Kendimi kuşkucu olarak nitelendirirken kastettiğim şey, savları
değerlendirmede bilimsel bir yaklaşım izlediğimdir. Bilim kuşkuculuktur ve
bilimciler doğal olarak kuşkucudur. Bilimciler kuşkucu olmak zorundadır,
çünkü çoğu savın yanlış olduğu zamanla ortaya çıkar. Oldukça büyük saman
yığınından birkaç buğday tanesini ayıklayıp çıkarmak, kapsamlı gözlemi,
titiz deneyi ve en sağlam sonuca dönük ihtiyatlı çıkarsamayı gerektirir.
Bilimi bu kadar güçlü kılan şey dünyaya, gerçek ve bilinebilir bir dünyaya ilişkin sorulara cevap bulmak için iyi tanımlanmış bir yöntemin bulunmasıdır. Felsefe ve teoloji mantığa, akla ve düşünce deneylerine dayanırken, bilim ampirizme, bulguya ve gözlem üzerine kurulu deneylere başvurur, inanca bağlı gerçekçilik tuzağından kaçınmak için elimizde olan tek umut budur.
Bilim ve Sıfır Hipotezi
Bilim, sıfır hipotezinden yola çıkar. İstatistikçilerin(farklı veri dizilerini karşılaştırmayla ilişkili) çok özgül bir anlam verdiği bu terimi daha genel anlamda kullanmaktayım: Üzerinde durulan hipotez, aksi kanıtlanıncaya kadar doğru ya da geçersiz değildir. Bir sıfır hipotezi X’in Y’ye yol açmadığını belirtir. Eğer X’in Y’ye yol açtığını düşünüyorsanız, sıfır hipotezini reddetmek için inandırıcı deneysel veriler sunarak bunu kanıtlama yükümü size düşer.
Sıfır hipotezini reddetmek için gerekli istatistiksel kanıt standartları sağlamdır. İdeal bir yaklaşımla, kontrollü bir deneyde öngörülen durumun belki gerçek olduğu yolundaki geçici onayımızı vermeden önce, sonuçların şans eseri olmadığına en az yüzde 95 ila 99 oranında emin olmak isteriz. ABD İlaç ve Gıda İdaresinin (FDA) kapsamlı klinik denemelerden sonra yeni bir ilacı onaylamasına ilişkin haberlerden dolayı, herkes bu süreci zaten bilir. Söz konusu denemeler X ilacının (sözgelimi bir statin ilacı) Y hastalığını (sözgelimi kolesterole bağlı kalp hastalığı) azalttığı savını test etmeye yönelik incelikli yöntemlere dayanır. Sıfır hipotezi statinlerin kolesterolü düşürerek kalp hastalığını azaltmadığım belirtir. Sıfır hipotezini reddetmek, ilacı alan deney grubu ile ilacı almayan kontrol grubu arasında kalp hastalığı oranı bakımından istatistiksel bakımdan anlamlı bir farklılık bulunduğu anlamına gelir.
Bu istatistiksel anlamlılık yönteminin sıfır hipoteziyle ilişkili olarak nasıl işlediğinin görece basit bir örneği şu soruya cevap vermede görülebilir: Bir medyum sırf duyu ötesi algıları kullanarak, bir iskambil destesindeki kağıdın kırmızı mı, yoksa siyah mı olduğunu anlayabilir mi? Medyumlar genelde bunu yapabildiklerini ileri sürerler; ama tecrübelerime bakılırsa, insanların yapabildiklerini söyledikleri şey ile gerçekten yapabildikleri şey aynı değildir. Bu savı nasıl test edebiliriz? Kağıtları teker teker açıp bir masaya koymadan önce, medyumdan her kağıdın kırmızı mı, yoksa siyah mı olduğunu belirtmesini istersek, kağıt rengi belirlemelerinin şans eseri olmadığı sonucuna varmamız için, medyumun kaç isabete varması gerekir? Bu senaryoda sıfır hipotezi, medyumun tesadüfi isabetten daha iyi sonuç alamayacağıdır. Dolayısıyla sıfır hipotezini reddetmek için, her turda gerekli isabet sayısı için bir rakam saptamamız gerekir. Tesadüfe dayalı bir sonuçta, medyumun yarı yarıya isabetli olmasını bekleriz. Yarısı kırmızı, yarısı siyah 52 kağıttan oluşan bir destede, rastlantısal tahmin ya da yazı turayla karar, ortalama 26 doğru isabet verir.
Hiç kuşkusuz, eğlence için yazı tura atan herkesin bildiği üzere, 10 atış her zaman mutlaka 5 tura ve 5 yazı vermez. Hepsi de tesadüf aralığı içinde kalan düzensiz diziler ve simetriden sapmalar söz konusu olabilir: 6 tura ve 4 yazı ya da 3 tura ve 7 yazı gibi. Rulet masasında kumar oynayan herkesin bildiği üzere, bazen kırmızı siyahtan daha fazla gelir ya da tersi olur; bunlar şansa ve rastlantıya aykırı düşmez. Aslında, bahis şemalarımızda böyle asimetrik düzensiz dizilere bel bağlarız ve olasılıklar diğer tarafa savrulmadan önce, lehimizdeki şanstan geçici bir sapma üzerine masadan kalkmaya yetecek kadar disiplinli olmayı umarız.
Dolayısıyla medyumumuzu kısa bir kağıt tahmini dizisinde test etmekle yetinemeyiz; çünkü şans eseri bir dizi isabette bulunması beklenebilir. Çok sayıda denemeye girişmemiz gerekir; bu durumda bazı turlar şansın biraz aşağısında (sözgelimi 22, 23, 24 ya da 25 isabet) ve diğer turlar ise şansın biraz yukarısında (sözgelimi 27, 28, 29 ya da 30 isabet) sonuç verebilir. Değişkenlik daha büyük olsa bile, sonuç şanstan başka bir şeye bağlı değildir. Bize gerekli olan şey, sıfır hipotezi güvenle reddedebileceğimiz sayıdır. Bu örnekte sayı 35’tir. Sıfır hipotezi yüzde 99 güvenilirlik düzeyiyle reddetmemiz için, medyumun 52 kağıtlı bir destede 35 isabet tutturması gerekir. Burada söz konusu sayının türetildiği istatistiksel yöntem üzerinde durmamıza gerek yoktur. 1 Asıl önemli nokta şudur: Her ne kadar 52’de 35 varılması zor bir oran gibi görünmezse de, sırf şansın bunu sağlaması olağandışı olduğunda, şans dışında bir şeyin devreye girdiğini (“yüzde 99 güvenilirlik düzeyiyle”) rahatça belirtebiliriz.
.Bu ne olabilir? Duyu ötesi algılar olabilir; ama başka bir şey de olabilir. Belki kontrol yöntemlerimiz yeterince sıkı değildir. Belki medyum kırmızı/siyah bilgisini farkında olmadığımız normal (normal ötesi olmayan) bir yoldan (sözgelimi kağıt yüzünün masa yüzeyine yansıması) alıyordun Büyük olasılıkla medyum nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde bizi kandırıyordun James Randi’nin tam bir desteyle bu deneyi yaparak, bütün kırmızıları ve bütün siyahları iki kümede firesiz topladığını görmüş olan biriyim. Sihirbaz Lennart Green gözleri bağlı haldeyken bir iskambil destesini karıştırır, sanki sakarmış gibi birkaçını düşürür, bunları beceriksizce toplayıp tekrar desteye katar, ardından kazanan dört poker elini dağıtır ya da tam bir takımı sıralı olarak masaya açar.2 Ama Randi ve Green sihirbazdır ve bunlar sihir numaralarıdır. Bu işin nasıl yapıldığını bilmemem, gerçek (normalötesi) sihir olduğunu göstermez. Çoğu bilimcinin böyle sihir numaralarını bilmemesi, medyumları test ederken kontroller bakımından daha tetikte olmamızı, hatta belki araştırma ekibimize bir sihirbazı katmamızı gerektirir. Kişisel bönlüğe dayalı sav“açıklayamadığıma göre, doğru olmalı” kanısı bilimde geçerli değildir.
Bütün gerekli kontroller sağlandığında bile, kesinlik yine bilimin avucundan kaçar. Bilimsel yöntem doğru ve yanlış kalıpları ayırt etmek, gerçeklik ile hayal arasında ayrım yapmak ve zırvaları belirlemek için şimdiye kadar geliştirilmiş en iyi araçtır; ama yanılıyor olabileceğimizi hep akılda tutmamız gerekir. Sıfır hipotezini reddetmek doğruluğun teminatı değildir; sıfır hipotezini reddetmeyi başaramamak da o savı yanlış kılmaz. Açık görüşlü olmalıyız, ama beynimizi şirazeden çıkaracak bir açıklık olmamalı bu. Geçici doğrular elimizden gelen en iyi sonuçtur.
Bilim ve Kanıtlama Yükümü
Sıfır hipotezi aynı zamanda kanıtlama yükümünün olumlu bir savda bulunan kişiye düştüğü anlamına gelir; bir savdan kuşku duyanlar onu çürütmek zorunda değildir. Bir keresinde Larry King’in (sürekli gündeme getirmekten hoşlandığı) UFO’larla ilgili bir programa katılmıştım; benimle birlikte bir masa dolusu UFOlog vardı. (Böyle konuların işlendiği televizyon şovlarında kuşkucuların inançlılara oranının bire beş olması galiba normal sayılıyor.) Larry’nin biz kuşkuculara yönelttiği sorular genelde bilimin bu temel ilkesini gözden kaçırır. (“Dr. Shermer, Bay X’in Arizona’da sabahın üçünde UFO görmesine getirdiğiniz bir açıklama var mı?” Bir açıklamamın olmaması, aracın dünya dışı olduğu varsayımım getirir.) Kuşkucuların UFO’ları çürütme gibi bir kanıtlama yükümü yoktur; uzaylı aracını kanıtlama yükümü UFO savını ortaya atanlara düşer.
Uzaylıların dünyayı ziyaret etmediği yolundaki sıfır hipotezini reddetme yönünde istatistiksel olasılığı verecek kontrollü bir deney yürütmemizin mümkün olmamasına karşın, böyle bir ziyareti kanıtlamak basittir: Bize bir uzaylı aracını ya da bir dünya dışı yaratığı gösterin. O zamana kadar aramayı sürdürün ve elinize bir şey geçtiğinde yanımıza gelin. UFOloglar için üzücü olsa bile, bilimciler bulanık fotoğraf, pürüzlü video ve gökyüzünde görülen garip ışığa dair anlatı gibi bulguları uzaylı ziyaretinin kesin kanıtı olarak kabul edemez. Fotoğraflar ve videolar çoğu kez yanlış algılanır ve üzerlerinde kolayca oynanabilir. Gökyüzündeki ışıkların birçok sıradan açıklaması vardır: Havadaki parlamalar, ışıklı balonlar, deney uçakları, helikopterler, bulutlar, bataklık gazı ve hatta Venüs gezegeni. Kent ışıklarından uzak engebeli bir karayolunda araba sürdüğünüzde, bunlar gerçekten arabanızı izleyen parlak bir ışık gibi görünür. Redaksiyondan geçmiş (karartılmış) paragrafların yer aldığı resmi belgeler de uzaylılarla temasın bulguları sayılamaz; çünkü devletlerin askeri savunmayla ve ulusal güvenlikle ilgili bir sürü sebepten dolayı bazı bilgileri gizli tuttuklarını biliyoruz. Evet, devletler vatandaşlarına yalan söylerler, ama X konusunda yalan söylemek Y’nin doğru olduğunu göstermez. Yeryüzü sırları uzaylı gizlemeye denk düşmez.
Sonuç olarak, bu nitelikteki savların birçoğu negatif bulguya dayanır. Yani, bilim X’i açıklayamadığına göre, sizin X’e ilişkin açıklamanız mutlaka doğrudur. Öyle değil. Bilimde bir sürü gizem yeni bulgular ortaya çıkana kadar açıklanamaz halde kalır ve sorunlar çoğu kez ileride çözülmek üzere bir tarafa bırakılır. 1990’ların başlarında evrenin kendisinden daha yaşlı yıldızlar varmış gibi görünmesiyle kozmolojide karşılaşılan bir gizemi hatırlıyorum; bir kızın annesinden daha yaşlı olması gibi bir durum yani! Mevcut kozmoloji modellerinde köklü bir yanlışı açığa çıkaracak sıcak bir haberi yayın hayatının başındaki Skeptic dergisinde yazı konusu yapabileceğimi düşünerek, önce Caltech kozmologlarından Kip Thorne’un ağzını yokladım. Thorne beni tutarsızlığın tamamen evrenin yaşma ilişkin mevcut tahminlerdeki bir sorundan kaynaklandığına ve daha fazla veriyle ve daha sağlam tarihleme teknikleriyle zaman içinde giderileceğine inandırdı. Bilimdeki birçok sorun gibi, o da sonunda öyle oldu. Bu arada “Bilmiyorum.”, “Emin değilim.” ve “Bekleyip görelim.” demekte bir sakınca yoktur.
Bilim ve Yakınlaştırma Yöntemi
Elbette bütün savlar laboratuvar deneylerine ve istatistiksel testlere konu olmaz. Tarihe ve çıkarsamaya dayalı birçok bilim dalında, verileri incelikle analiz etmek ve çok sayıda araştırmanın şaşmaz bir sonuca işaret eden bulgulan yakınlaştırmak gerekir. Detektifler bir cinayeti büyük olasılıkla kimin işlediğini ortaya çıkarmak için nasıl bulguları yakınlaştırma tekniğine başvurursa, bilimciler de belirli bir fenomen için en olası açıklamayı ortaya koymak üzere aynı yönteme başvurur. Kozmologlar evrenin tarihini kozmoloji, astronomi, astrofizik, spektroskopi, genel görelilik ve kuantum mekaniğinden elde edilmiş bulguları yakınlaştırma yoluyla kurgular. Jeologlar dünya tarihini jeoloji, jeofizik ve jeokimyadan elde edilmiş bulguları yakınlaştırma yoluyla kurgular. Arkeologlar bir uygarlığın tarihini polen taneleri, mutfak çöpleri, çömlek kırıkları, aletler, sanat eserleri, yazılı kaynaklar ve kazılardan çıkan başka nesneler gibi parçaları bir araya getirerek ortaya koyar. Çevre bilimcileri iklim tarihini çevre bilimleri, meteoroloji, buzulbilim, gezegen jeolojisi, jeofizik, kimya, biyoloji, ekoloji ve başka bilim dallarından yararlanarak belirler. Evrim biyologları canlıların tarihini jeoloji, paleontoloji, botanik, zooloji, biyocoğrafya, karşılaştırmalı anatomi ve fizyoloji, genetik vs. aracılığıyla ortaya çıkarıp açıklar.
Çıkarsamaya dayalı bu bilim dallarının deneysel laboratuvar bilimlerine özgü modele uymamasına karşın, hipotez testine başvurulabilir. Aslına bakılırsa, tarih esaslı böyle bilim dallarında çalışan uzmanlar, verilere ilişkin yorumlarına kesinlikle etkide bulunacak doğrulama eğilimi, sonradan bakış eğilimi ve başka birçok bilişsel eğilimden kaçınmak amacıyla hipotezleri test etmelidir. Frank Sulloway’ın tarih psikolojisi üzerine bilimsel makalesinin sonunda belirttiği gibi: “Zihin özümseyebileceğinden daha fazla bilgiyle karşı karşıya kaldığında, anlamlı (ve genellikle doğrulayıcı) kalıplar arar. Bu yüzden genelde beklentilerimizle uyuşmayan bulgulan asgariye indirme eğilimimiz, baskın dünya görüşünün kendisini doğruladığı bir sonuca yol açar.” Nitekim Sulloway’a göre, Charles Darwin pekala gelmiş geçmiş en büyük tarihçi sayılabilir; çünkü canlıların tarihine ilişkin hipotezlerini test etme zahmetine girmesi, Türlerin Kökenini ortaya çıkaran çalışmalarına temel oluşturdu. Kendi alanında çığır açan bu kitap, amatör doğa bilimcilerinin kibarca ortaya attığı fikirlerden uzaklaşmayla günümüzün sıkı bilim dalına ulaşmayı sağladı. Darwin yeni bilimini kendi yaşamının tarihine de uyguladı. Sulloway bunu şöyle açıklar: “Charles Darwin statükoyu doğrulama yönündeki bu insani tercihi anlamış olan biriydi. Otobiyografisinde teorileriyle çelişir gibi görünen bir olguyu çabucak unutmaya ne kadar eğilimli olduğunu belirtti. Dolayısıyla ileride göz ardı etmemek açısından böyle olgulara ilişkin bilgileri bir tarafa yazması bir ‘altın kural’ haline getirmişti. Tıpkı Darwin’in altın kurak gibi, hipotez testi de insan zihninin bilgileri işlemden geçirişindeki süreçler belli sınırlamaların üstesinden gelir.”
Bilim ve Karşılaştırma Yöntemi
Tarihe dayalı bir hipotez nasıl test edilir? Başvurulacak yollardan biri karşılaştırma yöntemidir. UÇLA coğrafya uzmanlarından Jared Diamond bu yöntemi ustalıkla kullandığı Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabında, son on üç bin yılda yerkürenin çeşitli uygarlıkları arasındaki gelişme hızı farklılıklarını açıklar. Sözgelimi, Amerika ve Avustralya Yerlileri Avrupa’da koloniler kuracağına, niçin Avrupalılar Amerika ve Avustralya’da koloniler kurdu? Diamond, ırklar arasındaki kalıtımsal beceri farklılıklarının, bazı toplulukların diğerleri kadar hızlı gelişmesini önlediği yolundaki hipoteze karşı çıkar. Bunun yerine Batı kültürlerini doğuran tarım, metalürji, yazı, gıda üretimi dışındaki uzmanlık alanları, yüksek nüfus, ordu, bürokrasi ve diğer unsurların gelişmesini tetikleyecek tahıllardan ve evcil hayvanlardan yararlanma olanağını esas alan bir biyocoğrafya teorisi önerir. Bu bitkiler ve hayvanlar, birbirine bağlı başka etkenler olmadan, uygarlığımızın sayılan ayırıcı özelliklerinden hiçbiri ortaya çıkamazdı.
Karşılaştırma yöntemini kullanan Diamond, Avustralya ve Avrupa’yı karşılaştırırken, Avustralya Yerlilerinin kanguruyu sabana koşmayı ya da yük hayvanı olarak kullanmayı başaramadığına, Avrupalıların ise bu amaçla öküzden ve attan yararlanabildiğine dikkat çeker. Ayrıca ıslah edilebilecek yerli yabani tahıllar sayıca azdı ve sadece yerkürenin belli bölgelerinde, ilk uygarlıkların ortaya çıkışına sahne olan bölgelerde vardı. Avrasya kıtasının doğu-batı yönelimli ekseni, ıslah edilen tahılların ve evcilleştirilen hayvanların yanı sıra bilgilerin ve fikirlerin yayılmasına elverişliydi. Böylece Avrupa evcilleştirme sürecinde çok daha erken yararlanma olanağını buldu. Buna karşılık, Amerika ve Afrika kıtaları ile Asya-Malezya-Avustralya koridorunun kuzey-güney yönelimli ekseni akışkan bir aktarıma elverişli değildi. Böylece biyocoğrafya özellikleriyle zaten tarıma pek uygun olmayan bölgeler, yayılma sürecinden bile yararlanamadı. Öte yandan, evcil hayvanlarla ve diğer halklarla sürekli etkileşimler sayesinde, Avrasyalılar sayısız hastalıklara karşı bağışıklık edindiler. Bu hastalıkların mikrop yoluyla Avustralya ve Amerika’ya tüfek ve çelikle birlikte taşınması, o zamana kadar görülmemiş ölçekte bir soykırıma yol açtı. Dahası, günümüzde Avustralya Yerlilerinin bir kuşaktan az bir sürede uçak sürmeyi, bilgisayarla çalışmayı ve Avustralya’nın Avrupalı sakinlerince yapılan her şeyi yapmayı öğrendiklerini görmekteyiz. Oysa Grönland’a gönderilen Avrupalı çiftçiler tutunamayıp yok olmuşlardı; bunun sebebi genlerinin bozulması değil, yaşadıkları ortamın değişmesiydi.
Böyle karşılaştırma yöntemleri tarihin doğal deneylerinin sonucudur. Diamond’ın 2010’da aynen bu adla çıkan kitabında sunduğu sayısız örnekten biri, Haiti ile Dominik Cumhuriyet arasında güncel bir karşılaştırmadır. Her iki ülke de aynı adadır; ama jeopolitik farklılıklardan dolayı biri yoksullukta boğulurken, diğeri gelişmektedir.5 Peki, bu nasıl oldu? Sınırların doğal deneyi denebilecek bu durumun bir benzeri Kore yarımadasında yaşandı. Yarımadanın kuzeyi ve güneyi arasına 1945’te çekilen sınırla diktatörlüğün ve yoksulluğun pençesine giren Kuzey Kore’nin 2008’deki yıllık GSYİH’si 13,34 milyar dolar, kişi başına geliri 555 dolar düzeyindeydi. Buna karşılık Güney Kore’de yıllık GSYİH 929,1 milyar dolara, kişi başına gelir 19.295 dolara ulaşmıştı. Yılda 19.295 dolar yerine 555 dolar kazanmanın yaşamınıza getireceği farklılığı düşündüğünüzde, karşılaştırma yönteminin gücünü sezebilirsiniz. Hispaniola adasını ayıran sınır çarpıcıdır: Bir tarafta arazi yeşil ve ormanlıkken, diğer tarafta kahverengi ve ağaçsızdır. Doğudan gelen yağmur yüklü hava cepheleri, taşıdıkları suyu adanın doğu kesimindeki Dominik Cumhuriyeti’ne boşaltırken, batı kesimi daha kurak ve tarımsal üretkenlik açısından daha az verimli topraklara mahkûm eder. Haiti tarafında bulunan sınırlı ağaçların kesilmesi toprak erozyonuna yol açmış, toprak verimliliğini düşürmüş, inşaat kerestesini ve yakacak odunu azaltmış, nehirlerdeki tortu yükünü arttırmış ve su havzalarındaki korumanın gerilemesi sonucunda hidroelektrik enerji üretimini aşağıya çekmiştir. Haiti açısından çevre bozulmasının olumsuz bir geribildirim döngüsüne girmesi bunların sonucudur.
Adanın iki tarafının siyasal tarihlerini karşılaştırmak, ikinci bir etkenler dizisinin devreye girdiğini gösterir. Kristof Kolomb’un kardeşi Bartholomeo 1496’da Hispaniola’yı İspanya adına sömürgeleştirirken, adanın doğu tarafındaki Ozama Nehri’nin ağzında Santo Domingo’yu başkent olarak kurdu. İki yüzyıl sonra Fransa ile İspanya arasındaki gerginliği sona erdiren Ryswick Antlaşması (1697) adanın batı yarısının Fransız egemenliğine girmesini getirdi ve aradaki sınır Aranjuez Antlaşmasıyla (1777) kalıcı olarak belirlendi. İspanyadan daha zengin olan ve köleliği ekonomisinin ayrılmaz bir parçası haline getiren Fransa, adanın batı kesimini köle ticaretinin bir merkezi haline getirdi. Orada nüfusun yüzde 85’i kölelerden oluşurken, İspanya yönetimindeki doğu kesimde kölelerin oranı ancak yüzde 10-15’ti. Çıplak rakamlara bakmak sarsıcıdır: Adanın batı tarafında yaklaşık 500 bin köle, doğu tarafında ise ancak 15 bin ila 30 bin köle vardı. Haiti bir süre Dominik Cumhuriyeti’nden daha zengin bir ülke olarak kaldı; ama köle ekonomisinin nüfus yoğunluğunu önemli ölçüde yükseltmesine Fransa’nın adadaki kereste kaynağına dönük açlığı eklenince, hızlı ormansızlaşma başladı ve ardından çevre felaketi geldi. Haitili kölelerin dünyada başka bir halkça konuşulmayan özgün bir Kreol dili geliştirmeleri, Haiti’yi refah getirici ekonomik ve kültürel alışverişten daha da kopardı.
Haiti ve Dominik’in bağımsızlığa kavuştuğu 19.yüzyılda karşılaştırmalı başka bir farklılık ortaya çıktı. Haitili kölelilerin sert isyanları üzerine Napolyon’un düzeni yeniden sağlamaya yönelik müdahalesi, Avrupalılara karşı derin bir güvensizlik duygusuna yol açtı. Haiti ticaret, yatırım, ihracat, ithalat, göç konusunda dışa açılmaktan kaçındı; böylece bu ve başka etkenlerden dolayı ekonomik gelişimden yararlanmadı. Buna karşılık, Dominik nispeten şiddetten uzak bir süreçte yıllarca öz yönetim ve İspanyol denetimi arasında gidip geldikten sonra, 1865’te İspanyolların çekilmesiyle bağımsızlığını kazandı. Bu dönem boyunca Dominikliler İspanyolca konuştular, ihracatı geliştirdiler, Avrupa ülkeleriyle ticari ilişkiler kurdular ve Avrupalı yatırımcıları ülkeye çektiler; Almanlar, İtalyanlar, Lübnanlılar ve Avusturyalılardan oluşan çok renkli bir göçmen topluluğu canlı bir ekonominin kurulmasına katkıda bulundu. Her iki ülke de 20. yüzyıl ortalarında kötü diktatörlerin pençesi altında ezildi. Rafael Trujillo’nun Dominik’teki iktidarı, kişisel zenginlik peşinde koşmasından dolayı hatırı sayılır bir ekonomik büyümeyi getirdi. Büyük bölümü onun elinde olan canlı bir ihracat sektörü ortaya çıktı; sırf onun kişisel kullanımı ve kereste şirketleri aracılığıyla vurgun yapması için, dışarıdan ormanları korumaya yardımcı olacak uzmanlar getirtildi. Haiti’nin diktatörü “Papa Doc” Francois Duvalier ise bunların hiçbirini yapmadı; aksine Haitilileri dünyanın geri kalan kesiminden daha da tecrit etti.
Tarihin doğal deneyleri çerçevesinde karşılaştırma yöntemini uygulamak, günümüzde toplumun doğal deneylerini karşılaştırırken, sosyologların ve iktisatçıların yaptığı şeyden pek farklı değildir. Kasıtlı olarak bir grup insanı yoksullaştırdıktan sonra, sağlık, eğitim ve suç işleme oranı bakımından geçirdikleri değişimi gözlemlemek mümkün değildir; ama etrafa göz gezdirerek iç kentlerde yoksul düşmüş kesimleri bulabilir, daha sonra çeşitli etkenleri ölçebilir ve diğer sosyoekonomik sınıflardaki etkenlerle karşılaştırabiliriz. Bu süreç, deneysel bilimlerde karşımıza çıkanlar kadar sıkı bir bilimsel metodolojidir. Çıkarsamaya ya da tarihe dayalı bir bilim dalı pozitif bulgu birikimiyle sağlam bir temele kavuştuğunda, test edilebilir bir bilim dalına dönüşür.
Bilim ve Pozitif Bulgu İlkesi
Paleontologlar ve evrim biyologları, evrime ilişkin hipotezleri test etmek üzere bulguları yakınlaştırma yöntemini ve karşılaştırma yöntemini rutin olarak kullandıkları için, evrim teorisini destekleyici pozitif bulgular biçiminde sonuçlar birikmektedir. Yaratılışçıların evrimi çürütmeleri için, bütün bu bağımsız bulgu dizilerini çözmeleri ve ayrıca onları evrim teorisinden daha iyi açıklayabilecek bir karşı teori kurmaları gerekir; ama bunun yerine sadece “Evrim biyologları X’e ilişkin bir doğal açıklama sunamadıklarına göre, X’e ilişkin bir doğaüstü açıklama doğru olmalıdır." biçiminde negatif bulguya başvururlar. Öyle olmaz. Pozitif bulgu ilkesi sadece karşı teoriler aleyhindeki negatif bulguları değil, kendi teoriniz lehindeki pozitif bulguları da ortaya koymanız gerektiğini belirtir.
Pozitif bulgu ilkesi bütün savlar için geçerlidir. Kuşkucular “Göster Bana Eyaleti” takma adına kaynaklık eden “inanmaz” tavırlarıyla Missouri insanlarına benzer. Savınız için pozitif bulgu gösterin bana. Bir Koca Ayak cesedi gösterin bana. Atlantis’ten kalan arkeolojik eserleri gösterin bana. Gözleri sıkıca bağlı katılımcıların önünde kelimeleri heceleyen bir ruh çağırma tahtası gösterin bana. II. Dünya Savaşı’nı ya da 9/11’i olup bittikten sonra değil, önce haber veren bir Nostradamus dörtlüğü gösterin bana. (Sonradan bakış eğiliminden dolayı, sözlere sonradan yakıştırılan anlamlar bilimde geçerli değildir.) Alternatif tıp ilaçlarının plasebolardan daha çok işe yaradığına dair bulguları gösterin bana. Bana bir uzaylı gösterin ya da beni bir ana gemiye götürün. Bana Akıllı Tasarımcıyı gösterin. Bana Tanrı’yı gösterin. Gösterin, ben de inanayım.
Çoğu kimse (bilimciler de dahil) Tanrı sorusunu bütün bu savlardan ayrı alır. Bu konudaki belirli bir sav —ilke düzeyinde bile— bilim tarafından incelenemediği sürece, böyle bir tutum yerindedir. Peki, bilimin inceleme alanına neler girebilir? Duanın iyileşmeye olumlu etkide bulunduğu türünden dinsel savların çoğu test edilebilir. Bu örnek için belirtmek gerekirse, şimdiye kadar kontrollü deneyler, dua edilen ve dua edilmeyen hastalar arasında bir farklılık ortaya koymamıştır. Beni inanmak zorunda bırakacak şey, kesilmiş bir uzvun yerine yeni bir tanesinin çıkması gibi apaçık bir bulgudur. Amfibyumlar bunu yapabiliyor. Yeni bir bilim dalı olan onarıcı tıp bunu başarmanın eşiğinde görünüyor. Her şeye gücü yeten bir ilahi varlık kesinlikle aynısı yapabiliyor olmalıdır.
Bilim ve İnanç
Böylece inanca ilişkin anlatı yolculuğunun sonuna varmış bulunuyoruz; ama aslında beynin inançları nasıl ürettiğine ve birer doğru gibi pekiştirdiğine dönük yeni bir anlayışın daha başındayız. Çözdüğümüz birçok gizem ve cevap bulmaya çalıştığımız birçok soru içinde özellikle biri öne çıkıyor. Homo-rationalis: Verileri soğukkanlı, mantığa sıkıca bağlı ve rasyonel yaklaşımla analiz ederek bütün kararları titizlikle tartan insan tür soyca tükenmesi bir yana, muhtemelen hiç var olmamış bir canlıdır. Bay Spock bilimkurgu kahramanıdır. Bu da iyi bir şeydir; çünkü beyinlerinin duygusal şebekeleri özellikle limbik sistemleri hasara uğramış insanlar hayattaki en sıradan tercihlere sözgelimi satın alınacak diş macununa ilişkin en basit kararlara bile varmayı olanaksız bulurlar. Ortada birçok marka, boy, kalite ve fiyatta diş macunu varken, tek başına akla göre hareket etmek mağazanın içinde kararsızlıktan donmuş halde dikilmek durumunda bırakır. Analiz felci. Hayattaki mühim kararlar şöyle dursun, sırf günü kurtarmak için bile çoğu kez ötesinde bir duygusal inanç sıçrayışına gerek vardır.
Sonuçta, hepimiz dünyayı anlamaya çalışıyoruz ve doğa bizi iki tarafı keskin bir bıçakla donatmış bulunuyor. Bir yandan, beynimiz evrendeki en karmaşık ve en gelişkin bilgi işleme makinesidir; sadece evrenin kendisini değil, anlama sürecini de anlayabilecek güçtedir. Öte yandan, bizzat evrene ve kendimize dair inançlara varma sürecinde, kendini kandırmaya ve yanılmaya, doğanın kandırmacalarından sakınmaya çakşırken bile kendimizi ahmak durumuna düşürmeye diğer canlılardan daha fazla yatkınız.
Son sözüm şu: inanmak istiyorum ve bilmek de istiyorum. Gerçek orada bir yerde duruyor ve bulunması zor olsa bile, bilim onu ortaya çıkarmak için elimizdeki en iyi araçtır.