Immanuel Kant
1724-1804 yılları arasında yaşamış
olan ünlü Alman filozofu. Temel eserleri: Kritik der Reinen Vernunft
(Saf Aklın Eleştirisi), Kritik der Pratischen Vernunft (Pratik Aklın
Eleştirisi) ve Kritik der Urteilkraft (Yargı Gücünün Eleştirisi).
Temeller: Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak epistemolojiyi
ön plana çıkartmış olan Kant, öncelikle Hume'dan etkilenmiştir. Kendi
deyişiyle Hume onu dogmatik uykusundan uyandıran, spekülatif felsefe
alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur. Öte
yandan, o Descartes'in akılcılığının da birtakım olumlu yönler
içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş
tarzı karşısında adeta büyülenmiştir. Kant, bundan başka asıl, on
yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda göz kamaştırıcı gelişmeler kaydeden
bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir. Kant'ın gözünde bilim,
öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir
kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir.
Bir bilim adamı, Kant'a göre, bir yandan kendisinden önceki bilim
adamlarının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bir bilim adamı kabul
ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman,
deneysel yöntemler kullanır. Bilim yansızdır ve nesneldir.
Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern
fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant'a göre,
rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir. Başka bir deyişle,
fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da, empirizmin ulaştığı
sonuçları da yanlışlayarak gelişimini sürdürmektedir. Buna göre,
kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan
rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin
kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine
bağlamakla yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak apriori
sonuçlara ulaşır. Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizatihi
kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından
kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır.
Kant'a göre, İngiliz filozofu Hume'un empirizmi, belirli bir nedenden
daima aynı sonucun çıkacağını hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimizi
savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı
benimsemiştir. Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi
hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Kant bu bağlamda,
kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, empirizm tarafından da
açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini
temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, insan zihninin
nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür.
Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi
temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak
olduğuna inanmıştır. Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir,
çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele
içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşısında mutlak bir zafer
kazanma yoluna girmiştir. Bu zafer, Kant'a göre, bilimin bakış açısından
iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlak ve dinin bakış açısından tam bir
felakettir.
Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku
yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançların, din ve
ahlakın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin
zaferi, insanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir.
Kant, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlakı temellendirmek durumunda
kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme
durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem
Descartes'in rasyonalizminden ve hem de Hume'un empirizminden önemli
gördüğü öğeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye
bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi
temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak
Hıristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir.
Immanuel Kant ve Onun Bilgi Görüşleri
Düşüncesinde rasyonalist felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini
yapan Immanuel Kant, bilgide hem deneyimin ve hem de aklın katkısının
kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. O, ilk olarak en basit bir deneyimin,
duyu izlenimlerinin bile apriori bir öğeyi, deneyden türemeyen, fakat
deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öğeyi içerdiğini göstermiştir. Söz
konusu apriori öğelere karşılık gelen zaman ve mekana, deneyin
transendental koşulları adını veren Kant, böylelikle Hume'un
matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne
karşı, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik
doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabilmiştir.
Başka bir deyişle, zihnin bilgideki temel, ayırıcı faaliyetini
deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve
bu malzemeyi birleştirip, ona bir birlik kazan9dırmak olarak tanımlayan
Kant'a göre, zihin söz konusu sentezi, her şeyden önce, çeşitli
tecrübelerimizi sezginin belirli kalıpları içine yerleştirerek
gerçekleştirir. Sezginin söz konusu kalıpları ise zaman ve mekandır.
Buna göre, biz şeyleri zorunlulukla zaman ve mekan içinde olan şeyler
olarak algılarız. Bununla birlikte, zaman ve mekan duyu-deneyinden
türetilmiş ideler, izlenimler ya da kavramlar değildirler. Zaman ve
mekanla, Kant'a göre, doğrudan ve aracısız olarak sezgide karşılaşılır.
Bunlar sezginin apriori, yani her türlü deneyimden önce gelen ve her tür
deneyin onsuz olunamaz koşulları olan kalıplarıdırlar. Yani, bunlar
duyu-deneyindeki nesneleri her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta
olduğumuz gözlüklerdir. O zaman ve mekanla ilgili bu öğretisine
transendental estetik adını verdikten sonra, transendental analitiğe,
kategoriler öğretisine geçmiş ve tıpkı, duyarlık ya da deneyimin apriori
algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araştırma ve bilginin de
bağıntı, töz ve nedensellik türünden apriori ilkeleri içerdiğini
göstermiştir.
En sıradan düşüncede bile, sistematik olmayan bir tarzda varolan bu
kategoriler, matematiksel-mekanik bir doğa biliminin temel öğeleri
olarak ortaya çıkar ve rasyonel bir doğa kavrayışını mümkün hale
getirir. Başka bir deyişle, düşüncenin ya da insan zihninin
duyu-deneyinden gelen malzemeye bir birlik kazandırması veya söz konusu
malzemeyi bir sentezden geçirmesiyle ilgili olan belirli kategorilerin
bulunduğunu ifade eden Kant'a göre, zihin söz konusu sentez ya da
birleştirme faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle
gerçekleştirir, öyle ki bu yargılar bizim dünyaya ilişkin yorumumuzun
temel bileşenlerini meydana getirir. Deneyimde söz konusu olan çokluk,
Kant'a göre, bizim tarafımızdan nicelik, nitelik, bağıntı, töz gibi
belirli değişmez formlar ya da kavramlar aracılığıyla değerlendirilir ya
da yargılanır. Örneğin, nicelikle ilgili bir yargı söz konusu olduğunda,
zihnimizde bir ya da çok olan vardır. Nitelikle ilgili bir yargı öne
sürdüğümüz zaman, ya olumlu ya da olumsuz bir önerme ortaya koyarız.
Bağıntıyla ilgili bir yargıda bulunduğumuz zaman ise, ya neden ile
sonucu ya da özne ile yüklem bağıntısını düşünürüz.
Bütün bu düşünme tarzları, Kant'a göre, zihnin duyu-deneyinden gelen
malzemeyi birleştirme, bu malzemeyi sentezden geçirme ya da söz konusu
malzemeye bir birlik kazandırma faaliyetinin temel bileşenleridir. Ve
biz bu sentez faaliyetiyle de duyu izlenimlerinin çokluğundan, yani
sonsuz sayıdaki darmadağınık izlenimden, tek bir tutarlı dünya resmi
elde ederiz.
Kant'a göre, duyu deneyinin kapsamı içine giren her nesne, bu
kategorilerden birine ya da diğerine uymak durumundadır. Zira anlama
yetisi, insan zihni bu kategorilere uymayan bir şeyi hiçbir şekilde konu
alamaz, alsa bile anlayamaz. Görünüşlerin, fenomenlerin bir şekilde
anlaşılabilmeleri için, onlara anlama yetisinin kategorileri
aracılığıyla bir yapı kazandırılması gerekmektedir. Anlama yetisinin
kategorilerine uymayan bir şey insan zihni tarafından bilinemez. Kant'a
göre, duyu- deneyimiz belirli bir yapı ve bir birlik sergilemektedir.
İşte duyu-deneyinin sergilediği bu yapı ve birlik, ancak ve ancak
görünüşleri kendi kategorilerine göre düzenleyen anlama yetisinin
faaliyetiyle açıklanabilir.
Bununla birlikte, kategoriler düşüncenin ya da bilginin öznel koşulları
olduklarından, burada bunların nasıl olup da nesnel bir geçerliliğe
sahip olabildiği, yani nesnelere ilişkin bilgimizi mümkün kılan
koşulları sağlayabildikleri sorusu ortaya çıkar. Kant'a göre, apriori
kavramlar olarak kategorilerin nesnel geçerliliği, insanın nesnelere
ilişkin duyu-deneyinin yalnızca bu kategoriler sayesinde mümkün
olabilmesi olgusuna dayanır. Duyu-deneyinin bir nesnesi, yalnızca bu
kategorilerle düşünülebilir. Bir nesneyle ilgili bir düşünce, onunla
ilgili tüm yargılar ve dolayısıyla ona ilişkin bilgi, yalnızca
kategorilerin sağladığı kavramsal çerçeve içinde olanaklıdır.
İnsan zihninin yalnızca, kategorileri aracılığıyla kendilerine bir yapı
kazandırdığı fenomenleri bilebileceğini, bunun ötesine giderek şeylerin
bizatihi kendilerini bilemeyeceğini, duyu deneyindeki nesnelerin insan
zihninin işleyişine uyduğu için bilinebildiklerini söyleyen ve tüm
empirik yasaları insan zihninin yasalarına indirgeyen Kant'ın bu bilgi
anlayışının en önemli sonuçları, mutlak bir determinizm, bilginin
sınırlılığı ve metafiziğin imkansızlığıyla ilgili sonuçlardır. Bilgimiz
iki bakımdan sınırlıdır. Bilgi, her şeyden önce duyu-deneyinin
dünyasıyla sınırlanmıştır. Bilgimiz ikinci olarak, algılama ve düşünme
yetilerimizin deneyimin ham malzemesini işleme ve düzenleme tarzlarıyla
sınırlanmıştır. Kant elbette ki, bize görünen dünyanın nihai ve en
yüksek gerçeklik olmadığından kuşku duymaz. Nitekim, o fenomenal
gerçeklikle, yani duyusal olmayan ve akılla anlaşılabilir olan dünya
arasında bir ayrım yapmıştır. Bir şey algılanmadığı zaman nedir? Şeyin
bizatihi kendisi ne anlama gelir?
Immanuel Kant ve Onun Metafiziği
biz algılamadığımız şeyleri elbette ki bilemeyiz. Bizim bildiğimiz
şeyler numenler, şeylerin kendileri değil de, fenomenlerdir, şeylerin
görünüşleridir. Bizim bildiğimiz nesneler duyular aracılığıyla algılanan
nesnelerdir. Biz buna ek olarak, duyusal dünyanın bizim zihnimiz
tarafından yaratılmadığını biliyoruz. Zihin, bu dünyayı yaratmak yerine,
şeylerin kendilerinden türetilmiş olan ideleri ona yüklemektedir. Bu,
bizden bağımsız olarak var olan, ancak bizim kendisini yalnızca bize
göründüğü ve bizim tarafımızdan düzenlendiği şekliyle bilebildiğimiz bir
dış gerçekliğin varolduğu anlamına gelir. Böyle bir gerçeklik bizim
bilgimizi arttırmaz, fakat bize bilgimizin sınırlarını gösterir.
Immanuel Kant bu öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu
göstererek, Newton fiziğini temellendirir, fakat varlığın genel
ilkeleri, Tanrı'nın var oluşu, ruhu ölümsüzlüğü gibi konuları ele alan
geleneksel metafiziği olanaksız hale getirir. Çünkü, metafizik alanında,
ruh, Tanrı, evren kavramlarını düşündüğümüz zaman, burada duyu-deneyi
tarafından sağlanan malzeme bulunmaz. Bilginin iki temel öğesinden biri
olan deney, tecrübe öğesi metafizik alanında söz konusu olmadığı için,
akıl burada antinomilere düşer. Öyleyse, metafizik alanında bilimsel
bilgi olanaklı değildir.
Ahlakı: Bununla birlikte, Kant görünüş-gerçeklik ya da fenomen-numen
ayırımını insan varlığına uygulayarak, ahlak imkanını kurtarır. Zira,
ona göre, insanın bir fenomen, bir de numen tarafı vardır. Yani, insanın
biri duyusal, diğeri akılla anlaşılabilir olan iki farklı boyutu vardır.
Duyusal yönüyle ele alındığında, insan doğadaki mekanizmanın bir
parçasıdır. Başka bir deyişle, insan fiziki eğilimleriyle, içgüdüleriyle
fenomenler dünyasının bir öğesidir.
Buna karşın, insan kendisini hayvandan ayıran aklıyla, fenomenler
dünyasının üstüne yükselir, aklı sayesinde, nedenselliğin, doğal
zorunluluğun hüküm sürdüğü dünyanın ötesine geçip özgür olur. Başka bir
deyişle, metafiziğin ancak pratik akıl alanında, ahlaki iradenin kesin
kanaatleriyle mümkün olabileceğini savunan ve deneyimdeki apriori öğeyi
çıkarsama yöntemini, ahlak alanında ahlaki yargılara da uygulayan Kant,
önce ahlaki yargıları psikolojik bir açıdan değerlendirmiş ve sonra
kategorik buyrukla, yani formel olarak koşulsuz olma özelliğiyle, ahlak
alanında apriori öğeyi yakalamıştır.
Ona göre, kategorik buyruğun, yani insandan insan olduğu için belli
şeyleri yapması isteyen ahlak yasasının, iyi iradenin tanınması, insanın
yüceliğini, gerçek kişiliğini ve insan varlıklarını kişiler olarak
birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur. Pratik ve ahlaki temeller
üzerinde gelişen bir metafizik öne süren Kant'ın felsefesinde, bu ikinci
alan, teorik aklın zorunlulukla belirlenen duyusal dünyasından sonra,
pratik aklın özgürlükle belirlenen akılla anlaşılabilir dünyası olarak
ortaya çıkar. Akılla anlaşılabilir özgürlük dünyasının fiziki ve doğal
dünyayla olan ilişkisinin ne olduğu sorusu ise, Kant'ı her iki dünyayı
da uyumlu kılan bir tanrısal düzen postülasıyla, ölümsüzlük postülasına
götürür ki, bu postülalar da ifadesini Tanrı düşüncesinde bulmaktadır.