Bir Akıllı Arıyorum
Mevlana
Seyyid-i Ecel, bir gece Delkak’a “ Hemencecik bir orospuyu neden aldın? Bunu
bana söylemeliydin. Sana namuslu bir kız alırdık” dedi Delkak “ Dokuz tane
namuslu, temiz kadın aldım, hepsi orospu oldu. Derdimden eridim, bittim.
Bunun üzerine bu hiçbir işe yaramaz orospuyu aldım. Görelim bakalım, bunun
sonu ne olacak? Dedi. Ben birçok defalar aklı sınadım. Bundan sonra bir
tarla arayacak, oraya delilik tohumunu saçacağım!
Birisi” Bir akıllı arıyorum, onunla meşverette bulunacağım, bir müşkülüm
var, ona söyleyeceğim” dedi. Bu sözü duyan da “ şehrimizde kendisini
deliliğe vuran birisi var, ondan başka akıllı yok. İşte bir sopaya binmiş,
çocuklarla beraber koşup duruyor. Rey ve tedbir sahibi, ateş parçası gibi
bir adamdır.
Kadri gök gibi yüce, yıldızlar yağdırıcı bir zattır. Kudreti parlaklığı,
Kerrubilere can olmuştur. O kendisini bu divanelikte gizlemiştir.” Dedi.
Fakat her divaneyi kendine can sayma. Samiri gibi buzağıya secde etme. Bir
veli sana gayb’a ait yüz binlerce şeyi, yüz binlerce sırrı apaçık söylese
bile, Sen de o anlayış, o bilgi olmadıkça yine fışkıyı ödağacından ayırt
edemezsin.
Veli kendisine deliliği perde etti mi, ey kör, sen onu nasıl tanıyabilirsin?
Eğer yakın gözün açıksa bak da her taşın altında bir erin gizli olduğunu
gör! Yol gösterici ortada, göz önünde, her Kelimin bir kilime bürünmüş
olduğu meydandadır. Veliyi meşhur eden yine velidir. Veli kime dilerse nasip
verir. Fakat deliliğe vurdu mu kimse akıl edip de onu anlayamaz. Bir hırsız,
körden bir şey çaldı mı kör, onu bulabilir mi hiç? Hırsız, gelip ona çatsa
bile kör, hırsız kimdir? Ne anlasın? Köpek, kör yoksulu ısırsa bile kör,
kendisini dalayan köpeği nereden bilecek?
Bir köpek mahallede bir kör bir dilenciye savaş aslanı gibi saldırdı. Ay
bile yoksulların izi tozunu gözüne sürme gibi çektiği halde köpek,
kızgınlıkla yoksullara saldırır. Kör, köpeğin sesinden korktu, aciz oldu.
Ona tazim etmeye başladı: “ Ey avcılar beyi, ey av aslanı, el senin elin
(hüküm senin hükmün), benden el çek” demeye başladı.
Hakimin biri de zaruret yüzünden eşeğin kuyruğunu ağırlamış, o kuyruğa kerim
lakabını takmıştır. Kör de zora gelince köpeğe “ Ey aslan, benim gibi arık
birisini avlayıp da ne yapacaksın? Dostların çölde yaban eşeği avlamaktalar,
sense mahallede kör avlıyorsun, bu ne kötü şey! Dostların avda yaban eşeği
arıyorlar, sen sokakta hile düzüp kör arıyorsun” dedi. Bilgili köpek yaban
eşeği avlar, bilgisiz köpekse köre kasteder. Köpek bile, ilim öğrenince
azgınlıktan kurtulur, ormanlarda helal hayvanlar avlar.
Köpek bile alim olunca savaşta çevikleşir. Köpek bile arif olunca Eshab-ı
Kehif’ten olur. Köpek bile avcıları kimdir, anlar, tanır. Yarabbi, her şeyi
tanıtan o nur nedir ki? Körün tanıyamaması, gözü olmadığından değildir; bu,
onun bilgisizlikten sarhoş olması yüzündendir.
Kör, bu yeryüzünden de daha gözsüz değil ya! Halbuki bu yer bile Tanrı
inayetiyle düşmanı tanıdı! Musa’nın nurunu gördü, ona iltifat etti, Karun’u
ise tanıdı yere geçirdi. Benlikte bulunan her kişiyi helak etti, Tanrının “
ya ard ublai” emrini anladı. Toprak su, yer ve kıvılcımlı ateş, bizimle her
şeyden habersiz fakat Tanrı ile her şeyden haberdardırlar. Bizim ise onun
aksine Hak’tan gayrı her şeyden haberimiz var da Hak’tan haberimiz yoktur.
Tehditçilerden bihaberiz.
Hülasa onların hepsi Tanrı emanetini yüklenmekten korktular, çekindiler.
Fakat hayvanla karışınca bu çekinmeleri, bu çalışmaları körleşti, neticesiz
bir hale geldi! “ Hepimiz de halkla diri, Hak’la ölü bir hale gelen bu
hayattan bizarız” dediler. Birisi, anası babası öldü mü yetim olur. Hak’la
ünsiyet için kalb-i selim gerek! Hırsız, bir körden bir kumaş çaldı mı kör,
bilmeden feryada başlar.
Fakat hırsız ona “senin malını ben çaldım ben hilebaz bir hırsızım”
demedikçe kör hırsızı nereden bilecek? Gözünün nuru, gözünün ışığı yok ki!
Ama sesini duydun mu onu sımsıkı tut, koy verme de çaldığı şeyleri söylet.
Hırsızı yakalayıp, sıkıştırmak, çaldığını çırptığını söyletmek cihadı
ekberdir. O , önce senin gözünün sürmesini çaldı. Onu elde ettin mi, yine
gözlerine nur gelir. Gönül’ün kayıp malı olan hikmet kumaşı, ehli dilden
elde edilir. Kör olan gönül, canı, kulağı.
Gözü olsa bile hırsız Şeytanın izini bulamaz, onu elde edemez. Şeytanın
izini bulmayı hırsızı elde etmeyi, gönül ehli olanlardan um, bu işi onlardan
iste; taştan topraktan değil. Çünkü halk, gönül ehline nispetle taş, topaç
gibidir, adeta cansızdır. Danışacak adam arayan da o deliliğe vurmuş delinin
huzuruna geldi dedi ki : “ Ey kendini çocuk gösteren baba, bana bir sır
söyle” veli dedi ki: “ Git bu halkayı çalıp durma. Kapı kapalı. Bu gün sır
söylenecek gün değil, başka vakit gel. Eğer La mekan aleminde mekana yer
olsaydı ben de şeyhler gibi dükkanda oturur, alışverişe koyulurdum”
Muhtesip gece yarısı bir yere uğradı. Duvar dibinde bir adamın uyuduğunu
gördü. “ Hey, sarhoş musun, ne içtin? Söyle dedi. Adam dedi ki: “
Testidekinden içtim!” Muhtesip “ Söyle, testide ne var?” diye sordu. Adam
“İçtiğim şey” diye cevap verdi. Muhtesip “ Bu gizli bir laf. Ne içtin
içtiğin ne ?” diye sordu. Adam “ Testide gizli olan şey işte” dedi. Bu sual
cevap, birbirine ulanıp gitti.
Muhtesip de eşek gibi çamura saplanıp kaldı. Ona “ Gel de bir ah de bakalım”
dedi. Sarhoş söz söylerken “ Hu, hu” dedi. Muhtesip “ Ben sana ah dedim, hu
de demedim,sen hu diyorsun” deyince adam “ ben neşeliyim sen gamdan iki
büklüm olmuşsun. Ah, dertten ; gamdan, zulümden olur. Sarhoşların bu
hularıysa neşedendir.” Dedi. Muhtesip “ ben şunu bilmem,bunu bilmem,kalk.
Marifet satıp durma. Bu dırıltıyı bırak”dedi. Adam, yürü be sen neredesin,
ben nerede?” deyince Muhtesip “ Hadi kalk, zindana gel” dedi. Sarhoş dedi
ki: “ Be Muhtesip, beni bırak da yürü işine. Çıplak adamdan rehin alabilir
misin sen? Eğer benim yürümeye kuvvetim olsaydı burada yatar mıyım. Evime
giderdim. Eğer benim de aklım olsaydı imkanını bulsaydım şeyhler gibi dükkan
başında bulunurdum.”
O, büyük adamın ahvalini öğrenmek isteyen adam “ Ey sopayı at edinip binen
atlı, bir an için olsun atını bu tarafa sür dedi. Adam “ Çabuk söyle, atım
çok serkeştir, pek huyludur. Çabuk ol ki seni tepmesin. Ne soracaksan açıkça
sor bakalım” diyerek sopasını o tarafa sürdü. Adam gönlündeki sırrı
söylemeye imkan bulamadı. Ondan vazgeçip veliyi alaya aldı. Dedi ki: “ Bu
sokakta oturan kadınlardan birini almak itiyorum. Benim gibi bir adama acaba
hangisi layık?”
Veli, “ Dünyada üç türlü kadın vardır. İkisi zahmet ve mihnetten ibarettir,
biri dimi bir hazinedir. Onu alırsan tamamıyla senin olur. İkincisinin
yarısı senin olur, yarısı senden ayrı kalır. Üçüncü ise hiç hiç sana mal
olmaz. Bunu duydun ya. Hadi şimdi yürü, ben gidiyorum. Sen de durma atım
seni tepelemesin. Yoksa bir düştün mü, bir daha kalkamazsın!” dedi. Şeyh
sopasını, sürüp çocukların arasına katıldı.
O genç adam ona tekrar bağırdı. “ Gel de hiç olmazsa şunu etraflıca anlat.
Bu söylediğin üç çeşit kadın kimlerdir? Onu bir söyle!” Şeyh, yine onun
yanına ay sürüp dedi ki : “ Bakir, tamamıyla sana mal olur, gamdan
kurtulursun. Yarısı senin olan da duldur. Fakat hiçbir suretle sana mal
olmayan, evladı olan kadındır. İlk kocasından evladı olursa sevgisi de,
bütün hatıraları da oraya gider. Hadi git, atım seni tepmesin.
Uzaklaş, yoksa serkeş atımın nalı seni ezer! Şeyh yine hay huy edip sopasını
sürdü, yine çocukları yanına çağırdı. Adam tekrar bağırdı : “ Ey ulu
padişah, bir sualim kaldı, gel!” dedi. Şeyh tekrar o tarafa gelip “ Çabuk
söyle, nedir? Çok duramam, çünkü o çocuk meydandan topumu kaptı!” dedi. Adam
“ Ey Padişah, bu kadar akla, edebe sahip olduğun halde bu ne divanelik, bu
ne iş. Şaşılacak şey! Sen söz söylerken Aklı Küllünde ötesindesin; bir güneş
olduğun halde nasıl delilikle gizleniyorsun*” dedi. Şeyh dedi ki: Bu
külhanbeyleri beni bu şehre kadı yapmaya karar verdiler. Reddettim imkanı
yok. Senin gibi alim , fazıl kimse yok. Şeriatta da senden aşağı birisini
kendimize ulu yapmamıza müsaade yok, dediler. Bunun zoruyla kendimi deli
gösterdim, deliliğe Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı eriyordum. Fakat
hakikatte evvelce ne idiysem yine oyum benim ben. Aklım hazinedir, ben
viraneyim. Deliyim hazineyi gösterirsem! Divane odu ki divane olmadı, divane
odur ki bu bekçiyi gördüğü halde evine girmedi. Benim bilgim cevherdir, araz
değil.
Bu değerli bilgi, bir maksada erişmek için değil ki. Ben şeker madeniyim,
şeker kamışıyım, hem benden yetişmekte, hem ben yiyorum. Bir bilgiyi işiten
kişi beğenmez kabul eylemez, feryat ederse o bilgi taklit bilgisidir,
öğrenilerek elde edilmiştir.( adama mal olmamıştır.) Çünkü geçim elde
edilmiştir, gönül aydınlatmak için değil, bu ilim de talibi gibi aşağılık
dünya ilmidir.
Bazı adamlar, havas ve avama görünmek için ilim öğrenmek ister, bu alemden
halas olmak için değil. Böyle adam fareye benzer; her tarafı deler ama
vuslat nurlarından gafildir. Nuru, sahraya yol bulamadığı için ona bu
karanlık kuyusu, hoş bir meskendir. Fakat Tanrı, ona akıl kanadını ihsan
ederse farelikten kurtulur, kuşlar gibi uçar.
Kanat aramazsa yerin dibinde kalır, simak burcuna yol bulmaktan ümitsiz bir
hale düşer. Söze gelen ilim, cansızdır; satın alıcıların yüzüne aşıktır.
Münakaşa ve mübahase zamanı o ilim, büyük görünür ama alıcısı olmayınca ölür
gider. Halbuki benim müşterim Tanrıdır. Beni o yüceltir., o satın alır.
Benim kanımın diyeti ululuk sahibi Tanrının cemalidir. Ben kendi kan
diyetimi yemekteyim, bu bana helal bir kazançtır. Bu müflis alıcıları bırak.
Bir avuç toprak, ne satın alabilir ki? Toprak yeme, toprak alma, toprağı
arama. Çünkü toprak yiyenin yüzü daima sapsarıdır. Gönül ye de daima genç
kal. Benzin tecelliden erguvana dönsün!” Yarabbi , bu ihsan bizim işimiz
değil. Senin lütfun, gizli lütfe yol göstericidir.
Ey düşkünlerin ellerini tutan, elimizi tut. Bizi al perdeyi kaldır,
perdemizi yırtma. Bizi bu murdar nefisten kurtar. Çünkü bıçağı bıçağı
kemiğimize kadar dayandı. Ey tacı, Tahtı olmayan padişah, bizim gibi
biçarelerden bu kuvvetli bağı kim çözebilir? Ey muhabbet ihsan eden
muhabbetli Tanrı, böyle sağlam bir kilidi, senin fazlından başka kim
açabilir.? Biz kendimizden vazgeçer, yüzümüzü sana tutarız.
Çünkü sen, bize bizden yakınsın. Bu dua da senin öğretmenledir, senin
ihsanındandır. Yoksa külhanda nasıl olur da gül bahçesi yetişir.? Kan ve
bağırsak arasında kalmış olan anlayış ve akıl senin ikramından başka bir şey
nakletmez ki, İki parça yağdan çıkan bu ruhani nurun nurani dalgası göklere
vurmakta. Bu dil dene et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta.
Kulak denen deliklerden akıp meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar
gitmekte. Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Alemin bağları,
bostanları onun fer’inden ibaret. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi,
hemen “ o, bahçelerin inişlerinde nehirler akar” ayetini oku artık.”