Felsefeyi Gerekseme

İsmet Zeki Eyuboğlu


Uygarlığın gelişim çizgisi üzerinde şöyle uzunca bir gezintiye çıktığımızda çok değişik duraklarla, iniş çıkışlarla, aşamalarla karşılaşırız. Yolculuğumuzun sevindirici, iç açıcı bir sonuca varacağını önceden düşünen yanılır bu konuda, kimi yerlerde üzüntüye bile kapılır, gelişim aşamalarının eteklerinde yığınlaşan insan emeklerine acımaktan kendini alamaz. Kolay olmamış felsefenin doğuşu, beslenip serpilmesi. Felsefe, bu gezide, uygarlığın en çetin çocuğu olarak dikilir karşımıza, hep inişli çıkışlı yollarla götürür, kuşkunun girinti çıkıntılarından geçirir, düşüncenin yıpratıcı eylemleriyle yüzyüze bırakır, sonunda beklenmeyen bir aydınlıkta yapayalnız koyuverir. Buna karşın, uygarlık alanında, felsefesiz bir toplumun aydınlığa çıkamadığı görülür. Peki neden düşünen insan bu çetin, bakımı güç, besini kolay bulunmayan böyle bir çocuğun ardından koşar, kendinin de öyle bir çocuğu olsun diye çırpınır, kendi kendini aşındırır durur? İmdi bu sorunun yanıtını bulmaya, elden geldiğince açık bir sonuca varmaya çalışalım.

Kimse durup dururken felsefenin gereğine, düşünme ortamında yararına inanmaz, inanmasa da olur diyebiliriz. Ancak bunları söylerken çok eksik bir yanımızın kaldığını sezinleriz. Bu eksikliği görmek, açıklamak kolay değildir, özellikle çıktığımız uzun gezide aydınlığa çıkarma olanağı da yoktur. Felsefesiz yaşamak güçtür düşünmeye alışmış kişiye göre. Bilgelerin söyledikleri gibi nerede düşünen insan varsa orada felsefe de vardır. Bu sözleri kavramak için, uygarlık alanında, epey emek tüketmek, epey yokuşları aşmak gerekir. Felsefe yıllarca ardından koşulan, bir bakıma yaşamın büyük bir bölümünü tükettikten sonra elde edilebilen bir varlıktır. Ancak bu varlık, şu felsefe adını verdiğimiz çetin gömü, gönül istediği evrede, içimizin çektiği yerde bulunmaz, onu bulmak için hepsinden önce rma, arama denen işlemin özünü kavramak gerekir. Felsefe aranan, aranması gereken bir üründür. Bu ürünü aramayı öğrenemeyen bir toplumun besleyici odaklarından en önemlisi eksiktir, oysa o toplum yeterince aydınlanamadığından bu odağın bilincinde değildir. Susayan bir kimse su arar, susuzluğunu başka bir nesnenin gidermesi güçtür, kişi alışınca ne içerse içsin suyun yerini tutmaz, içinde suya özlem duyan bir boşluğun genişlediğini sezer. Bu sezginin arkasında suyun yarattığı bir alışkanlık, kendinden başka nesnelerle doyuma ulaşamama durumu vardır. Öyle alışkanlıklarımız vardır ki yalnızca gereksedikleriyle doyuma varırlar, bir nesne ötekinin alışılanın yerini doldurmaz.

Kimi topluluklarda kişisel gereksinmelerin doğrultuları önceden edinilmiş alışkanlıklarla belirlenir; alışkanlığın çizdiği büyülü çizginin dışına çıkılmaz. Bu durumun en belirgin örneği ortaçağı yaşamaktır. Doğu toplumlarının, özellikle İslam ülkelerinin, ortaçağa girmeleri bilimsel araştırmalarla olmamıştır. Doğu insanı ilkçağın bittiği yerde bile eskiçağı sürdürüyordu. Burada "doğu" dediğimiz Akdeniz'in doğusunda kalan yöredir besbelli. İşte bu yörede özellikle üç büyük tektanrıcı dinin ortaya çıktığı yerde, bu dinlerden son ikisinin kurucuları ilkçağın uygarlık bilincine varamamıştı. Onların ortaçağı bilimsel anlayışın çok uzağında gelişme olanağı bulan, usun denetiminden kaçan, inançlarla başlamış, onlarla sürmüştür. Bu nedenle, bu ülkelerin, ilkçağdan ortaçağa geçişi gibi bir atlama sözkonusu değildir. Sözkonusu edilmesi gereken bir inancın yerini başka bir inanca bırakmasıdır. Bu yer değiştirme, Anadolu-Yunan uygarlığında görüldüğü gibi bir düşünsel öğretinin yerini başka bir düşünsel öğretinin almasıyla olmamıştır. Daha açığı İslam ülkelerinde us ilkelerine dayalı öğretiler birbirleriyle çarpışamamıştır. İşte bütün çıkmazlar burada başlamıştır. Öğretilerin çarpışması düşünsel üreticiliğin sonucudur besbelli. Düşünsel üreticilik ise felsefeyi gerekseyen, onsuz edemeyen bir atılımdır.

İslam ülkelerinde, özellikle XII. yüzyıl dolaylarında büyük egemenlik alanları kapsayan devletlerin ortaçağa girişi Avrupa'da ortaçağın bitiş yıllarına denk gelir. Nitekim "... İbn Rüşd'ün ölümünden bir yüzyıl sonra, 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti, İslam kültür çevresi'nin felsefe ve bilim bakımından artık durakladığı sıralarda tarih sahnesine girmiş... Prof. Dr. Macit Gökberk, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, 1986, s. 290". olduğuna göre yeni bir düşünsel alan bulamamıştır. Burada, felsefe bakımından, ilginç konu Avrupa'da biten bir dönemin Doğuda yeni doğan bir toplumla sürdürülmesidir. Osmanlı devleti, İslam inançlarına bağlı bir kuruluş olarak ortaçağı 1293 yılına değin sürdürmüştür. Oysa Aristoteles'in iyi bir yorumcusu olmaktan öteye geçemeyen İbn Rüşd, içinden yetiştiği İslam toplumunda bile yadırganmamış, düşünceleri dine aykırı görülmemiş, felsefe dinin egemen olduğu alanın dışına itilmiştir. Bu durumun gösterdiği gerçek şudur: Osmanlı toplumunun ortaya çıkışı kapanan bir dönemin ayrı bir alanda başlamasıdır. Böylece felsefeyi gereksemeyen bir dönem biterken, onu yine felsefeyi gereksemeyen bir kuruluş sürdürmüştür. Bu konu uygarlık bakımından üzerinde önemle durulması gereken bir alanı kapsar.

Hıristiyanlığın doğuşu ilkçağ felsefe anlayışının verimsiz bir içerik kazanmasıyla başlamıştır. Bu dönemde, özellikle ilk iki yüzyıl içinde yaratıcı bir felsefeci yetişmemiştir. Plotinos ile ondan öncüleri özgün bir felsefenin kılavuzları değildir, felsefeyi karşıt yatağa kaydıran inançlı yorumculardır. Onların ortaya çıkışıyla felsefenin yerini dinden kaynaklanan başka bir akım, sonradan tanrıbilim denen eğilim almıştır. Bu eğilimin geçerlik kazanması sonucu felsefeyi gerekseme olayı tanrıbilimi baş üstünde taşımaya dönüşmüştür. Sonradan gelen İslam inancı, Hıristiyan anlayışına karşı olmakla birlikte, düşünme eyleminin ereğini tanrısal varlık alanı saydığından özgün bir ortam yaratamamıştır. Demek, ilkçağdan gelen düşünsel çizgi üzerinde yürümenin bitimiyle felsefeyi gereksinme olayının sonu özdeş dönemdedir.

İmdi bu bitiş başlayış arasında felsefenin durumunu görmeye çalışalım. Başlangıçta felsefe evrene, onun kapsadığı varlık türlerine yönelik bir kaynak sorusuyla başlamıştı. Bu sorunun odağı da "varlığın kurucu ilkesi"ydi. Bu ilkeyi araştırmak, nereden gelip nereye gittiğini öğrenmek, yapısını, niteliklerini açıklamak gibi sorunlar içeriyordu. Böylece soru soruyu, sorun sorunu gündeme getirdi, birçok öğreti gelişti. Son iki tektanrıcı din gelince "varlığın ilkesi" sorununun karşısına değişmez bir anlayış dikiliverdi, dahası onu geçersiz saydı. Bu güçlü, ancak us ışığından kaçan nesne, son iki dinin tanrı anlayışıydı. Artık varlık türlerinin kaynağını, özelliklerini, oluş nedenlerini sormanın, daha açığı felsefeyi sürdürmenin gereği kalmamıştı, "tanrı bütün sorunların çözücüsü"ydü. Bu görüş felsefenin yerine tanrıbilimi koyunca düşünsel gereksinim inançsal gereksinime dönüştü. Düşünsel gereksinme us ilkelerine göre araştırmaya, inanç gereksinimi ise düşünmeden benimsemeye dayanıyordu. İşte akan suların durduğu yer burasıdır.

İmdi, İslam toplumlarının düşünsel yapısını yeterince bilmeyen kimseler, "felsefesiz yaşanmaz" yargısından yola çıkarak bir "İslam Felsefesi”nin varlığı kanısındadır. Felsefesiz yaşanmayacağı doğrudur, ancak felsefenin yerini felsefe olmayanın aldığını gözardı etmemek gerekir. Bir düşünce kurumunu "felsefe sanmak" yalnız kendini değil başkalarını da kandırır kolayca. Tarın bilim felsefe değildir, dahası felsefenin yerini almış felsefeye aykırı bir akımdır. İşte "İslam felsefesi"nin bulunduğunu ileri sürenlerin yanıldıkları yer burasıdır. İlkçağın bitiminde felsefenin yerini tanrıbilime yönelik, onun yolunu açan eğilimler almıştı, ortaçağın sonunda da felsefe eski yerini kurtardı, tarın bilimin egemenliğine son verdi. Oysa İslam ülkelerinde böyle bir başarı görülmedi, çağımızda bile felsefe denince tanrıbilim anlaşılıyor. Bir toplumda felsefenin varlığını anlayabilmek için, işe önyargılarla değil, hangi felsefe sorunlarının işlendiğini, geçerlik kazandığını ortaya koymak gerekir. Oysa İslam ülkelerinde felsefenin önemsendiğini savunanlar böyle girişime yanaşmıyor, yalnızca tabandan kopuk savlarla yetiniyorlar.

Felsefeyi gerekseme yaşam biçiminden, yaşama anlayışından doğar. Önce yaşama, bütün önyargıların, tanrısal bildirilerin ötesinde eleştirici bir görüşle yaklaşmak gerekir. Yaşamın ne olduğu tanırsal buyruklardan değil, onu araştırıp kurucu öğelerini açıklamakla anlaşılır, kavranır. Oysa tanrıbilim öyle yapmıyor, önce değişmez dokunulmaz bir varlığın bulunduğunu sergiliyor, sonra bütün sorunları bu varlığın aydınlığında görüp göstermeyi yeğliyor. Böylece felsefenin gereksediği araştırma bulma yerine öne sürülenle yetinme geçiyor. Tanrıbilim ne diyor? "Tarın vardır, birdir, yücedir, varlığı usun kavrayış gücünün üstündedir, us tanrıyı bir bütünlük içinde kuşatamaz yalnızca niteliklerini düşünebilir. Tarın tözdür, bu tözün özü değil ilinekleri tanımlanabilir, anlatılır. İlineklerle töz özdeştir, ilineklerle töz özdeş değildir. Yaratma bir kez olmuştur, yaratma sürmektedir. Düşünsel yetilerde özgürlük vardır, düşünsel yetilerde özgürlük yoktur. Tin ölümlüdür, tin ölümsüzdür. Ölümden sonra dirilme vardır, ölümden sonra dirilme yoktur bg.". İmdi bu önceden belirlenmiş sorunlarla uğraşırken hangi yeni özgün görüşü onaya koyma olanağı vardır? Bilim olduğu savını güden düşünce çığın uğraşacağı sorunların hepsini önceden verilmiş sayarsa onda gelişme-ilerleme hangi yönde sağlanabilir? Böyle bir alanda felsefe sözcüğünden ne anlaşılır? Bu sorunların sürdürülmesi karşısında tanrıbilimin tepkisi ağırdır, suçlamadır. Oysa felsefede suçlama, düşünceleri önceden yönlendirme yoktur.

Felsefesiz yaşanmaz, ancak felsefenin yerine felsefe olmayan getirilmezse, öğretim kurumlan böyle bir sapmayla kandırılamazsa. Bir bebeği ana sütü yerine eşek sütüyle beslemek, onu böyle bir besine alıştırdıktan sonra başka sütlere karşı gösterebileceği tepkiyi doğal bir eğilim saymak kolay kolay onaylanacak bir davranış değildir. Felsefe adı altında topluma felsefenin karşı çıktığı öğretileri verdikten sonra, öğrenenleri böyle bir davranışa alıştırdıktan sonra felsefesiz yaşanmaz savına sarılmak çok yüzeysel bir kandırmacadır, İslam anlayışının yaptığı da budur. Bugün Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Gazali, Sühreverdi bg. düşünürlerin bilge olduklarını ileri sürerek İslam’da felsefenin geniş bir yer tuttuğunu, önem kazandığım savunmak felsefe gerçeğinin ne olduğunu bilmemektir. Bir öğrenciye üçgen diye dörtgen belletilirse, sınavda üçgen dörtgen yanyana getirilir birbirinden ayrılmaları istenirse başarısızlığa uğrayacak olan öğrenci değil onu yetiştirendir. Bütün başarısız öğrencilerin arkasında gizlenen onları öyle davranmaya alıştıran öğretmenlerdir. Bu öğretmenler daha ilköğretim yıllarında görev üstlenerek eğitimin ilkeleri gereği davranılmasını bilemeyen kimselerdir. Yükseköğrenim kurumlarına başlan bilgi yerine saçmalıklarla doldurulmuş öğrencileri göndermeyi başarı sayan bir yönetimin felsefesiz yaşayamayacağını düşünmek önünü görmemektir. Öyle bir yönetimde felsefesiz yaşamak savı felsefesiz yaşanmaz savının yerini almıştır, yargılar tersyüz edilmiş, toplum "kendi gibi karanlıkta görmeye alıştırılmıştır.

Felsefeyi gereksinmek ölçülü dizgeli öğrenmeyi ilke edinmeye dayanır; eğitimi us kurallarının dışında bir öğreti diye görmeye alıştırılmış toplumlarda sağlıklı bir yaşama anlayışı da yoktur. Böyle toplumlarda yaşamak denince doğal eğilimlerin, doğal kimlerin güdücülüğünde yürümek anlaşılır. Nitekim kişi dışında kalan bütün diriler de yaşar, ancak onların yaşaması doğanın değişmeyen koşullarına göredir, oysa kişi denen düşünücü varlık yaşamın anlamını ereğini kavrayandır, yalnızca doğanın güdüsel kimleriyle davranan değil. Felsefe doğal güdülerin dışına çıkmakla, onları birer sorun olarak gündeme getirmekle de yükümlüdür. Bu yüküm yaşamı felsefeyle ışıklandırmaya, anlamlandırmaya yarar. Yaşamın özünde bir anlam vardır, ancak bu anlam tanrıbilimin ileri sürdüğü gibi ona "yukardan" verilmemiştir, kendindedir. İşte felsefe bu anlamı bulmayı yeğler, tanrıbilim ise bu anlamı kimin verdiğini anlatır durur.

Düşünmek felsefeyle bağlantılıdır derler, hangi düşünmek? Bu sorunun yanıtı düşünmenin ne olduğunu açıklamaya dayanır. Çoğu kimse düşünmek denince bütün anlıksal eylemleri anlar. Onlara göre saçmalamak, mırıldanmak, anlamsız düşler kurmak, sayıklamak bg. Bilincin usun denetimi dışında kalan bütün eylemler düşünmektir. Düşünmek bir anlık işlevi olarak alınır, bilincin usun denetimi altında sürdürülen bir eylem diye açıklanırsa anlamına yaklaşılır. Felsefeye göre düşünmek sorunlara çözüm aramak, sorunları yargılamak, dizgeleştirmek, sözün kısası üretme eylemi içine girmektir. Bu eylem yaşam dediğimiz olayla bağlantılıdır, ancak bilinçle yaşayan düşünebilir, bilinçle yaşayan felsefesiz edemez. Bilinç ise değişmezlik kazandırılmış birtakım önyargıların tutsağı değildir. İşlerliği olmayan bir bilinç yalnızca saptırmaya yarar, sorunu çözmeye elverişli ölçeği bulmaya değil. Bilinç eylem içinde odağından saptırılırsa yerini bilinçsizlik alır. İşte felsefesiz yaşama buna derler. Hangi toplumda bilinçsiz yaşama geçerlik kazanırsa; yalnızca önyargılarla, tanrıbilimsel verilerle varlığını sürdürme eğilimi düşünme sayılırsa, orada felsefesiz yaşama anlayışının felsefeye karşı bir tepki olarak güçlendiği görülür. Böylesi bir toplum felsefesiz yaşama eğilimiyle ”doyurulmuş"tur, felsefe denince felsefe dışında kalanı bilmeden gündeme getirme anlaşılır. Felsefesiz yaşamaya alıştırılmış kimsenin başlıca özelliği felsefeden uzak yerlerde felsefe aramasıdır. Bu bilinçsiz bir eylemdir, bunda bilmediğini bilmemenin etkisi açıktır. Günümüz aydınlan arasında İslam-Osmanlı toplumunda büyük felsefe odaklarının bulunabileceğini savunanlar bin yılı aşkın bir süredir hangi güçlü yaratı ürününün ortaya konduğunu bilmekte güçlük çekenlerdir.

Felsefeyi kimler gerekser, kimler felsefesiz yaşayamaz? Bu sorunun yanıtı yukarda anlatıla gelenlerin içindedir. Böylesi kimselerde bilinç dışında kalan izlenimlerde "doldurulmuşluk" vardır. Kişi çok okumuş, çok öğrenmiş bir aydın sayılabilir. Ancak felsefenin önemini kavramak için bu yeterli değildir, önce yaşamın bir kişisel sorun olarak taşıdığı anlamın bilincine varmak gerekir. Bu da kişiyi düşünerek yaşamaya iter.

Düşünerek yaşama bireyin çevresiyle kendi özü arasında anlamsal bağlantı kurmayı gerektirir. Çevresinin anlamsız olduğu sonucuna varan bir aydında önce yalnızlık kaygısı, sonra bunalım başlar. Birey kendini kuşatan anlamsızlığın ağında yalnızlığının bilincine varınca ayakları yerden kesilir, dayandığı dağlar devriliverir. Bu bir yıkımdır kişinin yaşama ortamında. Böylesi bir kişi, felsefesiz yaşamaya alışanların etkisiyle, kolayca tanrıbilime sığınabilir, ayaklarını tanrıbilimin oluşturduğu yumuşak tabana basar iyice, sonra felsefeye karşı tepki güçlenir, hızlanır birden. Bu olumsuz gelişim aydınlarda daha kolay görülür, onlar felsefenin bulunmadığı, barınamadığı ortamda felsefe aramanın yanılgısına düşerken en doğru yolda yürüdüklerini sanırlar. İslam ülkelerinde geçerli olan da budur günümüzde.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe