Felsefenin Yeniden Doğuşu
Orhan Hançerlioğlu
Gün, birdenbire doğmaz. Aydınlık, karanlığın içindedir. Gök, aydınlığını,
karanlığının içinden süzer. Bunun gibi; insan düşüncesinin yenidendoğuşu
(renaissance) de belli bir tarihte birdenbire başlamış değil. Düşünce
tarihini incelerken, düşünce çağlarını birbirlerinin içine geçmiş, biri daha
erimeden öbürünü başlamış olarak görürüz. İ.S. V'ncı yüzyılın ortalarına
kadar süren ilkçağa karşı ortaçağ, İ.S. ikinci yüzyılda başlamıştır.
Ortaçağın skolastiği ondördüncü yüzyılda eridiğine göre, yeniçağın bu
yüzyılda başladığı sanılırsa da bu yanlış bir sanıdır. Tarihçiler, yeniçağa
başlangıç olarak Türklerin İstanbul'u aldığı yıl olan 1453 yılıyla
reformation davranışlarının başlangıç yılı olan 1517 yılı üstünde tartışa
dursunlar, bu çağın ilk düşünce kıvılcımları çok daha gerilerde
bulunmaktadır.Akıl, artık, inandan ayrılmaya başlamıştır. İ.S. 1347 yılında
Tubingenli Profesör Jean de Mericourt şöyle konuşmaktadır: Erdemsizlik de,
erdemlilik gibi, Tanrı işidir. Günah, bir erdemsizlik değil, tersine, bir
erdemliliktir. Dayanılmaz bir güdüye kapılan kimse asla günah işlemiş
sayılmaz; niçin sayılsın ki, o güdü de birTanrı işidir. 1348'de, Nocalos
d'Autrecourt, Sorbonne Üniversitesi'nde şu savı (tez) okuyor: Doğayı
incelemeliyiz. Geriliğimizin nedeni, yüzyıllar boyunca o koca doğayı bir
yana bırakıp Aristoteles'le, Platon'la boşuna vakit geçirişimizdir. Doğayı
incelemek bizleri kolaylıkla kesin bir bilime götürür. Tanrı'yı en yüksek
varlık olarak düşünebiliriz ama, onun gerçekten var olup olmadığını
bilemeyiz. Evren, her halde sonsuz olmalıdır, çünkü yokluktan varlığa bir
geçiş düşünülemez.Oxford profesörlerinden Roger Bacon (1214-1294) gözlemin
ve deneyin önemini Xvi'ncı yüzyılda yaşayacak olan adaşından (Francis Bacon)
daha önce kavrayarak kürsüsünde uygulamaya başlamıştır. Toulouse'lu Profesör
Raymond de Sebond da Tanrı'nın kitabı saydığı doğayı öteki kitaplardan üstün
tuttuğunu açıklamaktadır. Haçlılar Doğu'ya dinleri uğruna saldırdılar, oysa
kendi dinlerini temelinden sarsacak yeni düşüncelerle döndüler.
Bizanslıların kanadı altına sığınmış Yunan yarımadası düşünce geleneğini
yüzyıllardan beri gizli gizli sürdürüyordu. İsa'ya yeni kuzular toplamaya
gidenler, Yunan yarımadasında mitolojik boğaların sırtlarına binmek zorunda
kaldılar. Bizans kilisesi de Katolik kilisesiyle barışmak için Floransa'ya
bilginler gönderiyordu. Bu bilginler, iki kiliseyi barıştıramadılar ama,
İtalya'nın gözünü açtılar. Bizans imparatorluğunun Türklerine eline geçişi
de ekmeklerine yağ sürdü. Bizans'tan İtalya'ya gerçek bir göç başladı.
Edebiyat, sanat, felsefe, eski Yunan'ın bütün zenginlikleri İtalya'ya
akıyordu. Bu yüzden, yeniden uyanış dediğimiz Renaissance davranışında,
Batı'nınilk uyananı İtalya oldu. Bu uyanış 1483 yılından başlayarak bütün
Batı'yı etkiledi.Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmiş birer eski
Yunanlıydılar. Artık kilisenin ünlü kardinalleri bile skolastik dilden
tiksiniyorlar, eski Yunan edebiyatına tapıyorlardı. Kardinal Nicolaus
Cusanus, skolastiğin yanlışlarını açıkça eleştiriyordu. Homeros, İsa'yı
yenmişti.Fransız tarihçisi Michelet, her şey Xii'nci yüzyılda bitmişti,
diyor, eğer olaylar doğal gidişlerini kovalasaydılar yenidendoğuş
(Renaissance) Xii'nci yüzyılda başlayacaktı. İlkçağ, ahmak kişileri olan bir
çağdı. Ortaçağ, akılsızlar çağıdır. Oysa budada, skolastik yeterlikten ve
kelimelere tapmaktan doğan modern bir yaratıktır. Xii'nci yüzyılda gömülen
ortaçağın bıraktığı boşluk bu budalaları yetiştirdi. İşte yenidendoğuşu üç
yüzyıl geciktiren neden. Saçma sapan konuşmayı ve büyücülüğü birer sanat
haline getiren bu budalalar ordusunun içinden, ondördüncü yüzyılın sonlarına
doğru, yeniçağın ilk yeni insanı doğacaktır. Bu yeni insanın doğumu elbette
kolay olmayacaktı.Yeni insan, her türlü iç ve dış etkiden kurtulmuş;
kişiliğini bulan ve insanlığa güvenen yepyeni bir varlıktır. Irk, kavim,
parti, lonca ve aile bağlarından kopmuştur. Olabildiğince özgürdür. Artık o,
İtalya'da doğduğu halde İtalyan değildir. Dante'nin dediği gibi, onun vatanı
bütün dünyadır. Artık o, bağlı olmak zorunluğunu duymamaktadır.Başkalarına
benzemeye değil, benzememeye çalışmaktadır. Bu durum, duygu ve düşünce
alanlarında böyle olduğu gibi, dış görünüşlerde de böyledir. 1390 yılında,
Floransa'da genel bir erkek kılığı kalmamıştır. Herkes, kendine göre, özel
bir biçimde giyinmektedir. ondördüncü yüzyıl İtalya'sında, alçak gönüllülük
ve yaltaklanma bilinmemektedir.Dünyaya, ortak bir görüşle değil, objektif
bir bakışla bakmak bilinci uyanmıştır. Yeni insan, düşünen birkişidir (uomo
singolare). Artık o, bir ırka, bir partiye, bir loncaya, bir aileye bağlı ve
onlarla beraber genel bir yaşayış içinde yaşayan bir insan değil, başlı
başına bir kişiliktir. Kendine özgü düşünceleri, kendine özgü görüşleri,
kendine özgü duyguları vardır. Yaşayışı da elbette kendine özgü olacaktır.
Ozan Petrarca (1304-1374), Yalnızlık Üstüne (DeVita Solitaria) adlı
kitabında yalnız yaşamanın erdemini savunuyor. Petrarca'ya göre mutluluk, iç
ve dış etkilerden sıyrılmakla, bağımsız olmakla mümkündür. İnsanın ilk ödevi
kendini geliştirmektir. Bu gelişmeye ancak yalnız yaşamakla erişilebilir.
Yalnız yaşamak, insanları sevmeye engel değildir. İnsan yalnız yaşar ama,
her zaman insanlarla ilgilenir, onlarla beraber olabilir.Yeni insan, bilgili
ve çok yönlüdür. Hem düşünür, hem dilci, hem devlet adamı, hem ressam, hem
müzikçidir.Büyük ozan Dante (1265-1321) bunun en belli örneklerinden
biridir. Tanrısal Komedi'yi (DivinaCommedia)inceleyiniz, ele alınmamış
hiçbir sorun bırakmadığını göreceksiniz. Dante'nin işlediği bu sorunların
her biri çağının en ileri bilgilerini kapsamaktadır. Ünlü adlar bir yana,
XV'nci yüzyıl İtalyan kentleri, birkaç dil bilen, Tanrısal Komedi'yi
ezberden okuyan sokak kadınlarıyla doludur. Alman tarihçisi Jacob
Burckhardt, Floransalı tüccar ve devlet adamlarının eski Yunancayla
Latincede bilgin olduklarını yazıyor. Gene Buckhardt'ın İtalya'da
Yenidendoğuş Kültürü adlı kitabında bildirdiği XV'nci yüzyılda yaşamış bir
Leon Battista Alberti vardır ki sanatçılardan, bilginlerden tutun,
kunduracılara varıncaya kadar dünyanın bütün hünerlilerinden mesleklerinin
sırlarını sorup öğrenmiştir. Yeni insanın çok yönlülüğü doymak bilmez bir
çok yönlülüktür. Yeni insan, çevresinesonsuz bir sevgi duyan, çevresindeki
her şeye kendini bütün varlığıyla verebilen bir varlıktır. Battista'nın şu
sözü,yeni insanın niteliğini belirtiyor: İnsanlar isterlerse her şeyi
yapabilirler.Bu sözün kaynağını Bacon'da arayınız. Roger Bacon (1214-1294),
daha Xiii'ncü yüzyılda, bu sözü şu türlüsöylemişti: Sihirbazlık hiçbir şey
değildir. Çünkü insan aklı doğayı kullanarak her şeyi yapabilir.Yeni insan,
kendi kendine, kendi gücünü böylece bulurken dışarıya doğru da gelişmeye,
sivrilmeye başlamıştı.Artık o, ün peşinde koşabilir. Ortaçağda sınıfların
olan ün artık kişilerin eline geçmektedir. Dante'nin, Petrarca'nın,
Boccacio'nun ünleri İtalya'nın sınırlarını aşmış, bütün Avrupa'ya
yayılmıştır. Ortaçağdaşövalyesınıfına özgü, olan ozanlık ünü artık halkın
avuçları arasındadır. Eskiden yalnız büyük ermişlerin yurtlan
kutsaltutulurken 1350 yılında Arezzo Belediyesi Petrarca'nın doğduğu evi
müze haline getirmiştir. Petrarca, ününün busevincini de tattıktan sonra
daha yirmi dört yıl yaşayacaktır.Yenidendoğuş; sanatla başlamıştı. Can
çekişen ortaçağ, son nefesi yaklaştıkça, daha kırıcı, daha korkunçoluyordu.
Bilim susturulmuştu. Oysa sanat, dinci sisteme dayanır görünerek büyük işler
başarıyordu. Ressam Giotto(1266-1336) klasik tiplerden sıyrılarak İtalyan
güzellerini Meryemleştirmeye başlamıştı. Mimar Brunelleschi(1377-1446) gotik
sanatı yıkıyor, yeni insanın büyük başarısını sağlıyordu. Artık üç ve yedi
üstüne kurulmuşkiliseninkarşısında Floransa kilisesi yükseliyordu. O kadar
ki, kendisine nereye, gömülmek istediği sorulanMichelange(1475 -l564),
Brunelleschi'nin yapıtını sonsuza kadar seyredebileceğim bir yere,
karşılığını verecekti. İtalya'nın kent (şehir) devletleri, eski Yunan'ın
kent devletlerini andırmaktadır. Her birinin kendine özgü özellikleri,
kendine özgü güçleri vardır. Birbirleriyle savaşan bu kentler, hem
birbirlerini, hem kendileriniyetiştirmişlerdir. Yeni insan, yeni kentleri
doğurmuştur. Yen kentler de yeni ulusları uyandırmıştır. Ulus düşünceside
yeni insanla birlikte gelişen bir düşüncedir. Ortaçağda bugünkü anlamıyla
bir ulus düşünülemezdi. Ortaçağulusları başlı başına birer varlık değil, bir
ortaçağ devletinin üyesiydiler. Bilgileri, görüşleri, dilleri,
sanatlarıortaktı. Ulus bilinci de, yeni insanla beraber doğmuş, bir
yenidendoğuş (Renaissance) bilincidir. XV'nci yüzyıl,insanın, kentin, ulusun
kendini bulmaya, kendini tanımaya başladığı bir yüzyıldır.Yeni insan,
kendini bulduğu gibi dünyayı da bulmaya (keşfetmeye) başlamıştır. Marco
Polo, (1254-1323), Moğoldünyasına dalıyor, Christophe Colomb (1451-1506)
Doğu Hindistan'a açılıyordu. Bunlar, denizlere açılan yüzbinlerce İtalyan
arasından en büyük adlardır. Bilim, gittikçe denemelere doğru
yöneliyordu.Kozmoğrafyanın denizyolculuklarıyla ilgisi kuruluyor, botanik,
zooloji dev adımlarıyla gelişiyordu. Petrarca dağlara tırmanıyor,
doğanıngüzelliklerini kavrıyordu. Yeni insan, çevresini didiklemeye
başlamıştı. Evrenin hiçbir sırrını çözmeden bırakmakistemiyordu. Çünkü bütün
varlığıyla şuna inanmıştı: İnsan aklı her şeyi çözebilir.İnsanın insanlığa
karşı bu güveni, gözlerimizi yaşartacak kadar duygulandırıcıdır. İnsan, şu
kocaman evren içindekibu yalnız varlık, kendinden başka neden medet
umabilirdi ki? Yıldızlar, o ellerini uzatıncaya kadar sırlarınısakladılar.
Aşılmaz çöller, o adımlarını atıncaya kadar, kapılarını açmadılar. Toprak, o
üstünde güvenle tepininceyekadar, zenginliklerini vermedi. Denizler, o
üstlerine yürüyünceye kadar dalgalarını çekmediler. İnsan, bütünbunlardan
mutluluğunu zorla almalıydı. Gücü yettiği kadar yapabilirdi bunu. Elbette
gücünü kullanacaktı. Oysa bugücün sonsuza kadar yeteceği sezisi insanın
içini kaplamıştı bir kez. Bu sezinin peşinden
gitmekzorundaydı.Yenidendoğuşun getirdiği erdem, insanın insanlığa olan
güveni'dir. Yenidenbiçimleniş anlamındaki reformasyon,yenidendoğuş
anlamındaki rönesans çığırı içinde yer alan dinsel bir akımdır. Alman papazı
Martin Lutherin(1483-1576) 1517 yılında Wüttenberg kilisesinin kapısına
astığı, Katolik kilisesine karşı ünlü protestosu yüzündenProtestanlık adını
alan bu akım, gerçekte, genel düşünceyi dilegetiriyordu. Katolik kilisesi,
Rönesans'ın getirdiğiyeni hayat görüşüne uymayacak kadar donmuş, bozulmuş ve
köhneleşmişti. Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçiminedöndürerek skolastiğin
eklentilerinden temizlemek hemen bütün Hıristiyanların dileğiydi. Fransa'da
Calvinveİsviçre'de Zwingli'nin geliştirdikleri Protestanlık,, sonradan
Calvinizm aracılığıyla İngiltere'ye geçerek Anglikanizmi doğurmuştur.
İnsanlar arasındaki eşitsizliğin Tanrısal düzenin gereği olduğunu ilerisüren
Lutherindüşünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakımdan uygun düştüğü
için hiç yadırganmadı ve kolaylıkla benimsendi. İznik Konsilinin hazırladığı
İncil metni de temel kutsal kitap olarak dokunulmazlık ve yorumlanılmazlık
kazanınca, kilisesiz ve papazsız bir dine dönüş yolundaki ilk protestoları
bilmezlikten gelip, yeniProtestan kiliseleri yükselmeye başladı. Daha sonra,
Katolik kilisesinin tuttuğu yoldan gidilerek, ayıklanan Aristotelesçilik
geri getirildi ve İznik Konsilinin hazırladığı metin bununla
temellendirilmeye çalışıldı. Lutherin,önceleri şeytanın yatağı dediği us,
yeniden eski tahtına oturtulmuştu. Şu farkla ki, usla kutsal kitapçatışırsa
kutsalkitabın dediği olacaktı. Aristotelesin söylediği değil... Yeni
ekonomik ilişkilerin meydana getirdiğiRönesans'ınyeni insanı, dinsel insan
olmaktan çıkarak kişisel insan olmaya başlamıştır.Yenidendoğuş düşüncesinin
ayırıcı niteliği insancı (hümanist) oluşudur. Bu düşünce insan'ı arar ve
dışdünyayıinsanla olan ilişkileriyle değerlendirir. İnsan, artık bilgilerini
yenilemekte ve bütün inaklardan (dogmalardan) kuşkulanmaktadır. Yenidendoğuş
şüpheciliği, metafizik temeli yıkarak, bireyci (endividüalist) temeli
kurmayabaşlamıştır. Ortaçağın feodal toprak ağasının desteği olan metafizik,
yeniçağ burjuvasının desteği olanbireycilikleçatışıyor. Ne var ki bu
çatışma, aynı anadan doğan iki kardeşin çatışmasıdır. İdealist metafizik,
idealist bireyciliğeboyun eğmek üzeredir. Bu sırada, yeniçağın yeni insanını
simgeleyen iki büyük zeka doğuyor: NicolausCusanus'laGiordano Bruno.
Kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'a göre tanrı kavranamaz. Çünkü us,
yapısıgereği,birleştiricidir ve birleştirme işini gerçekleştirebilmek için
de çokluklar ve ayrılıklar gerekir. Tanrıysa ancak çokluklar ve ayrılıkların
dışında düşünülebilir. Öyleyse düşünce, bu son ereğinde kendisiyle çelişmeye
düşmektedir.Daha açık bir deyişle, birleştirici olan düşünce, ayrılıklarla
çalışmak için yapılmış olduğundan çünkü birleştirebilmek için ayrılıkların
varlığı gerekir yetkin birleşmeye (Tanrı) yükselince çalışamaz... Ortaçağdan
Rönesans'a geçiş döneminde yaşayan' ve düşünce yapısıyla da bir kolu
geçmişte, öbür kolu gelecekte bulunanCusanus, Kant'ın öncüsü sayılabilir.
Düşüncenin sınırını çizmiş ve bu sınırın ötesinde kalan metafiziği mistik
birgörüşle sezilere bırakmıştır. Tanrıyla doğayı da birbirinden ayırmış,
güçlü bir sezgiyle evrenin evrimsel birgelişmesüreci olduğunu söylemiştir.
Cusanus'e göre, doğada karşıtlar (çokluklar ve ayrılıklar) vardır.
Tanrıdaysa bütünkarşıtlar birleşmiştir, öyleyse bu iki yapı aynı şey olamaz.
Evren devim halindedir ve sonsuz bir değişme içindedir,Tanrıysa tüm
değişmezliktir. Cusanus, karşıtların sürekli olarak geçitlerle ortadan
kalkacağını düşünmeklebirçeşit eytişimsel anlayışa varmış bulunmaktadır.
Cusanus'e göre dünya, evrenin merkezi de olamaz. Çünkü evreninmerkezi ancak
kendi dışındaki bir şeye göre olabilir, evrenin dışında bir şey tasarlamaksa
evrenin bütünlük (La.universum) niteliğini ortadan kaldırır. Tanrıbilime
karşıt düşüncelerinden ötürü Cusanus öğretisine olumsuzTanrıbilim adı
verilmiştir.Giordano Bruno (1548-1600), tipik bir rönesans adamıdır. Doğa
karşısında duyduğu büyük coşkunluk yüzündenonu ozan-düşünür olarak
nitelendirirler. Gençliğinde Dominiken tarikatına girmiş, oysa cüppesiyle
birlikte metafizik düşüncelerini de pek çabuk üstünden atmıştır. Hareketli
bir yaşamı vardır, her yerde kovuşturmayauğradığından serbestçe düşünebilmek
için ömrü boyunca kentten kente dolaşmıştır. Sonunda, yakalanarak,Roma'da
Campo di Fiora meydanında yakılmak suretiyle öldürülmüştür. Kendisine bu
cezayı tebliğ edenEngizisyon yargıcına, ölümümü bildirirken siz, benden çok
korkuyorsunuz demiş. Kopernikus sisteminden esinlenerek evrenin sonsuzluğunu
kavramış. Tanrının da, varsa eğer, ancak böyle bir sistem içinde,
sonsuzluktagerçekleşebileceğini düşünmüş. Aristoteles'in evreni bölümlere
ayırmasını açıkça gülünç buluyor. Ona göre gök,sonsuz evrendi. Akıl için iki
sonsuz olamayacağına göre Tanrı ve Evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin
yaratıcısıdeğil, kendisidir. Yaratılan bir şey yoktur, olmakta olan bir şey
vardır. Ne yaratan vardır, ne de özgürce biryaratma işi.Bunların yerine
doğa'yı ve meydana gelme zorunluğunu koymamız gerekir. Evren-Tanrı, açılarak
ve yayılarak,kendisi bireyleşmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz
büyüklükte nasıl bulunuyorsa bir parçacık otta, bir kumtaneciğinde, bir
karıncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde
bulunmasıyüzündendoğa'da hiçbir şey yok olmaz. Ölüm, hayatın bir
değişmesinden başka bir şey değildir. Doğa'da, bizlerin kurupçattığımız
anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu
değişme sonsuzdur.Tohumlar başka tohumlara yönelirler, değişirler. Örneğin
tohum, ot olur, başak olur, ekmek olur, keylusolur, kanolur, insan tohumu
olur. İnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki tohumu olur.
Bu değişmelerveyenileşmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir. Bu sırada bir
başka İtalyan, Tommaso Campanella (1568-1639) yenigidişe ayak uydurabilmesi
için felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayış sonuçsuz kalacaktır, ortaçağın son
kalıntılarından olan İtalyan kilisesi onu da boğup susturmak üzeredir.
İtalya'da doğan yeni düşünce artık İtalya'dabarınamayarak İngiltere'ye,
Fransa'ya, Almanya'ya doğru yola çıkmak zorundadır. Campanella'ya
göreVarlık'ınilkeleri şunlardır: Yapabilmek, bilmek, istemek... Bilgi
olmasaydı doğa hiçbir zaman hiçbir şeyi meydana getiremezdi. İşte Tanrı bu
üç ilkenin birleşimidir, bir başka deyişle salt (Mutlak) iktidar, salt
bilgi, salt sevgidir.Bilgilerimiz duyularımızdan gelir. Oysa bu duyuları
bilgi haline getiren akıldır. Campanella'nın bu ileri çıkışları,sonraları,
çok daha aydınlık olarak işlenecektir. Görüldüğü gibi, yeni insan önce
kendini, sonra da doğayıtanımayolundadır. Çekinmeden aynaya bakmasını,
aynadakini olduğu gibi görmesini öğrenmiştir. Düşüncesi, artık, bu
yenibilgilerine dayanacaktır: Zavalılığını, gülünçlüğünü, karmakarışıklığını
bilmekte, gene de ürkmemektedir. Bu yenibilgileri onu yıpratmayacak,
güçlendirecektir. Yeni insan; yavaş yavaş, dünya gerçeklerini bulmakta,
ortaya çıkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara
varmaktadır. Bakışlar gökten yere inmiş, yerden deaynaya çevrilmiştir. Ayna,
bakmasını bilenlere her şeyi olduğu gibi göstermektedir. Yeni insan,
Yunanlıbalıkçınınbir fırtına sırasında Neptunus'a dediğini kendi kendine
mırıldanmaktadır: Ey Tanrı, beni ister kurtar ister mahvet,ben dümenimi
kırmadan dosdoğru gideceğim. Tommaso Campanella'nın İtalya'da boğulan
sesi,İngiltere'de FrancisBacan (1561-1626)'un ağzında devam etmektedir:
Bilmek mi istiyorsunuz? Şu halde sormaktan vazgeçerekkendiniz deneyiniz.
Deneyin mihengine vurulmamış olan deney öncesi (a priori) bir düşünce,
gereken bilgi değildir.Peşin yargılardan kaçınınız. Kimi insanların büyük
kötülüklerden kurtulduklarını görüyoruz, bundandoğaüstü birkoruyuculuk
sonucunu çıkarıyoruz, aynı insanların o büyük kötülüklerden kurtulmadıkları
halleri de düşünün.Eşya üstünde anlaşacak yerde, herkesin istediği anlamı
verdiği kelimeler üstünde beyhude yere kavga ediyoruz.Felsefenin kurtuluşu,
gözleme ve deneye bağlanmakla sağlanabilir. Doğa üstüne soyut
düşünceleredalmaktankurtulunuz, bu soyut düşünceler hiçbir işinize
yaramayacaktır. Bir başka İngiliz, Thomas Hobbes (1588- l679),ulusdaşının
sürdüğü tarlaya yeni tohumlar atmaktadır: Felsefe yapmak, doğru düşünmektir.
Düşünmekse katmak,ayırmak, toplamak, çıkarmak; bir başka deyişle, saymak
demektir. Şu halde doğru düşünmek, birleştirilmesigerekeni birleştirmek,
ayrılması gerekeni ayırmaktır. Birleşebilen ya da ayrılabilen şeyler
cisimlerdir.Demek kifelsefenin cisimlerden başka bir konusu olamaz. Ruhlar,
Melekler, Tanrı düşünülemez. Bu soyut kavramlar felsefekonuları değil, inan
konularıdır. Felsefenin konusu cisimler, metodu da dış ve iç duyarlıktır.
Dış ve iç duyarlığın herikisi de deneye dayanır. Gözlem biliminin dışında
gerçek hiçbir bilgi yoktur. Hobbes'a göre sınırsızözgürlük(Kayıtsız
hürriyet, La liberte dindifference) diye bir şey yoktur. Biz insanların
davranışları dayanılmaz içgüdülerinelindedir. Tutkusuz akıl, çekiciliği
olmayan töresel ilkeler insanlar üstünde hiçbir etki yapamaz. Bir istekten
sonragelen davranışımızı yönetmek bizim elimizdedir ama, isteğimizi yönetmek
elimizde değildir. Herdavranışın yeter birnedeni vardır. Yeter neden,
zorunluktur. Evrendeki her cisim gibi insan da bu zorunluğa bağlıdır.
Herşeyde olduğugibi törede de en gerçek yönetici, çıkar (Menfaat)
düşüncesidir. Salt iyi, salt kötü, salt tüze. (Adalet), salt töre(Ahlak)
yoktur, bunlar uydurulmuş kavramlardır. Gerçekte iyi, hoşa giden, kötü de
hoşa gitmeyen şeydir. Doğadaolduğu gibi Devlette de hakkı meydana getiren
güç (Kuvvet)'tür. Gerçek Devlet, herkesin herkese karşıkavgasıdır.Devlet bu
kavgaya bir dereceye kadar son verdiği için onun emrettiği erdem, yasak
ettiği erdemsizliktir. Rönesansinsanı, artık, önüne serilen her türlü
bilgiden şüphe etmektedir. Felsefe tarihçilerinin modern şüphecilik (Fr.
Scepticisme moderne) adını verdikleri rönesans şüpheciliği (Fr. Scepticisme
de renaissance) de Henricus CorneliusAgrippa von Nettesheim (1486-1535)'le
başlamaktadır. Nettesheim, bilgi olanağını ilerisüren
herkeseşiddetlesaldırmış, çalışmalarının boş ve tehlikeli olduğunu ve onları
hiçbir sonuca eriştirmeyeceğini savunmuştur. Bilimekarşı bu bilgisizce
saldırıda kendisini bir başka rönesans adamı, Michel de Montaigne
izlemektedir. Montaigne'egöre de bilim adamları, hiçbir işe yaramayan yanlış
sonuçlara varmaktan başka hiçbir iş yapamazlar. Copernicus'aniçin inanmalı?
Yakın gelecekte biri çıkıp onu pekala çürütebilir. Paracelsus, kendisinden
önceki bütün hekimlerinhastalarını öldürmekten başka bir şey yapmadıklarını
söylüyor, ama Paracelsus da aynı sınıfa sokulacakhekimlerdendir. Güvenilir
bilgi arayacağımıza bilgisizliğimizi görüp kabullenmemiz gerek. Bu olumsuz
şüphecilikte Montaignein izleyicileri de rahip Pierre Charron (1541-1603)'la
piskopos Jean Pierre Camus (1584-1654)'dür. Charron, gerçek bilim insanın
kendisidir, diyor. İnsan kendisini incelerse, tüm bilgilerinin
duyularındanve usundan geldiğini görür. Oysa bu ikisine de asla güvenilemez.
Bilim adamlarının yapabilecekleri tekşey vardır,eski şüpheli varsayımları
yeni şüpheli varsayımlarla değiştirmek. Bilim asla bundan öteye gidemez.
PiskoposCamus'ye göre de sav, hiçbir şey bilemeyiz; karşı sav, bir şey
bilebiliriz; bireşim, bir şeyin bilinip bilinemeyeceği konusunda yargıdan
kaçınmalıyız. Felsefe de bulanık bir uçurum ve içinden çıkılamaz bir
labirenttir. Rönesans şüpheciliğinde bu iki papazı François la Mothe le
Vayer (1586-1672) izlemektedir. (Molierein birçokpiyeslerinde alay ettiği
şüpheci budur). Yapıtı bile şu adı taşır: Şüpheci felsefenin şüphelerinin
bilimlerde çok işe yaradığını gösteren konuşma. Le Vayere göre şüphecilik,
bilimi yıkmıştır ve boşuna bir uğraşı olduğunu tanıtlamıştır. Bilimsel
araştırma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur. Rönesans şüphecilerinin son
düşünürü Francisco Sanchez (1562-1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler
(Sanchezin deyimiyle: ne yazık ki) birbirleriyle ilişkilidirler, bundan
ötürü de tek tek hiçbiri bilinemez. Bundan başka sayıları da sınırsızdır,
demek ki tümünü bilmek esasen olanaksızdır. Dahası, sürekli olarak
değişirler, değişen şeyler nasıl bilinebilir? Duyulara asla güvenilemez,
çünkü onlarsadece dış görünüşü gösterebilirler, nesnenin kendiliğine
inemezler. Rönesans şüphecileri, görüldüğü gibi, antikçağ Yunan
şüphecilerinden çok daha bilimdışıdırlar. Bundan başka, her şeyden şüphe
etmişler, ama tanrıdan şüphe etmemişlerdir (Nettesheim'a göre, tek bilgi
kaynağı tanrıdır, Charron'a göre, insanın incelenmesi bizi tanrının
bilgisine götürür, Montaigne'e göre, eğer tanrı insanlara ilkeleri
bildirmeseydi bu ilkeler olabilir miydi?, Camuş'ya göre, insanın
bilebileceği gerçekler ancak tanrının ona göstermek istediği kadardır, Le
Vayere göre, tanrısal gerçeklere tanrının yardımı olmadan asla ulaşılamaz).
Ne var ki rönesans şüpheciliği metafizik temeli yıkarak yerine bireyci
temeli koymaktadır. Ortaçağ toprak ağasının (feodal) desteği olan metafizik,
yeniçağın yeni insanının (burjuvazi) desteği olan bireyciliğe boyun eğmek
üzeredir. Gerçekte her iki dünya görüşünün de yapısı aynıdır; metafizikte
genellikten özelliğe dağılan us, bireycilikte özellikten genelliğe
yükselmektedir. Sadece çıkış noktaları değişmiştir, vardıkları sonuç birdir.
Bireyler, bireysel olduğu kadar ortak bir usla birbirlerine bağlıdırlar.
Stoacıların dedikleri gibi bu us Atina'da başka türlü, Roma'da başka türlü
olamaz. Justus Lipsius'un (1547-1606) rönesans stoacılığı böylesine bir usu
önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kılık değiştirmiştir. Padua
okulunun kurucusu Petrus Pomponatius (1462- 1525), Scaliger (1484-1558),
Cremonini (1552-1631), Zabarella (1533-1589) ve Lucilio Vanini' nin (Pompejo
Ucilio, 1583-1619) dillerinde artık onun ölmezliği açıkça tartışılmaktadır.
Artık kimse ruhun ölmezliğine inanmıyor ama, Vanini gibi dili koparıldıktan
sonra diri diri yakılımayı göze alamayanlarCremonini'nin şu öğüdüne
uyuyorlar: İçinden dilediğin gibi, dışından herkes gibi davran (Intus ııt
Iibert, foris ut moris est)...Aristoteles, ortaçağın metafizik
eklentilerinden temizlenerek yeniden ele alınmaktadır. Theodoros Gaza'nın
yönetiminde Rudolf Agricola ve lacobus Faber, insancı (ümanist) bir
Aristoteles yaratmaktadırlar. Bireysel ruh ölümlüdür ama, ruhun usu ölümden
sonra evrensel usa karışacaktır. Çünkü onun özü olan düşünce, vücuttan
ayrılır.Bu anlayış, Teleziana akademisinin kurucusu Bernardino Telesio'yla
(1108-1588) Frencesco Patrizzi'nin (1527-1597) natüralizmine uygun
düşmektedir. Öbür yandan da, Georgios Gemistos Plethon (1355-1450), Basilius
Bessarion (l403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik
eklentilerinden temizlenmiş insancı bir Platon meydanâ çıkarılmaktadır.
İnsanın ruhu tanrıdan türemiş olduğuna göre, insanda bütün evreni bilebilmek
ve anlayabilmek gücü var demektir. Bilgi derebeyine özgü değildir, burjuva
da bilgi edinebilir. Bütün bunların üstünde de, Giovanni Pico della
Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un (I509-1603) seçmeciliği
(eklektizm) eski Yunan düşüncesinin çeşitli akımlarını birleştirerek
uzlaştırmaya çalışmaktadır. Aristoteles'le Platon'un temelde birleşmekte
oldukları düşüncesi yeniden ortaya atılmıştır. Ortaçağda derebeyliğin
çıkarlarına göre yorumlanan Yunan düşüncesi, artık burjuvazinin çıkarlarına
göre yorumlanmaktadır. İnsanlık yaşamına bilimsel bir temel yerleştirmeye
çalıştığı için bilimsel olan hiçbir şeyden hoşlanmayan ortaçağ metafiziğince
sapıklıkla suçlanan Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle,
burjuvazi bireyciliğine uygun mekanikçi atom anlayışı içinde yeniden
doğurtulmaktadır. Yenidendoğuş (Rönesans), her bakımdan burjuvaziye uygun ve
yararlı bir doğuştur.Doğa, artık, metafiziğin hiyerarşik durallığı içinde
değil, mekaniğin yer değiştirme devimselliği içindedir.Derebeyinin
hiyerarşik düzendeki dokunulmaz üstün yeri değişecek ve bu yere her ne kadar
yeri değişenin kendisi değişmezse de burjuvazi oturabilecektir.
Yenidendoğuş, bütün bu oluşmalar içinde de, bir yeniden biçimleniş
(reformasyon) gerektirmektedir. Protestanlık, kapitalizmin temellerini
hazırlamaktadır. Luthere göre sosyal eşitsizlik tanrı düzenidir ve olduğu
gibi korunması gerekir. Calvin'e göre üretim için alınacak faiz gereklidir
ve dinsel yasalara aykırı değildir. Protestanlık, ekonomik bir dinciliktir
ve burjuvazinin ticaret sorunlarını kapsamaktadır. Birey ve bireyin ekonomik
sorunları, tanrısal düşünce içinde bile, birinci plana çıkmıştır. Jacob
Boehme'de (1575-1624) dilegelen Rönesans gizemciliği (mistisizm) de bu
yoldadır. Boehme'e göre tanrı dural değil, devimseldir. Tanrı doğalaşmış ve
insanlaşmıştır, öyleyse birey tanrılık değerdedir. Rönesans çağının
sonlarına doğru, bütün bu dinsel yenilenmeler de yetişmeyecek, kaynağını
insanda ve us'ta bulan yeni bir doğal din akımı türeyecektir. Laelius
Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1596) ve Herbert of Cherbury'nin
(1581-1648) ellerinde oluşan bu doğal din, insan usunu ve böylelikle de
bireyi yüceltmektedir. Bu çağın dincilerinin çoğu aynı zamanda
ekonomicilerdir. Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olayları, metafiziğe
uygun olan dogmatik açıdan değerlendirmektedir.