzün ucuz basınına nasip olmuştur.”[15]
Açıktır ki, kötü kitaplar, Gotik korku romanları, The Death Ship, The Pirate’s Bride ve The Maniac of the Deep gibi duygusal ve ailevi öyküler, (1850’lerden itibaren piyasada görülmeye başlanan) kadınlara yönelik aşk romanları, (orijinallerinin iki katı uzunlukta olan) Oliver Twiss, Nickelas Nicklebery ve Mr. Pickwick in America gibi başlıklarla Dickens’den aşırılan romanlar ve Ondokuzuncu Yüzyıl’ın son yarısı boyunca üretilen ve büyük çoğunluğu okuryazar üst sınıf tarafından tüketilen pornografik edebiyat gibi kitle tüketimine yönelik ucuz romanlardı. Ama işçi sınıfını dışlayan burjuva kültürünün belli başlı kurumlan gibi bu ticari burjuva kültürü de aynı şekilde başarısızlığa uğrayacaktı: pek çok eleştirmenin belirttiği gibi, Ondokuzuncu Yüzyıl popüler edebiyat, gazete ve dergilerinin okurları toplumdaki okuryazar oranının epeyce altındaydı. 1860’da, popüler Pazar gazetelerinin okurları toplamın yalnızca %12’sini ifade etmekteydi ve günlük gazetelerle Pazar gazetelerinin satışlarının kitlesel bir düzeye ulaşması için Yirminci Yüzyılı beklemek gerekecekti.[16] Eldeki veriler hem ‘yüksek’ kültür, hem de yeni, ticari kültür ürünlerini izleyenlerin azınlık düzeyinde kaldığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Yani, gerçekten açık ve demokratik bir kültüre geçişi sağlamaya yönelik teknolojik, ekonomik ye toplumsal yapıya dair tüm olanaklara sahip olan Avrupa’nın bu en yüksek düzeyde sanayileşmiş kapitalist toplumu, ne demokratik, ne de kitlesel bir kültür yaratabilmiştir.
[1] Jack Goody ve lan Watt, “The Consequences of Literacy,” Jack Goody (Der.), Literacy in Tradiıional Societies içinde, s.83-84.
[2] a.g.e., ss. 34, 56-57, 68.
[3] K. Gough, “lmplications of Literacy in Traditional China and lndia," a.g.e. içinde, ss. 83-84.
[4] Onsekizinci Yüzyıl arka planının ayrıntılarını J. J. Richetti’nin Popular Fiction behre Richardson (Oxford, 1969), Richard Altick’in The English Comnıon Reader: A Social Hisıory of the Mass Reading Public (New York, 1975), P. Rogers’ın The Augustan Vision (Londra, 1974) ve Raymond VVillianıs’ın The Long Revolution adlı eserlerinden aldım.
[5] Richard Ahick, The English Common Reader: A Social History of the Mass Reading Public (New York, 1975), ss. 64, 74.
[6] a.g.e., s. 69-70; ve R. K. Webb, The British Working Class Reader, ss. 38-40.
[7] Bununla ilgili olarak bkz., Peter Laslett, The World We Have Lost (Londra, 1965), ss. 196-197; Richard Altick, The English Conınıon Reader: A Social History^of the Mass Reading Public, ss. 29-30, 170-172; R. K. Webb, The British Working Class Reader, s. 21-22; ve Raymond Williams, The Long Revolution, s. 187. Webb’e göre, Ondokuzuncu Yüzyıl’ın ortasına dek işçi sınıfının kabaca dörtte biriyle üçte biri arası bir kısmı, İngiltere’nin bir yöresinden diğerine büyük farklılıklar arzeden bir şekilde, okur-yazar değildi.
[8] R. K. Webb, a.g.e., s. 83. ‘Fizikî güç’ yerine ‘ahlakî güc’ü savunan Chartistlerin etkisiyle ilgili olarak bkz., Richard Altick, a.g.e., ss. 206-208. 1830’lar esnasındaki radikal basın ve işçi sınıfı basınına ait tüm bir karmaşık sorunla ilgili olarak özellikle bkz., P. Hollis, The Pauper Press (Oxford, 1970), ss. 13, 23-24, 104. Poor Man’s Guardian’la ilgili olarak, Edward P. Thompson, bu yayının “hiç şüphe yok ki İngiltere’de yayınlanmış en iyi işçi sınıfı haftalık dergisi” olduğunu yazmaktadır (E. P. Thompson, The Making of the English Working Class, s.812).
[9] R. K. Webb, a.g.e., s.104.
[10] Richard Altick, The English Common Reader: A Social History of t he Mass Reading Public, ss. 188-189. R. K. VVebb, a.g.e., s. 72.
[11] Richard Altick, a.g.e., s. 192.
[12] a.g.e., ss. 213-239; Raymond Williams, The Long Revoluıion, s. 192.
[13] Raymond Williams, a.g.e.
[14] Rıchard Altick, The English Conımon Render: A Social History of ıhe Mass Reading Public, s. 276. Ayrıca bkz., L. James, Fiction The Working Man, s. 15.
[15] Zikreden, Richard Altick, The English Common Reader: A Socittl History of the Mass Reading Public, ss. 5-6.
[16] James, Fiction for the Working Man, ss. 59, 62, 70, 176-177; Richard Altick, The English Common Reader: A Social History of the Mass Reading Public, ss. 289-290, 363; Raymond Williams, The Long Revolution, ss. 72, 188.