GEÇ ANTİK ÇAĞ VE ERKEN ORTA ÇAĞ FELSEFESİ VE KÜLTÜRÜ içine girmişti. Bu yıllarda İmparator Constantine "Milan Fermanı'yla" Hıristiyanlığa ibadet özgürlüğü getirdi. Constantine'in amacı, tanrısal güç yardımıyla imparatorluktaki iktidarını daha güçlü yapmaktı. Böylece Roma'da birçok büyük kilise yaptırdı ve yaşlılığında kendisi de Hıristiyan oldu.
İmparator Diocletian yaptığı reformlarla imparatorluğu Latin dili konuşan Batı ve Yunan dili konuşan Doğu olarak ikiye bölmüştü. Constantine Doğu Roma'nın başkentini Karadeniz boğazının kıyısında Bizans'ın ilk temellerini atarak kendi adıyla anılan Constantinepolis'i şimdiki adıyla İstanbul'u kurdu. İstanbul, yeni Roma olarak tanımlanmaya başlandı. İznik yakınlarındaki bir kasabada M. S. 325 yılında yeni özgürleşen Hıristiyan kilisesinin ilk genel konsüller toplantısına başkanlık yaptı.
Genel konsüller, Hıristiyanlığın iddiası olan İsa'nın ilahi, yani Tanrı olduğu öğretisi için gerekliydi. Hıristiyanlara göre İsa, Tanrı'nın Oğlu'dur. Buradaki problem, Oğul'un Tanrı'ya eşit olup olmadığı veya ondan aşağı olup olmadığı diğer bir deyişle Tanrı'nın Baba olup olmadığıdır. İskenderiyeli papaz Arius, Oğul'un ikincil olduğunu; buna karşılık Baba'nın her zaman var olduğunu; Baba ile Oğul arasında var olma bakımından her zaman bir zaman süreci olması gerektiğini; Oğul'un yaratılmış olduğunu; ve yaratılmış diğer varlıklar gibi değişime ve ölüme maruz kaldığını ileri sürdü. Arius'un bu öğretisi kiliseler arasında bölünmeye ve bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Fakat, piskoposlar İznik toplantısında oy verme sırasında, Arius'un öğretisini büyük çoğunlukla reddettiler. İznik konsüller toplantısında Hıristiyanlığın resmi Ortodoks inancı şöyle ifade edildi: Oğul, homousion'dir, yani Baba olan ousia ile özdeştir.
Ousia Yunan filozofları tarafından sıkça kullanılan ve İngilizceye existence (Varlık) olarak çevrilen bir kelimedir. İki insan varlığı, örneğin Peter ve Paul, aynı özü paylaşırlar; öz, insan
İlktir (hümanitedir). Bir insan ve bir köpek farklı iki öze sahiptirler. Bu anlamıyla öz, Aristoteles'in ikinci tözü gibi anlaşılmaktadır. Baba ve Oğul ilişkisindeki inancın Latin dilindeki anlamı ikisinin de aynı varlık olduğu, yani özlerin aynı olduğudur. İznik konsülü ilkti, fakat son değildi. Bu tartışma Hıristiyanlık öğretisindeki felsefi eleştirilere girişi de ortaya çıkardı.
İmparatorluğun Hıristiyanlaştırılması, felsefeye birçok yoldan etki etti. Öncelikle en önemlisi Yahudiliğin fikirlerini evrensel geçerli yaptı. Paganlık ve Hıristiyanlık arasındaki savaş, çoktanrıcılık ile tektanrıcılık arasındaki savaşa dönüştü. Hıristiyanlığın iddia ettiği tek Tanrı, Yehova idi; Yehova Musa'ya emir veren ve Yahudilikten gelen Tek olandı. Parmenides'in, Platon'un, Aristoteles'in ve Epikuros'un tanrılarından farklı olarak bu Tanrı, evreni hiçten var etti, yani bu evren yoktan yaratıldı. Hıristiyanlık öğretisine göre, o, yalnızca Yahudilerin Tanrı'sı değil, tüm insanlığın Tanrı’sıdır ve herkes ona ibadet etmelidir.
Bu anlayışla Hıristiyanlığın yayılışı, metafizikte bir devrimi gerçekleştirdi. Fakat aynı zamanda ahlak öğretisinde de büyük değişiklikler yaptı. Temel Yahudi ahlakı, ilahi olana itaat et görüşü üzerinde temellenmekteydi ve bu yasalar, ilahi yasalara itaatsizlik olarak kabul edilen günah kavramıyla sıkı bir ilişki içindeydi. Klasik Yunan ahlakı ile hiçbir benzerliğe sahip değildi. Yunanca kavram hamartia St. Paul tarafından günah kavramıyla karşılandı. Aristoteles bu kavramı hiçbir fark gözetmeden yanlışın herhangi bir formu olarak kullanmıştı. Stoalılar ise kutsal ve ilahi yasalardan bahsederken doğru konuştular; fakat yaptıkları çok fazla metaforikti. Birisi onlara bu yasalar nerede yürürlüğe konulur diye sorarsa, cevap veremezlerdi. Aynı soru Yahudilere ve Hıristiyanlara sorulursa, Musa peygamberin kitabındaki 'On Emir'de diye cevap alınırdı. St. Paul, Hıristiyanlığın bazı özel konularda Yahudilikle aynı olmadığını ileri sürdü. Örneğin, yiyecek yasalarında ve sünnet konusunda Yahudilikle aynı görüşleri paylaşmazlar. Fakat ilahi yasalar her ikisinde de insanlığı kontrol altında tutar ve onları sınırlar; bu yasaları değiştirmek en büyük günahtır.
Felsefeciler Orta Çağ'da uzun yıllar Kutsal Kitap çerçevesinde felsefe yaptılar. Yunan düşüncesinden Hıristiyan düşüncesine geçişi anlatma yollarından biri, Homer'in şiirsel anlatımından felsefeye karşı olan İncil'in kutsal metin anlatımını göstermektir. Fakat, şüphesiz Hıristiyan felsefeciler, Yunanlı felsefecilerden daha çok kutsal metinleri ciddiye aldılar. Platon birçok konuda Homer ve Hesiodus'u referans vermekte kendini zorunlu hissetti; fakat yanlış ve beğenmediği yerlerde de onları yok saymakla veya sansür etmekte kendini özgür kıldı. Kutsal kitabın paragraflarındaki zorluklarla karşılaşan Hıristiyan düşünür ve yazarlar, bu paragrafları mistik ya da mecazi yorumlarla açıkladılar; fakat onlar hangi yorumu yaparlarsa yapsınlar, kutsal metinler hakikati ve en iyi olanı açığa çıkartmalıdır. Bundan başka, felsefenin özgür yorumu, sınırsız değildir; çünkü kilise doğruyu yalnızca ilahi otoriteden değil, aynı zamanda çelişkili yorumların arasında karar vererek açığa çıkartmayı savunur. Bu konuda Hıristiyanlıkta örnekler varken, Klasik Yunan'da yoktur. Sokrates ve Anaxagoras gibi, var olan (hakim) inanca sahip olmayan Yunan felsefecileri, devletin sıradan yasaları tarafından cezalandırıldılar; devletten başka hiçbir güç ya da yetki, hakim inancı korunmakla yetkili değildi; kısaca böyle bir yetki sahibi de yoktu.
Sonuçta, belirli Hıristiyan öğretileri, felsefecilerin ele aldıkları konular oldu; onları sorguladılar ve tartıştılar. İsa'nın ölü vücuduna geri döndüğüne dair Hıristiyan öğretisi veya inancı, felsefi araştırmanın doğasını ölüm ve ölümsüzlük konusuna ve ruh-beden ilişkisine yöneltti. Vaftiz ve şarap-ekmek gibi Hıristiyan ayinlerindeki dönüşüm, Eski Yunan'ın semantik dil çalışmalarından daha fazla sembollere ve genel doğa kuramlarına yön verdi. Merhamet ve kader üzerine St. Paulcu öğreti uzun yüzyıllar determinizm ve özgür istenç (irade) karşılaştırmasına önderlik etti.
İznik konsüller toplantısı, İsa'nın doğası ve kişiliği üzerine olan tartışmayı sona erdiremedi. Constantine'in M.S 327'de ölmesi üzerine Arius taraftarları Constantine'in oğlu Constantius tarafından korunması sonucu tekrar canlandılar. Onlar, Baba ve Oğul aynı öze sahip iddiasında olan İznik öğretisini reddettiler; iki şeyin gerçekte birbirinden ayrı şey olmadığını, fakat aynı tek gerçekliğin iki görünüşü olarak yorumladılar. Aslında, onlar, Oğlu'nun özünün Baha'sının özüne benzer olduğunu söyleyerek homoiousion'u homoousiorı'a. tercih ettiler.
Bu arada teolojik tartışmaya yeni bir boyut eklendi. Bir Hıristiyan, "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh" adına vaftiz edilirken, Yeni Ahit'te "Kutsal Ruh" çoğu zaman ermiş Hıristiyan düşünürler anlamında kullanılmaktaydı. O halde, problem yalnızca Baba-Oğul arasındaki ilişkiden kaynaklanmaktan ayrı olarak çıkmamaktaydı, aynı zamanda ikisinin Kutsal Ruh'la olan ilişkisi de problemin içindeydi. Yunan kilisesi bu problemi şöyle formüle etti: Onlar üç farklı şeydi; fakat eşit ilahi hipotezdi (hypostases). Plotinos'un Bir, akıl ve ruh kavramı bu konuyu en iyi biçimde örneklemektedir. Latin dilinde ise öz (substantia) kavramıyla ifade edilmektedir. Fakat Oğul, Baha'nın özü olursa, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un üç töz olduğunu söylemek çelişkidir. Töz kavramının iki farklı anlamı, Aristoteles'in birinci dereceden töz ve ikinci dereceden töz ayırımına dayanmaktadır. Örneğin töz Sokrates, öz ise insanlıktır. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh arasındaki üçlü ilişkiyi M. S. 381 yılında İstanbul konsüller toplantısı belirleyerek, bu konuya üçleme (teslis) adını verdi.
İstanbul konsülü de İznik konsülünün iddiasını onaylayarak, Kutsal Ruh, Baba ve Oğul arasındaki ilişkiyi sevgiyle (ibadet etmek, tapınmakla) açıkladı; Oğul, Baha'dan vücuda gelirken; Kutsal Ruh, Baha'dan meydana gelir. Oğul ve Kutsal Ruh arasındaki ilişki belirsiz ya da açıklanmamıştır. Bu durum, "kişi" (Latincedeki person) kavramıyla ifade edildi.
Cisimleştirme Teolojisi: İstanbul konsülü, Doğu İmparatorluğundaki Ariusçu tartışmaları sona erdirmek için imparator Theodosius'un yasaklayıcı ve zulmedici emirleriyle desteklendi. Tüm bu yasaklamalara rağmen, karşıt görüş (Ariusçu yorum), Tuna'yı başarılı bir şekilde geçen ve kısa süreyle Batı İmparatorluğunu işgal eden Gotlar arasında yaşamını sürdürdü. Bu yasaklamalara ilaveten, konsül bir yasa çıkartarak "Roma piskoposundan sonra en büyük piskoposun İstanbul piskoposu olduğunu" ileri sürdü; çünkü İstanbul yeni Roma sayılmaktaydı.
İkinci ve üçüncü yüzyıl süresince, Roma başpiskoposu, İskenderiye ve Antalya'daki Ariusçu kiliseler de dahil olmak üzere tüm kiliselerde yasak koyucu (sansürcü) piskopos olarak kabul edildi. Roma başpiskoposunun aracılığı, zaman zaman diğer kiliseler tarafından kabul edildi ve hatta aracılık yapması için davet edildi. İmparator Constantine'nin Papa Silvester'i Roma'da oldukça iyi ve değerli bir göreve atamasıyla, papalık otoritesi genişleyerek tüm İtalya'ya ve Batı'ya yayıldı. Silvester, İznik konsülüne elçiler yolladı ve orada papalık öğretisinin yerleşmesini ve değişmemesini sağladı. Roma kilisesi, İstanbul konsüllüğünün kiliseyle ilgili kararlarını havarilerden Paul ve Peter'e bağlı kalarak almasına gücendi; çünkü kendi kararlarının çıkış yeri imparatorluğun kuruluş ve başkenti olan Roma'dan gelen geleneğe bağlı idi.
Rekabet beşinci yüzyılda da Hıristiyanlığın öğretisi olan üçlemenin (teslisin) kişiliği konusunda değil de, İsa'nın kişiliğindeki insanlık ve kutsallık ilişkisinin kesiştiği noktada devam etti. Herkesin kabul ettiği şey, İsa'nın Tanrı ve Meryem'in onun annesi olduğu inancıdır. Fakat bu, Meryem'in Tanrı'nın annesi olduğu anlamına gelir mi? Birçok ünlü yorumcu bunu kabul ettiler; fakat 428'de İstanbul piskoposu Nestorius, Meryem'in Tanrı'nın annesi olduğunu kabul etmedi. Ona göre, Meryem İsa'ya tanrısallığı (kutsallığı) değil, insanlığı verdi; bu nedenle Meryem'i Tanrı'nın annesi olarak adlandırmak, insanlık ile tanrısallığın karıştırılmasından başka bir şey değildir. Antik Çağ'ın Neo-Plotinosçu öğretisini benimseyen kadın filozof ve bilim insanı Hypatia'nın ölümünden sorumlu hoşgörüsüz ve çok sert yapıya sahip İskenderiye piskoposu Cyril, Nestorius'un öğretisini reddederek kendi görüşünü şöyle formüle etti: "Eğer Nestorius İsa'nın annesinin Tanrı'nın da annesi olduğuna inanmıyorsa, o aynı zamanda İsa'nın Tanrı olduğuna da inanmıyordun"
Bu tartışma gittikçe büyüyerek tüm imparatorluğu sardı. Bunun üzerine İmparator II. Theodosius 431 yılında Efes'te konsülleri toplantıya çağırdı. Teolojik tartışmanın sonucunda Cyril rüşvetle, tehditle ve popülist ilgiyle meclisi ikna etti, Nestorius'u ve öğretisini yasaklatarak, belirledi. İnsanlığın ve kutsallığın tek bir hypotasis'in birliğinde olmasını ve ikisinin İsa'da, aslında iki farklı durum olduğunu kabul etmelerine rağmen, piskoposlar Cyril'in formülünü kabul ettiklerini beyan ettiler. Bunun yüzünden, Meryem'den doğmuş olmak ve çarmıhta ölmüş olmak gibi insani şeyler, Tanrı'nın Oğlu'na atfedildi ve dünyayı yaratma ve mucize sahibi olmak gibi kutsal durumlarda İsa'nın insan olmasına karar verildi.
Üçleme üzerine olan tartışmalardan çıkan felsefi soru şudur: Eğer Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üç Tanrı değilse, onların üçlemesi nedir? Yanıt onların hypotasis yani kişi (persoıı) olduğudur. Bu durumda problem şudur: Eğer İsa'nın insanlığı, onun ilahi oluşundan farklı ise, onun bir olması ne demektir? Bu sorunun da cevabı aynıdır: hypotasis yani kişi (person)'dir. Günümüzde çok bilinen kişi kavramı, anlamını bu tartışmaya borçludur.
İznik konsüller toplantısında çıkan Baba ve Oğul'un tanrısal olduğu görüşü kabul edilmediği gibi, Efes konsüller toplantısı da Oğul'un dünyevi varlık olduğu görüşü yanlışlarıdı. Cyril'in bazı İskenderiyeli destekleyicileri onun İsa'da iki varlığın olduğu görüşünü kabul etmekle hatalı olduğunu düşündüler; çünkü Tanrı'nın Oğlu, sonsuz zamanlar için birleşmiş bir insan doğasına değil de, ilahi bir doğaya sahiptir; fakat ne zaman o cisimleşti, o zaman O iki varlığın (Tanrı ve Oğul) birliğinden oluşmuş tek bir doğaya sahip oldu. İşte İskenderiyelilerin tek bir doğada birleştirdikleri bu yorum Efes'teki ikinci bir konsüller toplantısını olanaklı yaptı.
Roma papası olan Leo, bu toplantıya katılmadı; fakat iki doğa öğretisi olarak bilinen güvenilir ve sağlam bir argümanı, toplantıya yazılı olarak yolladı. Kararların sonucunu öğrendiği zaman, toplantıyı 'haydutlar yatağı' olarak adlandırdı. Roma'nın desteğini alan İstanbul piskoposu İskenderiye'yi karşısına alarak 451'de Kadıköy'de bir konsüller toplantısı yaparak, tek doğa öğretisini yasakladı ve iki doğa öğretisinin İsa'da insan bedeni ve ruhu olarak mükemmel Tanrı ve mükemmel insan olarak ortaya çıktığını kabul etti. Hiçbir çelişkiye, değişmeye, bölünmeye veya ayrılmaya gerek kalmadan iki doğanın bir arada olabileceğini yani insanlığın özü ile tanrısallığın özünün birlikteliğini savundu.
Efes'teki birinci ve Kadıköy'deki ikinci konsüller toplantısı, Ortodoksinin bir test edilişiydi; fakat her ikisi de doğrudan ve evrensel olarak kabul edilmedi; bugün hala Nestoriust ve Monophyist (bir doğa öğretisi) Hıristiyanlar, uzlaşmaz iki taraf olarak tartışmanın devam ettiğini kabul etmektedirler. Buna karşılık felsefe tarihi açısından konsüller toplantılarının önemi, bu tartışmalarda geçen "töz", "öz", "kişi" ve "doğa" kavramlarının anlamlarının asla aynı olmadığıdır.