Demokrat yurttaş, hele belli bir yaştan sonra, ülke yönetiminde tüm
sorumluluğu yöneticilere bırakır genellikle, ama, yeri geldikçe, köklü
çözümü de gösterir: önce birkaç kişiyi, sonra, yetmediyse, birçok kişiyi
sallandırmak. Neden? Darağacının hiçbir soruna çözüm olmadığını fazlasıyla
bilinen bir şeyken, tarihsel örnekler mi yönlendirir düşüncesini, yoksa bir
zamanlar, gençliğinde, 1789 işi köklü devrimler düşlemiş olması mı? Kesin
bir yanıt vermek zor. Ancak, devrim düşlerini daha çok gençlerin, özellikle
de yoksul gençlerin kurduğu, zaman zaman da, darağaçlı ya da darağaçsız, ama
toplumu derinden değiştirecek bir devrim gerçekleştirme yolunda canlarını
tehlikeye attıkları oldukça yaygın bir görüştür. Michel Tournier bu onuru
yoksuldan alıp zengine vererek bizi şaşırtır:
Yoksul kaşarlanmış bir tutucudur: hem toplumsal yapıyı olduğu gibi benimser, hem de burada gittikçe daha geniş bir yer edinmek ister. En kısa zamanda içine katılmak umudunda olduğu küçük kenter sınıfından ötesini görmez gözleri. Diyeceğim, hiçbir zaman hiçbir devrimi halk yapmamıştır. Bir toplumun biricik devrim tohumları üniversite gençliğinin içinde, yani soylu sınıfla büyük kenter sınıfının çocukları arasında bulunur. Tarih, düzenli bir biçimde, en ayrıcalıklı sınıfın gençliğinin yol açtığı sert toplumsal çalkantıların örneklerini sunar. Ama böylece başlayan devrimlere halk kitleleri el atar, ondan yararlanarak ücretini yükseltmeye, çalışma süresini kısaltmaya, erken emekli olmaya, kısacası, küçük kenter sınıfına biraz daha yaklaşmaya çalışırlar. Bir an sarsılmış olan toplumsal ve ekonomik düzeni güçlendirip ağırlaştırırlar, katılımlarını artırarak destek sağlarlar ona. Bu destek sonucu, devrimci hükümetler yerlerini kurulu düzenin zorba bekçilerine bırakır. Mirabeau’nun yerini Bonaparte alır, Lenin'in yerini Stalin.[1]
Görüldüğü gibi, bayağı kafa karıştırıcı, nerdeyse başkaldırtıcı bir savdır bu. Öyle ki karşınıza bir romanda: yazarımızın ünlü yapıtı Les Meteores'da çıkması da, doğrudan anlatıcının değil, romanın aykırı kişilerinden birinin: Alexandre’ın görüşü olması da çarpıcılığını azaltmıyor. "Çok saçma, olmaz böyle şey!" deyip unutmak istiyorsunuz, ama usunuzdan çıkmıyor bir türlü; daha da kötüsü, zamanla, yeniden düşündükçe, her şeye karşın derin bir gerçeği dile getirmesinden, kendi düşüncenizin savunulması zor bir önyargı olmasından kuşkulanmaya başlıyorsunuz.
Okumalarımız sırasında, sık sık düşeriz böyle durumlara: kendi savlarımızdan kuşku duymamız için karşıt savların yüzde yüz doğru olması gerekmez her zaman. Alexandre'ın savı da pek öyle sağlam bir sav sayılmaz. Bir kez, devrimi üniversite gençliğinin tekeline bırakmak, üniversite gençliğini de soyluların ve ensesi kalın kenterlerin çocuklarıyla sınırlamak yanlış bir tutum. Tournier, ilginç kahramanına bu düşünceyi yazdırtırken, ünlü Mayıs 1968 eylemlerini düşünmüş olabilir; ama, öyle sanıyorum ki, o eylemleri gerçek bir devrim saymanın fazlasıyla abartmalı olması bir yana, o dönemde üniversite gençliğinin daha çok soylu ve büyük kenter çocuklarından oluştuğu ya da söz konusu eylemleri onların yönettiği doğru değildir. Daha eskilere doğru gidildikçe, sav büsbütün geçerliliğini yitirir. Aynı biçimde, bugün halk kitlelerinin küçük kenter koşullarına özendiği, sendikacılığın da onu bu yöneliminde desteklediği büyük ölçüde doğru sayılabilir; geniş halk kitlelerinin, bu arada işçi sınıfının, bir köklü devrim ardından koşmadığı da yeterince açık; gene de, bu gözlemlerden halk kitlelerinin her zaman küçük kenterlere özendiklerini ve zengin çocuklarının başlattığı devrimleri kendi yararlarına kurulu düzene döndürdükleri sonucunu çıkarmaya gelince, hayır, böyle bir uslamlamayı öncelikle tarih yalanlar: Mirabeau'nun ardından Bonapar, te gelir, ama yönetimi yoksul halk kitlelerini değil, kenter sınıfını palazlandırır; Lenin'in yerini Stalin alır, ama Stalin'in getirdiği düzen, kimi açılardan ne denli korkunç bulursak bulalım, kurulu düzen değildir; Küba'da devrimi üniversite öğrencisi Fidel Castro başlatmıştır, ama otuz iki yaşında ele geçirdiği iktidarı yetmişinden sonra bile kimseye bırakacağa benzememektedir. Canlı örnekleri hep karşımızda: "irtica" dan "küreselleşme"ye, tutuculuk sırtım her zaman paraya yaslar. Kısacası, iki çıkarımdan birini benimsemek gerekir: ya Mirabeau'nun, Lenin'in ve Castro'nun gerçekleştirdikleri devrim değildir, ya Les Meteores'un unutulmaz kişisi Alexandre kesinlikle yanılmaktadır.
Ama, gerçekleri tersine çevirir görünmesine karşın, bu tuhaf kişinin savı neden böyle sarsar bizi, neden kendi yerleşik görüşlerimizin doğruluğundan kuşkuya düşmemize yol açar? Herhalde gerçek yazın yapıtlarının değişmez bir özelliği nedeniyle: gerçek yazın yapıtları kesinleyecek yerde, kesinleyecek yerde ne demek, kesinlerken bile sorular sordukları, gerçeği sorgulayıp durdukları için. Biliriz, Roland Barthes yazın yapıtının "evreni bir soru olarak betimlediğini" söyler: "Balzac dünyanın tanrıbilimsel bir açıklamasından yola çıkmış, ama sonunda onu sorguya çekmekten başka bir şey yapmamıştır"[2].
Bu açıdan bakılınca, Michel Tournier'nin kahramanının kesinlemesi de bir tür soru olarak değerlendirilebilir; dolaylı bir biçimde de olsa, günümüzde, özellikle Batı Avrupa toplumlarında, bir süredir tartışılır duruma gelmiş kimi verilerin (örneğin işçi sınıfının devrimciliğinin) görünenden çok daha derin uzantıları bulunup bulunmadığını, kimi küçük belirtilerin devrimin öznesinde ve nesnesinde köklü bir değişimin göstergesi olup olmadığım sorguladığı düşünülebilir. Ama, söylemeye gerek var mı, bilmem, belirli bir noktadan sonra, bu dolaylı sorgulamanın öznesi yazar (ya da anlatıcı) değil, okurdur. Yazar (ya da anlatıcı) sorgulamada izleyeceğimiz yönü sezdirmekle yetinir çoğu kez; soruyu biçimlendirmeyi bile bize bırakır: devrimi kimler yapar ya da, daha güncel bir bakışla, bundan böyle kimler yapabilir?
Sorumuzun yanıtını Alexandre'ın gözleminden yola çıkarak arayalım dersek, bu gözlemin çevresinde döndüğü üç temel karşıtlığın: zenginlik/yoksulluk (büyük kenterler ve halk kitleleri), gençlik/yaşlılık, okumuşluk/okumamışlık (üniversiteli gençler ve halk kitleleri) karşıtlıkları üzerinde durmamız, Alexandre bu gözleme zenginle yoksul arasında bir karşılaştırmadan geldiğine göre de işe zenginlik/yoksulluk karşıtlığından başlamamız kaçınılmaz olur.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Alexandre'ın savının en zayıf noktası budur: devrimi zenginlerin yaptığı, yoksullarınsa onu kendi küçük çıkarları için yozlaştırıp kurulu düzeni geri getirdikleri savı kaba bir yalandan başka bir şey olamaz: 1789'da Bastille'e yürüyenler arasında zengin çocukları da vardı belki, ama büyük çoğunluğu halkın oluşturduğu kuşku götürmez; 1871'de, ancak birkaç ay süresince, büyük zorluklar içinde yaşatılan ve en az yirmi bin işçinin öldürülmesiyle son bulan Paris Komünü tarihin en anlamlı devrimlerinden biridir, ama baştan sona bir işçi eylemidir; Mao da devrimini zengin çocuklarının değil, ülkesinin aç köylülerinin desteğiyle gerçekleştirir. Ayrıca, günümüzde genel olarak halk kitlelerinin, özel olarak işçilerin belirli bir gönenç düzeyine ulaştıkları için devrimci niteliklerini yitirdikleri düşünülüyorsa, bundan devrimin bir zengin ayrıcalığı olduğu sonucunu değil, zenginliğin devrimci eğilimleri kuruttuğu sonucunu çıkarmak daha doğru olur.
Gençlik/yaşlılik karşıtlığına gelince, yalnızca Tournier'nin Alexandre'ının değil, pek çok insanın devrim imgesini gençlik imgesiyle çakıştırdığı bilinir. Öte yandan, Mayıs 1968 eylemleri sanki bize devrimle gençliğin birbirinden ayrılmazlığını kanıtlamak için gerçekleştirilmiş gibi görünür. En azından, o dönemde, Paris'in yüksek öğrenim kurumlarının duvarlarına çiziktirirmiş yazılar hep bu ayrılmazlığa tanıklık eder: "Devrim, seni seviyorum", derler, "Dünya devrimi gündemde", derler, ama, aynı zamanda, "Prensi üniversiteli olan kent"ten sözeder, düşü, imgelemi, abartmayı överek yaşlının niteliği olduğu varsayılan düzenin, alışkının, kalıplaşmanın karşısına dikilirler: "Koş, arkadaş, ihtiyar arkanda!" Ne var ki, bizim üniversitelilerimiz, Batılı öğrencilerin esiniyle, Ankara ve İstanbul üniversitelerini egemenlik altına aldıktan sonra, tam tersi bir yol tutmuş görünürler: duvarlara, kapılara, pencerelere astıkları yazılarda sınavların azaltılıp kolaylaştırılmasını, ders verme, sınav değerlendirme gibi görevlerin öncelikle profesörlerce yüklenilmesini ve gençlerle paylaşılmamasını isterler, yani, bir bakıma, "ihtiyar"ı daha etkin olmaya çağırırlar. Daha sonra, üniversite duvarlarına "Solumuz tarihöncesinden kalmış!" diye yazan Parisli öğrencilerin devrim anlayışıyla pek bağdaşır gibi görünmeyen eylemleri de, ilginç bir tersine dönüşle, on iki yıl içinde iki kez, "ihtiyar"ı ve "zorba"yı iktidara getirir. Öyleyse devrimi ya da devrimciliği bir yaş sorunu olarak görmek de yanlış olur.
Konuyu bilgi düzeyine bağlamak da öyle: kimi durumlarda bir işçinin, hatta bir başıboşun deneyimi üniversitelinin kuramsal bilgisinden çok daha aydınlatıcı, çok daha yönlendirici olabilir; üstelik, deneyim bilgiyi, bilgi deneyimi yok saymaz. Bu durumda, sorumuzun yaratıra bulmak için, başka kavramlar aramamız mı gerekir? Hem evet, hem hayır.
Alexandre, devrimler! ayrıcalıklı sınıfların çocuklarının yaptığını, halk kitlelerinin bunları ancak yozlaştırdığını kesinlemeden önce, ilginç bir yoksul/zengin karşılaştırması yapar. Onun gözlemlerine göre, yoksul zenginden üç kat fazla yer; şişman kadınları güzel ve çekici, göbekli adamları daha erkek ve daha görkemli bulur; zenginden daha kaim giyinir; doğuştan oturgandır, yolculuğu bir kökünden kopma, bir başıboşluk, bir sürgün gibi görür; yolculuk etmek durumunda kalınca da, sanki bir göç söz konusuymuş gibi, gerekli gereksiz demeden, ne bulursa yüklenir. Bu arada, hep kendini dinlediğinden, hekimin kapısını aşındırıp durur; zenginin hiç hastalanmaması karşısında şaşkınlıktan ağzı açık kalır. Oysa, gene Alexandre'a göre, bundan daha doğal bir şey yoktur: zengin kişi hastalığın üzerine durmaz; aynı biçimde, yolculukta hep kendi kentindeymiş gibi eli boş dolaşır; az yemek ve soyunmak ona özgü bir ayrıcalıktır. Öte yandan, yoksul sürekli tatil ve emeklilik düşleri kurarken, o böyle bir özlemi olsa olsa gülünç bulur.
Kolaylıkla görülebileceği gibi, bu gözlemlerde belirli bir gerçeklik payı yok değildir; bir de Tournier'nin kaleminden çıkınca, daha bir inandırıcı gelir insana. Ama fazlasıyla abartıldıkları da kuşku götürmez. Üstelik, yoksulla zengin arasında belirlenen tüm bu karşıtlıklar çok uzun bir tarih içinde oluşmuş kalıtımsal yönelimlerin zorunlu sonuçları olarak sunulur bize. Oysa, kişiliğimizin oluşmasında önemli etkileri bulunsa bile, zenginlik de, yoksulluk da varlığımızın temel öğeleri arasında yer almaz: aynı kişinin birkaç kez bir konumdan ötekine geçmesi hiç de olağanüstü bir şey değildir. Öte yandan, Alexandre çok yakın dönemlerin ve çok sınırlı ülkelerin yoksullarını ve zenginlerini betimler bize: nitelik sorununu bir yana bıraksak bile, zenginden üç kat fazla yemek, daha kaim giyinmek, en ufak rahatsızlıkta hekimin kapısını çalmak için bizim yoksulluk dediğimiz şeyi çok gerilerde bırakmış olmak, tatil ve emeklilik düşleri kurmak için de önce düzenli bir iş bulmak gerekir.
Ama, Tournier böyle bir sonucu hiç öngörmemiş bile olsa, kahramanının yoksullarıyla zenginlerini ayıran karşıtlıkların altından daha genel ve daha belirleyici birtakım karşıtlıklar uç verir: hafiflik/ağırlık, devingenlik/durgunluk, açıklık/kapalılık, vb. Ancak, Alexandre'ınkinden daha geniş bir açıdan bakılınca, bu özelliklerin, diyelim ki açıklığın, kimi durumlarda zenginliğe bağlanır görünürken, kimi durumlarda da, tam tersine, yoksulluğa bağlanabileceğini belirtmek gerekir: bizim zenginlik ve yoksulluk karşısındaki tutumumuz belirler her şeyi. Alexandre’ın dünyasında zenginlik koşulu bir hafiflik, bir açıklık, bir özgürlük etkenidir; yoksulluksa ağırlaştırır, yalıtlar, olduğu yere çiviler insanı. Ama, gördüğümüz gibi, bu yoksulların şimdiden belli bir gönenç düzeyine ulaşmış ve ona dört elle sarılmış kişiler olmaları bir yana, tarihin en eski dönemlerinden beri yoksulluğu gerçek hafifliğin, gerçek açıklığın, gerçek özgürlüğün zorunlu koşulu olarak görenler hiç de az değildir: Gaumata, geleceğin Buddha'sı, kendi devrimini gerçekleştirmek için, babasının hükümdar konutunu bırakıp tam anlamıyla bir yoksul kişi koşulunu üstlenmek gereksinimini duyar.
Doğrusunu söylemek gerekirse, elindeki özdeksel varlığı koruma ve çoğaltma tutkusuna saplanıp kalmış zenginin ağırlığı karşısında, yoksul kişinin koşulu hafifliğin, açıklığın, her şeye hazır olmanın somut imgesi olarak belirir.
Ayrıca, yakından bakılacak olursa, gençlik ve bilgi de aynı yönelimin değişik yüzleri olarak nitelenebilir. Şu var ki, her ikisini de Alexandre'ın yaptığı gibi fazlasıyla somut koşullar olarak değil, belki somut dış koşulların ürünü olan, ama kişinin doğasıyla kaynaşmış temel özellikler olarak ele almak gerekir: ihtiyarlık ağırlığı, donmuşluğu, yinelemeliği, tutuculuğu ve kısırlığı çağrıştırır genellikle, onlarla tanımlanır, gençlik de tam karşıt kavramlarla; ama, bu düzlemde ele alındıkları zaman, gençlik ve ihtiyarlık bir yaş sorunu değildir. Bernanos'un söylediği gibi, gençlik ve ihtiyarlığın yaşla ilgisi yoktur, "gençlik ve ihtiyarlık bir huy sorunudur ya da, isterseniz, bir ruh sorunu". Bu nedenle, devrim düşlerine daldığınız ender zamanlarda, umudunuzu Tournier'nin sevimli Alexandre'ının büyük kenter çocuklarına bağlamanız gerekmez. Bilgiyi de, aynı biçimde, Alexandre’ın büyük kenter delikanlılarının ayrıcalığı olarak görmek yanlış olur: tarihin kendi başlarına oluşturdukları düşünsel yapıtlarla insanlığa yeni yollar göstermiş yoksul örnekleriyle dolup taşması bir yana, bilgi yalnızca üniversitelerde edinilen hazır düşünce ve edim kalıpları değildir: yaşamın değişik deneyimleri, hatta yoklukları da bilgilendirip yönlendirir insanı. Bu bakımdan, bilgiyi bağırsal işlevleri: yemeyi, içmeyi, ısınmayı, sevişmeyi aşan, bunların ötesini, başkasının, başka yerin ve başka zamanın, dolayısıyla başka yaşama biçimlerinin varlığını kesinleyen, edimlerini buna göre düzenleyen kişinin durumu olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz.
Görüldüğü gibi, bireysel özellikler bunlar, biraz eksik, biraz fazla, biraz güçlü, biraz zayıf, her ortamda karşımıza çıkabilecek bireysel özellikler. Öyle ya, tarihin ve toplumsal koşulların bireyi sımsıkı bağladığı, düşünce ve tutumlarım şaşmaz bir biçimde koşullandırdığı konusunda Tournier'nin kahramanının, bu arada pek çok gerçek kişinin gerekirci görüşlerini deneyimlerimiz sık sık yalanlar. Doğru, toplumsal ve tarihsel koşullar bizi bağlar, yönlendirir, ama en zorlayıcı koşullar altında bile özgürlüğünü koruyanlar vardır, baskı düzenlerinin kendilerinden ilk yararlanması beklenen kişilerin bile birer özgürlük savaşçısı olarak yetişmelerine neden olduğu çok görülmüştür. Başka bir dünya, başka bir yaşam düşleyebilmek için kendi ortamından rahatsız olmak ve onu sorgulamak gerekir. Tourniei'nin kahramanının sözlerinin ardında derin bir gerçeğin varlığını sezer gibi olmamız da bundandır.
Hiç kuşkusuz, devrimin bireysel olduğu sonucu çıkmaz bundan; tam tersine, gerçekleşebilmesi için önce toplumsallaşması, yani belli bir kitle için bir zorunluluk niteliği kazanması, bunun için de toplumsal, siyasal, ekonomik, birtakım koşulların oluşması gerekir. Ama bireysel kökenli olduğu, öncelikle imgelemde, düşüncede biçimlendiği de kuşku götürmez. Öte yandan, devrimi toplumsal, siyasal ve ekonomik koşulların, dolayısıyla tarihin ürünü saydıktan sonra, yaşlan, sınıfları, hatta öğretileri fazlasıyla aştığını kesinlemek de kaçınılmaz olur: tarih çok değişik devrimlere tanık olmuştur, insanlar, çok uAm bir süre, belli bir devrim düşüncesinin toplumsal koşullarla çok iyi çakıştığını gördüklerinden, bu düşünceyi tartışılmaz bir gerçek olarak değerlendirmiş, bunun sonucu olarak da tek bir devrimci sımf ve tek bir devrim biçimi bulunduğu sanısına kapılmışlardır. Oysa, Marx'ın öngördüğü biçimde ya da başka türlü, bir kez sınıflar ortadan kalktıktan sonra devrim düşüncesinin de ortadan kalkacağını söylemek insanın düş ve yaratma gücünün çok sınırlı kaldığını ya da ancak belirli bir devrim düşüncesine göre ayarlanmış olduğunu varsaymak anlamına gelir. Devrimi kimlerin yaptığına gelince, sanırım, yeterince anlaşılıyor artık: "Yaşamı değiştirmek" isteyenler.
Rimbaud gibi. Marx gibi. Her zaman doğrudan eyleme geçmeseler de.
[1] M. Tournier, Les Mâteores, Folio, s. 115,116.
[2] R. Barthes, Essais Critkjues, Le Seuü, s. 149.