Kapitalizm
Kapitalistler, servetlerini toprakla ya da kölelerle değil parayla ölçerler.
Para servetin üretime yönelmesi, insanlık için binlerce yıl önceki tarım
devrimi kadar önemli bir dönem olan sanayi devriminde gerçekleşti.
Kapitalizm de, feodalizm veya kölelik gibi bir sömürü sistemidir. Onun ayırt
edici özelliği, sistemlerinin doğası gereği, kapitalistlerin, artı-değeri
tüketmekten ziyade büyük bölümünü tekrar üretime geri yatırmak zorunda
olmalarıdır.
Kapitalizm bu yüzden ilk dönemlerde görülmemiş bir dinamik kazanır. Feodal
lordların hiç bitmeyen savaşlar yoluyla yapmaya çalıştığı gibi, yalnızca
daha çok insanı sömürmek yerine, kapitalizm insanları daha çok sömürür, emek
üretkenliğini geliştirir.
Böyle yaparak bir bolluk toplumuna ve böylece de sömürenle sömürülen
arasındaki bölünmeyi tamamen ortadan kaldırmaya olanak sunar. Başka bir
deyişle, bizzat kapitalizmden daha yüksek aşamadaki bir topluma olanak
sunar.
Kapitalizm kendisini egemen kapitalist sınıfın elindeki üretim araçlarının
tekeline dayandırır. İnsanların büyük çoğunluğu, kapitalist sınıf tarafından
dayatılan koşullarda çalışmadıkça, yaşam araçlarından yoksun kalırlar.
Biçimsel olarak, ücretli işçiler yaptıkları işin karşılığını alıyormuş gibi
görünür. Gerçekte ise feodal serf ya da köleler kadar çok sömürülürler.
Kapitalizmde emek-gücü (işçinin çalışma kapasitesi) başka herhangi bir şey
gibi bir metadır, çünkü pazarda alınır ve satılır. Kendi sahibi, yani işçi
tarafından satılır ve paranın sahibi, yani kapitalist tarafından alınır.
Ancak emek-gücü bu bakımdan diğer metalardan farklıdır: değer yaratma eşsiz
özelliğine sahiptir. Kapitalistin işine yarayan da budur, bu nedenle
emek-gücünü satın alır (işçi çalıştırır).
Emek-gücü üretim içinde tüketildikçe (işçiler işe koşuldukça), kapitalistin
emek-gücü için ücret olarak ödediğinden daha fazla değer yaratılır.
Kapitalist kârın kaynağı budur.
Eğer emek-gücü kapitalistin satın alabilmesi için pazarda hazır ve nazır
bulunmak zorundaysa, onun üretilmesi gerekir. “Birey göz önünde
bulundurulduğunda” diye yazar Marx, “emek-gücünün üretimi, onun kendisini
yeniden üretmesinden ya da varlığını devam ettirmesinden ibarettir.” Marx
hemen arkasından bu devamlılığın “tarihsel ve manevi bir öğe de” içerdiğini
ekler; yani bir işçi ailesinin kendi varlığını devam ettirmesi ve
çocuklarını yeni bir ücretli işçi kuşağı olarak yetiştirmesi için
gerekenler, bu toplumdaki işçi sınıfı için kabul edilebilir olan ve mücadele
yoluyla tesis edilmiş yaşam standartlarına bağlı olacaktır.
Kapitalist sömürünün özü şudur: İşçilere emeklerinin karşılığı değil
emek-güçlerinin karşılığı –yani yaşamaları için gerekli olan miktar– ödenir.
Fark kapitalist tarafından alınır.
Böylece işçinin günlük çalışması “gerekli emek” ve “artı-emek” olarak ikiye
bölünür. İşçi “gerekli emeği”, günün, satıldığında ücret maliyetini
karşılayacak olan değerin üretildiği kısmında harcar. “Artı-emeği” ise
işgününün geri kalan kısmında, satıldığında kapitalist sınıfa giden kira,
faiz ve kârı karşılayacak olan değeri üretirken harcar.
Kapitalizm başlangıçta, işgününün sürekli uzatılmasını (işçilere genellikle
günlük ücret ödeniyordu, ancak çalışma saatleri çok uzundu) dayatarak sömürü
oranını arttırmaya uğraştı. Kapitalistler, şehirdeki ve kırdaki küçük
üretimin yok olmasıyla ve açlık çeken yoksul yığınların kentlere
sürüklenmesiyle yaratılan neredeyse bitmez tükenmez bir yedek emek ordusu
sayesinde bunu başarabildiler.
Bu, işçilerin patronlar tarafından dayatılan her türlü koşul altında
çalışmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Ancak kapitalist sistem altın
yumurtlayan tavuğu öldürme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1850’lerde
Britanya’da yapılan teftişler, cılız, güçten düşmüş bir işçi kuşağının
askeri hizmet için uygun olmadığını gösteriyordu.
19. yüzyılda İngiliz işçiler işgününün yasal olarak sınırlandırılması için
mücadele etmeye başladılar. Marx bunu “işçi sınıfının politik ekonomisi için
ilk zafer” olarak adlandırıyordu. Böyle olsa da, belirtmeliyiz ki, daha
sonra yapılan Ulusal Sağlık Hizmeti, 10 saat yasası gibi reformlar, uzun
vadede egemen sınıfın çıkarınaydı, çünkü emek kaynağının sağlıklı durumda
tutulmasını sağlıyorlardı.
Buna rağmen, kapitalistlerin dar görüşlü açgözlülüğü yüzünden, bu reformlar
sadece egemen sınıf muhalefetine karşı dişe diş mücadele sayesinde zorla
kabul edildi.
Böylece, Marx’ın mutlak artı-değerin arttırılması (örneğin işgününü
uzatarak) dediği şey sayesinde artı-değer oranını sınırsız bir şekilde
arttırmaları engellenen kapitalistler, nispi artı-değerin arttırılması
yoluyla sömürü oranını yükseltmek zorunda kaldılar.
Bu, kapitalistlerin, işçilerden daha fazla emek saati almak yerine,
işçilerin emek üretkenliğini –aynı iş saatinde daha fazla ürün elde etmek–
arttırmak zorunda olmaları anlamına gelir.
Emek ne kadar üretken olursa, işçilerin yaşam gereksinimlerinin değerini
(ücretlerini) üretmeye ayırmaları gereken işgünü parçası o kadar kısalır ve
kapitalist için artı-değer üretmeye o kadar fazla zaman ayrılabilir.
Kapitalizmin motoru rekabettir. Her kapitalist hayatta kalmak için
rakiplerini alt etmek zorundadır. Daha ucuz satmanın en iyi yolu daha ucuz
üretmektir. Emek zamanı değerin ölçüsü olduğu için, bu daha az emek
zamanıyla üretmek anlamına gelir.
Makineleşme emek üretkenliğini sürekli olarak arttırmanın temel aracıdır.
Belki de sürecin en iyi örneği, Marx’ın el tezgâhı dokumacılarının durumuna
ilişkin verdiği örnektir.
İplik eğirme makinesinin icadı ve ucuz dokuma ipliğinin kitlesel üretimi,
elbise yapımının makineleşmesine yol açtı. Dokumacılık o zamana kadar hâlâ
bir el zanaatıydı. Sanayi devriminin ilk yıllarında dokumacılara talep
arttıkça, el tezgâhı dokumacıları ücretlerini arttırabildiler ve düzenli bir
“işçi aristokrasisi” haline geldiler. Bunlar kapitalizm için ucuz üretimin
önünde bir engel teşkil ediyorlardı. Kaçınılmaz bir sonuç olarak, dokuma
makinesi icat edildi, zira kapitalist ihtiyaç icadın ebesidir.
Dokuma makinesinin, eşit miktarda yün kumaş üretmek için daha az emek zamanı
aldığı, herhangi bir gözlemci için dahi apaçıktır.
El tezgâhı dokumacıları, ürünlerinin fiyatını boşuna düşürüyorlardı. Dokuma
makinesiyle hiçbir şekilde rekabet edemezlerdi.
En gelişkin oldukları dönemde el tezgâhı dokumacılarının sayısı çeyrek
milyondu. Bir kuşak boyunca binlercesi gerçekten açlıktan ölerek yok oldu.
Çok azı dokuma makinelerinin başında düşük ücretlerle iş bulabildiler.
Kapitalist gelişmenin yolu daima bu olmuştur. Fakat bu şekilde kapitalizm
modern sanayinin inanılmaz üretici güçlerini geliştirmiştir.
Kapitalizm aynı zamanda kendi hakimiyetine uygun bir devlet biçimi de
geliştirir. Kapitalizm altında, her biri sınıf mücadelesinin gelişimindeki
farklı bir aşamaya tekabül eden farklı devlet biçimleri –parlamenter
demokrasiden faşizme ve en çeşitli biçimlerde Bonapartist askeri-polis
diktatörlüklerine kadar– varolabilir.
Tüm bu devlet biçimlerinin tek bir ortak noktası vardır: son tahlilde üretim
araçlarının özel mülkiyetini ve bu nedenle de sermayenin egemenliğini
savunurlar.
Marx ve Engels, demokrasinin, kapitalist sınıf egemenliğinin ideal biçimi
olduğunu sık sık vurguladılar; birincisi bu, kapitalistlere kendi
anlaşmazlıklarını çözme olanağı verir; ve ikincisi de toplumun
yönetilmesinde işçi sınıfı partilerine görüntüde bir söz hakkı tanır.
Sistemin sürekli varolması için gerekli olan değişiklikler böylece daha
kolayca yapılabilir. Aynı zamanda burjuva demokrasisi işçilere,
sömürücülerini devirmek üzere örgütlenmeleri için en uygun zemini sunar.
Kapitalizm, varlığının bir önkoşulu olarak, yeni bir mülksüz çalışanlar
sınıfını gerekli kılmıştır. Gelişimi boyunca kapitalizm giderek büyüyen bir
ücretli işçi havuzu yaratmıştır.
İkinci Dünya Savaşından bu yana bile, Fransa, İtalya ve Japonya gibi
ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi topraktan sürülmüştür. Bu, insanları
yalıtılmışlıktan ve kırsal hayatın geriliğinden kopardığı ve emek
üretkenliğinin yükselişini temsil ettiği ölçüde ileriye doğru bir adım
olmuştur, böylece daha az insanın tarımla uğraşması gerekir ve daha fazla
insan ellerini başka şeyler üretmeye yöneltebilir.
Ancak, aynı zamanda, kapitalizm insanların çıkarlarına aldırış etmez ve
kitlelere neye mal olursa olsun acımasızca artı-değer peşinde koşar.
Kapitalist Dünya Pazarı
Daha önce gördüğümüz gibi, kitleler için büyük acılar yaratmış olmasına
rağmen, kapitalizm dinamik bir sistem olmuştur. Amacı ve itici gücü daha çok
ve daha çok artı-değerdir.
Bu yüzden sanayi kapitalizmi dünyayı fethetmek için uğraşır. Ticari sermaye
diğer ülkelerde varolan üretim tarzlarından zorla haraç almakla yetinmişti;
sanayi sermayesi ise sanayi devriminden sonra yarattığı imparatorluklarda,
bu ülkelere ucuz manifaktür malları yağdırdı.
Bu mallar, köylerdeki tarımla birleşen mevcut el zanaatları sistemini
zorunlu olarak yok etti.
Varolan toplumlar zorla dağıtıldı. Üstelik tarım giderek daha çok dünya
pazarının gereksinimlerine yöneldi. Kapitalizm kendi suretinde bir dünya
yaratmaya başlıyordu.
Bu süreç, kapitalist gelişmenin emperyalist evresinde en yüksek aşamasına
ulaştı.
Kapitalist ülkelerin kapitalizm öncesi uluslarla ilişkiye geçmesinin, onları
sömürmesinin ve onları kapitalizmin yörüngesine çekmesinin farklı evreleri
Hindistan örneğinde açıkça görülebilir.
Hindistan önce İngiliz hükümeti tarafından değil bir tüccarlar birliği olan
Doğu Hindistan Şirketi tarafından sömürgeleştirilmişti. Bunlar
İngiliz-Hindistan ticaretini tekellerine alarak, ucuz alıp pahalı satarak
çok para kazandılar. Hindistan’ın iç ticaretini de kapmaya çalıştılar ve
doymak bilmez kontrolleri altındaki tahıl fiyatları, kıtlıklar sırasında,
yoksulların ulaşabileceğinin çok üzerinde bir seviyeye fırladı.
Doğu Hindistan Şirketinin egemenlik dönemi İngiltere’deki ilkel birimin
gereksinimlerine tekabül ediyordu. Tüccar maceracılar eşitsiz değişim
yoluyla servetler kazandılar. İngiltere’nin Hindistan alt-kıtasının bütününe
egemen olmasını sağlayan Plassey Savaşının ardından, İngiltere Bankası ilk
kez 10 ve 15 sterlinlik banknotlar bastı. Muhafazakâr tarihçi Burke,
Hindistan’da 1757 ile 1780 arasında gerçekleştirilen yağmanın, o zaman için
çok büyük bir rakam olan 40 milyon sterline vardığını hesap etmişti.
İngiliz kapitalizmi her zaman uluslararası serbest ticaretin savunucusu
olmadı. Bu ancak daha sonra, İngiltere büyük ölçekli bir kapitalist üretim
tekeline sahip olduğunda söz konusu oldu. Aslında İngiltere’ye ithal edilen
Hindistan tekstiline 1830 yılına kadar %70 ilâ %80’lik gümrük vergisi
uygulanmıştı.
Kısıtlamalar ancak Lancashire makine tekstil sanayii tartışmasız bir konum
elde ettiği zaman kaldırıldı, çünkü bunlara artık gerek kalmamıştı.
Hindistan pazarına o zaman ucuz pamuklu mallar yağdı ve Hintli tekstil
üreticileri battı.
Hindistan toplumunun kaderi artık rekabetçi kapitalizmin gelişimine
bağlıydı. Bu arada İngiliz kapitalizmi kendi ihraç mallarını Hintlilere
zorla kabul ettirmek için en barbar yöntemleri kullanmakta tereddüt etmedi.
Örneğin, Dakka’da dokumacıların elleri kesildi! Bölge korkunç bir kıtlık
tehdidi altına girdi ve tüm yöre kısmen bir cangıl haline geldi.
Hindistan 1850’de Lancashire tekstilinin dörtte birini emiyordu.
1857’de başlayan Hint İsyanından sonra İngiliz egemenler, halkı olduğu yerde
çakılı tutmak maksadıyla, birliklerinin hızlı hareketine olanak vermek için,
bir demiryolu ağı kurma ihtiyacı duydular. Bu Hindistan sömürüsünün üçüncü
evresine işaret ediyordu. Mallardan daha çok, sermaye ihracı ağır basan
özellik haline gelmişti.
Emperyalizm
Bu gelişme, mali sermayenin ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle alâkalı
biçimde metropol ülkelerde tekelci kapitalizmin büyümesinin –Lenin
tarafından tahlil edilen emperyalizm çağı– sonucuydu. Daha zayıf rakiplerini
yutan, üretimi yeni zirvelere taşıyan ve yeni ve kârlı yatırım alanları
arayan dev tekeller yanında, ulusal pazarlar çok küçüldü.
Hindistan örneğinde bu süreç, esasen İngiliz mülkiyetinde olan Hindistan
temelli modern bir tekstil sanayisi kurmak için İngiltere’den sermaye ihraç
edildiği 19. yüzyıl sonlarında başladı.
Marx’ın söylediği gibi “bir kapitalist daima birçoklarının başını yer”.
Kapitalizm sadece küçük üretimi yok etmekle kalmaz, sürekli olarak en güçsüz
kardeşlerini iflâs ettirir ve gemiyi kurtarmak için onları mülksüzlerin
saflarına atar.
Bu iki yanlı bir süreçtir; insanlığın potansiyel çıkarı için muazzam bir
üretici kaynak biriktirmesi açısından nesnel ekonomik içeriğiyle ilericidir,
ama öte yandan kapitalizm altında, bir avuç zenginin elinde muazzam bir güç
yoğunlaşmaktadır.
19. yüzyılın sonunda tekelin bizzat rekabetten çıkıp geliştiğini gördük.
Bankacılık sistemi, der Marx, “toplumun henüz faal olarak kullanılmayan
bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar
kapitalistlerin emrine verir; dolayısıyla bu sermayeyi borç veren de borç
alan da, onun gerçek sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin
özel niteliğini yok eder ve dolayısıyla, kendi içinde, ama yalnızca kendi
içinde, sermayenin bizzat ortadan kaldırılmasını içerir. ... Son olarak,
kredi sisteminin, kapitalist üretim tarzından, birleşmiş emeğe dayanan
üretim tarzına geçiş esnasında güçlü bir kaldıraç olarak hizmet edeceğine,
ama üretim tarzının kendisindeki diğer büyük organik devrimlerle bağıntılı
unsurlardan yalnızca biri olarak bunu yapacağına, kuşku yoktur.”[8]
Kapitalizm, kesintisiz bir şekilde kâr etmeye devam etmek için, sürekli
olarak para sermaye girişine gerek duyar. Bir meta stoğu bir kez üretildiği
zaman, tekil kapitalist ya üretimi yeniden başlatacak para tekrar cebine
girene kadar bunları satmayı beklemek zorunda kalacaktır; ya da gerektiğinde
kullanılacak bir yatırım rezervi olarak çoğu zaman kullanılmadan kalan bir
para sermaye stoğu tutmak zorunda olacaktır; on ya da yirmi yıl
kullanılmayabilecek olan sabit sermaye stoklarını yenilemek için bir fona
sürekli olarak para yatırmak zorunda kalacaktır.
Gerçekte, doğrudan üretime yatırım yapmaya hazır olmayan, ama artı-değer
pastasının bir dilimini kendileri kesmek için paralarını ödünç vermeye hazır
olan bir kapitalist asalak tabaka gelişir. Bu yüzden, kullanılmayan para
sermaye rezervleri meydana getirmek için bir rekabet eğilimi vardır. Bu
rezervler birkaç zengin elde toplanır: mali sermayenin yoğunlaşması.
Mali sermaye ilkin para sermayeyi toplayarak ve üretime akıtarak kapitalist
sisteme bir itilim verdi. Böyle yapmasının tek nedeni, kuşkusuz, giderek
artan bir artı-değer oranını kendisine ayırmaktı.
Marx’ın vurguladığı gibi, mali sermaye aynı zamanda muazzam ekonomik gücü
kendi ellerinde yoğunlaştırır ve kredi vermek ve almak yoluyla bireysel
üretici kapitalistleri bir bütün olarak kapitalist üretimin gerekleriyle
etkili bir şekilde bütünleştirir.
Emperyalizm, mali sermayenin üretimle meşgul olan tekelci sermayeyle
kaynaştığı çağdır.
Emperyalizm altında, ulus-devlet sınırları içindeki kapitalistler arasındaki
rekabet tamamen ortadan kalkmazken, çatışma uluslararası arenaya
sıçramıştır.
Büyük tekeller ve bankalar, sırf meta ihraç etmekten ziyade sermaye ihraç
etmekteydiler. Her kıtada ve ülkede muazzam bir demiryolu inşa programına
girişildi. En ücra yerlere borç paralar akıtıldı. Her türlü hammadde ve
maden kaynağına yönelik sistemli bir araştırmaya girişildi.
Şimdi çatışmalar ulusal sermaye blokları arasında başlıyordu. Mücadele,
dünyaya egemen olma mücadelesinden başka bir şey değildi. Sömürgeler için ve
emperyal ganimetlerin yeniden bölüşümü için, insanlık tarihinde benzeri
görülmemiş vahşette savaşlar patlak verdi.
Birinci Dünya Savaşı, daha önceki sınıflı toplum biçimleri gibi,
kapitalizmin de ilerici olmaktan çıktığını gösterdi. Üretimi daha ileriye
götürmek yerine, kitlesel yıkım ve kitlesel cinayet söz konusuydu.
Ancak aynı zamanda, eskinin içinde yeni bir toplum gelişiyordu. Rus devrimi
işçi sınıfının egemenliğinin yakın olduğunu haber verdi.