Diktacı tutumlardan hangisi ele alınırsa alınsın, temelde mutlakçı bir
yaklaşım bulunabilir. Bundan dolayı, şimdi de mutlakçılığın, önce, kısaca
niteliği ve bir dereceye kadar sakıncaları üzerinde durmayı gerekli
görüyoruz.
MUTLAKÇILIĞIN NİTELİĞİ
Kendi hakikat ve değerlerini mutlak sayan veya mutlak işlemine uğratanlardan bazıları, kuşku yok ki, bunları belli bir kaynak veya kaynaklarla bağlantılı gibi kabul etme durumundadırlar. Ayrıca bu kaynağı veya kaynakları seçme, onlarla bağlantı kurma ve onlardan geleni ayıklayıp alma ve kavrama yoluyla da olsa, mutlak saydıkları hakikatlere ve değerlere varmada, mutlakçılar, eninde sonunda kendi düşünme güçlerinin hakemliğini kabul etme zorundadırlar.
Bununla birlikte, ister belli kaynaklardan ister doğrudan doğruya olsun, sezgi, akıl veya olanı kavrama yoluyla kendisinin ve kendisi gibi düşünenlerin mutlak hakikat ve değerlere ulaşmış bulunduğuna inanıp, bu hakikatlerin ve değerlerin toplumsal düzene temel olduğu ve uygulama programlarına kılavuz yapılmasının gerekli bulunduğu tezini ileri süren mutlakçıların varlığına tanık oluyoruz. Mutlağa sahiplik ihtiyacı, belki de güven duygusuna susamış insanoğlunun, bu güveni, kararsızlığı besleyici bir değişme ortamı içinde, göreli yollarla oluşturmayı öğreneceği zamana değin canlılığını koruyacaktır. Mutlağın ulaşılmazlığına karşı vazgeçilemezliği, insanoğlunu, ulaşabildiği göreliye, mutlakmışçasına sarılmaya yöneltmektedir. Böyle bir yönelimin vardırdığı anlayışla insanlar, mutlağa sahiplik yanılgısı içinde, kendi göreli hakikat ve değerlerini mutlakmış gibi savunmakta, onlara ters düşen hakikat ve değerlere karşı çıkmaktadırlar. Bu durumda, artık, mutlakçılığın bazı sakıncaları[1] üzerine dönebiliriz.
MUTLAKÇILIĞIN BAZI SAKINCALARI
İçinde bulunduğumuz şartlar karşısında mutlakçılığa dönük ve karşı çıkabilecek her şeye karşın, canlılığını sürdüren mutlakçı tutumda, hem toplum hem de bireyler için, saklı pek çok sakıncalar vardır. Mutlakçı tutumda olanların sayıca hala kabarık olduğu bir zamanda yaşamakta olmamız, sözünü ettiğimiz sakıncalar üzerinde durmayı —adeta— kaçınılmaz ve vazgeçilmez kılıyor.
Gerçeğin Reddi
Mutlak bilgi peşinde olanlar, aldatıcı duyular aracılığı ile gerçeğe ulaşmaya razı olmayınca, ister istemez, yukarıda belirttiğimiz gibi tümdengelimi düşünüşün verilerini, gözlem ve deneyim verileri yerine geçirme ayartısına kapılıyorlar. Bu yola gidilince, akli ile dış dünya arasında bir özdeşliğin varlığını kanıtlayamadıkça, kendi içinde belki de tutarlı, fakat gerçek ile uygunluğu, dolayısıyla da uygulanabilirliği söz götürür sistemler kurma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bundan dolayı, yaşantıyı olumluca etkilemeyecek hakikat ve değer sistemlerinin toplumsal uygulamaları yöneltecek kararlara temel alınması, bir bilgi-gerçek ikileşmesinde düğümlenir. Bilginin mutlak sayılması durumunda da bu hal, ilgilileri, eninde sonunda gerçek durumları reddetme konumuna vardırabilir. Nitekim, böyle bir anlayış içindeki kimselerin, izlenen hareket programlarını beklentiye uygun sonuç vermeyince, hep gerçekten yakındıkları bilinen bir olgudur. Böyle kimselerin başarısızlığa uğradıkta, varlıktaki şartları yeniden inceleyip, onları belli yönde değiştirip, istendik hale getirebilecek yeni hareket programları geliştirecek yerde,[2] akıp giden olayların, yani gerçeğin belli görüngülerinin, «bilgi»ye uygunsuzluğunu ilan etme yoluna gittiklerine sık sık tanık olunmuştur.
Aynı husus, toplumsal gerçeğin parçaları gibi düşünebileceğimiz insanlar hakkında da akla gelebilir. Hareket programının yürümediğini gören mutlakçı, hemen, kusurun ilgili insanların niteliğinden geldiği yargısına varabiliyor. Oysa, ne halde olursa olsunlar, bir toplumdaki insanlar esastır. Çünkü insan, gerçeğin ta kendisidir. İnsan etkenini gerçekteki haliyle hesaba katmayan istemler ütopik kalmaktan kurtulamazlar. Şu halde, sorun, bütün meziyetleri sadece aklı ya da kabul edilen hakikat kaynağını tatmin edişten ibaret kuramlar geliştirmek değil; akla uygun gedikten başka, eldeki şartlar altında ve varlıktaki insanlar ile işleyebilecek sistemler bulmak olmalıdır. Hangi ölçütlere uygun düşerse düşsün, uygulamada işlemeyen bir hareket programı, işe yaramıyor demektir; işe yaramayınca da öyle bir programın, aletleşemeyeceğini, üstelik ayak bağına dönüşeceğini söyleyebiliriz.
Gelişmeyi Engelleyiş
Kendi hakikat sistemi ile toplumsal gerçek arasında var göreceği ilişki, dogmatik mutlakçının,[3] yukarıda belirttiğimiz gibi, eninde sonunda gerçeği reddedişe yönelmesinde de toplumdaki normal değişmeyi engelleyici veya aksatıcı faaliyetlere girişmesinde, türüne göre, belli bir rol oynayabilir. Mutlakçı, kendi hakikat sistemi ile (1) varlıktaki toplumsal düzenin temel ilkeleri (2) geçmişte kurulup geleceğe yansıtılmış bir sistem ve (3) geçmişte belli bir evrede var olmuş bir toplumsal düzeni esasları arasında özdeşlik görmekte olabilir. Mutlakçının birinci halde tutuculuğa, ikinci halde ütopyacılığa, üçüncü halde de ricatçılığa kapılması olasılıdır. Birbirine çağrı niteliğinde olan bu hallerin her birinde, mutlakçının, normal gelişmeyi engelleyici veya aksatıcı bir uğraşı içinde bulunması beklentiye ters düşmez.[4]
Gerçekten Kaçış
Hangi biçimde olursa olsu, bir vakitlerin mutlak sayılmış nice hakikat ve değerleri, ya zamanla değişikliğe uğramış, ya da uygulanabilirlikten yoksulluk yüzünden, ancak ütopik bir çerçevede var kalıp, her devirde, gerçekten kaçanların sığınağı olmuştur. Gerçekten yüz çevirip, böyle bir sığınakta barınanlar ise, eninde sonunda, ya toplumsala karşı tipler, ya da kapalı zümrelerin dogmatik üyeleri haline gelmek tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, mutlak hakikatler gereğince hareket etme iddiasında bulunanlar, bilgi ile gerçek veya yaşantı ayırmasına gitme; dolayısıyla de, dış dünya ile sağlıklı bağlantıyı yitirme durumundadırlar. Böyle bir durumdan kurtulmak isteyecek bir mutlakçı için ise, çıkış yolu tek görünüyor: Mutlak hakikate sahiplik iddiasından vazgeçmek; yani kendi iddiasını yersizliğini ve inançlarından, hiç değilse, bazılarını geçersiz olabileceğini kabul etmek. Bu hal ise kendini kusurlu saymayı güçleştiren etkenler yüzünden, ruh sağlığı bakımından güçlüklere yol açabilir. Çünkü, kişisel ve toplumsal dengelerini mutlak hakikate sahip oluş sanı ve iddiasına dayamış olanlar, birdenbire böyle bir dayanaktan yoksun kalınca, dengelerini yitirebilirler. Bir yandan, yaşamı boyunca küçümsediği göreli hakikatlerle yetinemeyişin, öte yandan da, mutlağa sahiplik inancı ile birlikte, belki ileride ona sahip umudunu da yitirişin doğurduğu gerilim ve bunalım içinde, yeni bir dengeye ulaşmak, onlar için, fazlasıyla güç olabilir.
Kutuplaşmaları Kışkırtma
Böyle mutlak ilkelerde ısrarlı oluşun, insanlar ve zümreler arası ilişkiler bakımından doğurabileceği sakıncalar da. önemle üzerinde durulmaya değer. Her toplumda olduğu gibi, bizim toplumumuzda da değişik zümreler vardır. Değişik sosyoekonomik gruplar, kültür alt grupları ve yaş grupları olduğu gibi; ideolojik bölünmeler, mezhep ve tarikat ayrılıkları vardır.[5] Hatta tek bir zümre içinde de, hakikat ve değerlerde, ayrılıkların bulunması her zaman olanaklıdır. Öyleyse diyebiliriz ki, bireylerin daha bilinçli bir biçimde, kendi değer ve inançlarını mutlak doğru saymaları, değişik görüştekilerin değer ve inançlarını mutlak yanlış sayma anlamına gelir. Öyleyse, mutlak konumda olanların, farklı ile yanlış ya da kusurlu arasında bir özdeşlik kurmalarının kaçınılmaz olması beklenir. Böylece de, sürekli olarak birbirlerini yanlışa sapmış olmakta —adeta— suçlayanların sayısı gittikçe artar. Üstelik, içeriği bulanık sloganlarla beslenme eğilimi ile farklıyı yanlış sayma davranışı bir araya gelince, bireylerin kutuplarda kümeleşmeleri ve bir birlerine, gruplar olarak da, karşı çıkmaları beklentiye ters düşmez.
Çatışmaya Yöneltme
Sözünü ettiğimiz kutuplaşmış gruplardaki bireyler, farklı düşünen ve inananları bir kez hatalı ve zararlı, dolayısıyla da, düşman saydıktan sonra, böyle bir durumun doğurabileceği bazı yanılgılar oluşabilir ki her biri —örtülü bile olsa— varlığını çevrede belli edebilir.
Bu durumda merakla sorulabilir: Bilgileri ve zihni yetileri yerinde olan bir insan, nasıl olur da, içtenlikle aykırı tutumlar içinde olabilir? Yanıt hiç de kolay değil! Yanıtlayışlar yerine sezişler, yeterli sayıldı mı; nice kimselerde oluşan «doğru»lar meydanı sarabilir. Bu yönde düşünmeye başlayınca bir kimsenin, karşı gruptakileri iyi niyetten yoksun, hatta kötü niyetli saymaya belki de görmeye başlaması pek uzun bir zaman gerektirmez. Böyle bir hal ise, farklıyı başlangıçta hatalı sayanları, artık, onu düşman saymaya kadar götürebilir.
Böylece de, Türkiye'mizde, büyük ölçüde problemlere dönük değil de, diğer insanlara hasımca yönelik nice kimselerin gücü, harcanıp gidecek; ülkenin olanakları hep yitirilip duracak gibi görülebilir. Böyle bir gidişle, artık, insanla değil davranışla uğraşalım diyebilmek bile iyice güçleşmiş olacağa benziyor.
Gereksiz Çekişmeye Yol Açış
Mutlak ilkelerde direnme, yersiz ayrılıklar ve sahte birlikler yoluyla ve yüzünden de, tamamıyla gereksiz çekişmelere yol açabilir ve açmaktadır. Bir yandan, mutlak ilkeleri yansıtır diye, farklı sloganlar kullanan nice kimse —bu sloganlar işe vurukluktan uzak olduğu için belki de— aynı veya benzer hareketleri kastettikleri halde, iş öncesinde birbirine karşı çıkmaktadırlar, öte yandan, aynı sloganları kullananlar arasında, işbaşında doğan çatışmalar da, birçok hallerde, vaktiyle var sanılan bir sahte birliğin ürünü olabilir. İlkeler yansıtan biçimlerin, zamanla yorum sebebiyle değişikliğe uğraması, ayrı veya yeni içerikler kazanması olasılıdır. Böylece, biçimde birüke karşın doğan inanç ve uygulama farkları çoğalabilir. Bunlar, ancak işbaşına gelince anlaşılacağı için; mutlakçı, eski düşündaşını, en azından, döneklikle suçlayarak, gereksiz çekişmelere girişebilir.
Kuvvete Çağrılık
Son bir husus olarak, bir de, varlığına inanılan mutlak ilkelere göre hareket etmekte olma sanı ve iddiasının, bizi eninde sonunda, siyasal erki elinde tutan zümrenin diktasına götürebileceği hususuna değineceğiz.
Şimdi, tartışmanın hatırı için mutlakçının uyarına gidip, mutlaklık niteliği taşıyan bazı genel ilkelerin belli yollarla bulunabileceğini, ya da geçmişte belli bir düşünür veya düşünürlerce, böyle genel ilkelerin ortaya konduğunu sayıtlayarçık hareket edelim; ve böyle genel ilkelerin varlığı halinde, işin nereye varabileceğini bir görelim. Böyle sayıltılara dayanılmakta olunca da, kabul etmek zorundayız ki, eldeki genel ilkeler, işe vuruklaştırılırken, kişiye ve hareketin yer alacağı ortamın şartlarına göre, başkalaşıma götürücü bir yorumlanma sürecinden geçme durumunda kalacaktır. Öyle olunca da, açıkça görülüyor ki, genel ilke, başlangıçta mutlaklık niteliğine sahip olsaydı bile, o ilke özel ve gerçek durumlara dönük yargılara dönüştürülürken, değişik kimselerin zihinlerinde, değişik hallere girerek yitirilecekti.
Mutlakçı bir anlayışla hareket edince, her yorumcunun, ancak kendi yorumunun doğru, başka türlü yorumların ise yanlış olduğunu iddia etmesi, böylece de, ortaya aynı derecede mutlak doğruluk iddiasında bulunan çeşitli yorumlar çıkması beklenir. Toplumsal uygulama programı aranırken karşılaşılan, bu yorumlar çokluğu ve çeşitliliği önünde duyulan tercih gereği, bir mutlak iyi veya biricik doğrunun diktasına boyun eğme gibi bir sonuca götürebilir. Çünkü, farklı görüşteki birçok kimse, kendi yorumunun biricik geçerli yorum olduğuna inanıp, mutlaklığını iddia edince; herkesçe kabul görecek bir hakem yokluğu karşısında, ister istemez, başlangıçtaki kaynak ve ilkeler, ölçüt olma niteliğinden yoksun kalacak ve yerini, şu veya bu biçimde sahneye çıkan kuvvete bırakacaktır.
Demek oluyor ki, mutlak denilen veya sayılan bir görüş, aynı esasa göre savunulan aykırı görüşlere, uygulama programı olarak, tercih edilirken, ister istemez, siyasal erke dayanılacaktır. Mutlakçı bir ortamdaki siyasal erkin temelinde ise kuvvete, hatta kaba kuvvete elbette yer vardır. Bu durumlarda, belli bir zümrenin mensupları, bu yolu seçtikleri takdirde, siyasal erki elde tuttukları için, kendilerini mutlak doğrunun temsilcisi ilan etmiş olacaklardır. Onların bu tutumları ise, gene mutlakçı, fakat onlara karşı olan başka zümreleri, kuvvet yoluyla siyasal erk yarışına iterek, toplumsal gelişmeyi sarsacak nitelikte, bitmez tükenmez mücadelelere yol açabilir.
Yukarıda, her şeye karşın, toplumsal uygulamalara esas olacak mutlak bir dayanak varmışçasına hareket etmenin, toplumun gelişimi ve bireylerin ruh sağlığı bakımından doğurabileceği bazı önemli sakıncalara dokunmuş bulunuyoruz.
Bu sakıncalar dikkate alınırsa, mutlakçı, dogmatik tutumdan kurtulma yollarını arama gereği, bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Hal böyle iken, kılgıda bu gerek uyarınca değil de, onun zararına hareket edenlerin' oldukça kabarık olduğu görülüyor.
[1] Bölümün aşağıdaki kısmı, büyük ölçüde eski bir yazımıza (Selâhattin Ertürk, ’Mudakçılığın Mahzurları,' Eğitim, Sayı: 3,1962) dayalıdır.
[2] Bu yeni program, gereğinde eskisinin değişikliğe uğratılmasıyla elde edilmiş de olabilir.
[3] Burada dogmatik mutlakçı deyiminin yadırganabileceği düşüncesiyle sözcüklerin anlamlarına dikkati çekmek İsteriz: Mutlakçı, her yerde ve her zaman geçerli hakikat ve değerlerin varlığına İnanan kimsedir. Dogmatik ise, önceleri, böyle hakikatlere ulaşabileceğine İnanan kimse anlamına kullanılmış iken ; şimdi, İnançlarını yeni kanıtlar ışığında yeniden elden geçirmeye yanaşmaksızın, olduğu gibi koruma çabasında olan kimse anlamına kullanılmaktadır. Böylece bir kimse, mutlak hakikatin, var, takat kendi erişeceği olduğunu kabul etmekle, dogmatizme düşmeksizin mutlakçı olabileceği gibi; mutlağın varlığı veya yokluğu hakkında bir karara varmamakla birlikte, hazırdı ki İnancını, değiştirmeye veya değişikliğe uğratmaya yanaşmamakla, mutlakçı olmadı dogmatik olabilir. Ayrıca, eğer bir kimse mutlak hakikate sahip olduğuna İnanıyor ancak o zaman dogmatik mutlakçı olur.
[4] Tutuculuk , Ütopyacılık başka bir eserimizde ele alınacaktır.
[5] Bu husus bir dereceye kadar 'Direnen Tehlike: Dogmatizm konusuda belirtilmiştir. Bu Eser, 7-19.