Irkın ne olup ne olmadığını söylemeye çalışmak bir etnologun işi değildir,
çünkü bu konuyu yaklaşık iki yüzyıldır tartışan fiziksel antropoloji
uzmanları bile asla hemfikir olamadıkları gibi, bu soruya bugün
verilebilecek bir cevap üzerinde anlaşmaya daha yakın olduklarını belirten
hiçbir işaret de yoktur. Bir süre önce bu uzmanlar sayesinde, zaten
birbirine pek benzemeyen insanımsıların ortaya çıkışının üç ya da dört
milyon yıl öncesine veya daha fazla bir süreye dayandığını öğrendik; bu öyle
uzak bir geçmiştir ki, kemikleri toplanan farklı örneklerin sadece
birbirlerinin kurbanı mı olduklarına, yoksa ırk karışımlarının onların
arasında da mı mevcut olduğuna karar vermek için yeterince bilgiye asla
sahip olunamaz. Kimi antropologlara göre, insan türü, tarih-öncesi boyunca
aralarında her çeşit alışverişin ve melezleşmenin meydana geldiği
farklılaşmış alt-türlerin doğmasına daha çok erken dönemlerde yol açmıştır:
Kimi eski özelliklerin süre-gelmesi ile yeni özelliklerin ortak yönelimi,
bugün insanlar arasında gözlenen çeşitliliğe açıklama getirecek şekilde bir
araya gelmiş olmalıdır. Diğer antropologlar ise tersine, insan gruplarının
genetik tecridinin pleistosen dönemin sonu diye saptadıklan çok daha yakın
bir tarihte ortaya çıktığı kamsındadırlar; bu durumda gözlenebilir
farklılıklar, üreme ilişkileri bakımından tecrit edilmiş topluluklar içinde
süresiz olarak bozulmadan kalabilecek ve uyarlanma değerinden yoksun kimi
özellikler arasındaki rastlantısal sapmaların bir sonucu olamaz: Bunlar daha
çok, ayıklanma etkenleri arasındaki yerel farklılıklardan kaynaklanır. Bu
durumda, ırk terimi ya da onun yerine konmak istenen başka herhangi bir
terim, kimi genlerin en az ya da en çok rastlanır olmasıyla diğerlerinden
farklılaşan bir topluluğu ya da topluluk bütününü belirtir.
Birinci varsayımda, ırk gerçekliği öyle uzak bir geçmişte kaybolur ki,
hakkında herhangi bir şey bilmeye imkân yoktur. Söz konusu olan bilimsel,
yani dolaylı da olsa uzak sonuçlarıyla doğrulanabilir bir varsayım değil,
mutlak olarak ortaya konan aksiyom niteliğindeki kesin bir önermedir, çünkü
bu önerme olmadan bugünkü farklılıkları açıklamanın imkânsız olduğu
düşünülmektedir. Irkçılığın babası sıfatı atfedilen Gobineau, ırkların
gözlemlenebilir görüngüler olmadığının tamamen bilincinde olmakla birlikte,
böyle bir doktrine sahiptir; Gobineau, kültürleri yaratan toplulukların,
kendileri de başka karışımların sonucu olan insan grupları arasındaki
karışımdan çıktığını kabul etmekle beraber, ırkları, tarihsel kültürlerin
başka türlü açıklanamayacağını düşündüğü çeşitliliğinin a priori koşulları
olarak ileri sürüyordu. Dolayısıyla, ırksal farklılıkların kökenlerine
inmeye çalışırsak, bu konuda bir şeyler öğrenmemizi imkânsız kılmış oluruz
ve tartışmamızın konusu gerçekte ırkların değil, kültürlerin çeşitliliği
olur.
İkinci varsayımda başka sorunlar ortaya çıkar. Öncelikle, sokaktaki insanın
ırklardan bahsederken başvurduğu değişken genetik doz ayarlamalarının hepsi
de çok belirgin özelliklere denk düşer: Boy, deri rengi, kafatası biçimi,
saç tipi, vs.; bu ayrımların kendi içlerinde uyumlu olduklarını kabul etsek
bile -kî bu hiç de kesin değildir- bu durum, bu ayrımların, duyular
tarafından dolaysız biçimde algılanamayan nitelikleri ilgilendiren başka
ayrımlarla da uyum içinde olduğunu kanıtlamaz. Bununla birlikte, gözle
görülmeyen özellikler en az gözle görülür özellikler kadar gerçektir; ve
gözle görülmeyen özelliklerin coğrafi dağılımının, gözle görülür olanlardan
tamamen farklı -ve kendi aralarında da farklılaşan- bir ya da daha fazla
yolunun olması kesinlikle anlaşılır bir şeydir; öyle ki, bastırılmış
niteliklere bağlı olarak, "gözle görülmeyen ırklar"ın geleneksel ırklar
içinde kendilerini gösterebilmeleri ya da kendilerine ayrılan,
belirsizleşmiş sınırları yeniden belirlemeleri mümkündür. İkinci olarak,
genetik doz ayarlamaları her durumda söz konusu olduğundan, bunlar için
saptanan sınırlar keyfidir. Gerçekten de, bu ayarlamalar ayrımına varılmayan
derecelerde yükselir ya da alçalır, ve orada burada oluşturulan eşikler de
araştırmacının sınıflandırmak için elinde bulundurmayı tercih ettiği görüngü
modellerine bağlı kalmaktadır. Bunun sonucunda, bir durumda, ırk kavramı
öyle soyutlaşır ki deney dışına çıkar ve belli bir akıl yürütme çizgisini
izlemeyi sağlayacak bir çeşit mantıksal önvarsayım halini alır. Diğer
durumda, ırk kavramı deneye öyle yakından dahil olur ki neredeyse içinde
erir ve neden bahsedildiği bile anlaşılmaz. Çok sayıda antropologun bu
kavramı kullanmayı açık ve kesin olarak reddetmesinde şaşırtıcı bir şey
yoktur.
Gerçekte ırk kavramının tarihi, uyarlanma değerinden yoksun özelliklerin
araştınlmasıyla örtüşmektedir. Çünkü, bu özellikler bin yıllardan bu yana
başka türlü nasıl oldukları gibi ayakta kalabilirlerdi? Ve, iyi ya da kötü
hiçbir işe yaramıyorlarsa, mevcudiyetleri tamamen keyfiyse, bugün, çok uzak
bir geçmişe nasıl tanıklık edebiliyorlar? Ve yine ırk kavramının tarihi, bu
araştırmanın başına gelen aralıksız sıkıntıların da tarihidir. Irksal
farklılıkları tanımlamak için art arda sıralanan bütün özellikler, seçim
değerlerinin nedenleri kimi zaman gözümüzden kaçsa bile, uyarlanma
olgularına bağlı olduklarını ortaya koymuşlardır. Her yerde yuvarlaklaşma
eğiliminde olduğunu bildiğimiz kafatası biçiminin durumu böyledir; ılıman
bölgelerde yerleşmiş ilkel topluluklarda güneş ışınlarının yetersizliğini
dengelemek ve organizmanın raşitizme karşı kendini daha iyi korumasını
sağlamak için deri renginin ayıklanma yoluyla açılması da böyle bir
durumdur. Bunun üzerine antropologlar kan grupları üzerine eğildiler, ancak
onların da uyarlanma değerinden yoksun olmayabileceğinden kuşkulanmaya
başladılar: Belki beslenme unsurlarına bağlı olarak, belki de çiçek veya
veba gibi hastalıklara karşı taşıyıcıların değişik duyarlıklarının sonucu
olarak böyle bir uyarlanma değerine sahiptiler. Ve hiç kuşkusuz, kan serumu
proteinleri için de durum böyledir.
İnsan vücudunun en derinlerine bu iniş hayal kırıklığı yaratıyorsa, insan
hayatının başlangıçlarına uzanmayı deneyen birinin daha fazla şansı olacak
mıdır? Antropologlar Asyalı, Afrikalı ve Beyaz ya da Siyah kökenli Kuzey
Amerikalı bebekler arasında doğuştan ortaya çıkabilen farklılıkları saptamak
istediler. Öyle görünüyor ki, temel davranışları ve huyları ilgilendiren bu
tür farklılıklar mevcuttur.1 Bununla birlikte, görünüşte ırksal
farklılıkların kanıtı olmaya çok elverişli olan durumlarda bile
araştırmacılar çaresiz olduklarını itiraf ederler. Bunun iki nedeni vardır.
İlk olarak, eğer bu farklılıklar doğuştansa, tek bir gene bağlı olamayacak
kadar karmaşık görünürler ve günümüzde genetikçiler, birçok unsurun bileşik
eylemine bağlı nitelik aktarımlarını incelemek için kesin yöntemlere sahip
değillerdir; en iyi varsayımla, bir ırkı aşağı yukarı belli bir kesinlikle
tanımlamak için yetersiz görünen ortalamalara bile hiçbir şey eklemeyecek
istatistik ortalamalar oluşturmakla yetinmek zorunda kalırlar. İkinci olarak
ve daha önemlisi, bu farklılıkların doğuştan olduklarını ve hamile
kadınların beslenme ve davranış biçimleri toplumlara göre değiştiğinden,
anne karnındaki kültüre bağlı yaşam koşullarının sonucu olmadıklarını
kanıtlayan hiçbir şey yoktur. Ayrıca, çok küçük çocukların hareket
faaliyetlerindeki farklılıklar da kültüreldir; bunlar çocuğun uzun süre
boyunca beşikte tutulmasının ya da sürekli olarak anne kucağında
taşınmasının sonucu olabilir ve bebek de böylece kendisinin değişik tutuluş,
korunuş ve besleniş biçimlerini ve hareketlerini hisseder... Afrikalı
bebeklerle Kuzey Amerikalı bebekler arasında gözlenen farklılıkların, Siyah
ya da Beyaz Kuzey Amerikalı bebekler arasında gözlenen farklılıktan
kıyaslanamaz biçimde büyük olmasının tek etkili nedeni bunlar olabilir;
gerçekten de Amerikalı bebekler, ırksal kökenleri ne olursa olsun, hemen
hemen aynı biçimde yetiştirilirler.
Demek ki, ırkla kültür arasındaki ilişkiler sorunu, bu biçimde ele alınmakla
yetinilirse yanlış konmuş olacaktır. Gerçekten de kültürün ne olduğunu
biliyoruz ama ırkın ne olduğunu bilmiyoruz ve bu konferansın başlığının
içerdiği soruya cevap vermeyi denemek için bunu bilmek muhtemelen zorunlu da
değildir. Gerçekten soruna belki daha karmaşık ama bununla birlikte daha
basit bir biçim vermek yararlı olabilir. Kültürler arasında farklılıklar
vardır; ve diğerlerinden, kendi aralarında farklılaştık-larından daha fazla
farklılaşan -en azından yabancı ve uyarılmamış bir göz için- kimi kültürler,
fiziksel görünümleriyle diğer topluluklardan ayrılan topluluklara özgüdür.
Bu topluluklar kendi kültürleri içinde farklılıkların, kendileriyle diğer
toplulukların kültürleri arasındaki farklılıklardan daha az olduğunu
düşünürler. Bu fiziksel farklılıklarla kültürel farklılıklar arasında
kavranabilir bir bağ var mıdır? Fiziksel farklılıklara başvurmadan kültürel
farklılıkları açıklamak ve kanıtlamak mümkün müdür? İşte, cevaplamam istenen
soru öz olarak budur. Oysa önceden belirttiğim nedenlerden dolayı bu
imkânsızdır; ve en belli başlı neden, bu ayırıcı özellikleri bir kültüre,
belirli ve yerelleşmiş ve bilimsel araştırmanın şimdiden ya da öngörülebilir
bir gelecekte kavrayabileceği kalıtımsal unsurlara bağlayabilecek çok
karmaşık davranış biçimlerini anlaşılır tarzda birbirine bağlama konusunda
genetikçilerin kendi yetersizliklerini açıklamış olmalarıdır. Dolayısıyla
soruyu biraz daha daraltmak gerekmektedir; ben soruya şöyle bir biçim
vereceğim: Etnoloji, kültürlerin çeşitliliğini açıklamakta kendini tek
başına yeterli hissediyor mu? Kendi mantığından kaçan unsurlara
başvurmadan,.dahası, biyolojik olduğu hükmünü vermenin kendine düşmediği
nihai doğalarına dair bir önyargıya varmadan bunu başarabilir mi? Gerçekten
de, kültür ile onunla aynı kategoride olmayan bu "başka şey" arasındaki
muhtemel ilişki sorunu üzerine söyleyebileceğimiz tek şey -bunu ünlü bir
formülü tekrarlayarak ifade edebiliriz- böyle bir varsayıma ihtiyacımız
olmadığıdır*.
Gene de, bu durumda bile, olayları aşırı basitleştirerek fazlasıyla kazançlı
çıkmamız da mümkün. Sorun böyle ele alındığında, kültürlerin çeşitliliği, bu
çeşitliliğin nesnel olgusunun dışında bir sorun yaratmayacaktır. Gerçekten
de farklı kültürlerin bir arada var olmasını ve bu kültürler arasında,
tarihsel deneyimin farklı temellere sahip olabileceklerini kanıtladığı
görece yumuşak ilişkilerin geçerli olmasını hiçbir şey engellemez. Kimi
zaman, her kültür kendini tek hakiki ve yaşanmaya değer kültür olarak görür;
diğer kültürleri bilmezlikten gelir, hatta onların kültür olduğunu bile
inkâr eder. İlkel diye adlandırdığımız halkların çoğu kendilerine
"doğrular", "iyiler", "mükemmeller" anlamına gelen bir ad verirler, ya da
sadece "insanlar" derler; ve diğer halklara, "yer maymunları" ya da "bit
yumurtaları" gibi onların insanlık durumlarını inkâr eden nitelemelerde
bulunurlar. Hiç kuşkusuz, kültürler arasında düşmanlık, hatta kimi zaman
savaş da egemen olabilir ama söz konusu olan özellikle haksızlardan öc
almak, kurban etmek için adam kaçırmak, kadınları ya da malları çalmaktır:
Bunlar, bizim ahlakımızın mahkûm ettiği geleneklerdir, ama bu gelenekler
asla, diğer kültürün gerçekliği kabul edilmediğinden, bir kültür olarak
diğer kültürü imha edecek veya köleleştirecek kadar ileri gitmezler ya da
böyle bir durum çok istisnaidir. Daha çok hayatını adadığı Brezilya
yerlilerinin kendisine taktığı Nimuendaju adıyla tanınan ünlü Alman etnolog
Curt Unkel, uygar bir merkezde uzun süre kaldıktan sonra yerli köyüne geri
döndüğünde, köyün evsahipleri Nimuenda-ju'nun, hayatın yaşanır olmaya
değdiği tek yer diye düşündükleri kendi köylerinden uzakta katlanmak zorunda
kaldığı acıları düşünerek gözyaşı döküyorlardı. Başka kültürler karşısındaki
bu derin kayıtsızlık, bu kültürler için kendi dilediklerince ve kendi
bildikleri tarz içinde var olabilmenin güvencesiydi.
Ancak bu tavrın karşıtını oluşturmaktan çok onu tamamlayan başka bir tavır
da bilinmektedir; bu tavra göre yabancı, uzaksan gelmenin itibarından
yararlanır ve oradaki varlığıyla toplumsal bağları genişletme fırsatını
temsil eder. Bir aileyi ziyaret ettiğinde yeni doğan bebeğe isim koyması
için o seçilir; evlilik birleşmeleri de uzak gruplarla yapıldığında daha
değerli olur. Başka bir düşünce düzeyinde, Kayalık Dağlar'da yaşayan
Flathead Kızılderilileri'nin, Beyazlar'la karşılaşmalarından çok önceleri,
Beyazlar ve inançları hakkında işittikleri şeylerle fazlasıyla ilgilenip
Missouri, Saint-Louis'de oturan misyonerlerle ilişki kurmak üzere düşman
kabilelerin işgali altındaki toprakları aşarak art arda sefere çıkmaktan
çekinmedikleri bilinmektedir. Demek ki kültürler kendilerini sadece farklı
görmekle ya birbirlerini kasıtlı olarak bilmezlikten gelirler, ya da
arzulanan bir diyalog amacıyla birbirlerini taraf olarak kabul ederler. Her
iki durumda da birbirlerini tehdit ederler ve kimi zaman saldırırlar, /ama
varlıklarını karşılıklı olarak gerçekten tehlikeye atmazlar. Karşılıklı
olarak tanınan farklılık kavramı kültürlerden birinde yerini güç
ilişkilerinin eşitsizliği üstünde temellenen bir üstünlük duygusuna
bıraktığında ve kültürel çeşitliliğin olumlu ya da olumsuz kabulü, yerini
eşitsizliklerinin olumlanmasına bıraktığında durum çok değişir.
Demek ki asıl sorun, kimi topluluklanrı kendi üstünlüklerine kanıt olarak
ileri sürdükleri genetik mirasları ile pratik başarıları arasında var
olabilecek muhtemel bağın bilimsel düzlemde ortaya koyduğu türden bir sorun
değildir. Çünkü, fiziksel antropoloji uzmanları ve etnologlar sorunun
çözümsüzlüğü konusunda hemfikir olsalar ve birbirlerine söyleyecek şeyleri
olmadığını saptayarak nazikçe selamlaşıp ayrılmadan önce hep birlikte bir
yetersizlik tutanağı imzalasalar bile,2 16. yüzyıl İspanyolları’nın okyanus
ötesine asker, at, zırh ve ateşli silah taşıyabilecek gemilere sahip
olmaları nedeniyle kendilerini Meksikalılardan ve Perulular'dan daha üstün
gördükleri ve değerlendirdikleri gerçeği değişmez; aynı akıl yürütmeye göre,
buhar makinesine ve övünebileceği başka birkaç teknik marifete sahip diye
19. yüzyıl Avrupalısı da kendini dünyanın geri kalanından üstün ilan
etmiştir. Avrupalılar bütün bu açılardan ve daha genel olarak, Batı'da
doğmuş ve gelişmiş olan bilimsel bilgi bakımından gerçekten üstün olsalar
da, yine de durum, Batı'nın köleleştirdiği ya da kendisini izlemek zorunda
bıraktığı halklar, az rastlanır ve değerli istisnalar hariç, Batı'nın bu
üstünlüğünü kabul ettiklerinden ve bağımsızlıklarını elde ettiklerinde ya da
bağımsızlık güvencesi verildiğinde ortak gelişme çizgisindeki bir gecikme
olarak gördükleri bu farkı kapatmayı amaç olarak benimsediklerinden, daha az
tartışma götürür nitelikte görünmektedir.
Hayli kısa sürede onaylanan bu görece üstünlüğün var olmasından, ne bu
üstünlüğün kesin olduğu sonucuna ne de farklı temel yetenekler ortaya
çıkardığı sonucuna varamayız yine de. Uygarlık tarihi, yüzyıllar boyunca, şu
ya da bu uygarlığın özel bir parıltıyla parıldayabildiğini göstermiştir. Ama
bunun, tek bir gelişme çizgisinde ve her zaman aynı yöne doğru olması
zorunlu değildir. Batı, birkaç yıldan beri, bazı alanlardaki sınırsız
kazanımlarının ağır karşılıklar doğurduğu gerçeğini benimsemeye hazırdır;
bazı değerlerden yararlanmak için reddetmek zorunda kaldığı değerlerin daha
fazla saygıyı hak edip etmediğini kendine sorma noktasına gelmiştir. Yakın
zamana kadar geçerli olan, diğer toplumlar geride kalırken sadece Batı'nın
duraklamadan katetmiş olduğu bir yol boyunca sürekli ilerleme fikrinin
yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki
herkes, kazanmak istediği alanların bedeli olarak, bir ya da birkaç alanda
kaybetmeyi göze almak durumunda kalır. Tarım ve yerleşik hayata geçiş besin
kaynaklarını son derece geliştirmiş ve bunun sonucu olarak, insan nüfusunun
çoğalmasına imkân tanımıştır. Ama, nüfusun hastalık yapan mikropları
geliş-tiremeyecek kadar az olduğu koşullarda yok olma eğiliminde olan
bulaşıcı hastalıklar, bu durumun sonucu olarak yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla,
avcı ve toplayıcı kalmış halkların kendilerini daha iyi koruyabildikleri
sakıncalara karşılık, tarıma geçmiş halkların, kuşkusuz bilmeden, bazı
üstünlükler seçmiş oldukları söylenebilir: Avcı vetoplayıcı kalmış halkların
hayat tarzı bulaşıcı hastalıkların insandan insana ve evcil hayvanlardan
insanlara geçmesini engelliyordu ama kuşkusuz başka sakıncalar pahasına.
Canlı biçimlerin tek-doğrusal evrimine duyulan inanç, toplum felsefesinde
biyolojiden çok daha önce ortaya çıktı. Ama, on dokuzuncu yüzyılda bu inancı
destekleyen ve ona bilimsel statü talep etme imkânını veren biyoloji oldu;
bu inancı taşıyanlar da böylece, kültürlerin farklılığı olgusunu kültürlerin
eşitsizliğinin onaylanmasıyla bağdaştıracağını umuyordu. İnsan
topluluklarının gözlenebilir farklı durumları sanki tek bir gelişmenin art
arda gelen evrelerini açıklıyorlarmış gibi ele alınarak, biyolojik miras ile
kültürel başarılar arasında nedensel bir bağ olmamasına rağmen, bu iki düzey
arasında en azından analojik bir ilişkinin var olduğu öne sürülüyordu; bu
ilişkinin, daha büyük bir farklılaşma ve daha yüksek bir karmaşıklık yönünde
sürekli büyüyen canlılar dünyasını tanımlarken biyoloji bilginlerinin
dayandıkları ahlaki tahminlerin aynısını desteklediği iddia ediliyordu.
Bununla birlikte biyoloji bilginlerinde de önemli bir değişim meydana
gelecekti - bir dizi değişimin ilki bu yazıda ele alınacaktır. Sosyologlar,
tarihin belirsiz rastlantılarının ardında bir evrimin daha kesin ve daha
anlaşılır bir şemasını keşfetmek için biyolojiye başvururlarken, biyoloji
bilginleri de, birkaç basit yasaya tabi kabul ettikleri evrimin gerçekte çok
karmaşık bir tarihi içerdiğini fark ediyorlardı. Biyolojide, çeşitli canlı
biçimlerin birbiri ardına aynı yönde katetmeleri gereken "mesafe" kavramının
yerini, önce, türler arasında bir soy zinciri değilse de -zira, evrim
biçimlerinin kimi zaman ayrı, kimi zaman da ortak noktaya yöneldiği ortaya
çıktıkça soy zinciri giderek daha az güvenilir bir hal alıyordu- hısımlık
bağları oluşmasına imkân tanıyan "ağaç" kavramı aldı ve ardından bu ağaç da
"kafese" dönüştü; kafes figürünün çizgileri birbirlerinden uzaklaştıkları
sıklıkla birbirlerine kavuştuklarından, iç içe geçmiş bu yolların tarihsel
tanımı, bir zamanlar içinde ritm, yön ve etkileri bakımından farklı evrimsel
yolların tek değil, çok çeşitli biçimleri tarafından izlenen sayısız yolun
sabitlenmesinin mümkün görüldüğü o aşırı basit diyagramların yerini aldı.
Bununla birlikte,.bizimkinden çok farklı toplumlara ilişkin dolaysız bilgi
sayesinde, o toplumlara ait olmayan nedenlerle onları yargılamak ve mahkûm
etmek yerine onların kendilerine verdikleri varlık nedenine değer biçmemiz
mümkün olduğu ölçüde, etnoloji de bizi benzer bir bakış açısına çağırır.
Kendi öz değerlerini geliştirmeye özen gösteren bir uygarlık, kendi
uygarlığı tarafından tamamen farklı değerleri tanımaya uygun şekilde
yetiştirilmiş bir gözlemciye, hiçbir değere sahip değilmiş gibi gelecektir.
O, sadece kendi kültüründe bir şeylerin var olduğunu, olayları süreklilik
içinde birbirine ekleyen bir tarihin imtiyazına sadece kendi uygarlığının
sahip olduğunu sanır. Ona göre sadece bu tarih bir anlam sunmaktadır; anlam
kavramını ikili olarak, hem anlam taşımak hem bir hedefe yönelmek biçiminde
ele almak koşuluyla. Diğer toplumların hiçbirinde tarihin olduğuna inanmaz;
olsa olsa yerinde saymaktadır.
Ama bu yanılsama yaşlıların ve yeni bir rejimin düşmanlarının kendi
toplumlarının bağrında çektiklerine benzer. Yaşları ya da politik tercihleri
nedeniyle olayların dışında kalan bu insanlar, aktif olarak katılmadıkları
bir dönemin tarihinin akmadığı duygusunu taşırlar; bunlar için olaylar bir
anlamda durağanlaşırken genç insanlar ve iktidardaki militanlar bu evreyi
coşkuyla yaşarlar. Bir kültürün ya da evrelerinden birinin akışının
zenginliği özdeki bir nitelik olarak var olmaz; gözlemcinin bu zenginlik
karşısındaki konumuna, bu zenginlikteki çıkarlarının miktarına ve
çeşitliliğine bağlıdır. Başka bir imgeyi kullanırsak, kültürlerin, her biri
kendi yolunda, kendi yönünde ve kendi hızında ilerleyen trenlere benzediği
söylenebilir. Bizimkiyle birlikte ilerleyenler bizim için en kalıcı biçimde
var olurlar; kompartımanlarımızın karşılıklı camlarından vagon çeşitlerini,
yolcuların fizyonomi ve mimiklerini rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Ama, eğik
ya da paralel başka bir yol üzerinde, ters yönde bir tren geçerse, görüş
alanımızda bir an karışıklık yaratan, olayın kendisine dair hiçbir bilgi
vermeyen ve düşlerimize fon hizmeti gören manzaranın dingin seyrini
kesintiye uğrattığı için bizi sadece sinirlendiren, pek az tanımlanabilir,
bulanık ve hızla kaybolan bir görüntü fark ederiz.
Dolayısıyla, bir kültürün her bir üyesi de kendi kültürüne bu düşsel
yolcunun kendi trenine olduğu kadar sıkı sıkıya bağlıdır. Doğuştan itibaren
ve -biraz önce belirttim- muhtemelen daha bile önce, bizi çevreleyen
varlıklar ve nesneler, sistem oluşturan, karmaşık bir referanslar aygıtıyla
her birimizi donatır: Eğitimin, uygarlığımızın tarihsel gelişimine ilişkin
bize önerdiği kendi içine bakış yoluyla sonradan teyid ettiği davranışlar,
güdülenmeler ve örtük yargılar. Biz tam anlamıyla bu referans sistemiyle
hareket ederiz ve bunun dışında oluşmuş kültürel bütünlükler bizim
tarafımızdan ancak kendi sistemimizin onlarda yarattığı deformasyon yoluyla
algılanabilir. Hatta bu referans sistemi, onları görmemizi imkânsız bile
kılabilir.
İlkel denen halklar ve demografilerini dolaylı ya da dolaysız olarak
etkileyen gelenekleri karşısında genetik uzmanları arasında yakın zamanda
oluşan önemli tavır değişikliği yukardaki yoruma bir kanıt getirebilir.
Garip evlilik kurallarından, anne en son doğan çocuğunu emzirdiği müddetçe
-kimi zaman çocuk üç ya da dört yaşına gelinceye kadar- eşler arasında
cinsel ilişkiyi yasaklayan türden keyfi yasaklamalardan, şeflere ya da
yaşlılara çok-eşlilik konusunda ayrıcalık verilmesinden, ya da hatta
ço-cukların öldürülmesi gibi bizleri isyan ettiren türden âdetlerden oluşan
bu gelenekler yüzyıllar boyunca anlam ve içerikten yoksun görülmüş; bunlar,
insan doğasının, sorumlusu olduğunu söyleyecek kadar ileri gidilmese bile,
muktedir olduğu acayipliklerin ve fantazilerin örnekleri olarak sıralanmaya
ve betimlenmeye layık görülmüştür. Saçma ya da canice diye reddedilen bütün
bu geleneklerin bizim için bir anlam kazanması ve nedenlerinin anlaşılması
için, 1950'li yıllarda topluluk genetiği adı altında yeni bir bilim dalının
ortaya çıkması gerekti.
Science dergisinin son sayılarından biri, Profesör J. V. Neel ve
meslektaşlarının, tropikal Amerika'nın kendini en iyi korumuş çeşitli
topluluklarıyla ilgili, uzun yıllardan beri sürdürdükleri araştırmaların
sonuçlarını daha geniş bir kitlenin bilgisine sundu. Ayrıca bu araştırmalar,
Güney Amerika'da ve Yeni Gine'de bağımsız olarak sürdürülen başka
araştırmalar tarafından da doğrulandı.3
Bizim ırkımızdan en uzak sözde "ırklar"ı aynı zamanda en homojen ırklar
olarak görme eğilimindeyizdir; bir Beyaz için, bütün Sarılar birbirine
benzer, ve tersi de muhtemelen doğrudur. Gerçek durum çok daha karmaşık
gibidir, çünkü örneğin Avustralyalılar bütün kıtada morfolojik olarak
homojen görünseler bile,4 aynı coğrafi alanda yaşayan birçok Güney Amerika
kabilesindeki genetik tekrarlarda önemli farklılıklar ortaya
çıkabilmektedir; ve bu farklılıklar aynı kabilenin köyleri arasında, dilleri
ve kültürleri farklı kabileler arasında olduğu kadar büyüktür. Demek ki
sanıldığının tersine, kabile biyolojik bir birlik oluşturmamaktadır. Bu
durumu nasıl açıklamalı? Hiç kuşkusuz, yeni köylerin parçalanma ve kaynaşma
şeklinde, ikili bir süreç yoluyla oluştuğu gerçeğiyle: Önce, bir aile kendi
soyağacından ayrılır ve kendini başka bir yerde yeniden kurar; daha sonra,
kendi aralarında akraba olan insan grupları onlara katılır ve yeni yerleşim
yerini paylaşırlar. Bu yolla oluşan genetik stoklar kendi içlerinde,
rastlantısal kümelenmelerin sonucu olarak ortaya çıkabilecek olandan daha
fazla farklılaşırlar.
Bundan şu sonuç çıkar: Eğer aynı kabilenin köyleri, başlangıçta farklılaşmış
-her birinin görece tecrit durumunda olduğu ve yeniden üretim oranlarının
eşitsizliği nedeniyle nesnel olarak birbiriyle rekabet halinde yaşadığı
koşullarda- genetik oluşumlar içeriyorlarsa, biyoloji bilginleri açısından
bunlar, hayvan türlerinde genellikle gözlemlenen evrimle
karşılaştırılamayacak oranda hızlı bir evrim için en elverişli koşullar
bütününü meydana getirirler. Kıyaslamak olarak konuşursak, son insanımsı
fosillerinden günümüz insanına gelen evrimin çok hızlı meydana geldiğini
biliyoruz. Bazı ücra topluluklarda gözlenebilir koşulların, en azından bazı
bakımlardan, insanlığın çok uzak bir geçmişte içinde bulunduğu koşulların
yaklaşık bir görüntüsünü sunduğunu kabul edersek, bugün bize çok sefil gelen
bu koşulların şu anki halimizi yaratmaya en uygun koşullar olduğunu ve aynı
zamanda, insanlığın evrimini aynı yönde tutmaya ve ritmini korumaya en
elverişli koşullar olarak kalmaya devam ettiklerini kabul etmemiz gerekir;
oysa genetik alışverişlerin başka biçimlerde meydana geldiği dev çağdaş
toplumlar, evrimi durdurma ya da ona başka yönelimler verme eğilimindeler.
Bu araştırmalar şunu da kanıtlamıştır ki, sözümona vahşiler arasında, çocuk
ölümleri ve bulaşıcı hastalıktan ölüm (elbette, dışardan bulaşmalardan
kendini koruyabilen kabilelerle sınırlı kalırsak) sanıldığı kadar fazla
değildir. Dolayısıyla, bu iki ölüm nedeni, daha çok aşağıda belirtilen başka
bazı nedenlerin sonucu olan nüfus artışı düşüklüğünü açıklayamaz: Bu başka
nedenler, emzirme süresinin uzatılmasına ve cinsel yasaklara denk düşen
doğuma gönüllü ara verme, çocuk düşürme ve çocuk öldürme uygulamalarıdır; bu
nedenle, üretken dönemi boyunca bir çift, ortalama her dört ya da beş yılda
bir çocuk yapar. Çocuk öldürme bize ne kadar iğrenç gelirse gelsin, bir
doğum kontrol yöntemi olarak "kabarık" toplumlarda bir zamanlar ve günümüzün
kimi toplumlarında hâlâ yaygın olan çocuk ölüm oranlarının yüksekliğinden,
ve aşırı kalabalık bir gezegene doğma tehlikesine maruz bırakılan
milyonlarca ya da milyarlarca insanı, erken bir elenme sayesinde
kurtuldukları bir yazgıdan daha az acıklı olmayan bir yazgıdan kurtarmak
için bizim de bugün gerekli olduğunu düşündüğümüz gebelik önleyici
yöntemlerden temelde farklı değildir.
Dünyadaki başka birçok kültür gibi, burada yorumlamayı sürdürdüğüm
araştırmaların yapıldığı kültürler de çok-eşliliği (polygynie) toplumsal
başarının ve uzun ömürlülüğün onayı şeklinde görürler. Bunun sonucu olarak
bütün kadınlar yukarıda belirtilen nedenlerle, yaklaşık olarak aynı sayıda
çocuk yapma eğiliminde olsalar da, erkeklerdeki üreme oranı eşlerinin
sayısına göre önemli oranda değişir. Rio Madeira havzasında yaşayan
Tupi-Kawahib Kızılderilileri arasında önceden gözlemlediğim gibi, yaklaşık
on beş kişilik küçük bir toplulukta, grubun evlenme çağındaki ya da evlenme
çağına yaklaşan bütün kadınları üzerinde bir tür tekel uygulayan bir şefin
nitelikleri arasında alışılmamış bir cinsel potansiyel de varsa, bu oran
daha da fazla değişecektir.
Oysa bu gruplarda şeflik her zaman kalıtımsal değildir; kalıtımsal olduğunda
bile büyük bir seçme özgürlüğüyle olmaktadır. Otuz yıldan uzun bir zaman
önce, yarı-göçebe küçük gruplarının her biri toplu onayla belirlenmiş bir
şefe sahip olan Nambikvvaralar arasında yaşarken, şefin konumunun,
çok:eşlilik imtiyazı dışında, üstünlükten çok görev ve sorumluluk
getirdiğini görmek beni etkilemişti. Şef olmayı istemek için ya da daha
sıklıkla, grubun isteklerine uymak için, genelin dışında bir karaktere sahip
olmak gerekiyordu; sadece kazanılmış fiziksel yetenekler değil, kamusal
faaliyet isteği, girişim ruhu ve komutanlık duygusu da gerekiyordu. Bu
yeteneklere ilişkin ne düşünürsek düşünelim, hoşumuza gitsin ya da gitmesin,
şurası bir gerçek ki, eğer bunların dolaylı ya da dolaysız genetik bir
temeli varsa, sürüp gitmeleri çok-eşlilik sayesinde kolaylaşacaktır.
Gerçekten de, benzer topluluklar üzerinde sürdürülen araştırmalar çok-eşli
bir erkeğin diğerlerinden daha fazla çocuğu olduğunu gösterdi; böylece,
oğullarının başka soylardan gelen eşler almak için onlarla değiş tokuş
edecekleri kız kardeşlere ya da ana ayrı kız kardeşlere sahip olmasına
olanak tanıdığından, çok-karılılığın çok-karılılık doğurduğu söylenebilir.
Böylelikle, doğal ayıklanmanın bazı biçimleri teşvik edilmiş ve
güçlendirilmiş olur.
Sömürgeciler ya da fatihler tarafından getirilen bulaşıcı hastalıkları bir
kez daha bir yana bırakırsak -ki bunların birkaç gün ya da birkaç hafta
içinde kimi zaman bütün topluluğun ortadan kalkmasına neden olan korkunç
yıkımlar oldukları bilinmektedir-, ilkel denen halkların kendi yerleşik
hastalıklarına karşı dikkat çekici bir bağışıklığa sahip oldukları
söylenebilir. Bu durum, bebeğin anne vücuduyla ve çevredeki ortamla çok
yakın ilişki içinde olmasıyla açıklanır. Hastalık yapan her türlü mikroba bu
erken maruz kalma durumu, gebelik sırasında anneden kazanılan pasif
bağışıklıktan, doğumdan sonra her birey tarafından geliştirilen aktif
bağışıklığa daha kolay geçilmesini sağlar.
Şu ana kadar sadece demografik ve sosyolojik düzeydeki iç denge unsurlarını
göz önünde bulundurdum. Bize boş inançlar gibi gelebilecek ama insan
topluluğunun doğal ortamla dengesini korumasını sağlayan yaygın tören ve
inanç sistemlerini de bunlara eklemek gerekir. Bir bitki saygıdeğer bir
varlık olarak kabul edilebilir ve meşru bir nedeni olmayan hiç kimse,
bitkinin ruhunu bağışlarla yatıştırmadan onu söküp alamaz; beslenmek için
avlanan hayvanlar, türlerine göre, çok fazla hayvan avladıkları ya da
dişileri ve yavruları esirgemedikleri için amaç dışı davranmış suçlu
avcıları cezalandıran doğaüstü efendilerin koruması altındadırlar; nihayet,
insanların, hayvanların ve bitkilerin ortak bir yaşam zenginliğini
paylaştıkları düşüncesi egemendir, öyle ki herhangi bir türün zararına
olacak şekilde aşırılığa kaçılması, yerli felsefesinde, kaçınılmaz olarak
insanların kendi hayat umutlarında bir azalmayla kendini gösterir. Bütün bu
örnekler naif olabilir, ama insanı doğanın efendisi haline getirip,
kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde
bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, insan-merkezli olmayan ve ona
doğada makul bir yer veren bilgece tasarlanmış bir hümanizmin son derece
etkili belirtileridir.
Eskiden bizim tarafımızdan sadece alay konusu edilen ya da en fazla,
küçümseyici bir merak gösterdiğimiz bütün o hayat tarzlarına, âdet ve
inançlara nesnel bir değer ve ahlaki bir anlam vermemiz için bilgimizin
gelişmesi ve yeni sorunların bilincine varmamız gerekiyordu. Ama topluluk
genetiğinin antropoloji alanına girişiyle birlikte, teorik sonuçları belki
çok daha önemli olan bir başka değişiklik ortaya çıktı. Belirttiğim bütün
olgular kültüreldir; bazı insan gruplarının bölünme ve yeniden bir araya
gelme biçimlerini, birleşmek ve üremek için gelenek tarafından her iki
cinsiyete dayatılan şartları, çocuk doğurmanın ya da düşürmenin ve onları
eğitmenin saptanmış tarzını, hukuku, büyüyü, dini ve kozmolojiyi içerirler.
Oysa, bu etkenlerin dolaylı ya da dolaysız biçimde doğal ayıklanmayı
biçimlendirip akışına yön verdiklerini gördük. Dolayısıyla, ırk ve kültür
kavramları arasındaki ilişkilerle ilgili sorunun verileri son derece altüst
olmuştur. Bütün 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca, ırkın kültürü
etkileyip etkilemediği, etkiliyorsa ne şekilde etkilediği sorusu soruldu.
Sorunun bu biçimde ortaya atılışının çözümsüzlüğü anlaşıldıktan sonra,
olayların diğer yönde geliştiğini şimdi şimdi fark etmekteyiz: İnsanların
biyolojik evriminin ritmini ve yönelimini büyük ölçüde belirleyen,
insanların değişik yerlerde benimsedikleri kültürel biçimler ve geçmişte ya
da günümüzde hâlâ geçerli oldukları halleriyle hayat tarzlarıdır. Kültür
ırkın bir türevi midir, değil midir, diye sormak şöyle dursun, ırkın -ya da
bu terimden genel olarak anlaşılan şeyin- kültürün türevlerinden biri
olduğunu keşfediyoruz.
Başka türlü nasıl olabilirdi? Bir grubun kendisi için saptadığı ya da
kabullendiği coğrafi sınırları, komşu halklarla sürdürdüğü dostluk ya da
düşmanlık ilişkilerini ve bunun sonucu olarak, izin verilen, teşvik edilen
ya da yasaklanan gruplar arası evlilikler sayesinde kendi aralarında meydana
gelebilecek genetik alışverişlerin göreli önemini belirleyen tam da o grubun
kültürüdür. Bizim toplumlarımızda bile evliliklerin tamamen tesadüfi
olmadığmı biliriz: Müstakbel çiftlerin ikâmetleri arasındaki mesafe, etnik
kökenleri, dinleri, eğitim düzeyleri gibi bilinçli ya da bilinçsiz etkenler
belirleyici bir rol oynayabilirler. Yazısız halklar arasında yakın tarihe
kadar büyük bir genellik gösteren âdet ve geleneklerden yola çıkarak
genelleme yapmak mümkünse ve bunların çok uzun süreden beri bizim türümüzde
var oldukları kabul edilirse görülecektir ki, atalarımız, toplumsal hayatın
başlangıcından itibaren çok katı evlilik kuralları benimsemek ve uygulamak
zorunda kalmışlardır. Örneğin, iki erkek kardeşten ya da iki kız kardeşten
doğma yakın kuzenleri gerçek erkek ya da kız kardeş olarak kabul ederek
birleşmelerini ensest diye yasaklayan kurallar; her biri bir kız ve bir
erkek kardeşten doğma melez kuzenlerin birleşmelerini ise, tersine,
yapılması istenen değilse bile, izin verilen birleşme olarak gören kurallar;
bunlar, ne kadar uzak olursa olsun her türlü akrabalık bağının evlenmeyi
engelleyici bir durum yarattığı diğer bütün toplumlardan farklıdır.
Öncekilerden daha incelikli olan ve melez akrabalara ilişkin diğer bir kural
ise kuzinleri iki kategoriye ayırır: Babanın kız kardeşinin kızı ve annenin
erkek kardeşinin kızı; bu kategorilerden birine evlenme izni verilirken
diğerine kesinlikle yasak konur, ama izin verilen ve yasaklanan her zaman ve
her yerde aynı kategori değildir. Kuşaklar boyunca uygulanan bu kuralların
genetik mirasın taşınması üzerinde farklılaştırıcı bir etkide bulunmaması
mümkün müdür?
Hepsi bu kadar da değil; çünkü, her toplum tarafından uygulanagelen sağlık
kuralları ve çeşitli türden hastalıklara ya da zayıflık durumuna yönelik
tedavilerin göreli önem ve etkililiği de bazı bireylerin hayatta kalmasına
ve genetik bir malzemenin yayılmasına farklı derecelerde imkân tanır ya da
önler; bunlar olmasaydı, bu genetik malzeme çok kısa sürede yok olurdu. Bazı
kalıtımsal anormallikler ve görmüş olduğumuz gibi, belirli durumlarda
-anormal olarak kabul edilen doğumlar, ikizler, vs.-iki cinsiyeti de
ayrımsız biçimde etkileyen veya özel olarak kızları etkileyen çocuk öldürme
gibi uygulamalar karşısındaki kültürel tavırlar için de aynı şey geçerlidir.
Nihayet, eşlerin göreli yaş durumları, yaşam düzeyine ve toplumsal işlevlere
göre değişen doğurganlık ve doğurtkanlık durumları da, en azından kısmen,
nihai kaynağı biyolojik değil toplumsal olan kurallara dolaylı ya da
dolaysız olarak tabi durumdadır.
Irkla kültür arasındaki ilişkiler sorununun, birkaç yıldan beri tanık
olduğumuz bu tersine çevrilişi özellikle siklemi hastalığı ile çarpıcı bir
açıklama bulmuştur: Hem anne hem babadan kalıtım olarak aynı anda geçtiğinde
genellikle öldürücü olan, doğuştan gelen alyuvar anomalisinin, çekinik
kaldığı durumda, taşıyıcının malaryaya karşı görece korunmasını sağladığı da
sadece son yirmi yıldan beri bilinmektedir. Demek ki söz konusu olan,
başlangıçta uyarlanma değerinden yoksun olduğu sanılan o özelliklerden biri,
yani, topluluklar arasında var olmuş arkaik ilişkilerin onarılmasına, sıklık
derecesine bağlı olarak imkân tanıyan bir çeşit biyolojik fosildir. Siklemi
geni bakımından heterozigot olan insanların biyolojik bir avantaj elde
edebildiklerinin ve dolayısıyla bir yandan aynı gen bakımından homozigot
olup biyolojik olarak mahkûm edilmişlerden, diğer yandan, belli bir malarya
biçimine çok fazla duyarlı olmaları nedeniyle erken yaşta ölüme mahkûm olmuş
taşıyıcı olmayan insanlardan karşılaştırmalı olarak daha yüksek bir oranda
üreyebildiklerinin anlaşılmasıyla, ırkları belirlemenin sabit ölçütünü
nihayet bulmuş olma umutları suya düştü.
Genetik uzmanlarının keşfinin, neredeyse felsefi denebilecek teorik
sonuçlarını F. B. Livingstone ünlü bir makalesinde5 ortaya koymuştur. Batı
Afrika'da malarya oranının, siklemi geninin oranının, dillerin ve
kültürlerin dağılımının karşılaştırmalı incelemesi yazara biyolojik,
arkeolojik, linguistik ve etnografik verilerin birbirleriyle bağıntılı
bütününü ilk kez dile getirme imkânını vermiştir. Bu şekilde yazar,
malaryanın ortaya çıkışının ve ardından sikleminin yayılışının tarımın
girişinden kaynaklandığını çok inandırıcı bir biçimde ortaya koymuştur: Bu
bölgelede yaşayan hayvan topluluğunu başka bölgelere sürerek ya da yok
ederek toprağın yoğun biçimde tarla haline getirilmesi, hastalık bulaştıran
sivrisineklerin üremesine elverişli bataklık arazilerin ve durgun su
birikintilerinin oluşumuna neden oldu; bu böcekleri, asalak olarak
yaşayabilecekleri memelilerin en bol bulunanı haline gelmiş olan insana uyum
sağlamak zorunda bıraktı. Diğer etkenler de dikkate alındığında, halklara
göre değişen siklemi oranları bir halkın bugün bulunduğu yere yerleşme
dönemi üzerinde, kabilelerin hareketi ve birbiriyle bağıntılı olarak
tarımsal tekniklerini elde ettikleri tarihler üzerinde makul varsayımlarda
bulunmayı mümkün kılar.
Böylece, genetik bir düzensizliğin çok uzak bir geçmişe tanıklık edemeyeceği
hemen anlaşılır (çünkü bu genetik düzensizlik, en azından kısmen, kültürel
değişimlerin biyolojik sonuçlarına karşı sağlanan korumayla doğru orantılı
olarak yayılmıştır), ama buna karşılık, tarımın Afrika'ya girişi birkaç bin
yıldan geriye gidemediğinden, genetik' düzensizlik daha yakın bir geçmişe
önemli oranda ışık tutar. Demek ki, bir yanda kaybedilen şey diğer yanda
kazanılmaktadır. Çok geniş bir ölçekte incelendiklerinde, kültürler arasında
ayırt edildiği sanılan büyük farklılıkları ırksal özelliklerle açıklamaktan
artık vazgeçiyoruz; ama bu aynı ırksal özellikler -daha hassas bir gözlem
ölçeği benimsendiğinde bunlar ırksal özellik olarak görülemeyecektir- nedeni
değil sonucu oldukları kültürel görüngülerle birleşerek görece yakın olan
dönemler üzerine çok değerli bilgiler sağlarlar; dahası, diğer tarihin
tersine, bu bilgiler arkeolojinin, linguistiğin ve etnog-rafinin verileriyle
doğrulanabilir. "Kültürel makro-evrim"in bakış açısından "genetik
mikro-evrim"in bakış açısına geçmek koşuluyla, ırkların ve kültürlerin
incelenmesi arasında işbirliği yeniden mümkün olabilir.
Gerçekten de, bu yeni bakış açıları ırk ve kültür incelemelerini karşılıklı
ilişkileri içine oturtmaya imkân tanır. Bunlar kısmen birbirine benzer,
kısmen de birbirini tamamlayıcıdır. Öncelikle birbirine benzerdir, çünkü
kültürler, genel anlamda ırk olarak adlandırılan genetik özelliklerin bu
düzensiz miktarlarıyla birçok yönde karşılaştırılabilirler. [Bir kültür çok
sayıda özellikten oluşur; bunların kimileri, yakın ya da uzak kültürlerle
değişik derecelerde ortaktır, kimileri de o kültürü diğerlerinden az çok
belirgin bir biçimde ayırır. Bu özellikler bir sistemin bağrında
dengelenirler ve bu sistem, her iki durumda da, ayakta kalabilir olmalıdır,
yoksa yayılmaya ya da çoğalmaya daha yatkın başka sistemler tarafından adım
adım ortadan kaldırılabilir. Farklılıkları geliştirmek için, bir kültürü
komşu kültürlerden ayırt etmeye yarayan eşiklerin yeterince belirgin olması
için gerekli koşullar, topluluklar arasında biyolojik farklılaşmayı
kolaylaştıran koşullarla aşağı yukarı aynıdır: Uzun bir süre boyunca görece
tecrit; kültürel ya da genetik mahiyetteki sınırlı alışveriş. Kültürel
engeller, hemen hemen aynı derecede, biyolojik engellerle aynı yapıdadır;
kültürel engeller biyolojik engellerin o denli daha gerçeğe uygun biçimde
önbelirtileridir ki, bütün kültürler insan gövdesinde izlerini bırakır:
Kıyafet, saç ve süs tarzlarıyla, bedensel sakatlamalarla ve el, kol, baş
hareketleriyle, ırklar arasında var olabilecek farklılıklarla kıyaslanabilir
farklılıkları taklit ederler; bazı tipteki insanları diğerlerine tercih
ederek onlan sabit kılarlar ve hatta belki de yayılmasına katkıda
bulunurlar.]
Bundan yirmi yıl kadar önce UNESCO'nun isteği üzerine yazdığım ince bir
kitapta,6 tecrit edilmiş kültürlerin gerçekten pek çok şeyi kendinde
toplayan bir tarihin koşullarını tek başlarına yaratamayacaklarını açıklamak
için güçbirliği kavramına başvurmuştum. Bu koşulların oluşması için değişik
kültürlerin karşılıklı olarak getirdikleri şeyleri, isteyerek ya da
istemeyerek karıştırmaları gerektiğini ve böylece, tarihin muhteşem
oyununda, tarihin ilerlemesine imkân veren büyük başarılar dizisini
gerçekleştirme şansını elde edebileceklerini belirtmiştim. Günümüzde genetik
uzmanları, bir genomun, gerçekte, bir sistem oluşturduğunu ve bu sistemde
bazı genlerin düzenleyici rol oynadıklarını, diğerlerinin de tek bir
karakter üzerinde ortak tasarlanmış bir eylem gerçekleştirdiklerini -ya da,
eğer tek bir gene birçok karakter bağlıysa bunun tersi- gösterdiklerinde,
biyolojik evrim üzerine oldukça benzer bir bakış açısı önermektedirler.
Bireysel genom düzeyinde doğru olan şey topluluk düzeyinde de doğrudur;
topluluk öyle olmalıdır ki, içinde etkinlik gösteren -ve vaktiyle ırksal bir
tip kabul edilen- birçok genetik mirasın birleşimiyle en uygun denge
kurulabilsin ve topluluğun ayakta kalma şansını artırabilsin. Bu anlamda,
genetik yeniden birleşimin toplulukların tarihinde oynadığı rolün, kültürel
yeniden birleşimin hayat tarzlarının, tekniklerin, bilgilerin ve inançların
-ki bunların paylaşılmasıdır toplumları farklılaştıran- evriminde oynadığı
role benzer olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz, bu benzerlikler ihtiyat payı bırakılarak öne sürülebilir.
Gerçekten de, bir yandan, kültürel miraslar genetik miraslardan çok daha
hızlı evrilir: Büyük büyükbabalarımızın tanıdığı kültürle bizimki arasında
dünya kadar fark vardır, ama yine de biz onların kalıtımını sürdürüyoruz.
Diğer yandan, yeryüzünde var olan ya da birkaç yüzyıl öncesine kadar var
olan kültür sayısı, en titiz gözlemcilerin dökümünü yapmaktan hoşlandığı ırk
sayısını kıyaslanamaz biçimde aşar: Onlarca ırka karşılık binlerce kültür.
Kalıtımsal malzemenin son çözümlemede tarihin akışını belirlediğini öne
süren teorisyenlere karşı nihai kanıtı sağlayan, karşılıklı büyüklük
düzeyleri arasındaki bu büyük farktır; çünkü tarih kalıtımsal malzemeden çok
daha hızlı ve sonsuz biçimde daha çeşitli yollarla değişir. Kalıtımın
insanda belirlediği şey, herhangi bir kültürü edinmeye dair genel
yetenektir, ama hangi kültürün kendisine ait olacağı doğumunun ve eğitimini
göreceği toplumun tesadüflerine bağlı olacaktır. Genetik mirasları
tarafından sadece özel bir kültürü edinmeye yazgılı olan bireylerin soyları
çok elverişsiz durumda olacaklardır, çünkü bu kuşakların karşılaşacakları
kültürel değişiklikler, bu yeni çevrelerin gereklerine cevap olarak genetik
miraslarının evrilebileceğinden ya da çeşitlenebileceğinden daha hızlı
meydana gelecektir.
Üzerinde fazla durulamayacak bir olgu vardır: Ayıklanma, canlı türlerin
doğal bir ortama uyum sağlamasına ya da bu ortamın dönüşümlerine daha iyi
direnmesine imkân tanısa da, insan söz konusu olduğunda bu ortam öncelikle
doğal olmaktan çıkar; ortam, ayırt edici özelliklerini teknik, ekonomik,
toplumsal ve zihinsel koşullardan alır ve bu koşullar, kültürel faaliyet
yoluyla her insan grubuna özel bir çevre yaratırlar. Bu nedenle, bir adım
daha atabilir ve organik evrimle kültürel evrim arasındaki ilişkilerin
sadece benzeşim ilişkileri değil, tamamlayıcılık ilişkileri de olduğunu
düşünebiliriz. Genetik olarak belirlenmiş olmayan kültürel özelliklerin
organik evrimi etkilenebileceğini söyledim ve kanıtladım. Ama etkileri, geri
dönüşlü eylemlere neden olacak yöndedir. Bütün kültürler üyelerinden tam
tamına aynı yetenekleri" istemez; ve mümkün olduğu üzere, bazı yeteneklerin
genetik temeli varsa, bunlara üst düzeyde sahip bireyler kültürleri içinde
kayırılmış olacaktır. Bundan dolayı bu insanların sayıları artarsa, bunlar,
kültürün kendisi üzerinde onu aynı yöne ya da o yöne dolaylı olarak bağlı
yeni yönlere daha fazla çekecek bir eylem uygulamaktan geri kalmazlar.
İnsanlığın başlangıcında biyolojik evrim dik durma, el kullanma becerisi,
toplumsallık, simgesel düşünme, seslendirme ve iletme yeteneği gibi
kültür-öncesi özellikleri seçmiş olabilir. Buna karşılık, kültür var
olduğundan bu yana bu özellikleri pekiştiren ve yayan kültürdür; kültürler
uzmanlaştığında, aşırı iklim koşullarına isteyerek ya da zorla uyum sağlamak
zorunda olan toplumlar için soğuğa ya da sıcağa direniş, saldırganlık ya da
düşünceye dalma eğilimleri, teknik beceriklilik, vs. gibi başka özellikleri
de pekiştirir ve teşvik ederler. Kültürel düzeyde kavradığımız halleriyle bu
özelliklerden hiçbiri genetik bir temele açıkça bağlanamaz, ancak kimi zaman
kısmi olarak ve aracı ilişkilerin dolaylı etkisiyle genetik bir temele bağlı
oldukları da gö-zardı edilemez. Bu durumda şunu söylemek doğru olur: Her
kültür genetik yetenekleri ayıklar ve bu yetenekler, karşı etki yoluyla,
öncelikle güçlenmelerine katkıda bulunmuş kültür üzerinde etki ederler.
İnsanlığın başlangıcını bugün milyonlarca yılla ölçülen giderek daha uzak
bir geçmişe götüren fiziksel antropoloji, bu başlangıcın belli başlı
temellerinden birini ırkçı spekülasyonlardan kurtarmıştır, çünkü böylece
bilinmeyenin payı en uzak atalarımızın evrimleri boyunca izledikleri
güzergâhı belirtmek için kullanılabilecek işaret sayısından daha hızlı
artmaktadır.
Genetik uzmanları tip kavramının yerine topluluk kavramını koyduklarında ve
ırk kavramını genetik stok kavramıyla değiştirdiklerinde bu spekülasyonlara
daha kesin darbeler indirmiş oldular; dahası, kalıtımsal farklılıkların tek
bir genin işlemine -bu farklılıklar ırksal açıdan daha az anlamlı olur,
çünkü muhtemelen her zaman bir uyarlanma değerine sahiptirler- ya da, pratik
olarak saptanmalarını imkânsız kılan, birçok genin ortak eylemine bağlı
olmalarına göre bir uçurumla birbirlerinden ayrıldıklarını gösterdiler.
Ama, ırkçı ideolojinin eski iblislerinden bir kez kurtulunca, ya da en
azından bu ideolojinin herhangi bir bilimsel temel iddiasında bulunamayacağı
kanıtlandıktan sonra, genetik uzmanları ile etnologlar arasında, biyolojik
ve kültürel olguların ellerindeki oyun kartlarının birbirlerini nasıl ve ne
şekilde anlaşılır kıldıkları hakkında ve kalıntılarına hiçbir zaman
erişemeyeceğimiz ırksal farklılıkların ilk kökenlerine ulaşma savını artık
terkedip şimdiki zamandan yola çıkarak geleceğe bağlanabilecek ve oradaki
taslak görüntüleri ayırt etmemizi sağlayabilecek bir geçmiş hakkında bizi
bilgilendirebilecek ortak araştırmalar temelinde olumlu bir işbirliğinin önü
açılmaktadır. Geçmişte ırklar sorunu olarak adlandırılan şey, felsefi
spekülasyon alanının ve genellikle yetinilen ahlak vaazlarının dışına çıkar.
Hatta, etnologların, farklı ırkların pratik bilgisinden ve gözlem
verilerinden esinlenen geçici cevaplar verebilmek için, sorunu onlar
sayesinde gerçekçilik düzlemine oturtmaya çalıştıkları ilk tahminlerin de
dışına çıkar. Tek kelimeyle, sorun eski fiziksel antropolojinin ve genel
etnolojinin yetki alanı içinde olmaktan çıkar. Sınırlı bağlamlar içinde,
teknik nitelikte sorular ortaya atan ve bu sorulara, bir hiyerarşi içinde
halklara farklı yerler saptamaya hiç de elverişli olmayan cevaplar veren
uzmanların uğraşı olur.
Organik evrimle kültürel evrim arasındaki ilişki sorununu Auguste Comte'un
metafizik diye adlandırdığı terimlerle tartıştığımızı sadece son on yıldan
bu yana anlamaya başladık. İnsanın evrimi, biyolojik evrimin bir yan ürünü
olmadığı gibi ondan tamamen ayrı da değildir. Biyoloji bilginlerinin ve
etnologların a priori cevaplarla ve dogmatik çözümlerle yetinmeden,
karşılıklı olarak birbirlerine yapabilecekleri yardımın ve her biri kendi
sınırlılıklarının bilincine varmaları koşuluyla bu iki geleneksel tavır
arasındaki sentez bugün artık mümkündür.
Irkçılığa karşı ideolojik mücadelenin pratik alanda niçin bu kadar etkisiz
kaldığını belki geleneksel cevapların bu yetersizliği açıklar. Irkçı
önyargıların hafiflediğini gösteren hiçbir şey yoktur; ve kısa süreli
yöresel yatışma dönemlerinin ardından başka yerlerde keskin bir şiddetle
yeniden ortaya çıktıklarını düşündürecek birçok şey vardır. Unesco, bu
nedenle, çıkış yolu belirsiz görünse de düzenli aralıklarla aynı mücadeleye
yeniden girişme ihtiyacını duymuştur. Ancak, hoşgörüsüzlüğün aldığı ırkçı
biçimin, temelde, şu ya da bu topluluğun kültürel evrimin organik evrime
bağlı olduğu yolunda beslediği yanlış düşüncelerden kaynaklandığından bu
kadar emin miyiz? Bu düşünceler, köleleştirme isteği ve güç ilişkileri
üzerine kurulu daha gerçek karşıtlıklara sadece ideolojik bir kılıf
sağlamıyor mu? Geçmişteki durum hiç şüphesiz buydu; ama bu güç ilişkilerinin
zayıfladığını varsaysak bile, nüfus patlamasına maruz kalan bir insanlık
tarafından bilinçsizce hissedilen birlikte yaşamanın artan güçlüğü
karşısında ırksal farklılıklar bir bahane olmaya devam etmeyecek midir? Ve
tıpkı yoğunlukları, içinde bulundukları çuvaldaki besin kaynaklarını miktar
olarak aşmadan önce salgıladıktan toksinle birbirlerini uzaktan zehirleyen
un kurtları gibi, insanlık da, her bir üyesinin boş alan, temiz su, temiz
hava gibi temel zenginliklerden serbestçe yararlanamayacağı kadar
kalabalıklaş-tığı konusunda gizli bir önseziyle uyarılarak kendinden nefret
etmeye başlamayacak mıdır? saygınlıklannı kendi gözlerinde ve güçlü
komşularının gözlerinde azaltacak kadar, başka insan grupları tarafından
doğal zenginliklerin güç bela yeteceği bir duruma düşürülen ve çok dar bir
toprak parçasında yaşamak zorunda bırakılan insan grupları karşısında ırkçı
önyargılar en şiddetli düzeye ulaştılar. Ama bütün olarak modern insanlık
kendini mülksüzleştirme ve giderek küçülen bir gezegen üzerinde, kendi
temsilcilerinden kimilerinin bahtsız Amerikan ya da Okyanusya kabilelerine
zorla kabul-ettirdikleriyle kıyaslanabilir bir durumu kendi aleyhine yaratma
eğiliminde değil midir? Ve sonuç olarak, bazı psikolojik deneylerin öne
sürdüğü gibi, herhangi bir kökenden gelen özneleri ekiplere paylaştırmanın
ve bu ekiplerin her birinde rakipleri karşısında bir tarafgirlik ve
adaletsizlik duygusu gelişsin diye onları rekabet edilebilir bir ortama
yerleştirmenin her zaman ve her yerde yeterli olduğu ortaya çıkarsa, ırkçı
önyargılara karşı ideolojik mücadeleye ne olacaktır? Bugün dünyanın birçok
yerinde ortaya çıktığı görülen hippiler gibi azınlık topluluklar, nüfusun
genelinden ırklarıyla değil, sadece yaşam tarzlarıyla, ahlakları, saçları ve
kıyafetleriyle ayrılır-lar; büyük çoğunluğun onlara karşı hissettiği
iğrenme, hatta kimi zaman da düşmanlık duygularıyla ırkçı nefretler arasında
özde bir fark var mıdır? Dolayısıyla, sadece bu nefretlerin, dar anlamda
dayandığı özel önyargıları ortadan kaldırmakla yetindiğimizde insanlık için
gerçek bir ilerleme sağlamış olacak mıyız? Bütün bu varsayımlarda, ırkçılık
sorununun çözümüne etnologun yapacağı katkının hiçbir anlamı olmayacaktır;
psikologlar ve eğitimciler tarafından sunulacak katkının daha verimli
olacağı da kesin değildir, çünkü, ilkel denen halkların örneğinin bize
öğrettiği gibi, karşılıklı hoşgörü çağdaş toplumların hiç olmadıkları kadar
uzak bulundukları iki koşulun gerçekleşmesini gerektirir: göreli bir eşitlik
ve yeterli fizik mesafe.
Günümüzde, örneklerini verdiğim ve insanlığın canlı türler arasında birinci
yeri elde etmesini sağlamış olan organik evrim ile kültürel evrim arasındaki
bu olumlu etkileşime bugünkü demografik koşulların getirdiği riskler
hakkında genetik uzmanları kaygı dolu sorular sormaktadırlar. Topluluklar
genişlemekte, ama sayıları azalmaktadır. Bununla birlikte, her bir
topluluğun bağrında karşılıklı yardımlaşmanın gelişmesi, tıptaki
ilerlemeler, insan ömrünün uzaması, grubun her bir üyesine dilediğince
üremesi için giderek daha çok tanınan özgürlük, zararlı mütasyonların
sayısını artırır ve onların devam etmesine imkân verir; aynı zamanda, küçük
gruplar arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasıyla, türün yeni atılımlar
yapma şansını sağlamaya elverişli evrimci deneyimler imkânı da dışlanmış
olur.
Elbette bu, insanlığın evriminin durduğu ya da duracağı anlamına gelmez;
kültürel düzeydeki evrim açıkça ortadadır ve sadece uzun vadede
kanıtlanabilir olan biyolojik evrimin sürdüğüne dair dolaysız kanıtlar
bulunmasa da, insanın biyolojik evrimiyle kültürel evrimi arasındaki sıkı
bağlar, eğer kültürel evrim mevcutsa biyolojik evrimin de zorunlu olarak
devam edeceğinin güvencesidir. Ama doğal ayıklanma, bir türe üremesi için
sunduğu çok büyük üstünlüklerle değerlendirilemez sadece; çünkü, eğer bu
türün çoğalması, günümüzde ekosistem diye adlandırılan ve her zaman
bütünlüğü içinde düşünülmesi gereken şeyle aradaki zorunlu dengeyi
bozuyorsa, o zaman, kendi başarısının ölçütünü ve onaylanmasını bu çoğalmada
gören özel tür için yıkıcı olabilir. İnsanlığın kendisini tehdit eden
tehlikelerin bilincine vardığı, onların üstesinden gelmeyi başardığı ve
biyolojik geleceğinin efendisi olduğu varsayılsa bile, insanlık soyunu
arıtmaya yönelik sistematik uygulamaların onu çökerten ikilemden nasıl
kurtulacağı bilinmemektedir: Ya yanılgıya düşülecek ve tasarlanandan çok
farklı bir şey yapılacaktır, ya da başarılacak ve ürünler yaratıcılarından
daha üstün olduğundan, yaratıcılarının yapmış olduklarından -yani
kendilerinden- farklı bir şey yapmaları gerektiğini kaçınılmaz olarak
keşfedeceklerdir.
Demek ki bu düşünceler, ırkçı önyargılara karşı mücadelenin getirdiği
sorunları etnologun tek başına ve sadece kendi biliminin kaynaklarıyla
silahlanmış olarak çözüme bağlama yeteneğine dair hissettiği kuşkulara bazı
ek nedenler getirmektedir. Yaklaşık on beş yıldan bu yana, etnolog, bu
sorunların, insani ölçekte çok daha geniş ve çözümü daha da acil bir sorunu
yansıttığının bilincine daha da fazla varmıştır: İnsan ile diğer canlı
türleri arasındaki ilişki sorunu; ve insanın hemcinslerine duymasını
dilediğimiz saygı, hayatın bütün biçimlerine karşı hissetmesi gereken
saygının sadece özel bir durumu olduğundan, bu sorunu diğer canlı türleri
düzleminde çözmeye çalışmadan, insan ölçeğinde çözmeye çalışmak hiçbir şeye
hizmet etmeyecektir. Antik Çağ'ın ve Rönesans'ın mirasçısı olan Batı
hümanizmi insanı yaratılışın geri kalanından soyutlayarak, insanı onlardan
ayıran sınırları çok katı biçimde tanımlayarak onu koruyucu siperden yoksun
bıraktı ve, 19. ve 20. yüzyılın deneyiminin kanıtladığı gibi, insanı,
yeterli savunması' olmaksızın, kendi kalesi içinde hazırlanan saldırılara
maruz bıraktı. Bu hümanizm, insanlığın gitgide güçsüzleşen kesimlerinin,
keyfi olarak çizilen sınırların dışına atılmasını mümkün kılmıştır; insanın
saygıdeğerlili-ğinin yaratılışın efendisi ve tanrısı olmasından değil,
öncelikle canlı varlık olmasından kaynaklandığı unutulmuş olduğu için,
insanlığın bir kısmına gösterilen saygı bu kesimlere o kadar kolay
gösterilemeyebilmektedir. İnsanın ilk önce canlı varlık olarak saygıdeğer
olduğunun kabul edilmesi, insanı bütün canlı varlıklara karşı saygı
göstermeye zorlayacaktır. Bu bakımdan Budist Uzak Asya bu temel ilkelerin
emanetçisidir ve bütün insanlığın onları örnek almasını ya da örnek almayı
öğrenmesini diliyoruz.
Nihayet, etnologun tereddüt etmesi için son bir neden daha vardır; bu
tereddütü kuşkusuz ırkçı önyargılara karşı mücadeleye ilişkin değildir
-çünkü etnologun bilimi bu mücadeleye şimdiden güçlü katkılarda bulunmuştur,
bunu sürdürmektedir ve sürdürecektir- ama insanlar arasında bilginin
yayılmasının ve iletişimin gelişmesinin insanları farklılıklarını kabul
ederek ve bunlara saygı göstererek uyum içinde yaşatmayı bir gün
başaracağına, sık sık teşvik edildiği üzere, inanmak konusunda tereddütü
vardır. Bu yazı boyunca, bugüne kadar coğrafi uzaklık ve dilsel ve kültürel
engellerle ayrılmış olan toplulukların tedrici kaynaşmasının, birbirlerinden
kalıcı biçimde ayrılmış küçük gruplar halinde yaşarken her biri hem
biyolojik planda hem kültürel planda farklı biçimlerde evrimlenen insanlara
yüzbinlerce yıldan bu yana ait olmuş bir dünyanın sonunu belirlediğinin
altını defalarca çizdim. Gelişen sanayi uygarlığının neden olduğu altüst
oluşlar, ulaşım ve iletişim araçlarının artan hızı bu engelleri yıktı. Aynı
zamanda, yeni genetik bileşimlerin ve kültürel deneyimlerin hazırlanması ve
denenmesi konusunda bu engellerin sunduğu imkânlar da kurudu. Oysa, acil
pratik gerekliliğine ve kendine yüklediği yüksek ahlaki hedeflere rağmen,
ayrımcılığın bütün biçimlerine karşı mücadelenin, insanlığı bir dünya
uygarlığına, bir daha böylelerini yaratabileceğimizden giderek daha az emin
olduğumuzu hissettiğimiz için özenle kütüphanelerde ve müzelerde
topladığımız ve hayata değer kazandıran estetik ve manevi değerleri yaratmış
olma onurunu elinde bulunduran eski bölgesel özellikleri yok eden bir
uygarlığa götüren aynı hareketin bir parçası olduğunu gizlemek mümkün
değildir.
[Kuşkusuz, kendimizi, bir gün insanlar arasında, çeşitlilikleri tehlikeye
atılmadan eşitlik ve kardeşliğin hüküm süreceği hayaliyle oyalıyoruz. Ama
insanlık geçmişte yaratabildiği değerlerin kısır tüketicisi haline gelip
sadece soysuz eserler, kaba ve çocuksu buluşlar meydana getirmeye rıza
göstermezse, bütün hakiki yaratıların diğer değerlerin çağrısı karşısında,
onların reddi, hatta inkârına kadar gidebilecek belirli bir sağırlık
içerdiğini yeniden öğrenmesi gerekecektir. Çünkü, hem ötekinin hazzı içinde
erimek, onunla özdeşleşmek, hem de ondan farklı kalabilmek mümkün değildir.
Başkasıyla olan bütünlüklü iletişim tam anlamıyla başarıldığında, kısa ya da
uzun vadede, onun ve benim yaratılarımızın özgünlüğünü zedeler.
Birbirlerinden uzak partnerlerin birbirlerini teşvik edebilmeleri için
yeterli iletişimin olduğu; bununla birlikte, tıpkı gruplar gibi bireyler
arasında da çıkması kaçınılmaz olan engellerin azalacağı, öyle ki
alışverişin kolaylığı yüzünden çeşitliliğin bozulup eşitleneceği yoğunluk ve
hızda bir iletişimin olmadığı dönemler, en yaratıcı dönemler olmuştur.
Demek ki insanlık, etnologun ve biyoloji bilgininin aynı biçimde ölçtükleri
çifte bir tehlikenin tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu bilim adamları,
kültürel evrimle organik evrimin birbirine bağlı olduğuna inanarak, geçmişe
dönüşün imkânsız olduğunu kuşkusuz bilirler, ama insanların bugün tutmuş
oldukları yolun, etnik farklılıklara bahane olarak bile kullanılmayacağı,
yarın inşa edilme tehlikesi taşıyan şiddetli bir hoşgörüsüzlük rejimi için
gerilimler biriktirdiğini ve ırkçı nefretlerin böyle bir rejimin ancak çok
eksik bir görüntüsünü sunduğunu da bilmektedirler. Günümüzün ve daha korkunç
olan yakın geleceğin bu tehlikelerine karşı koyabilmemiz için bunların
nedenlerinin sadece cahilliğe ve önyargılara bağlı olan nedenlerden çok daha
derinlerde olduğuna inanmamız gerekir: Umutlarımızı, ancak tarihin akışmdaki
bir değişime bağlayabiliriz - bu, düşüncelerin gelişimindeki ilerlemeden
daha güç olsa bile.