1. Saf inanç,
2. Saf idare,
3. Doğru konuşmak,
4. Doğru hareket etmek,
5. Doğru yaşamak,
6. Doğru çalışmak,
7. Doğru fikir,
8. Doğru düşünmektir.
Ey Rahipler! Kâmil'in (kendisinden bahsederken bu kelimeyi daima
kullanmıştır) bulduğu, gözleri ve zihni açan sükûnete, bilgiye, yüksek
ilhama, nirvanaya götüren 8 yol işte budur. Ey Rahipler, ıstıraba dair
mukaddes hakikatler de bunlardır. Doğum ıstıraptır. İhtiyarlık ıstıraptır.
Nefret edilenlerle beraber olmak ıstıraptır. Sevilenlerden ayrı olmak
ıstıraptır. İstenilen şeyi elde edememek ıstıraptır. Yani bağlanmaktan doğan
bu beş şey ıstıraptır."
Burada "bağlanmak" sözü esastır. İnsan varlığının bağlanmış olduğu her
şeyden ona dönüş bir ıstırap şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yani ona bir acı,
bir keder getirmektedir. Buda'ya göre insanın maddi ve manevi varlığını
meydana getiren beş unsur nedir? Beden - Duyular - Tasavvurlar - Temayüller
- Bilgidir. Kurtuluşa varamayanlar, bu unsurlara sıkı sıkıya bağlı kalırlar.
Yani bedene, duyularına, tasavvurlarına, tahayyüllerine ve bilgisine sıkı
sıkıya bağlıdır. Ey Rahipler! Istırabın kaynağına doğru yüksek hakikat ise
şudur: Bu kaynak yaşamak ihtirasıdır ki, zevk ve ihtirasla karışık olduğu
hâlde, insanları doğumdan doğuma sürükler, zevke, hayata, değişikliğe,
ihtiras gibi şeylerde şurada burada zevkini tatmin ederler.
Istırabın yok edilmesine dair yüksek hakikat işte şudur: İsteğin, ihtirasın
yokluğu, varlık isteğinin tamamıyla mahvedilmesi, arzuyu bırakma, ondan
ayrılma, mahvetme, isteği terk etmektir. Ey Rahipler! Istırabı ortadan
kaldırmaya götüren yola dair yüksek hakikat şudur: Saf iman, saf irade,
doğru konuşmak, doğru yaşamak, doğru çalışmak, doğru fikir, doğru
düşünmektir."
Burada ezoterik olarak bir yorum yapmamız gerekirse bunlar, Naakaller
vasıtasıyla MU'dan, Büyük Kültür'den yeni dünyaya aktarılan (Buda
vasıtasıyla sağlam olarak aktarılmış) pek önemli bilgilerdir. Biz bunların
bir yansımasını Mısır'da göreceğiz. Diğer yansımalarını da dinlerde
göreceğiz. Bu, bize MU kültüründen intikal eden 8 büyük Hakikat Yolu'dur.
Ayrıca her birinin sembolleri de vardır. Bütün dinlerin ahlaksal öğretileri
buna dayanır. Saf imana dayanır. Halis iradeye dayanır. Doğru konuşmak,
"yalan söylemeyiniz" diye geçer. Doğru konuşmak ve doğru yaşamak çok büyük
yorumlara sebep olmuş ve olabilecek cümlelerdir. Bütün insan psikolojisinin,
bütün ahlaksal yapının ve hatta bütün psişik yapının (ileride göreceğimiz
gibi) esasları hep buralardan çıkmıştır.
Budizm ve Nirvana
"Istıraba dair yüksek hakikat şudur: İşte Ey Rahipler, şimdiye kadar hiç
kimsenin bilmediği bütün bu fikirler üzerine gözlerim ve fikrim açıldı.
Bilgi, marifet ve sezişe nail oldum. Istıraba dair bu hakikat
anlaşılmalıdır. Ben bu hakikatleri işte anlamış bulunuyorum." Bundan dolayı
kendisine "Mesut" der.
Bir gün Mesut, Kosanbi'de Sinsapa Ormanında oturuyordu. Mesut, eline birkaç
sinsapa yaprağı alarak talebelerine, "Talebeler, bu elimdeki Sinsapa
yapraklarının mı yoksa etrafımdaki Sinsapa Ormanmdaki bütün yaprakların mı
daha çok olduğunu zannediyorsunuz?" dedi. Mesut'un eline aldığı birkaç
yaprak şüphe yok ki, azdır. Etrafımızdaki Sinsapa Ormanındaki yapraklar ise
bunlardan daha fazladır.
"İşte Ey Talebeler! Size bildirdiklerime nazaran, bildirmediklerim,
sakladıklarını bu ormanda bulunan yapraklar gibi daha çoktur. Ey Talebeler!
Bunu size niçin bildirdim? Çünkü talebeler, bunun size hiçbir faydası olmaz.
Çünkü bu sizi kutluluk yolunda ilerletmez. Çünkü bu sizi dünyaya ait
şeylerden uzaklaşmaya, isteği mahvetmeye, faniliğin önüne geçmeye, barışa,
bilgiye, ilhama, nirvanaya götürmez. Bunları size bildirmediğimin sebebi
işte budur. Ey Talebeler! Size bildirdiğim şeyler nelerdir? Size
bildirdiklerim, ıstırabın ne olduğu hakikatidir. Size bildirdiğim, ıstırabın
kaynağı idi. Size bildirdiğim, ıstırabın yok edilmesiydi. Size bildirdiğim,
ıstırabı yok etmeye götüren yoldu."
Dolayısıyla Budizm, burada görülüyor ki, kâinat sırlarını bütün
derinliklerinde yoklayıp, bilmek ihtiyacında olan zihinlere bunları ifşa
etmek isteyen bir felsefe olmak istemiyor.
"Ey Talebeler! Büyük denizin tuzlu bir tadı olduğu gibi, bu mezhep ve
tarikatın da yalnız bir tadı, kurtuluş tadı vardır. Ey Talebeler!
Varlıkların tenasühünün (Samsara dedikleri cesetten cesede geçmenin) kaynağı
ezeliyete dayanır. Bunun içindir ki, cehalete dalmış, yaşamak hırsıyla
zincirlenmiş varlıkların gelişigüzel cesetten cesede dolaşmaya başladıkları
başlangıcı keşfetmek mümkün değildir. Ey Talebeler! Bu uzun reenkarnasyonda
gelişigüzel dolaşırken, sevdiklerinizden mahrum, nefret ettiklerinizle
birleştiğiniz için ağlar ve inlerler, sizin ve bütün insanların döktükleri
bütün gözyaşları mı, yoksa dört büyük ummanda bulunan suyun mu daha fazla
olduğunu zannediyorsunuz? Bir annenin, bir babanın, bir kardeşin, bir
hemşirenin, bir oğulun, bir kızın ölümü, anne ve babayı, mallarınızı
kaybetmek; bütün bunları uzun asırlar zarfında duydunuz. (Bütün bunlar sizin
başınızdan çeşitli reenkarnasyonlar içerisinde geçti. Istırabın bütün bu
hâllerini sezdiniz, duydunuz, hissettiniz.)
Bu uzun asırlarda bu uzun felâketlere düşerken gözyaşlarını sizler de daha
ziyade akıtmış iken, bu uzun seyahatte cesetten cesete dolaşıyor,
sevdiklerinizden mahrum, nefret ettiklerinizle birleştiğiniz için
ağlıyorsunuz. Dört büyük ummanda sizlerin döktüğünüz gözyaşları kadar su
yoktur. Kızı Jiva'nın ölümünden dolayı ağlayıp "Jiva, Jiva" diye feryat eden
bir anneye de Buda şunları söylemiştir: "Hepsi Jiva adını taşıyan 80.000
genç kız, burada, yakma yerinde yanmıştır. Bunlar arasında hangi Jiva için
ağlıyorsun? Istırap, başlıca doğum, ihtiyarlık, ölüm şeklinde gözükmektedir.
Ey Talebeler, şayet bu dünyada üç şey olmasaydı, kâmil, mukaddes, yüksek
olan Buda zuhur etmeyecekti. Kâmilin ilân ettiği mezhep ve kaide bu dünyada
parlamayacaktır. Bu üç şey nedir? Bunlar, doğum, ihtiyarlık ve ölümdür."
Yukarıda anlatılanların, bugünkü realiteye uymadığı söylenebilir, fakat
durum öyle değildir. Aslında bunlar tekâmülle çok alâkalı olan hususlardır.
Burada bilhassa "ihtiras"ın açıklanması gerekecektir. Istırabın kaynağı ve
onun yok edilmesi hakkında da Buda'nın ilk öğretilerini şu cümlelerde
görüyoruz:
"Ey Rahipler, ıstırabın kaynağına dair yüksek hakikat budur. Bu kaynak
yaşamak ihtirasıdır ki, zevk ve ihtirasla karışık olduğu hâlde, insanları
doğumdan doğuma sürükler. İhtiras gibi şeylerde ve şurada burada zevkini
tatmin eder. İşte Ey Rahipler, ıstırabı yok etmeye dair olan yüksek hakikat
şudur: İhtirasın yokluğu, varlık ihtirasının tamamıyla mahvedilmesi,
ihtirası bırakmak, istekten ayrılmak, mahvetmek, ihtirası ve isteği terk
etmektir."
Görünüşte bu cümleler insanı âdeta miskinliğe, bir tür adamsendeciliğe,
vurdumduymazlığa ve tamamıyla dünyasal gerçeklerin dışına sevk etmeye
çalışıyormuş gibi ve 20. yüzyıla yakışmayacak bir anlam taşıyor gibidir.
Oysa, mesele bu şekilde göründüğü gibi değildir. Bir defa 20. yy'ın
gerçeklerini meydana getiren yine insan ihtirasıdır. Dönmekte olan bugünkü
çarkı kimin döndürmekte olduğunu da düşünmemiz gerekir. Kurduğumuz yarım
yamalak uygarlığın ve yozlaşmış kültürün pek esaslı bir şey olduğunu iddia
etmemiz biraz garip olur. Bugünkü uygarlığımız pek yüksek bir uygarlık
değildir. Aksine insana ıstıraptan başka da bir şey temin etmiyor. Teknoloji
bugün insanlığın başına, (her ne kadar bazı hususlarda iyiymiş gibi
görünmesine rağmen) büyük bir belâdır. Çünkü biz ihtiraslarımızı dizgine
almış ve ihtirasların köküne inmiş değiliz.
Gayet yüzeysel amaçlar insanların eline verilmiş, bunların elde edilmesi
hususunda, insanlar şartlandırılmıştır. Bunların en basitlerinden ve en
korkunçlarından biri de insanların mutluluk aramalarıdır. Hiçbir zaman elde
edilmesine imkân olmayan ve gerçek insanın kesinlikle mutluluk aramak gibi
bir amacı olmamasına rağmen, insanlara mutluluk gibi bir boş amacı
önermektedirler. İnsan mutlu olamaz. Çünkü mevcut olan her şey geçicidir.
Bozulmaya, değişmeye, parçalanmaya, yok olmaya mahkûmdur. Ve hiçbir şey
kalıcı ve sürekli olmadığı için, mutluluk da getirmez.
O hâlde burada, bize Buda'nın da ifade etmiş olduğu gibi, gerçekten bir şuur
bütünlüğü elde edilmek isteniyorsa, bizlere mutluluk adına peşkeş çekilen
her türlü ihtirastan ve bağdan kurtulmanın yollarını aramak gerekir. Çünkü
onların hepsi teker teker bağlayıcı, sürükleyicidir, yani ayağımıza
bağlanmış taşlar gibidir. Bunu kaldırmanın imkânı var mı? Muhakkak ki
vardır. Ama bu uzun bir öğrenim, çok esaslı hakikatlerin kavranmasından
sonra mümkündür. Esasında "ihtiraslar" diye ifade edilen hırslar, bizim
anlayışımıza göre, tekâmül ihtiyacıdır. Her varlığın doğuşunun hakiki sebebi
onun tekâmül ihtiyacıdır. "Mesut'un kâmil hâline geldiği gibi, her insanın
da kâmil hâle gelebilmesi için tekâmül ihtiyaçlarını temin etmesi,
sağlaması, yerine getirmesi gerekir. Bu ihtiyaçları gidermesi lâzımdır.
İşte bu ihtiyaçlar, esasında, bizim için (Buda'nın deyimiyle) ihtirasları
oluşturuyor. O tutkular da bizim ıstırabımızın kaynağını ortaya
çıkaracaktır. Bugünün anlayışıyla, bütün mutsuzluklarımız, tekâmül
ihtiyacımızdan doğan tutkulardan meydana gelir. Tekâmül ihtiyacını dünya
realitesine göre sıfıra indiren bir kişi için, zaten doğmak söz konusu
değildir. Dolayısıyla tekrar doğmayacağı için de, ıstırabın kaynağı
kurumuştur. Artık o ıstırap çeken bir varlık değildir. O, artık nirvanik
dediğimiz bir safhaya intikal eder. Hiç olmazsa onun o safhası dünyasal bir
ıstırap değildir. "Dünyaya niçin doğuyoruz?" sorusu sık sık sorulur.
Spiritüel kültüre sahip kimseler bu soruyu birazcık cevaplayabilmektedir.
İnsan sadece tekâmül ihtiyaçlarının karşılanması için doğar. Kendimizde
mevcut olan ihtirasları (en başta yaşamak ve var olmak ihtirasını) gidermek,
yok etmek, silmek, mahvetmek için doğarız. Sufi buna "Fena fillah" der.
Tanrı'da yok olmak konusu... Bu görüş sonunda giderek dejenere olmuştur.
Halbuki aslında ne Budizmde ne Brahmanizmde bu fikirlerin hiç biri Tanrı ile
ilişkili değildir. Tanrı'yı anlatmak gibi bir niyetleri yoktur. Doğrudan
doğruya insan ele alınmıştır. Bizzat insan, insanla halledilmek istenir.
Burada "yokluk"dan kasıt, belirli bir klasman içerisindeki ihtirasların,
özellikle var olmak ihtirasının ortadan kaldırılışıdır. Buradaki "var olmak"
da bedensel bir varlık hâlinde olmak demektir. Eşya ile müşterek bulunma
ihtirasının ortadan kalkışıdır. Kendi varlığı, öz benliği, belki ebediyen
devam eden hakiki varlık durumundadır.
Bu hırs nereden ileri geliyor? Varlığımızın esası bizzat hangi esasa
dayanmaktadır? Bütün ıstıraplarıyla beraber tekrar doğum ve varlığımızın
yenileşmesi, hangi kanun, hangi mekanizma sayesinde bu yaşamak hırsına
bağlanıyor? Bu şekilde kaynağın "sebebiyet bağı" ortaya çıkmış bulunuyor.
Kaynağın sebebiyet bağı şudur:
"Bilgisizlikten teşekküller [şekle girmeler, Sankhâra (yeniden doğumların
mukadderatını tayin eden tasavvurlarıdır.)], teşekküllerden bilgi, bilgiden
isim ve beden, isim ve bedenden altı duygu, altı duygudan temas, temastan
duyular, duyulardan hırs, hırslardan bir şeye bağlanma (eşkoşma),
bedenlenme, bedenlenmeden dolayı da varlık hâline geçme (Bagava), varlıktan
doğum, doğumdan ihtiyarlık, keder, ıstırap, yeis... İşte bütün ıstırap
dünyasının kaynağı budur. Fakat isteğin tamamen mahvedilmesiyle bilgisizlik
giderilir ise, bu teşekküller ortadan kalkmış olur. Bu teşekküllerin
giderilmesiyle, bilgi ortadan kalkmış olur. Bilginin giderilmesiyle isim ve
beden, isim ve bedenin giderilmesiyle, altı duyu, altı duyunun
giderilmesiyle temas, temasın giderilmesiyle duyular, duyuların
giderilmesiyle tutkular, tutkuların giderilmesiyle bağlanma, bedenlenmenin
giderilmesiyle varlık, varlığın giderilmesiyle doğum, doğumun giderilmesiyle
ihtiyarlık ve ölüm, keder, ıstırap, mahsunluk, yeis ortadan kalkar. İşte
ıstırabın bütün hâkimiyetinin ortadan kaldırılmasının yolu budur."
Bu bilgiler bu şekliyle bazılarına büyük bir şey ifade etmeyebilir. Bunlar
asırlar boyunca yoruma uğramış çok değişik bilgilerdir. Örneğin buradaki
"bilgisizlik" nedir? Bilgisizlik, daha yukarıda da söylediğimiz dört yüksek
hakikati bilmemektir. Onları bir daha gözden geçirelim: İhtirasın ıstırap
kaynağı, ıstırabın da doğum, ihtiyarlık, ölüm gibi üç görünüşü bulunması.
İşte Budizmin en esaslı dört hakikati bunlardır. Sebebiyet Bağı formülü
ihtirasın gerçi oldukça belirsiz olan yaşamaya bağlılık vasıtasıyla doğum,
ihtiyarlık, ölüm ıstırabını söylemekten başka bir anlamı da yoktur. Buradaki
doğum, bildiğimiz doğmaktır ama doğuşu hazırlayan sebepler ölüm, ölümü
hazırlayan sebepler ve ihtiyarlığın da çok değişik bir anlamı vardır. Burada
üzerinde durulması gereken bir husus mevcuttur:
Bilgisizlikten teşekküller çıkar demiştik. "Bilgisizlik"in ne olduğunu
biliyoruz. Ama teşekküllerden maksat nedir? Bir şeyin şekillenmesi ve
şekillenmiş olanlar. Şekillenmeler şahsın maddi, manevi varlığında meydana
gelmektedir. Çok defa bir sonuç meydana getiren maddesel veya zihinsel
mekanizmanın temayülleri, yetenekler, niyetler, hazırlıkları gibi anlamlar
taşımaktadır. Bizim anladığımız teşekküller derin şuuraltına yerleştirilmiş
imajlardır. Her varlığın tekâmülüne başladığı zamandan beri derin şuuraltına
getirmekte olduğu birtakım imajlar vardır. Köklü, derin şekiller. Bunlar
şahsın maddi manevi varlığında meydana gelmektedir ve birtakım derin
imajlardır.
Kişisel akaşasına (kayıt sistemine) işlenen birtakım maketler, semboller,
kayıtlar vardır. Bütün insanlarda, bütün varlıklarda bu mevcuttur. İşte bu
teşekküller ile bilgisizlik arasındaki ince nokta şimdi burada karşımıza
çıkacaktır. Derin şuuraltımıza yerleştirmiş olduğumuz bu imajlar devamlı
olarak bizi manevi bir karşılık metoduyla karşı karşıya getirirler. Biz buna
KARMA diyoruz. Teşekküllerin şahsın maddi ve manevi varlığında meydana
geldiklerini söylemiştik. Bir imaj olarak bizim kendi psişemizde mevcuttur.
Ayrıca, bedenimizin genetik aslında mevcuttur. Genlerimizde birtakım
teşekküller vardır. Bir de derin şuuraltımızda birtakım teşekküller vardır.
Biz insanlar teşekküllenmeler (imajlar) bakımından genlerimize atalardan
gelen birtakım tortular bırakmışız. Bir de derin imajlar hâlinde derin
şuuraltımızda bazı tortular bırakmışız. Maddi ve maneviden maksat budur.
Bugünkü varlığımız, önceki varlığımızın karmasından çıkmıştır. Bu bir tür
manevi karşılık demektir. Yani bugünkü varlığımız, önceki varlığımızın
manevi bir karşılığı olarak önümüzdedir. Bu şekilde kişisel sorumluluk daima
ortada bulunmaktadır.
Kader konusu çok başka türlü anlatılmaktadır. Bugünkü hâlimize neden, bundan
önceki hâlimizdir. Bugünkü varlığımıza neden, bundan önceki varlığımızdır.
Manevi karşılık = KARMA. Bu konuda, Buda şöyle söylemekte: "Bu ne sizin
bedeniniz, ne de başkalarının bedenidir. Burada bir teşekkülde beden sahibi
olmuş, eski işleri tanımak daha iyidir." Burada "beden" kelimesiyle, şu
andaki bizler kastedilmektedir. Bu bedenin nasıl teşekkül ettiğini anlatmak
istemektedir. Bu vücut buluşta beden sahibi olmuş, eski işleri tanımak
gerekir. Tamamıyla şu andaki hâlimiz bundan önceki işlerimize bağlıdır.
Bedenlerimizin her türlü haliyle. Bütün psişik varlığımızla...
Tamamen eskiden getirdiklerimizdir, bizi burada şekillendiren. Buda başka
bir yerde de şunları söylemektedir: "Ey Talebeler! Mezhebi ve feragati,
hikmeti bilen bir rahip, kendi kendisine böyle düşünmüş olabilir: Ölüm
hâlinde bedenimin yok olduğunda, kuvvetli bir hanedan ailesinde tekrar
doğmanın bana nasip olmasını dileyebilir miyim?" Bunları düşünüyor. Bu
fikirler üzerinde duruyor. Beslediği bu fikirlerdir. Şuuraltında ve
şuurüstünde devamlı olarak bu imajları, bu meydana gelişleri şekillendirip,
büyütüyor. Bunlara şekil veriyor ve formpanseler (düşünce şekilleri)
oluşturuyor. Bu suretle beslediği ve teşvik ettiği bu sansaralar
(tahayyüller) ve bu eğilimler onu şu veya bu varlıkla tekrar doğmaya
götürür. Ey Talebeler! Böyle bir varlıkla doğmaya götüren yol işte böyledir.
Bu bakımdan hiçbir kimseye kabahat bulmamalıdır. Hayatımız tamamen kendi
zihnimizin bir teşekkülüdür. Kendimizin şekillendirmesidir.
Kendi kendisine, varlığa bağlanmayı yok etmekle, bu hayattan itibaren
düşünce ve faaliyette bağlılıktan serbest kurtuluşu tanıyacak, onu karşı
karşıya görebilecek, onda kendine bir yer bulabilecek mi? Diye düşünen bir
kimsedir ki, varlığa bağlılığını yok etmekle bu hayattan itibaren düşünecek
ve bu surette bağlılıktan serbest kurtuluşu tanıyacak, bunda kendisine bir
yer bulabilecektir. Ey Talebeler, bu rahip artık bu dünyada tekrar
doğmayacaktır. Böylece gerçekten hakim olanlar (bilgeler) ne dünyada ne de
Allah'da saadet ararlar. Yalnız iç şekillerini her oluşumdan kurtaracak,
ayıracak şekilde yaparlar. Beyninin içerisindeki şekillere birtakım
değişiklikler gelir.
Bunları o şekilde tertipler içerisine sokar ki, ona bunlar ıstırap temin
etmeyecektir. Aksine. Bilgisizler için alevin sönmesine imkân vermeyen
yakacak gibi deruni teşekküllerini yalnız belirli hedeflere döndürmüş
olduklarından, öldükleri zaman, bu belirtiler onları kendi kendiliğinden
hayata bağlar. Yeniden bir isim ve beden giyen ruh, yeni bir varlıkta doğar
ve ihtiyarlık, ıstırap ve ölümün ebedi olarak dönen çarkına kendisini
kaptırır. Bu satırlar bize Kur'an'da "Cehennem kütüğü ve alevi sönmeyen
ateşler" tabirim hatırlatmaktadır. Genel anlayışa göre, bazı kişiler vardır
ve cehennemliktir ve ebediyen sönmeyen ateşi bunlar temin ederler.
Ebediyen orada yanıcıdırlar. Halbuki binlerce yıl önce, Buda'nın yukarıdaki
sözlerinden bakınız ne anlaşılmaktadır: Bilgisizler için alevin sönmesine
imkân vermeyen yakacak gibi... İnsanın kendi deruni iç âleminde
şekillendirdiği birtakım şeyleri yalnız belirli hedeflere döndürmüş
olduklarından (sert katı belirli ihtirasları zihninde teşekkül ettirdiği
için) öldükleri zaman bu emeller onları kendi kendiliğinden hayata bağlar.
Bunlar hâlâ o ihtiraslar içerisinde yanar kıvranırlar. Cehennem azabı ve
işte alevi sönmeyen kütük. Sürekli o ateş içerisindedir. Yoğunlaştırdığı o
ihtirasının, o tatmin edemediği arzusunun içerisinde kıvranır, yanar durur.
Onlar ebediyen cehennemdedirler. Kur'an'daki ebedi yanıştan maksat budur.
Ama rahmet daima olduğuna göre bu ikisi çelişki olmuyor mu? Her zaman
affedilmek imkânı olan rahmet var olduğuna göre niçin ebediyen cehennemde
yanmak olsun? O zaman, o cehennemde yanış, bizim anladığımız anlamda
olmamaktadır. Ta ki, kendisinin bizzat şekillendirdiği bu adi ihtiraslardan
çıkıncaya kadar. Çıktıktan sonra ıstırap bitmiş demektir. Azap verici kaynak
ortadan kalkınca cennet durumu ortaya çıkar. Bu şekilde eski bir metinle
yeni bir metnin bağlantısını kurmaya çalışmış oluyoruz.
Buda en sevdiği talebelerinden Ananda ile şöyle bir görüşme yapmıştır: "Ey
Ananda, şayet bilgi anne rahmine düşmeseydi, isim ve beden anne rahminde
teşekkül ederler miydi? Etmezlerdi. Hayır. Şayet bilgi anne rahmine
düştükten sonra, bu yeri bırakmış olsaydı, bu hayatta isim ve beden doğacak
mıydı? Hayır. Şayet bilgi, erkek ve kızlar henüz çocuk bulundukları sırada
tekrar kaybolsaydı, isim ve beden tekrar büyür, inkişaf eder, gelişir miydi?
Hayır."
Bu bilgi konusunda başka bir pasajda şunlar verilmektedir: "Şu hâlde yeni
bir varlığın köprülerini attığı temeller gibi sayılan bu bilgi melekesi
nedir? İnsan vücudunun maddesel unsurlardan meydana gelmesi gibi, bilgisinin
de ruhsal bir unsurdan ibaret olduğu kabul edilmiştir." Buradan bilginin
ruhi bir unsur olduğu ortaya çıkmaktadır.
Buda aynı zamanda talebelerine altı unsurun olduğunu söylemektedir. Toprak,
su, ateş, hava, esir ve bilgi. Bu, bizim için oldukça önemli. Çünkü
çalışmalarımız sırasında edindiğimiz bilgilerde, ruhun, aktif tekâmüle
geçmeden önce, pasif bir tekâmül devresi içerisinde üç bilgi ile birarada
bulunduğu söylenir: İhtirastan önce, yani tekâmül etme ihtiyacını duymadan
önce, geçmişte, varlığın gelişimini tetkik etmekle başlayan (pasif tekâmülde
olur bu) bu meşum ihtirası ister istemez doğuracak olan unsurlar (cevhere
zerk edilmiş), bağlanmış olan üç bilgidir: İster istemez bir tekâmül
ihtiyacı içerisinde kalır varlık. Bu, hakiki, ulu en yüksek bir hareket
gücüdür. Unsurların nasıl olup da daha kaynağında mevcut olduklarını buradan
anlamaktayız.
Spiritüel Görüş
Burada spiritüel görüşle şunları söyleyebiliriz: Tekâmül etme ihtiyacının
ana kaynağı Buda öğretilerinde de ifade edildiği gibi, ister istemez doğmak
ihtiyacında olan bir unsurdan ileri gelmektedir. Bu da üç bilgidir:
Kendini bilmek, Yaradan'ını bilmek ve Tekâmül etmek. Her varlığın
yaradılışında mevcut olan bu üç bilgi kendisine pasif tekâmülü sırasında
zerk edilen bir ilâhi empozisyondur, bir tür İlâhi bir öneridir. Bu bizim
gerçek ihtiraslarımızın kaynağını oluşturur. Tekâmül etmek, kendimizi
bilmek, Yaradan'ı bilmek. Yaradan'ı bilmek şu manadadır: Burada Tanrı'yı
tanımak anlamında değil. Yaradan'ı bilmek demek, önce Yaradan'ın aksiyonunu
bilmek demektir. Yani Yaradan ne iş yaptı?
Daha doğrusu eşyayı tanımak... Onun için enkarnasyonlar boyunca bütün
âlemleri tararız. Yaradan'ı tanımak için yaratılmış olanı tanımak lâzım.
Kozmik bilgi eşyadan, eşya da kozmik bilgilerden çıkar. "Fena fillah"ın ne
olduğu bu şekilde daha iyi anlaşılmaktadır. Hiçbir şekilde insanın
Yaradan'ını tanımasına, bilmesine imkân yoktur. Çünkü eşyayı tam manasıyla
bilmesine imkân yoktur. Ancak Yaradılış Yasalarını keşfetmekteyiz.
"Gösterilmeyen, bitmez tükenmez, tamamen ilham edici olan bilgi, ne
toprağın, ne suyun, ne ateşin, ne havanın yer bulmadığı, içinde büyüklük
küçüklük, güzellik çirkinlik, isim ve bedenin tamamen yok oldukları yerdir.
Şu hâlde bir varlık, ruhların dolaşmasından kurtulmadığı müddetçe, çeşitli
hayatları birbirlerine özel bir şekilde bağlayan zincir, bilgidir. Ancak
kurtuluş, nirvanaya kavuşmak amacı elde edilince, hâkim (bilge) olan bir
kimsede bunun ölümüyle birlikte bilgi de yokluk da mahvolur. Fakat ölen
kimse, bu kemale henüz erişmemiş olan bir kimse ise, dünyasal unsurlar
arasında en yüksek kısmından müteşekkil unsuru onda yeni bir varlığın
tohumunu teşekkül ettirir."
Buradan bilginin büyüklüğü, yüceliği ortaya çıkmaktadır. Var olmamızı ya da
yok olmamızı tayin eden bilgi. Bir yerde mevcut olmamızı veya mevcut
olmamamızı tayin ediyor. Ve bilgi de teşekkülleri meydana getirdiğine göre,
onun bütün sorumluluğu yine bizim ruhsal şuuraltımızda meydana getirmiş
olduğumuz birtakım şeylere bağlı. Düşündüklerimiz, imajine ettiklerimiz
tümüyle bizim gelecek hayatlarımızı tayin ediyor.
"Ey Talebeler, bu ne sizin, ne de başkalarının bedenleridir. Bunu daha iyisi
irade ile meydana gelmiş, bir şekil alarak el ile tutacak hâle gelmiş olan
geçmişin bir eseri gibi düşünmek gerekir. İnsan bugünkü varlığıyla (şimdide)
geçmişi oluşturur." Geçmişini şekle bağladığı zaman insan, şimdiki insan
oluyor. Şimdiki insanın her şeyi geçmişine bağlı. Ruhsal durumu da, fizik
görüntüsü de... Böylece KARMA inancına uygun bir düşünce ortaya çıkıyor.
Biz, yaptığımız işlerin sonucuyuz. "İşlerim, benim malım, benim mirasım
olup, beni meydana getiren nesnedir. İşlerim, ait olduğum ırktır. İşlerim
benim sığındığım yerdir. Ağaçlar tohumlarına göre başka başka olduğu gibi,
insanların tabiat ve mukadderatı da meyvelerini topladıkları işlerin
ayrılığına göre başka başkadır."
Demek ki sen öyle bir fidan, öyle bir ağaç diktin ki, şimdi bu tip bir meyve
topluyorsun. O topladığın işe uygun olarak senin bir tabiatın ve bir
mukadderatın var. Ne ekersen, onu biçersin. Neyi biçiyorsan, ona göre bir
tabiat, ona göre bir mukadderat doğuyor senin için. Buğday toplayan adamın
tabiata başkadır, hurma toplayanın başkadır, yerden patates şokenin
başkadır.
"Burada kozalite bağı, bütün kâinatı idare eden, hiçbir insanın nüfuzundan
kaçınamayacağı ahlâki bir kuvvet şeklini almaktadır. Ne denizin ortasında
kalsan, ne de dağların kovuklarına sokulsan arz üzerinde hiçbir tarafta fena
işlerin pençesinden kaçabilecek bir yer bulamazsın. Yavaş yavaş, sütün
koyulaşması gibi insanın yaptığı fena işler de meyvelerini verir. Küller
altında yanan gizli bir ateş gibi akılsızlığın ayağına yapışırlar. Uzaktan,
uzun bir seyahatten sağ ve salim evine dönen bir kimseyi, anası, babası,
dostları, arkadaşları karşıladığı gibi, iyi işler yapmış bir kimseyi de, bu
dünyadan ötekine göçünce, onu yaptığı işler, tıpkı yakınları tarafından
karşılanan bir seyyah gibi karşılarlar." Burada KARMA Kanünu'nun halka uygun
izahını görüyoruz.
Buraya kadar Doğu Uygarlıklarındaki ezoterizmi ele aldık. En son olarak da
Budizmin inisiyatik kısımlarını ele almıştık. Bu bilgilerin niçin verilmekte
olduğu hakkında akıllara bazı sorular gelebilir. Biliyorsunuz, Spiritüalizm,
evrenin her noktasında mevcut olan bir düşünüş şeklidir. Çünkü varlık her
şeyden önce RUH ve MADDE ikiliği içerisinde mevcuttur. Nerede olursa olsun
her varlığın yoklukla varlık arasında gidip gelen bir mevcudiyeti olmakla
beraber, ebedi ve baki olan bir mevcudiyeti de vardır ki biz buna RUH
diyoruz. Bu, bir varlığın oluşumu için bir temeldir. Varlık ancak bu iki
unsurdan teşekkül ediyor. Bu bakımdan insan varlığıyla alâkalı her konu
spiritüalizmin kültürel çalışma şekline dahildir. Bütün dinler, bütün
felsefi hareketler, bütün inisiyatik, ezoterik bilgiler, hatırlara
gelebilecek insanla ilgili her türlü bilgi ve hareket spiritüalizmin çalışma
konusu içerisine girer. Bu yüzden bu zorunluluğu tamamlamaya çalışıyoruz.
Buradan sizlere nakletmeye çalıştığımız hususlar çok belirli bir kesit
olmaktadır. Gönül isterdi ki, örneğin Budizmi burada uzun uzun anlattıktan
sonra metafizik bölümüne, ruh anlayışına, varlık anlayışına ayrıntılarıyla
geçelim. Fakat biz burada bir Budizm Kültürü verecek durumda değiliz.
Dolayısıyla ancak konumuza oldukça yakın olan konuları ele almakla
yetiniyoruz.
Budizmin Metafiziği
Bu konu oldukça ağır ve karışık durum arz etmektedir. Gerek Budist yazarlar
gerekse bunları incelemiş olan Batılı yazarlar konuyu araştırmış, incelemiş
olmasına rağmen hâlâ Budizmin Metafiziği ortaya çıkmış değildir. Fakat
dayandığı temeller ortaya çıkarılabilmiştir.
Sürekli ve kaybolmayan veya bunun tersi, süreksiz ve kaybolan, yani fâni
olan şeylerin evrende mevcut olan kozalite prensiplerinin faaliyeti altında
teşekkül etmiş olanlarla temsil edildiği bulunmaktadır. Bu bir metafizik
cümledir, biraz açıklamaya çalışalım: Evreni meydana getiren bütün mevcudat,
fâni, bir hâlden bir hâle tahvil olmaya mecbur bulunan şeylerdir. Bunlar
evrende mevcut olan kozalite (sebebiyet) ilkelerine göre meydana gelmiş
durumdadırlar. Burada anlatılmak istenen şudur: Evrende hiçbir şey
kendiliğinden meydana gelmemiştir.
Başı ve sonu belli olmayan bir halkalar zinciri tarzında her şey birbirinin
sebebi olarak teşekkül etmiştir. Evren aslında bir sebebiyetten ibarettir.
Dikkat edilirse, Budistik Metafizikte, bizim anladığımız anlamda ilk sebep
olan Yaradan anlayışı mevcut değildir. Bu, sonu ve başı ebedi olarak açık
olan bir çember gibidir. Hiçbir zaman birbirine kavuşmayan fakat devamlı
olarak devir hâlinde bulunan her şey, birbirini etkileyen ve aynı zamanda
etkilenen tarzda sürer gider. Tanrı'yı işin içerisine sokmazlar.
Şöyle bir metafizik ifadeleri de bulunmaktadır: Bu dünyaya ait şeylerin
gerçeği ve hakikati, sebebiyetin (kozalite) tâbi olduğu kanunla idare edilen
varlıkla yokluk arasındaki ebedi gelip-gitme'den ibarettir. Yani her şey
vardır, hiçbir şey yoktur. Külliyen varlık vardır, külliyen varlık yoktur.
Çünkü her şey geçicidir. İnsanların bağlanmış olduğu bütün hakikatler, başka
bir zamanda bir yokluğun ifadesi, başka bir zamanda da bir varlığın ifadesi
olacak durumdadır. Bu kozalite prensibinden hareketle, "Dünya, dünyanın
birbirini izleyen olaylarından ibarettir!" prensibini ortaya koyuyorlar.
Olaylar silsilesinin bir cephesi varsa, o da "Nedensellik Kanunu"dur.
Bunların ne anlama geldiğini şöyle açıklayabiliriz: Evrende olan bütün
değişiklikleri, varlığın teşekkülü, var olması, değişmesi vs. bütün
değişiklikler aslında olayların birbirini izlemesinden başka bir şey
değildir. Hayat, canlılık, faaliyet, hareket olayların art arda gelmesinden
ibarettir. Çünkü olayların art arda gelişi demek, aynı zamanda bir sebep
sonuç yasasına (her biri bir diğerinin nedeni olma prensibi) dayanır. Bu
prensipteki mutlak bir kanunun dünyayı idare ettiğine kanaat etmek, temel
bir inanç olmaktadır. O kanun da "Nedensellik" (Kozalite) kanunudur.
Budistik Metafiziğe göre "Nedensellik" mutlak bir prensiptir, kanundur ve
evreni bu idare eder.
Şimdi bunları daha lirik bir anlatım içinde Buda'nın bizzat kendi
sözlerinden izleyelim. Bir vaazında şu sözler vardır:
"Ey Talebeler, kendi kendisini murakabe eden, vicdanına hâkim olan,
sapkınlığa düşmeksizin, hararetli çabalarında kendi kendisi hakkında
çalışmakta sebat eden bu rahipte bir 'zevk duygusu' meydana geldi. O zaman
şunu anladı: 'Bende bu zevk duygusu meydana geldi. Bu nedensiz değil. Bir
nedenle meydana gelmiştir. Bu neden nerede bulunmaktadır? Bu benim bedenimde
duruyor. O hâlde nedenlerle doğmuş olan bu beden, daim ve baki değildir.
Nedenlerle doğmuş, oluşmuş; nedeni daim ve baki olmayan bir bedene dayanan
bir zevk duygusu nasıl daim ve baki olabilir?' Böylece beden için olduğu
gibi, zevk duygusu konusunda da bekasızlık, kaybolma, ayrılma, kesilme,
bırakmanın temaşasına daldı. Beden için olduğu gibi, zevk konusunda da
değişiklik gerek. Bırakmanın temaşasına dalmışken, beden ve zevk duygusuna
çevrilmiş her türlü haris eğilimlerden de kurtuldu."
Budist Metafizikte her şey bir ortayol içerisinde ifade edilmek istenir. Her
türlü aşırılık, ifrat önlenmiştir. Zaten "Her şey vardır ve hiçbir şey
yoktur." sözü bunu ifade eder. Bu ikisi de aşırı uçtur. "Her şey yoktur."
demek de aşırılıktır. Her şey hem vardır, hem yoktur. Bir vardır, bir
yoktur. Bazen vardır, bazen yoktur. Yoklukla varlık arasında devamlı bir
değişiklik mevcuttur. Bugün aldığınız iyi bir duygu, çok çok sürse sürse,
sizin zihninizin imajları takip etme gücüne bağlı olarak, belirli bir süre
devam eder. Gittikçe zayıflamaya, hatıralar silikleşmeye mahkûmdur. Bunu
kendi günlük hayatınızda da deneyebilirsiniz. İşte, "Hem var, hem de yok
olmak"tan bu kastedilmektedir. Demek ki, ne bu duyguyu bir hakikat olarak
ele alacağız, ne de tamamen hakikat olmayan bir şey olarak ele alacağız.
Budizmin Metafiziğinde şöyle bir konu daha bulunmaktadır: "Dünyanın
realitelerini teşkil eden şeyde, emredilmiş, teşkil edilmiş olmaktan çok,
emredici, teşkil edici bir fikir vardır. Her irade ve teşekkül (formasyon)
yerini haliyle başka irade ve teşekküllere bırakacaktır". Eşyanın varlığı
hakkında da Brahmanizmle Budizm arasında ayrılık ve tezat, birincisinin
değişiklikler fikrinde sadece varlığı, ikincisinin ise sadece yokluğu kabul
ettiğine işaret edilmekle bazı konular aydınlığa çıkmış olacaktır. Önce
"cevher" ve "görüntü" kavramlarını açıklamak gerekir.
Cevher kavramından Budistik Felsefe şunu anlamaktadır: Kendiliğinden var
olan şeylere cevher denir. Yani kendi kendine mevcut olan şey. Bir başkası
tarafından meydana getirilmemiş olan şey hakkında "cevher" kelimesi
kullanılmaktadır. Bir şeyin cevherinden söz ettiğiniz zaman o şey kendi
kendine mevcuttur. O başka bir şey tarafından meydana getirilmemiştir. Buna
ihtiyacı yoktur. Eğer ihtiyacı varsa, zaten "cevher" olmamaktadır. Burada
"cevher" daha metafizik bir kelimedir.
Evrende meydana gelen her türlü değişimde, Brahmanlara göre sebebiyetsiz bir
cevher mevcuttur. Yani hiçbir nedene dayanmayan bir cevher vardır. Öyle bir
cevher vardır ki, hiçbir nedenden meydana gelmemiştir, Brahmanizme göre.
Budizme göre de aksine. Hiçbir cevhere dayanmayan sebeplilik bu kadar
kudreti ve yetkiyi nereden almaktadır? Bütün değişim bu sebeplerden ileri
geldiğine göre, nasıl bir şeydir bu? Neye dayanır? Maalesef Budizm bu soruyu
kendisine sormamaktadır.
Bu görünen kaybolan dünyayı ne bir Tanrı'ya yaptırtıyor, ne de tabii bir
prensibin feyizli faaliyetiyle kendi sinesinden çıkartıyor. Yalnız bu
dünyanın varlığını, onu idare eden kanunların faaliyetini bir vaka olarak
kabul ediyor. İşte Budizmin asıl metafiziği budur. Dünyanın bir varlığı
vardır. Ve onu idare eden kanunlar vardır. Bu kanunları biz vakalar hâlinde
görüyoruz. Fakat Budizme göre bunların ardında bir Yaradan ya da bazı tabii
prensipler söz konusu değildir.
Budizm düşünüşünün alışkanlıklarından ayrılmış olmakla beraber, bu
sınırlandırılmış âlemde mutlak olanı temsil edenin ne olduğu bildirilmek
istenirse, bu isim ancak sebepliliğin cihanı kavrayan hâkim kavramından
başka bir şeye verilmeyecek. Mutlak olanı temsil eden bir şey varsa bu da
ancak bütün evrende geçerli olan, her noktasında mevcut olan bir sebeplilik
kanunudur. Sebeplilik Kanunundan daha büyük bir kanun mevcut değildir. Çünkü
bütün evren onlara göre birbirinin sebebi olmak üzere mevcuttur ve
birbirinin sebebi olmak üzere yoktur. Hiçbir şeyin var olmadığı her şeyin
fâni bulunduğu yerde ilk ve son ilke cevher gibi değil, bir kanun olarak
telâkki edilebilir.
Bu hususta şöyle bir açıklamada bulunuyor Buda: "Ey Talebeler! Zihninizden
herkesin düşündüğü gibi, dünya ezelidir, dünya ezeli değildir, dünya
sınırlıdır ya da sonludur ya da sınırsızdır, sonlu değildir, diye
düşünmeyiniz. Düşünecekseniz, şöyle düşünün: Bu ıstıraptır. Bu ıstırabın
kaynağıdır. Bu ıstıraba son vermektir. Düşüneceksen böyle düşün. Asıl
yapmanız gereken şey, sizin için bu olacaktır. Asıl yapacağınız şey, sizi
ıstıraba götüren yolları anlamak, bilmek ve bu yolların dışına doğru
taşmaktır."
Budizmin bu belirsiz Tanrı anlayışına paralel olarak ruh anlayışı da
belirsizdir. Bir cevher olarak ölümsüz bir varlık olarak Budizmde açık ve
seçik tarzda RUH kavramı mevcut değildir. "Istırabı meydana getiren şey,
eşyanın aralıksız, bir an durmaksızın devam eden görünüp kaçışı ise, o hâlde
mustaripim, mustaripsin demek imkânı da yoktur. Artık muhakkak olan yalnız
bir şey kalıyor ki, o da ıstırabın var oluşu. Ya da daha iyisi, ıstırabın
gelip geçmesi, meydana gelmesi ve giderilmesidir." Yani ıstırap da başlı
başına bir varlık olmuyor insanlar için. Ama ıstırabın bir varlık olduğu
ortaya çıkıyor. Bu bazen ortaya çıkıyor, bazen kayboluyor. Bir sürekliliği
yok. En iyisi diyor, ıstırabın gelip geçmesi, meydana gelmesi ve giderilmesi
üzerinde bilgi sahibi olmak lâzım.
Felsefi araştırmalara hizmet eden muhayyile şekilsiz fikirler için tabiatın
çeşitli görünüşlerinden semboller aramıştır. Öyle kavramlar vardır ki,
bunları bir türlü şekle sokamayız; zihinlerden zihinlere aktarabilmek için
ve tabiatta mevcut çeşitli görünüşten olan bazı sembolleri bunları anlatmak
için kullanırız. Hakikati, hareket, değişiklik olan bir varlık fikrini iyice
anlatmak için tabiattan tercihen iki misal alınmıştır: "Cereyanı sürükleyen
su" ve "Kendi kendini yakan alev."
Bu iki sembol, su ve alev sembolleri sık sık kullanılmıştır. Bununla beraber
Budizm, esasında ahlâki bir menfaat bulunmayan her türlü metafizik alâkalara
yabancı kalmıştır. Budizmin su ve alev manzaralarında gördüğü şeyler yalnız
hareket değişiklik değil, her şeyden çok insan mukadderatının en acıklı
tarafı olan bu hareketin yıkıcı kudretidir. "Her şeyi mahvetmek için taşan
dört deniz vardır. İstek denizi, doğum denizi, yanlışlık denizi, bilgisizlik
denizi." Ve şöyle diyor Buda:
"Ey Talebeler! Buradaki bilgileri öğrenmemiş olan bu" kimse, 'deniz, deniz1
diye tutturur. Fakat ey talebeler, mukaddesin koyduğu kaidede 'deniz1 denen
bu değildir. Ya nedir? Bu ancak büyük bir su kütlesi, suyun akışından başka
bir şey değildir. Ey talebeler! Göz, işte deniz olan budur. Görünen şeyler
işte bu denizin dehşeti ve dalgasıdır. Görülen şeylerin şiddetli dalgalarına
göğüs germiş olan kimse hakkında şöyle denir: O, öyle bir Brahmandır ki,
vicdanında, dalgaları, kasırgaları, derinlikleri ejderhalarıyla Göz Denizini
dolaştı. Karaya ayak bastı, sahile ulaştı. (Aynı düşünceler, işitme, diğer
duygular için de söyleniyor.) Bu denizi, Varta'ları, bütün derinlikleri,
bütün ejderhalarıyla geçtiysen, o zaman hikmet ve kutluluk senin
nasibindirler. Kıyıya, kâinatın hedefine vardın demektir." Burada "su"
sembolünün bir izahı görülmektedir.
Bundan sonra "alev" sembolü de şöyle izah edilmektedir: Önce, "Varlık
nedir?" sorusuna şöyle cevap verilmektedir: "Varlığın mahiyetini ifade etmek
için Budizmde 'alev'den daha uygun bir örnek yoktur. İhtiras, kin,
bilgisizlik içinde yaşayıp giderken, yani alev bir taraftan bütün hırsıyla
yanarken, aynı zamanda alevi söndüremez miyiz? 'Söndürürsünüz' diyor.
"İhtiras, kin ve bilgisizlik alevlerinin ortadan kalkması da aranmalıdır bu
arada. Yani ihtirası, bilgisizliği nasıl ortadan kaldıracağız, kinlerimizden
nasıl vazgeçeceğiz?"
Kinlenirken, kinden vazgeçmenin yolunu, ihtiraslarımızı tatmin ederken,
ihtiraslardan vazgeçmenin yolunu, cahillikten kaynaklanan ıstırap çekerken
bilgi ile bu ıstıraptan kurtulmanın yollarını arayınız. Yani onlar devamlı
olarak zıtlarını çağırmalıdır. "Ey Talebeler! Her şey alevler içindedir.
Alevler içinde bulunan her şey nedir? Göz alevler içindedir. Bu hangi ateşle
tutuşturulmuştur? İhtiras ateşiyle, kin ateşiyle, bilgisizlik ateşiyle
alevlenmişlerdir. Doğum, ihtiyarlık ve ölüm, zahmetler, şikâyetler, keder,
ıstırap, ümitsizlik ile bu alevlenmiştir. Benim sözlerim budur. Kâinat
alevler içerisindedir.
Bütün dünya duman bulutlarıyla örtülüdür. Her şey ateşle yanmıştır.
Varlıklar bir aleve benzerler. Mevcudiyetleri, tekrar doğumları, kararsızlık
dünyasını meydana getiren mahlûkata bağlı, onu besleyen bir alevdir." Burada
hemen Kur'an'daki bir ayet aklımıza gelmektedir. Yakıtı insanlardan olan bir
cehennem söz konusu edilir. Demek ki orada gerçekten insanların alev alev
yandığı manası çıkmamaktadır Doğrudan doğruya insanların ihtirasından,
kininden, bilgisizliğinden meydana gelmiş bir durum söz konusudur.
Rüzgâra bağlı olan bir alev, rüzgârın sürüp götürdüğü bir alev, ateşi
uzaklara götürdüğü gibi, aleve benzeyen varlıkların mevcudiyeti de tekrar
doğacağı zamanda uzak mesafelere atılır. Varlık burada eski kalıbını
çıkarır. Ötede de berikini giyer. Rüzgâr ateşi sürüklediği gibi, ruhu bir
hayattan ötesine sürükleyen şey de varlığa bağlı ihtiraslardır. Yani bütün
tekrar tekrar doğumların, bütün ıstırapları meydana getiren hususun insanın
bağlanmış olduğu ihtiraslar olarak ele alınmaktadır.
Aziz Nagasena, Kral Milinda'nın bir sorusuna şöyle cevap vermektedir:
"Varlıklar silsilesinde zaman zaman değişenler aynı varlık olmadığı gibi,
birbirlerinden başka olan varlıklar da değillerdir. Kral Milinda bir
benzetme yapmasını ister. Ey büyük Kral, bir kimse bir kandil yaktığı
takdirde, bu kandil bütün gece yanmaz mı? Evet, bütün gece yanar. Gecenin
ilk nöbeti sırasındaki alev, gecenin ortasındaki alevin aynı mıdır? Hayır.
Gecenin ortasındaki alev, son nöbet sırasındakinin aynı mıdır? Hayır.
O hâlde, Ey Büyük Kral, gecenin ilk nöbetindeki alev başka, ortasındaki
başka, sonundaki de başkadır. Öyle mi? Hayır, kandil bütün gece esnasında
aynı yakıta bağlı olarak yandı. Yani yakacak değişmedi. Evet, görünüşte,
baştaki böyle, ortadaki böyle, sondaki de şöyle ama, kandilin yağı
değişmedi, nasıl değişik olur? Ey Büyük Kral, tıpkı bunun gibi, varlık
unsurlarının zinciri de birbirine bağlanır. Biri doğar, diğeri gider. Daire
başsız ve sonsuz olarak kapanır. İşte bunun içindir ki, en son merhalede
bilgi tarafından kavranan ne aynı ne de başka bir varlıktır."
Bilindiği gibi gerek eski Brahmanik araştırmalarda daha sonraları Budizmde,
Brahmanlarda ATMAN'la (mutlak olan varlık) birleşmek, Budizmde NİRVANA denen
bir kurtuluşa erişmek hemen hemen Hristiyanlıktaki MELEKÛT’a, İslâmdaki
CENNET'e veya Yahudilikteki vadedilmiş bir yere ulaşmak anlamlarına
gelmektedir. Bu nirvanik durum (yani kurtulmak) hemen hemen Budizmin gerek
Hinayana gerek Mahayana olmak üzere (iki büyük mezhep) aynı şekilde ele
alınmış, fakat çeşitli yorumlara uğratılmıştır.
NİRVANA, esasında kelime anlamı Pali dilinde "sönmek" veya "söndürülmek"
anlamına gelir. Varlığın sönmesi veya söndürülmesi Nirvana'dır. Bu, sözlük
anlamındadır. Bunun eski dildeki karşılığı "Fen'a bulmaktır. İfna olmak, yok
olmak. Bir tür sönmek, ortadan kalkmak anlamına da gelir. İslâm
mistisizminde, özellikle sufizmde İslâm bilgisiyle, Doğu Brahmanik ya da
Budist bilgiler gayet güzel şekilde meczedilmiştir.
Özellikle Brahmanizmin Atma'sı (ya da Atman'ı) bizde Mutlak olan Yaradan
ALLAH şekline dönmüş ve bir nehrin bir deniz içerisinde kaybolması gibi,
insan ruhunun (varlığının) belirli bir tekâmül safhasından sonra Tanrı'da
yok olması (Fena fillah) şeklinde tamamen Brahmanik bir düşünce şekliyle
tasavvufta da yer almıştır. Ve tabii, bu fena bulmanın, insanın yapısının,
Mutlak'ın yapısı, evrenin yapısı hakkında da devamlı olarak tasavvufi bir
gelişme meydana gelmiştir.
Burada yeri gelmişken hemen belirtelim: İslâmın Budist ve Brahmanist
düşüncelerle, felsefeyle, teolojiyle temasa geçmesi doğaldır ve bir hayli
eskidir. Aşağı yukarı yedinci, sekizinci ve dokuzuncu asırları kaplar. Yani
Türklerin ilk İslâmiyeti kabulleriyle aralarında bir 100-150 yıl fark
vardır. Arapların Afganistan'dan yürümek suretiyle, Belücistan'a, Hindistan,
Seylan, Çin'e kadar olan seferlerine kadar ilk bilgiler, ilk karışmalar
meydana gelmiştir. Çünkü gerek Brahmanlarda gerekse Budistlerde kişisel
çalışmalar önemli yer tutar. Yoganın gerek insan düşüncesindeki değişikliği,
gerekse şuur hâllerinin yaşanması bakımından çok önemli rolü vardır.
Özellikle dinlerin mistik yönleri, tasavvufi yönleri (yani panteist yönleri)
devamlı olarak Brahmanizmin eski Upanişad metinlerindeki anlatılan
yöntemlerin etkisi altında kalmıştır. Oralarda anlatılan yöntemleri
kullanmak yoluyla kendi mistik çalışmalarını kuvvetlendirmeye, yaşamaya,
anlamaya çalışmışlardır. Gerek Hristiyan azizleri, gerekse Müslüman
evliyaları bu yoldan geçmek suretiyle gelişmişlerdir. Bunları, kendi
kültürlerine ve bilgilerine adapte etmek suretiyle yapmışlardır. Brahmanik
ve Budistik çalışmaların kökü de, onlardan çok daha eski olan şamanik
çalışmalara dayanır. Şamanizm de tarihsel geçişlik olarak en azından 15.000
yıllık bir geçmişe dayanır.
Bu açıklamalardan sonra asıl konumuz olan NİRVANA'dan (sönmek) amaç nedir?
Bunu anlamaya çalışalım. Bizim için en önemli olan konu budur. Çünkü 19.
yüzyılın sonlarında, özellikle Batılı araştırmacılar (ingiliz ve Alman) doğu
dinleriyle çok ilgilenmişler, kendi dinlerinde bulamadıkları bazı yönleri bu
kanallardan tamamlamaya ve yorumlamaya çalışmışlardır. Bu bakımdan şimdi
gene bütün Batı'da bir Hindoloji çalışması devam etmektedir.
Budizmden önceki Hint'te "tekrardoğuş" teorisyenleri, bu hayatta yapılan
işlerin öbür dünyada ceza veya ödüle tekabül edeceğini birleştirmek ve buna
da biraz "karamsar" diyebileceğimiz bir fikir eklemek istemişlerdir. Bunu,
"her şeyin ıstıraptan ibaret olduğunu" belirterek ifade etmeye
çalışmışlardır. Burada karşımızda bir "eylem" (yapılan bir iş, buna eski
dilde "ecir" deriz) ve bir de "ceza" var. Her yapılan işin, (aksayan, evrene
zıt düşen bir işin) aksi olmak üzere bir "cezası" söz konusu olmaktadır. Ama
bir taraftan da kendi dinine inanmış, mümin insanlar var. Mümkün olduğu
kadar o dinin şartlarını yerine getirip, dürüst bir hayat yaşamaya
çalışanlar var. Bunlara da bir şeylerin vadedilmesi gerekmez mi? Her dinde
vaat vardır.
Dolayısıyla ödül olmak üzere de öbür dünyada göksel ve mutlu bir hayat
vadedilir. Fakat Budizmden önceki Hint'in çileci karamsarlığı, bu manevi
ödülü pek dikkate almadı. "Geleceğe ait birtakım vaatler bizler için önemli
değil. Biz bu hayatta ıstıraptan kurtulabilir miyiz, kurtulamaz mıyız? Bize
bunun anahtarını vermeniz lâzım. Çünkü her şeyiyle ıstırap içerisinde
bulunmaktayız. Kendimizi mutlu sandığımız zamanlarda bile aslında mutlu
olmuyoruz. Bir yanılgı içerisindeyiz. Geçici bir illüzyon vardır. Ama bunun
hemen arkasından bize ıstırap veren başka şeyler çıkmaktadır.
Zaten hayatın kendisi bir ıstıraptır. O hâlde asıl aranması gereken, insanı
ıstıraptan tamamıyla uzaklaştıran bir şey olmalıdır..." Bu şekilde
düşünmüşlerdi. Bunun üzerine Upanişadlar'a dayanarak YOGA yapılması
önerildi. Yoga, çeşitli derinlikleri bulunan bir trans hâlidir. Tamamen içe
dönme hâlidir. Çeşitli şuur hâllerinden geçilir. Her şuur hâlinin insana
verdiği birtakım hazlar vardır. Bunun yanı sıra maddesel ıstırapların
kaynağı olan hırslarınız, ihtiraslarınız ve arzularınızdan da yavaş yavaş
kurtulmaya başlarsınız. Dolayısıyla ıstıraptan da kurtulmaya başlanır. Bütün
bunların sonuna ulaşıldığı zaman, tam bir nirvanaya gelinmiş olacaktır.
Fakat bu nirvana hâlini gerçek anlamda Buda'dan başka elde eden yoktu. Buda
ancak, son merhale olan dokuzuncu yogayı da aştıktan sonra tam bir "yokluk"
hâline geçmiştir. Ve belki de o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Ama Brahmanlar
Budizmin bu YOGA'sından daha önce var olduğu için kurtuluşu doğrudan doğruya
ATMAN ismini verdikleri ve Mutlak olan bir Varlıkta yok olmak, O'nunla
birleşmek şeklinde ele almışlardır.
"Mutlak olan şey, bütün her şeyin içinde hazır ve nazırdır." Yani görüp ve
gözeticidir. Orada mevcuttur, görür (her şeyi bilir). "Bir insan lâyıkıyla
idrak eder, bütün her şeyin mutlak olan şeyin aynı olduğuna kanaat
getirirse, o zaman o kimse de bu var olanla birleşir. O'na her şey olur ve
kurtulur." Burada anlatılmak istenen, Brahmanik felsefeye göre, mutlak olan
bir ATMAN vardır. Bu atman her yerde mevcuttur. Her şeyin içindedir. Şurada
ya da burada aranmasına gerek yoktur. Arapçada bu durum, "La mekân"
kelimesiyle ifade edilmiştir. Nerede isterseniz, orada mevcuttur.
Eğer insan bu Atman'ın mutlaklığını iyi kavrayabilirse ve mevcut bulunan her
şeyin, Mutlak olan şeyin aynısı olduğuna kanaat getirirse, o zaman o kimsede
bu var olanla birleşiyor demektir. Çünkü kendisi de mevcut olandır. Bu
şekilde kendi kişisel varlığını kaybedip külli varlıkla (bütün olan
varlıkla) bir kontak kurar. Bu şekilde her türlü bağımlılıktan, dolayısıyla
ıstıraptan kurtulmuş olacaktır. Yani kendini, kendi realitesi içinde
söndürüyor. Bir yerde, "benlik"i kaldırıyor. Bu şekilde Budizmin nirvanik
safhası meydana gelmektedir. "Mutlak olan ebedidir ve maddi değildir. Ve
ıstırap da ondan uzaktır. Buna mukabil Buda'nın amacı, huzur ve sükûneti,
onun istediği, bu dünyadan tamamıyla gitmek, ıstıraplardan tamamıyla
kurtulmaktadır."
Buradan Vahdet-i Vücut yani "varlığın birliği" kastedilmektedir: Her şeyin,
Mutlak Var Olan Şey'in aynısı olduğu. Her şey mutlak varlıkla aynı şeydir:
Mevcut olanın vahdeti (birliği). Bütün var olanlar birdir. Fakat niçin ayrı
ayrıyız? O bir görüntüden ibarettir. Zahiridir. Bu aldanmadır. Bu tamamen
Brahmanik bir anlayıştır. Yalnız İslâmda bunu kanıtlayacak olan deliller
ortaya Kur'an ayetleriyle konur; öbür yandan Upanişad'la ya da Bagavad
Gitâ'larla ortaya konur. Yani ayetler değişir, ama anlatılmak istenen
prensip aynıdır. Herkes kendine göre bu işi biraraya getirmiştir. Nedense,
İslâmın ayetleriyle, Brahmanik bilgiler bu şekilde meczedilebilmişlerdir de,
İncil veya Tevrat'taki ayetler olmamıştır. İncil ve Tevrat'ta bu tarzda
Vahdet-i Vücut felsefesini teyit edecek ayetler yoktur. Tevrat'ın Tekvin ve
Sayılar bahsinde birkaç ayetten başka bir şey yoktur. Talmut'ta yorum
hâlinde işlenmiştir.
Bütün dinler, insanlara, öteâlemde mesut ve bahtiyar olarak geçirilen bir
hayat vadederler. Ama Buda'nın kurtuluşu hakkında bir şey söylenemez. Hiçbir
kavram onu ifade edemez. Nirvana hakkında bir şey söylenemiyor ve hiçbir
kavram onu ifade edemiyor. Buda için en doğru yol, malûm ve sevinç dolu
gayelere giden bir yol değil, aksine, tamamıyla meçhul semtlere götüren,
hemen hiçlikle sonuçlanan bir yoldur. Buda ümmetine kurtuluşun ne olduğunu
anlamaları için uğraşmamalarını emretmişti. Bu nokta hakkında fazla bilgi
vermekten çekinmesine karşın, tüm tartışmalar da aksine bu nokta etrafında
olmaktadır. Acaba Buda kurtuluş'tan ne kastediyordu?
Ona göre kurtuluş, sebep sonuç ilkesine tâbi olmamak, yani her şeyden
arınmış olmak demektir. Daha önceki bahislerde Budizmin temel ilkelerini
anlatırken, evrenin bir sebep ve sonuç zincirinden ibaret olduğunu
anlatmıştır. Bunun ötesinde hiçbir gerçek yoktur. Her şey birbirinin sebebi
ve sonucudur. Bunun dışında başka türlü bir şey aramak insanın ne aklına ne
de tabiatına uygun gelir. Buda'ya göre kurtuluşa ulaşmanın yolu, sebep sonuç
ilkesine tâbi olmayacak bir varlık hâline gelmektir. Hiçbir şey sizi
etkilemiyor ve siz de hiçbir şeyi etkilemiyorsunuz bu durumda... Ne sebep
teşkil ediyorsunuz, ne de sonuç. Ne bir şeye sebep oluyorsunuz, ne de bir
şeyin sonucu oluyorsunuz .Yani her şeyden arınmış, ari, saflaşmış bir duruma
geçiyorsunuz. Buda, bize göre, işte bunu kastetmektedir.
Dünyada mevcut olan hadiseler gelip geçicidir.
Ve sebep sonuç zincirine bağlanır. Kurtuluş, bunun aksi bir şey olmalıdır.
Geçici değildir. Sebep sonuç ilkesine de bağlı değildir. O hâlde kurtuluş
YOGA'nın dokuz istiğrak (dalınç, güzel bir görü veya düşünce karşısında
kendinden geçercesine sessiz bir heyecana dalma) hâlinin sonucu kurtuluş
tabakasıdır ki, bu, "boşluk"un dahi bulunmadığı tabakadır. Maddi bir boşluk
da değildir. Bu semavi tabaka, meydana gelmesinde hiçbir başka sebep mevcut
olmayan bir sema tabakası olarak betimlenir.
Burada "boşluk" terimi biraz açıklama gereken bir ifadedir. YOGA'da aşağı
yukarı bir derin konsantrasyonla yavaş yavaş normal şuur kararmasından
şuuraltına geçilip, üstün evren şuuruna doğru bir kayış başlar. Bunlar da
bir tür yükselme, tabakalaşma (plâniar) hâlinde tasavvur ediyorlar. Bu
plânlarda gitgide yükseliyorsunuz. Nihayet öyle bir semavi tabaka ile
karşılaşıyor ve o tabakanın içerisine giriyorsunuz ki, bu tabaka meydana
gelmesinde hiçbir başka sebep mevcut olmayan bir semavi tabaka oluyor. Yani
sebep sonuç zincirine bağlanmayan bir gerçeklik içerisine giriyorsunuz.
Orada sebep ve sonuç ilkesi geçerli değil. Hiçbir şey onu meydana
getirmemiş.
Acaba "kurtuluş" reel bir şey midir? Var olan bir şey midir? Yoksa, mutlak
bir "hiçlik" midir? Bunun İslâm tasavvufunda birçok tartışmaları vardır.
Sufiler bunu bir hayli işlemişlerdir ama, gene de cevap yoktur. Sonunda bu
bir "gönül" meselesi olur çıkar. Herkes bunu kendi benliğinde (gönlünde)
halletmenin çarelerini arar. Onlar da o YOGA talimlerini "zikir" olmak üzere
yaparlar. Örneğin bir Budist OM MANİ PADME HUM der. Bir sufi LA İLAHE
İLLALLAH der. Burada değişen, isimler ve dualardır. Fakat ilke ve amaç
aynıdır. Eğer ıstırabın ve tekrardoğuşun kesin olarak durması ise, kurtuluş,
bir tür "hiçlik" anlamına gelir.
Yeryüzüne tekrar gelmenin ve ıstırabın kesin olarak durması "hiçlik" olarak
ifade edilebilir. Ama buna karşı çıkanlar da şöyle derler: "Kurtuluş, var
olmayan bir şey değildir ki." Hiçlik, her şeyin inkârı demek değildir. Bir
durum, bir pozisyondur. Kurtuluş, varlığın belirli bir pozisyonunu ifade
eder. Bir inkârı ifade etmez. Yani, "Hiçbir şey yoktur. Her şey ATMAN'dan
ibarettir" denmek isteniyor. Buna itiraz ediliyor. Var olmayan bir şey
değil, bir reel hadisedir. Bizim duyularımızla, gözleyebileceğimiz bir
şeydir. Bir inkâr değil, bir durumdur. Ama şöyle bir soru da sorulabilir: Bu
reel olanın gerçek mahiyeti nedir? Cevap:
Bilmiyoruz. Yani "Kurtuluş" burada gene de bilinmemektedir. Yoksa, "var
oluş"un sona erişi mi? Yokluk mu? Ama buradaki yokluk, "Hiçlik" anlamına
gelmiyor. Varlık olmaktan çıkmak anlamına geliyor.
Mahayana felsefesi, Budizmdeki ikinci büyük aşamadır (Birincisi Hinayana).
Mahayana felsefesinde nirvana hakkında şöyle bir bilgi bulunmaktadır: "Reel
olan şey ancak diğer sebeple meydana gelmemiş olandır." Buda, "Kurtuluş,
hiçbir sebepten doğmamıştır." demişti. O hâlde kurtuluş bir hakikattir.
Çünkü hakiki olanın bir sebebi yoktur. Kendisidir, kendisinin sebebi.
Upanişadlar'a göre, kurtuluş, asla değişmeyen, sarsılmayan, ıstırap denen
şeyden uzak olan ATMAN ile birleşmek ona dönmek demektir. Burada da
görüleceği gibi tasavvuftaki Vahdet-i Vücut felsefesinin Upanişadlar'daki
ifadesidir. Bütün yapılan çalışmalar, bütün ibadetler, bütün YOGA'lar
aslında ıstıraptan uzak bir sema tabakasına yükselmek değil, biricik hakikat
olan Varlığa ulaşmak, ona dönmek için yapılan çalışmalardır. Bütün Âlem
tezahürleriyle birlikte ATMAN'dır. Atman, çeşitli şekillere giren ve fâni
olan varlıklar arasındaki çeşitliliği meydana getirir. ATMAN'ı anlamak ve
bütün varlıkların bir tek şey olduğunu görebilmek, hakiki bilgi, doğru YOGA
yapmakla elde edilir. Yani burada anlatılmak istenen, bütün varlıkların
gerçekte bir tek şey olduğunu anlayabilmek gerekir. Ancak biz birarada
olduğumuz zaman ATMAN teşekkül eder. Hakiki zamir, değişmeyen "O" dur.
Sufilerin "HU" dedikleri.
Mahayana teolojisine göre, kurtuluş, hiçbir sebepten doğmamıştır. Kurtuluşun
bir realite olduğunu iddia etmek için ilk önce, realite denen bir şeyin
varlığını ispatlamak gerekir. Eğer, "Ebedidir" dersek, "ebedi olanın"
varlığına inanmış oluruz. Bu ebedi ve daima var olan şey ne olabilir?
(Tevrat'ta "Ben, ben olanım" denildiği gibi.) Bu, bütün her şeyin üstünde
olan ve eşyanın ayrı ayn var olmalarına sebep olabilen bir varlıktır. Yani
en soyut olan varlık, bu olmuş oluyor. Yahut her şeyin "boş" olduğunu
söyleyebiliriz. Buradaki "boş", bizim günlük anlamda kullandığımız bir
boşluk değildir. En son soyut şekil "boşluk" olmaktadır.
Boşluk tasavvuru en zor kavramlardan biridir. Boşluğu ne kadar tasavvur
ederseniz edin, muhakkak, sizin için etrafta birtakım sınır noktaları
vardır. Bir şeylerin arasında bir boşluk ararız. Çünkü tasavvurumuz öyledir.
Bizim için boş olan, sınırlar arasındaki mesafelerdir. Bu bakımdan "boşluk"
u hiçbir zaman tasavvur edemeyeceğiz. Bu yüzden en soyut şekil, "boşluk"
olmaktadır. O hâlde her şeye "mevcudiyetsiz" niteliğini de vermek mümkündür.
Bu sefer biricik var olan hakikat, "mevcudiyetsizlik" olacaktır. Yani
"varlıksızhk" hâli. Daha doğrusu "var olmamak hâli" içerisine girdiğiniz
anda bir boşlukta olabilirsiniz.
Bilinen kavramlarla açıklanamayacağı ileri sürülen hakiki varlık, bir tür
"mevcudiyetsiz varlık" deyimiyle açıklanıyordu. "Esasen," diyorlar, "hakiki
var olan ve ebedi bulunan bir şeyin varlığına inanmak yanlıştır. Çünkü gerek
kavramlarla, gerekse kavramsız olarak tarif edilecek hiçbir hakiki varlık
yoktur. Hatta, 'kurtuluş' bile bir yerde mevcut değildir." Bu teorik bir
iddiadır. Öte yandan, YOGA'da bir istiğrak hâli var. Bazı kişiler bunları
yaşamaktalar. Bunlara ne demeli? Dışarıda realite olarak böyle bir şey
göremiyoruz ama, bunların geçirdikleri bu istiğrak hâlleri, derin trans
hâllerinde meydana gelen olaylar hakkında ne söyleyebiliriz?
Nirvanik bir hâl yoktur denemez. Çünkü bunu yaşayanlar vardır. Brahman
YOGA'sıyla Buda YOGA'sı arasında tip farkı vardır. Buda, ilkel sema
seyahatinin gelişmiş bir şekli olan bir YOGA tipi tavsiye ederdi.
Brahmanlarda, bir tür, Mutlak Ruhla birleşme vardı. Kendi benlikleri içinde,
aynı zamanda, âlem benliğim, TANRI'yı duyarlardı. Fakat Buda'da böyle bir
şey yok. Bunun en büyük ve belirgin örneği Hallac-ı Mansur'un "ENEL HAK"
demesidir. "ENEL HAK" demek, "Ben Allah'ım" demek değildir. Halk arasında
"Cenab-ı Hak" deyimi de yanlış kullanılmaktadır. "Ulu Allah" demek değildir.
Hak, başka şeydir. Allah, başka şeydir. Hak, hakikatle ilgili bir sözcüktür.
"Allah", İlâh'tan gelme, Yaradan'la ilgili bir sözcüktür. "ENEL HAK" yani
"Ben Hak'ım" deyişi Hallac-ı Mansur'un birdenbire parlayışının ifadesidir.
Kendi benliği içinde âlem benliğinin birdenbire kavranmasının ifadesidir
Mansur'un söylediği. Aslında Mutlakla birleşmiş değil, âlemdeki hakikatini
kavramıştır. Aynı zamanda bunu kavramaktan dolayı büyük bir sevince
boğulmuşlardır. Bu sevincini tutamayıp, "Enel Hak" diye bağırdığı zaman,
"Allahlık iddiasında bulunuyor" diye derisini yüzmüşlerdir.
Mahayana'ya göre kurtuluş, "Var olan ve mutlak olan şeyin ta kendisidir. Bu
da bizzat âlemdir. Ayrıca Buda'nın kendisidir. Buda olmaktır." Daha önceden
de belirttiğimiz gibi her türlü mertebeleri geçtikten sonra ancak Buda
NİRVANA'yı hissetti, anladı. Ondan başka insan da nirvanik hayatı yaşamış
değil. O hâlde nirvanik safhayı elde etmek demek, bir yerde, Buda olmak
demektir. Hatta, "Yaşayan Budalar olunuz." diye bir ifade de vardır. Zaten
konunun reelliği de buradan ileri gelmektedir. "İnsan varlığı çok çeşitli
enkarnasyonlardan geçtikten sonra mı nirvanaya ulaşacak, yoksa yaşarken de
nirvanaya ulaşabilir mi?" diye soranlar olmuştur.
Sonunda (meşhur bir Budist olan) Asanga bu soruyu yeni "Yoga Çara Okulu'nda"
cevaplandırmıştır. Bu okul birçok yönlerden Upanişadlar'ın fikirlerini kabul
ederek, insanların yaşarken de nirvanaya ulaşabileceklerini ifade etmiştir.
İnsan yaşarken de (kendi ifadeleriyle) "Saf Şuur" hâline gelebilir. Yani
onlara göre "yaşayan Buda olmak" mümkündür. Aynı temayı İslâm tasavvufunda
bütün ermişlerde görebilirsiniz. Zaten amaç yaşarken tam ermişliğe
geçmektir. Buda olmak çok zorluklar taşır ama, o dereceye kadar yükselmek
herkes için mümkündür. Hatta bütün insanlar için mukadderdir, denilmektedir.
Bu neden böyledir?
Bu sorunun cevabını Samyutta Nikaya'nın yazmalarından çıkarmaya çalışalım.
Bunlar Buda'nın sözleridir: "Doğum, kaybolma, ıstırabın alevleri ortasında
'bilen bir kimse', nirvana yerinde, ezeli sulh ve selâmetin serinliği ve
sükûnetinde kendisini kurtarmaktadır. Alelade insanlara kendi benliğini
burada bulduğunu zannettiren fikirler, sezgiler, düşüncelerde onun nafiz
(etkili) gözü (burada bir tür klervoyans hadisesi kastediliyor) kendisine
tamamen yabancı olan hayaller oyunundan başka bir şey görmez. Bu benim
değildir, bu ben değilim. Ya da şöyle der: Şehir yanarken kendisine ait olan
bir şey yakmıyordu.
Şehir yağma edilirken, kendisine ait olan bir şey yağma edilmiyordu.
(Nirvana kelimesi söndürme, soğutma manasına gelir.)
Bu öyle bir ruh hâlidir ki, öyle bir benlik gelişmesidir ki, reel olarak da
düşünsek, bir şehir yanarken kendisine ait bir şey yanmamaktadır. O şehirle
hiçbir ilgisi yok. O şehirdedir, fakat o şehirden değildir. O şehre ve
hiçbir şehre bağlı değildir. Burada şehri, bir anlamda oturulan mesken
olarak kabul ederseniz, bedene de intikal ettirebilirsiniz. Yani bedenin her
türlü mahvı, varlığın mahvı değildir. Ona hiçbir şey olmaz, bedene olur ne
olursa... Aynı şekilde, şehir yağma edilirken, kendisine ait hiçbir şey
yağma edilmiyordu. Çünkü kendisinin yağma edilecek hiçbir şeyi yok.
Yağma edilmeye değer hiçbir kıymet kalmamış onda. Onların hepsini terk
etmiş. Yani yağma edilemeyecek, öz benlikte kalan kıymetler kendisindedir.
Yağma edilecekleri kimin ihtiyacı varsa, o alsın. Böylece bilgisizliği
yenmiş, sebep sonuç kanununun doğal mukadderatının bağladığı ıstıraplı
sonuçlardan da kurtulmuştur, demektedir. Bu bilgi, bu görüş var iken, ruh
istek bağından, değişiklik bağından, yanlışa ve bilgiye bağlanmaktan
kurtulmuştur. Kurtulmuş olan kimsede kendi kurtuluşunun bilgisi uyanır. Her
insan için yaşayan bir Buda olmak mümkündür ifadesinin kanıtlarıdır bunlar.
"Tekrardoğuş, tamamen mahvedilmiş, kutsiyete varılmış, vazife görülmüştür.
Artık bu dünyaya tekrar dönüş yoktur. Bildiği işte budur."
Burada Nirvana, "Kurtuluş"un ne olduğu gayet güzel izah edilmiştir. Tekrar
doğmak gibi bir sebep sonuç zincirine bağlı bulunmuyor varlık. Böyle bir
bağımsızlığa ulaştığı zaman, onun için Nirvanik safhaya ulaşılmış demektir.
Çünkü tekrar doğmak demek, belirli bir tekâmül seviyesi içerisinde,
ihtiyaçların söndürülememiş, ihtiyaçların giderilememiş olması demektir. Bu
ihtiyaçlar ruhta mevcut bulunduğu sürece, bunun tatmini, bunun anlaşılması,
bunun bilgisine ulaşılması söz konusudur. Bu yüzden de tekrar tekrar
doğulması gerekir.
Sonra, tekrar doğmayı, fizik plânda doğmak anlamına da almamak lâzımdır.
Aslında reenkarnasyon muhtelif plânlarda meydana gelir. Astral âlemde de
reenkarnasyon vardır. Daha üst bir plânda olmak üzere metapsişik âlemde de
doğmak mümkündür. Astral âlem, esiri âlem, kozal âlem vs. Bunların arasında
"kozal âlem" eşyanın sebebinin bilindiği bir âlemdir. Her şeyin nedeni orada
öğrenilip, her şeyin esasına vakıf olunduğu bir yer. Sebep ve sonuç
zincirinin açık şekli... Bu derece yüksek plânda olan bir kişinin tekrar
doğuşu illâ fizik plân için olması gerekmez. Onun ardında bulunan her
tabakaya iniş bir reenkarnasyondur.
"Ey Talebeler! Bu, yağ ve fitille yakılıp, zaman zaman yağ konmayarak fitili
beslenemeyen bir kandilin alevine benzer. O zaman, ey talebeler, eski yakıt
tükenir, yenisi konmadığından beslenmediği için kandil söner. Bunun gibi, ey
talebeler, bütün bir varlık zincirinin fâniliği bilgisinde sebat edenlerde
varlık ihtirası giderilmiştir. İhtirasın giderilmesiyle varlığa bağlanma
giderilmiştir. Istırabın her hâkimiyetini giderme yolu budur." Demek ki
varlık ihtirası, insanda oluşmuş ve bu ihtirasın (eşkoşmaların) tatmini
bakımından devamlı olarak ıstıraplar ortaya çıkıyor. Yukarıdaki ifadede
geçen "Varlığa bağlanma giderilmelidir" ne demektir?
"Varlıksızlık" hâline dönülmüştür, boşluğa geçilmiştir. Bununla birlikte
Asanga'nın yeni Yoga Çara Okulu daha çok Upanişadlar görüşünü kabul eder ve
onların yorumlamasına göre, "Kurtuluş, soyut bir şey değildir. Kurtuluş,
temiz şuur demektir. Asanga temiz şuuru bizzat ATMAN anlamına kullanmıştır.
Temiz şuur, Mutlak Varlık, Kurtuluş ve böylelik, bütün bu hayatın, zahiri
olan her şeyin ve ıstırapların esası, temeli bu temiz şuurdur. Zevk ve
arzuyu gidermiş, hikmet sahibi olan talebe, bu dünyadan itibaren ölümden
kurtulmuş, sükûnet, ezeli ikametgâh olan nirvanaya kavuşmuştur."
Şu hâlde nirvana denilen şey, kurtuluşa ermek, bu dünya varlığından çıkıp,
öbür dünyada beklediği bir ödül değil, fakat dünyada da erişip, kemalinden
istifade ettiği bir saadettir. Bu kemale erenlerde sönmesi lâzım olan
şeyler, yani istek, ihtiras, kin, cehalet, korkular sönmüştür. O hâlde kökü
kurumuş olan bu geçici varlığın, birkaç dakika veya bir asır uzamasının ne
önemi var? Aziz şimdiden bu varlığı bitirmek isterse, tüketebilir, fakat bu
gibilerden çoğu, tabiatın çizdiği vakti beklerler." Yani yaşayan Buda,
nirvanik safhaya erişmiş bir kişi (aziz ya da veli) isterse bedenini bırakıp
gidebilir. Fakat bu gibilerden çoğu tabiatın çizdiği vakti bekler. Ne olursa
olsun, hayat yaşanmalıdır. Normal ömrü tamamlayıncaya kadar varlığı devam
ettirmek gerekir.
Böyle bir kimse için ölmek - ölmemek bir bakıma kendi elinde olmaktadır.
Buda'nın bir talebesine söylettirilmiş olan sözler de aşağı yukarı bunun
hakkındadır: "Ölümün arkasına düşmediğim gibi, hayatın da peşinde değilim."
20. yüzyıl insanı için istek ve ıstıraplar hayatın başlıca amacıdır. Bizim
kurduğumuz teknik uygarlık tamamen istek ve ihtiraslara dayalıdır. İhtirası
olan insan üreten insandır. Ya da tüketen insandır. Yani bir şeyi sürekli
almak, yemek, tüketmek ihtirası. Bunlar olmazsa, ekonomi vs. olamaz.
Demek ki yukarıdaki ifadeler 20. yüzyılda uygulanabilecek bir prensip
değildir. Yani şimdiki hâlde bizlere hitap etmemektedir. Çünkü bugünün
uygarlığında istek ve ihtiraslar en büyük rolü oynar. Bizde harekete
geçirici güç istekler ve ihtiraslardır. Bugün istek ve ihtiraslarımızı
kaldırmaya kalktığımız zaman bugünkü düzen ve yaşam alt üst olur gider. Biz
de tekâmül açısından öyle bir yaşamdan bir fayda elde edemeyiz. Bizleri
harekete geçiren güç vicdanımız, insanca vazife duygumuz, tabiata uygun
olarak yaşama arzusu değildir. Bir şeyi veririz ama onun bir mislini almayı
düşünerek veririz. Arzu ve ihtiraslarımızı doyurmak üzere veririz. Böyle
olmamızın da ıstırabını çekmiyor değiliz.
Halbuki yukarıda tanımlanmaya çalışılan veli ve azizde böyle durumlar
yoktur. Ama o, böyle olduğu için ölümün arkasına düşmez. Fakat hayatın da
peşinde değildir. Ne ölümü, ne de hayatın aşırı ihtirasını arar. "Hizmetinin
ödülünü bekleyen bir hizmetçi gibi, vakti gelinceye kadar beklerim. Ölümün
arkasına düşmediğim gibi, hayatın peşinde de değilim. Şuurlu ve uyanık bir
ruhla vaktin gelmesini beklerim." Yani birtakım gerçekleri yakalamak üzere
önüne çıkacak en ufak bir fırsatı değerlendirmek üzere tetikte bekliyor.
Daha doğrusu fiziki olarak sakin ama, kalp gözü açık. Devamlı gözlem hâlinde
ve bekler hâlde.
Yukarıda söylenenler, Budistliğin gayesinin, yokluğa kavuşmak, bizzat bu
yokluk ve hiçlik aşkından çıkmamış olduğunu anlatır. Bunu daima tekrar
ediyoruz. "Onun için tek gaye, doğmayı ve ölmeyi ihtiva eden bu dünya
içinden kurtuluşa kavuşmaktır. Ey Talebeler, büyük denizin tadı, tek bir
tadı, tuzlu tadı olduğu gibi, ey talebeler, bu tarikatın da ancak bir tadı
yani 'kurtuluş' tadı vardır."
Bu kurtuluş da doğmayı ve ölmeyi ihtiva eden bu dünya içinden kurtulmak, bir
daha yeryüzüne doğmamaktır. Bu tekrar doğmamanın kanunları, Budizmin
ahlâkını teşkil etmektedir.
Budizmde Marifet (İrfana Eriş)
Burada "marifet" tam aydınlatıcı bilgiye ulaşış anlamına gelmek üzere
kullanılmıştır. İslâm tasavvufunda da aynen bu şekilde kullanılmıştır.
Marifette olan kişi "arif"; bu, artık inisiyedir. Gerek şuur, gerek
şuuraltıyla ilgili pek çok psişik tecrübeleri geçirmiş, hem kendi benliğine
olan hâkimiyetini artırmış, hem de evrene ait birtakım bilgileri edinmiş
demektir. Aydınlatıcı bilgiye (marifete) ulaşmanın kökü Batı ve Ortadoğu
dinlerinde değil, Doğu dinlerindedir. Özellikle, Brahmanizm ve ondan daha da
geliştirilmiş, sadeleştirilmiş ve birtakım mitik kılıftan sıyrılmış olan
Budizmdedir.
İslâm tasavvufunu iyi anlayabilmek için, iyi Brahmanizm ve Budizm bilmek
lâzımdır. Marifet, yani aydınlatıcı bilgiye ulaşmak için Buda'nın kendi
hayatını incelediğimiz zaman görüyoruz ki, o üç devre geçirmiştir:
Posesyon: Bu hadise gerek Brahmanlar, gerekse Budistler için yeni bir kavram
değildir. Çünkü özellikle, Doğu, Orta ve Batı Asya samanlarında bu usuller,
bu ruh hâlleri zaten biliniyordu. Gerek Hindistan'ın, gerekse Orta Asya'nın
eski dinleri tamamen şamanik pratiklerle doludur. Hatta, Orta Asya
Türklerinin, bugün de olmak üzere, pek çok inançları ve uygulamaları tamamen
şamanik inanç ve uygulamadan gelir.
Özellikle Altay samanları hem posesyon hem de aşağıda açıklayacağımız
posesyon tiplerini gayet iyi şekilde bilir ve onu izlerlerdi. Budizmin yoga
tatbikatında bu safha muhakkak geçirilmek gerekir. Fakat bunun amacı
Brahmanlarda olduğu gibi, tam anlamıyla dünyadan el etek çekmek ve Atman'la
bir birleşmeye gitmek değildi. Bilindiği gibi, Atman, sufilikteki Mutlak
anlamına gelir. Vuslatın konusu odur. Hakiki kavuşulmak istenen varlıkların
varlığı esas olarak Brahmanizmde Atman'dır.
Bir Brahman, Atman'a kavuşmak için, her türlü eziyeti, sefaleti, ıstırabı
göğüsler, hayatın her dalına karşı bir ilgisizlik içerisinde kalır. Her
türlü rezileti peşinen kabul eder. Yeter ki ruhu kurtuluşa ulaşsın ve bu
dünyanın ıstırabından, bu dünyanın pisliğinden çıksın, gitsin. Onların
yogasında bu tip bir çalışma fikri hâkimdir ama, Buda da bu yolu denemiştir.
Bundan önceki kısımlarda Buda'nın sekiz kademeli yoga safhalarını aynen
Brahmanik ölçüler içerisinde ikmal ettikten sonra, kendisi bunun üzerine üç
kademe daha eklemiş olduğunu ve bu şekilde nirvanaya ulaştığını söylemiştik.
Fakat bu üç kademeye ulaşış şekli, doğrudan doğruya kendisinin yarattığı bir
stilde olmuştur. Brahmanik olmamıştır. Yani açlığa, sefalete, yorgunluğa,
ölüm derecesinde bitkinliğe paydos ettikten sonra sağlıklı bir vücudun yoga
için çok daha önemli olduğunu anlamış ve tekrar beslenmeye başlamış ve
öğretilerine devam etmiştir.
İstiğrak sırasında gayelerden biri "kurtuluş"tur. Bedenin bütün his
merkezlerinin durdurulmasıdır, yani duyular kanalıyla elde edilecek olan her
şeye set çekmektir. Yogada birinci ilke budur. Yoga, bugün basitleştirildiği
gibi, birtakım vücut şekilleri meydana getirmeyi amaçlayan bir çalışma
değildir. Aslında bu Brahmanların yogasıdır. Budizm yogasında sadece bir
oturuş vardır.
Kılıktan kılığa girip, acayip hareketler yapmak, günlerce falanca şekilde
bulunmak vs. gibi irade temrinlerine, birtakım dayanıklılığa dayanan yoga,
Budizmin ve gerçek yoganın kendisi değildir. Bunlar tamamen mekanik yogaya
giren konulardır. Mekanik yoganın kıymeti kısmen vardır, denebilir. O da
çalışanı belirli bir şuur hâli içine kadar götürür, o kadar. Mekanik yoganın
ötesinde doğrudan doğruya bir zihin yogası vardır. Zihnin kendisini birtakım
değişiklikler meydana getirir. Gerçek yoga aslında budur zaten.
O yogi bizim gibi bir insandır. Hareketlerinde en ufak bir acayiplik yoktur.
Resimlerde ve karikatürlerde gördüğümüz, pis, saçı-sakalı, tırnakları uzamış
tipler değil. Bunlar aslında yoganın müptedileri, şarlatanlarıdır. Zaten,
gerçek yoga üstatlarının hayatlarını incelerseniz, hepsinin temiz yüzlü,
temiz giyimli, sağlıklı, hiçbir şekilde ağzı yüzü boyalı olmayan tertemiz
insanlardır. Sözü sohbeti yerinde normal insandır.
Yogada ikinci bir amaç SİHİR yapmaktır. Yani majiyle uğraşmak için Yoga
yapılır. Bunun açıklaması bizce çok normaldir. Şöyle ki:
Özellikle zihinsel temrinler içerisinde bulunan bir kişinin muhakkak ki
psişik yetenekleri artar ve genişler. Dışarıya taşmaya başlar. Bu
dışarılaşan tesirler ister "Ak" ister "Kara" olarak nitelendirilsin, sihir
ya da büyücülük şeklinde de ifade edilebilir.
Yogada üçüncü bir gaye her şeyi ANLAMAK ve vukuf derecesine ermektir. Yani
bu istiğrak hâline geçmenin üçüncü bir amacını teşkil etmektedir. Bir şeyin
detaylarına inerek prensiplerini, kanunlarını öğrenmek demektir. Buda
nirvanaya erdikten sonra tahayyül semasının bütün tabakalarını geçmişti.
Yani tam, kusursuz bir ruhsal seyahat da yapmıştı. Bütün bunlar (bugün dahi)
tecrübelerle tespit edilmekte olan (Buda tarafından tespit edilmiş olan)
kavramlardır. Demek ki, o zamanki yogada her şey hakkında bir marifete, bir
irfana, aydınlatıcı bilgiye ulaşmak söz konusuydu.
Sihir
Bu devrede Buda, herkesin neden azap içinde kıvrandığını ve bu azaptan
kurtulmanın nasıl mümkün olduğunu görmüştür. Artık somut bir şekilde ve
kişilere ait olaylar olarak değil, genel olarak yazgıyı (mukadderatı) tetkik
ediyor. Ve oluşu gözden geçiriyordu. Buradaki "oluş" ve meydana gelişten
kasıt, modern fizikçilerin ve astronomların ilgilendikleri evrendeki fiziki
oluş değildir. Buradaki oluş daha çok ferdi hayatta meydana gelen ve yapılan
işlerin fenalığına veya iyiliğine göre ceza ve mükâfata mazhar olma
keyfiyetidir. Kişilerin akibetleri yaptıkları işlerle belirleniyordu. Her
doğuş bir önceki hayatın sonucuydu. Tabii bu konular ileriki yıllarda
Buda'dan sonra öğrencileri tarafından büyük yorumlarla geliştirilmiştir.
Budizmin bizlere, şu çağın insanı olmak üzere, bıraktığı en büyük bilgi ya
da kabul edilmesi, inanılması, üzerinde çalışması gereken en esaslı
prensibi, "Istırabın ana kaynağının bilgisizlik olduğu" meselesidir.
Istırabın ana kaynağı bilgisizliktir. Bilgisizliğe gelinceye kadar bazı
safhalardan geçer insan. Aslında bütün ıstırabımızı ortaya çıkaran bir büyük
neden var. O da insanda bulunan "hırs"tır. Buradaki "hırs" sözcüğü, basit
anlamda bir hırs değildir. Bunu biraz genişletmek gerekir: Bunun fizik
evrenle alâkalanmasının nedeni nedir? Niçin insan ruhu, doğum sırasında
âdeta bir bedeni kaparcasına ele geçirir?
Onun büyümesini bekler, onunla beraber bedensel şuurunu da geliştirir, onu
alır kullanır, kullanır. Nihayet yıprandıktan sonra, bırakır ve tekrar başka
bir beden aramaya çılışır. Bu hırs nereden gelmektedir? Niçin? Niçin devamlı
olarak maddeye karşı bir cazibe duyulmaktadır? Devamlı olarak kendisini
niçin madde içerinde temsil etmek istemektedir? Budizmin asıl büyük temeli
bu olmaktadır. İnsan zaaf ve gaflet (otomatik hayat) içinde bulunur.
Eşkoşmaları onu her şeye bağlar.
Brahmanların vaktiyle ifade etmiş oldukları gibi, insan saf ve temiz bir
ruha sahip değildir. Onlar, Atman ile insan varlığının ruhunu bir ve aynı
tutmuşlar ve temiz şuur kavramını insan ruhu için de kullanmışlardır.
Buda'nın çıkış noktalarından biri de bu olmuştur. Diyor ki: "Siz her şeyin
esasını temiz ruh olarak alıyorsunuz. Ve Tanrı'yı elemden ve kederden uzak,
bir ihtişam içerisinde ve insanları delâlete sürüklediğini, âdeta, O'nun bir
tür sihri oyun oynadığını ve bunu da kendi zevki için yaptığını
söylüyorsunuz."
Upanişadlar'dan bize intikal etmiş olan Brahmanların bu felsefesini Buda
kabul etmemektedir. Onun bütün emeli insan ıstıraplarının menşeini bulmak,
insanın kendi zaafını ve gafletini ortaya çıkartmaktır. Bir yerde, haddini
bilen kişidir Buda. Çünkü, şuur yogası sırasında görmüş olduğu vizyonlar,
elde etmiş olduğu mertebeler ona öyle bir bilgi ve öyle bir esas vermiştir
ki, "Yaradan hakkında hiçbir şey söylenemez, hiçbir şey elde edilemez ve
hiçbir hükme varılamaz." diyor. Bu demek değildir ki, "Yaradan yoktur".
Hayır, biz O'nü kavrayacak güçte değiliz.
Daha doğrusu birtakım kelimelerle, felsefi açıklamalarla biz Yaradan'ı
anlatmış olmamaktayız. Hiçbir dinin, hiçbir filozofun bize tarif etmiş
olduğu veya hiçbir inkarcının bize tarif etmiş olduğu Tanrı, gerçek
Yaradan'ı ifade etmez. Bundan dolayı Buda ne Tanrı hakkında, ne de Yaradan
hakkında genel ve kesin tasdiklere gitmemiştir. Onun için bu büyük, akıl
ermez konuyu bir kenarda tutup, insanın ıstıraplarının kökenine eğilmiştir.
Zaafları ve gafleti ortaya çıkartmaya çalışmıştır.
Diyor ki: "Bir tesirin önüne geçebilmek için ilk önce, etken olan şeyi
ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bütün bu ıstırap silsilesinin son nedeni
(ve esas sebep) delâlet ve gaflet olduğuna göre, bunun önüne geçmekle bütün
tesirlerin önüne geçiliyor demektir." İşte böylece Buda bütün fenomenlerin
hakikat hâlde ne olduklarına (yani birer ıstırap kaynağı olduklarına) ve
bunların neden doğduklarına, nasıl önlenebildiğine dair bir bilgi meydana
çıkarmıştır. Bunların önüne ancak bilgiyle, her şeye vakıf olmakla,
felsefeyle geçilebilir, deniliyor. Ve bizim için en önemli nokta da budur:
Bilgi noktasıdır. Buna göre veya bir başkasına göre doğru olan (izafi)
şeyleri doğru ve temel olarak almak gaflet içinde bulunmak demektir. Herkese
göre değişen bilgiler, insanı delâlette (sapkınlıkta) tutan bilgilerdir.