Kızılderili tipi tek odalı bir evle işe başladılar
Rastalı saçlı gençlerin gelişi, en yakın köy olan 7 km ötedeki
Söğütcuması’ndaki köylülerin de gözünden kaçmamış. Başta iki genci
“satanist” sanan da olmuş, “altın aramaya geldiler” diyen de... Ama zamanla
tek tek bütün köylüleri kapı kapı dolaşıp “bizim niyetimiz budur” diyen
gençleri görünce, onlar da tanıyıp sevmişler bu iki İstanbullu genci...
Özellikle yaşlılar onları benimsedi: “Torunlarının idealindeki İstiklal
Caddesi’nden, TV’de görüp öykündükleri yerden ben kalkıp oraya gelmişim.
Kafe ortamlarını, gezmeleri ve tozmaları geride bırakmışım. Onların
reddettikleri ve ‘cahil’ dedikleri babalarının, dedelerinin topraklarına
gelip onların eski yaşantısının benzerini yaşadığım için, en çok kafası
karışanlar, köylülerin gençleriydi. Ama yaşlılar, ‘Bu adam emek veriyor,
toprakla uğraşıyor, toprakla uğraşan adamdan hiçbir zarar gelmez’ deyip bizi
kucakladılar.”
Birhan ve Tuğba, işe koyularak önce “kızılderili tipi” tek odalı bir çadır
ev inşa ettiler. Kütüklerden lavobo yapıp yer altını buzdolabı gibi
kullanmayı öğrendiler. Ama Birhan’ın “doğanın bir kullanma kılavuzu”
olmadığını da deneyimleriyle öğrendi:
“Ben ormanda ilk kez odun toplarken çok dayak yedim. Ağzımı burnumu sopayla
dövdü doğa. Çünkü nasıl yürüyeceğimi, nereye basacağımı, hangi dalı nasıl
keseceğimi bilmiyordum. Ama bunların hepsi de bir deneyim olarak artık bir
daha yapmamayı öğrendiğim şeyler...”
Tuz dökülünce önemsemedik yılan geldi
Birhan, evini 6 yıl önce yaptığını ama her türlü doğa afetine karşı ayakta
kaldığını anlatıyor: “Doğadaki en yakındaki malzeme, en doğru malzemedir. O
yüzden evimizi köylülerin ‘Alaçık’ adını verdikleri tarzda, çamurdan,
çalıdan ve su basmanlı olarak yaptık. İçgüdüsel yapılmış bir yapı ama 6
yıldır ne fırtınalar, ne seller geçirdi, hiçbir şey yok.” Doğada yaşamayı da
bir anlamda yaşayarak öğrendiklerini söyleyen ikili bir de ilginç anı
anlatıyor: “İnsanlar beni çardakta durmadan hep sofrayı süpürür ve yerleri
temizler halde görüp bana “Birhan ne o, hijyen hastalığı mı geldi sana” diye
takılıyorlar. Ama bir keresinde yere tuz dökülmüştü, biz de önemsemedik.
Sonra bir de baktık, kocaman bir karayılan geldi. Sonra Durmuş Amca’ya
anlattım. Bana ilk sorusu ‘Tuz mu döktünüz’ oldu. Daha hiç tuz dökme olayını
bilmeden... Doğanın bu tip kurallarını öğrendik artık.”
Birhan ve Tuğba, 6 yıldır kullanmadıkları cep telefonu ve dizüstü
bilgisayarını, HES’lere karşı mücadele için 12 metrekarelik evlerine almış.
Enerjilerini de 50 Wat’lık bir güneş panelinden sağlıyorlar. Bunun dışında
medeniyetle hiçbir ilişkileri yok. Ne elektrik var, ne şehir suyu... Su
ihtiyaçlarını ise kaynak suyundan taşımalı olarak sağlıyorlar. Mutfak, banyo
ve tuvalet ise, evin dışında araziye dağınık olarak inşa edilmiş birimler
halinde bulunuyor. Peki ya Tuğba, şehirli bir kadın olarak nasıl doğaya uyum
sağladı? Şöyle anlatıyor: “Kadınlar için özellikle çamaşır makinesi ve
buzdolabı olmaması sorun olabilir. Ama ben çamaşır makinesine kıyasla elle
yıkamaktan daha büyük keyif alıyorum. Çünkü kendin yıkayınca neyi yıkadığını
biliyorsun... Buzdolabı sorununu da çözdük. Soğuk su kaynakları var. Dolap
gibi bir şey yaptık, soğutuyor. Bir de yemekleri günlük tüketiyoruz.
İnsanlar eskiden nasıl yaşamışlar, o formülü sen de buluyorsun.” Vahşi
yaşamdan, kışları kurt gelme tehlikesini ise Tuğba şu sözlerle anlatıyor:
“Hayvanlar öyle sandığınız gibi insana gelmiyorlar. Şehre indiğimizde, ‘Aman
o hırsız mı’ diye daha tedirgin yürüyorsun. Her şeyi bekliyorsun. Ama burada
biliyorsun ki, bir domuz insana direkt saldırmaz. Bence şehirde daha büyük
paranoyalar var.” Birhan da eşiyle aynı fikirde: “Arkadaşlarım ‘Birhan,
dağda ne cesaretle yaşıyorsun?’ diyor. Esas sen o kadar çocuk pornocusunun,
katilin, ırz düşmanının içinde 30 adet kilitle nasıl yaşıyorsun? Bence şehir
insanı çok cesur. Trafikte atlattıkları tehlikenin haddi hesabı yok...”
Biber bitkisini ilk kez burada gördük
“Biz hayatımızda domates ve biber bitkisini ilk kez burada gördük. Tohumunu
atıp çıkınca “Ya bu domatesmiş” dedik. İlk etapta meyve ağaçları ektik. İlk
sene buğday ektik. Şimdi domates, biber, patlıcan, kabak, bezelye, fasulye,
mısır, lahana, pırasa hepsi ekili.”
Birhan, Alakır Vadisi’nin yok olmaması için yaptığı bestelerden oluşan
‘Alakır’ın Sesi’ CD’sini satarak davalar için kaynak yaratıyor. Ayrıca
resimlerini de İstanbul’da kuzeninin atölyesinde satışa çıkarıyor.