Bilgi Teorisi
Alan Woods & Ted Grant
Tüm bilimin ve genel olarak akılcı düşünüşün altında yatan temel kabul,
fiziksel bir dünyanın var olduğu ve nesnel gerçekliğe hükmeden yasaları
anlamanın mümkün olduğudur. Bilimcilerin büyük çoğunluğu, evrenin doğal
yasaların hükmü altında olduğunu kabul ederler, Philip Anderson bu olguya
işaret ediyor.
Aslında, eğer durum bu olmasaydı, bilimin nasıl var olabileceğini hayal
etmek bile güçtür. Doğal yasalara inanmak, evrenin eninde sonunda
anlaşılabilir olduğuna inanmaktır: bir galaksinin kaderini belirleyen aynı
kuvvetlerin burada dünya üzerinde bir elmanın düşüşünü de
belirleyebildiğine; bir elmastan geçen ışığı kıran aynı atomların canlı bir
hücrenin yapısını da şekillendirebildiğine; büyük patlamadan ortaya çıkan
aynı elektronların, nötronların ve protonların bugün insan beyninin, aklının
ve ruhunun ortaya çıkışına yol açabildiğine inanmaktır. Doğal yasalara
inanmak, mümkün olan en derin düzeyde doğanın birliğine inanmaktır.
Aynı şey genel olarak insan soyu için de geçerlidir. Bilim ve teknikteki her
yeni keşif, kavrayışımızı derinleştirir ve genişletir, ama böylelikle yeni
meydan okuyuşların da önü açılır. Yanıtlanan her soru derhal yeni sorular
doğurur. Tıpkı artan bir heyecanla ufka doğru yaklaşmakta olan bir yolcunun,
yalnızca, kendisini uzaklardan çağıran yeni bir ufuk keşfetmesi gibi,
keşfetme sürecinin kendisi de gözle görülür bir sonu olmayan bir tarzda
açılıp gelişir. Bilimciler, “nihai parçacık” araştırması içinde, atomaltı
dünyanın gizemlerini gittikçe daha derinden incelerler. Ancak muzaffer bir
çığlıkla ufka ulaştıkları her seferinde, bu ufuk inatla daha da uzaklaşır.
İnsanlığın tüm başarılarının ve bilgeliğinin nihai zirvesini temsil ettiğine
duyulan inanç, aslında her çağın ortak bir yanılsamasıdır. Antik Yunanlılar
Öklid geometrisi temelinde evrenin tüm yasalarını anladıklarını
düşünmüşlerdi. Aynı şeyi Laplace da Newton mekaniği hakkında düşündü.
1880’de, Prusya patent bürosunun şefi, keşfedilebilecek olan her şeyin zaten
çoktan keşfedildiğini ilân etmişti! Bugünlerde, bilimciler resmi
açıklamalarında bir parça daha ihtiyatlı olma eğilimindeler. Böyle olmasına
rağmen, meselâ Einstein’ın genel görelilik teorisinin mutlak anlamda doğru
olduğu ve belirsizlik ilkesinin evrensel bir geçerliliğe sahip olduğu
şeklinde açıkça dile getirilmemiş kabuller yapılmaktadır.
Bilim tarihi insan aklının ne denli tutumlu olduğunu gösterir. Kolektif
öğrenme sürecinde gerçekte çok az şey heba edilir. Yanlışlar bile dürüst bir
şekilde analiz edildiğinde olumlu bir rol oynayabilirler. Bir düşünce, yeni
düşünceleri kutsal inançlara aykırı, yasaklanması ya da cezalandırılması
gereken şeyler olarak değerlendiren resmi bir dogma halinde kemikleştiğinde,
düşüncenin gelişimi felç olur ve hatta daha da geriye gider. Ortaçağdaki
bilimin kederli tarihi bunun yeterli bir kanıtıdır. Simyacıların filozof
taşına ulaşma yolundaki çabaları yanlış bir hipoteze dayandırılmıştı, ama
yine de önemli keşiflerde bulundular ve modern kimyanın gelişiminin temelini
döşediler. Var olmayan bir “zamanın başlangıcı”nı araştırmakla büyük patlama
teorisi de, bilimsel açıdan simyacılardan daha güvenilir olmadığını ortaya
koymuştur. Yine de, kaydedilmiş ya da kaydedilmekte olan büyük
ilerlemelerden kuşku duyulamaz.
Eric J. Lerner’ın doğru bir şekilde gözlemlediği gibi:
Yetkinlikle elde edilmiş ve çözümlenmiş sağlıklı bir veri yığını,
esinlendirdiği teori yanlış bile olsa bilimsel bir değer taşır. Diğer
teorisyenler, bu bilgiler ilk derlenip toparlandığında hiç de hayal
edilmeyen bir şekilde, ondan yararlanmanın yollarını bulacaklardır. Teorik
çalışmanın kendisinde bile, bir teoriyi gözlemle karşılaştırmaya dönük
dürüst çabalar neredeyse her zaman teorinin doğruluğundan bağımsız olarak
faydalıdırlar: Eğer düşüncesi yanlışsa bir teorisyenin canı şüphesiz epey
sıkılacaktır, ama bu teoriyi boşa çıkarmak için harcanan zaman, israf
edilmiş bir zaman olmayacaktır
Bilimin gelişimi, başarılı yaklaşıklıklardan oluşan sonsuz bir diziden
geçerek ilerler. Her kuşak doğanın işleyişi hakkında temel bir genellemeler
dizisine ulaşır ve bu genellemeler gözlenen belli olguları açıklamaya hizmet
eder. Bunlar değişmez bir şekilde, “tüm mümkün dünyalarda” her zaman geçerli
mutlak doğrular olarak düşünülürler. Ne var ki daha ileri bir sınamada,
mutlak değil, göreli oldukları anlaşılır. Ortaya konan kurallarla çelişen
istisnalar keşfedilir ve bunlar da sırası geldiğinde bir açıklama talep
ederler, ve sonsuza kadar bu böyle sürer gider.
İlk keşifler, ölçekteki her değişikliğin beraberinde yeni olgular ve yeni
tür davranışlar getirdiğinin farkına varılmasıydı. Modern parçacık fiziğinde
bu süreç hiçbir zaman sona ermemiştir. Her yeni hızlandırıcı, enerji ve hızı
arttıkça, bilimin görüş alanına daha küçük parçacıklar ve daha kısa zaman
ölçekleri dahil etmekte, bilimsel alandaki her genişleme de yeni bilgiler
getirdiği hissini vermektedir.
Peki bu nedenle, tam gerçeği elde etmekten umudumuzu kesmeli miyiz? Soruyu
bu şekliyle sormak, doğrunun ve insan bilgisinin doğasını anlamamaktır. Kant
bu yüzden, insan aklının yalnızca görünümleri bilebileceğini düşünmüştü.
Görünümler dünyasının arkasında asla bilemeyeceğimiz Kendinde-Şey yatıyordu.
Hegel’in buna verdiği cevap, bir şeyin özelliklerini bilmenin o şeyin
kendisini bilmek olduğuydu. Görünüş ve öz arasında mutlak bir engel yoktur.
Kendisini bize duyusal algılarda sunan gerçeklikle işe başlarız, ama orada
durmayız. Aklımızı kullanmakla görünüşün ötesindeki öze geçer meselenin
gizlerine daha derinden nüfuz ederiz: özelden evrensele; tâli olandan asli
olana; olgulardan yasaya.
Kant’ı yanıtlamak için Hegel’in kullandığı terminolojiyi kullanırsak,
bilimin ve genel olarak insan düşüncesinin tüm tarihi Kendinde-Şey’in Bizim
İçin Şey’e dönüşüm sürecidir. Diğer bir deyişle, bilimin verili bir gelişim
aşamasında “bilenemez” olan şey, eninde sonunda araştırılıp açıklanır.
Düşüncenin yoluna dikilen her engel yerle bir edilir. Ancak bir problemi
çözer çözmez hemen, çözülmesi gereken yeni problemlerle, üstesinden
gelinecek yeni itirazlarla karşı karşıya kalırız. Ve bu süreç asla sona
ermez, çünkü maddi evrenin özellikleri gerçekte sonsuzdur.
David Bohm bu konuda şunları yazıyor:
Analojimizi daha da ilerletmek için, diyebiliriz ki, doğa yasalarının
bütününe ilişkin olarak bu bütünlüğün tam bir kavrayışını bize sunacak
yeterli görüşlere ve kesitlere asla sahip olamayacağız. Ama bilim
ilerledikçe ve yeni teoriler geliştikçe, farklı açılardan artan sayıda
görüşler elde ederiz, her seferinde daha kapsamlı, her seferinde daha
ayrıntılı vb. fikirler ediniriz. Verili bir olgular kümesine ilişkin her
tekil teori ya da açıklama o takdirde sınırlı bir geçerlilik alanına sahip
olacak ve ancak sınırlı bir içerikle ve ancak sınırlı koşullarla yeterli
olacaktır. Bunun anlamı şudur, keyfi bir içeriğe ve keyfi koşullara doğru
genelleştirilen her teori (tıpkı ele aldığımız konunun kısmi görünümleri
gibi) hatalı öngörülere yol açacaktır. Böylesi hataları bulmak, bilimde
ilerleme kaydetmenin en önemli araçlarından biridir.
Ne var ki, böylesi hataların keşfedilmesinin eninde sonunda ortaya
çıkaracağı yeni teori, eski teorileri geçersiz kılar. Dahası bu, eski
teorilerin yetersiz kaldıkları daha geniş bir alanın ele alınmasına olanak
tanımakla, bu teorilerin geçerli olduğu koşulların tanımlanmasına da yardım
eder (meselâ görelilik teorisi Newton hareket yasalarını düzeltmiş ve
böylelikle Newton yasalarının geçerlilik koşullarını tanımlamaya –bu
yasaların ışık hızına nazaran düşük hızlarda geçerli olduğunu saptamasına–
yardımcı olmuştur). Bu nedenle, herhangi bir nedensel ilişkinin mutlak
doğruları temsil etmesini beklemeyiz; böyle olması için, hiçbir yaklaşıklık
kullanmadan ve koşulsuz olarak geçerli olması gerekir. Bilakis, bilimin
ilerleyişinin, doğa yasalarının, giderek daha temel, daha geniş ve daha
kesin kavramların oluşturulduğu bir diziden geçtiğini, bu kavramların her
birinin daha eski kavramların geçerlilik koşullarının tanımlanmasına katkıda
bulunduğunu görürüz (tıpkı ele aldığımız konu hakkında daha geniş ve daha
ayrıntılı fikirlerin, herhangi bir özel fikrin ya da bir fikirler setinin
sınırlarını tarif etmeye katkıda bulunması gibi).
Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında Profesör Thomas Kuhn, bilim
tarihini periyodik teorik devrimler olarak resmeder, bu devrimler esasen
ayrıntılara adanan salt nicel değişimlerden oluşan uzun dönemlere bir nokta
koyarlar. Böylesi “olağan” dönemlerde bilim, dünyanın nasıl bir şey olduğu
hakkında sorgulanmamış kabuller olan ve Kuhn’un paradigmalar olarak
adlandırdığı verili bir teoriler seti çerçevesinde işler. Başlangıçta mevcut
paradigma, araştırma için tutarlı bir çerçeve sağlayarak bilimin gelişimini
teşvik eder. Üzerinde hemfikir olunan böyle bir çerçeve olmasa bilimciler
sonsuza kadar temeller konusunda tartışıp dururlardı. Bilim sürekli bir
devrimci ayaklanma durumunda yaşayamaz, en azından toplumdan daha uzun bir
süre bu durumda kalamaz. Tam da bu nedenle, devrimler göreli olarak nadir
olaylardır, hem toplumda hem de bilimde.
Bir süre için bilim, üst üste çeşitli sonuçlar yığarak bu iyi döşenmiş yolda
ilerleyebilir. Ama bu arada, başlangıçta yeni hipotezler ileri sürmeye cüret
eden şey, katı bir ortodoksluğa dönüşmüştür. Eğer bir deney mevcut
teorilerle çelişen sonuçlar üretirse, bilimciler bu sonuçları gizleyebilir,
çünkü bu sonuçlar mevcut düzen açısından yıkıcıdır. Anomaliler artık ihmâl
edilemeyecekleri bir noktaya ulaştığında, ancak ve ancak o zaman, zemin yeni
bir bilimsel devrim için artık hazır hale gelmiştir. Devrim egemen teorileri
yerle bir eder ve daha üst bir düzeyde “olağan” bir bilimsel gelişimin yeni
bir dönemine kapıları açar.
Hiç şüphesiz aşırı basitleştirilmiş olsa da bilimin gelişiminin bu şekilde
resmedilişi, geniş bir genelleme olarak doğru kabul edilebilir. Ludwig
Feuerbach adlı kitabında Engels insan düşüncesinin gelişiminin diyalektik
doğasını, hem bilim tarihinden hem de felsefeden örnekler göstererek
açıklar:
Bilinişi felsefenin işi olan hakikat, Hegel’in ellerinde, bir kez
keşfedildiğinde yalnızca ezbere öğrenilmesi gereken, tamamlanmış bir
dogmatik ifadeler toplamı değildi artık. Hakikat bundan böyle bizzat bilgi
sürecinin içinde; sözde mutlak gerçeği keşfederek bundan böyle daha fazla
ilerleyemeyeceği bir noktaya, artık ellerini kavuşturup, edinmiş bulunduğu
mutlak gerçeğe hayranlıkla bakmaktan başka yapacak hiçbir şeyin kalmayacağı
bir noktaya hiçbir zaman ulaşmaksızın, bilginin daha alt basamaklarından
daha üst basamaklarına doğru tırmanan bilimin uzun tarihsel gelişiminde
yatıyordu.
Ve yine:
Diyalektik felsefe açısından hiçbir şey, nihai, mutlak ve kutsal değildir.
Her şeyin geçiciliğini ve her şeydeki geçici karakteri açığa vurur; oluş ve
yok oluşun kesintisiz süreci dışında, aşağıdan yukarıya doğru sonu gelmez
yükseliş dışında, hiçbir şey onun önünde duramaz. Ve diyalektik felsefenin
kendisi de, bu sürecin düşünen beyindeki katıksız bir yansımasından başka
bir şey değildir. Şüphesiz onun da muhafazakâr bir yanı vardır: Bilginin ve
toplumun belirli aşamalarının kendi dönem ve kendi koşulları içinde meşru
olduğunun farkındadır; ama ancak o kadar. Bu tarz bir bakışın
muhafazakârlığı görelidir; devrimci karakteri ise mutlak –diyalektik
felsefenin kabul ettiği tek mutlaklık da budur.
Bilimsel Yöntem Nedir?
İ.Ö. 3. yüzyılda Yunan bilgini Eratosthenes, Siyene’de gün ortasında yere
dik olarak saplanmış bir çubuğun gölgesinin olmadığını gördü. Sonra da kendi
şehri olan İskenderiye’de, yine yere dik saplanmış bir çubuğun gölgesi
olduğunu gözledi. Gerçek bir fiziksel olgunun bu gözlemlerinden dünyanın
yuvarlak olduğu sonucunu çıkardı. Daha sonra Siyene’ye, İskenderiye’den olan
uzaklığını ölçmesi için bir köle gönderdi. Ardından basit bir geometriyle
dünyanın çevresini hesapladı. Bilimin gerçek iş görme yöntemi budur: gözlem,
hipotez ve matematiksel muhakemenin bir karışımı. Eratosthenes gözlemle
başladı (hem kendinin hem de başkalarınınkiyle). Sonra, bu temelde genel bir
sonuç çıkardı, dünyanın eğriliği hipotezi. Daha sonra, teorisine kesin bir
biçim vermek için matematikten yararlandı.
İskenderiye biliminin parlak başarıları, Karanlık Çağlarda Hıristiyanlığın
yükselişince karartıldı. Yüzyıllar boyunca, bilimin gelişimi Kilisenin
ruhani diktatörlüğü tarafından felç edildi. Bilim kendisini ancak dinin
etkisinden kurtararak geliştirebildi. Ama yine de tarihin ilginç bir
tuhaflığı olarak, 20. yüzyılın sonlarında, bilimi gerilere sürüklemek için
kararlı girişimlerde bulunulmaktadır. Her çeşit yarı-dini ve mistik fikirler
havada uçuşmakta. Bu tuhaf olgu iki şeyle sımsıkı ilişkilidir. İlkin,
işbölümü o denli uç noktalara kadar taşınmıştır ki, artık ciddi zararlara
yol açmaya başlamıştır. Dar uzmanlaşma, indirgemecilik ve fiziğin teorik ve
deneysel yönlerinin birbirinden neredeyse tamamen ayrılması, en olumsuz
sonuçları beraberinde getirmiştir.
İkincisi, bilimi doğru bir yöne yönlendirmeye yardımcı olabilecek yeterli
bir felsefe yoktur. Bilim felsefesi berbat bir durumdadır. Şaşırtıcı değil,
çünkü hüküm süren “bilim felsefesi” –ya da daha doğrusu kendisine bu sıfatı
yakıştıran mantıksal pozitivizm felsefi tarikatı– bilime, içine düştüğü
zorluklardan çıkmakta yardım edebilecek felsefelerin en kötüsüdür. Tersine,
işleri daha da kötüleştirmektedir. Geçtiğimiz birkaç onyılda, teorik
fizikte, doğal dünya olgusuna fazlasıyla soyut ve matematiksel açıdan
yaklaşma yönünde artan bir eğilim görüyoruz. Evrenin sözümona başlangıcını
yeniden inşa etmeye dönük keyfi girişimlerde durum açıkça budur. 1972’de
yazılmış bir makalede Anderson’un işaret ettiği gibi:
Her şeyi basit temel yasalara indirgeme yeteneği, bu yasalardan başlayarak
evreni yeni baştan inşa etme yeteneğini beraberinde getirmez. Aslında
elementer parçacık fizikçileri bizlere temel yasaların tabiatından ne kadar
çok bahsediyorlarsa, bırakalım toplumu, bilimin diğer alanlarındaki gerçek
sorunlara o kadar az ilgi duyar görünüyorlar.
Son onyıllarda, “saf” bilimin, özellikle teorik fiziğin, tek başına soyut
düşüncenin ve matematiksel tümdengelimin ürünü olduğu önyargısı derine kök
salmıştır. Eric Lerner’in işaret ettiği gibi, bu eğilimden kısmen Einstein
sorumluydu. Sıkı sıkıya deneye dayanan ve ardından yüz binlerce bağımsız
gözlemle doğrulanan Maxwell’in elektromanyetizma yasaları veya Newton’un
kütleçekim yasası gibi eski teorilerden farklı olarak, Einstein’ın teorileri
başlangıçta sadece iki gözlem temelinde doğrulanmıştı: güneşin çekim
alanının yıldızlardan gelen ışığı saptırması ve Merkür’ün yörüngesindeki
küçük bir sapma. Görelilik teorisinin doğru olduğunun sonradan anlaşılması,
muhtemelen Einstein’ın dehası mertebesinde olmayan başkalarının da, ilerleme
kaydetmenin yolunun bu olduğunu kabul etmesine yol açtı. Vakit israfından
başka bir şey olmayan deneylerle ve usandırıcı gözlemlerle neden canımızı
sıkalım ki? Gerçekten, saf tümdengelim yöntemi aracılığıyla gerçeğe giden
yolu bulabiliyorsak, neden duyularımızın tanıklığına bağımlı olalım?
Bilimdeki büyük sıçramanın, bilimin kendisini dinden ayırdığı ve gerçek
maddi dünyadan yola çıkarak ve her defasında ona geri dönerek gözlem ve
deneye dayandırmaya başladığı Rönesansta gerçekleştiğini unutmamalıyız. Ne
var ki 20. yüzyılda idealizme, hem Platonculuğa hem de daha beteri Berkeley
ve Hume’un öznel idealizmine kısmen geri dönüş söz konusudur. Tüm
tartışılmaz dehasına rağmen Einstein dahi, bu eğilimden kaynaklanan
sonuçlara karşı sık sık tepki vermiş olsa bile kendisini bu eğilimden
kurtarma yeteneğinde değildi. Kuantum mekaniğinin Heisenberg tarafından
ileri sürülen öznel idealist yorumuna karşı inatçı bir artçı eylem yürütmüş
olması, onun övgüyü hak eden tarafıdır.
Birçok bilimci gibi Einstein da, felsefenin kendisine hiç el atmadı ve
dürüst bir biçimde, büyük bilimcilerin bilimin kötü filozofları olma
eğiliminde olduklarını itiraf etti. Bununla birlikte, felsefi ya da
yarı-felsefi karakterde birtakım ifadelerde bulunmuştur ki, bu
söylediklerinin, sahip olduğu muazzam kişisel prestiji göz önüne alınırsa,
birçok bilimci tarafından ciddi bir biçimde –ve maalesef oldukça kötü
sonuçlarıyla birlikte– ele alınması kaçınılmazdı. Meselâ 1934’te şöyle
yazmıştı:
Görelilik teorisi, teorik bilimin çağdaş gelişiminin temel karakterinin
zarif bir örneğidir. Kendisine çıkış noktası olarak aldığı hipotezler,
sürekli olarak soyutlaşmakta ve deneyimden uzaklaşmaktadır. Teorik bilimci
bir teori arayışında giderek artan ölçüde saf matematiksel, biçimsel akıl
yürütmeleri kendisine rehber edinmek zorunda kalıyor, çünkü deneycinin
fiziksel deneyimi, onu en yüksek soyutlama alanlarına yükseltemez. Ağırlıklı
olarak bilimin gençliğine ait olan tümevarımsal yöntemler, yerlerini farazi
tümdengelime bırakıyorlar.
Aslında Einstein’ın kendi teorilerine saf muhakeme ve tümdengelim süreci
aracılığıyla ulaştığı doğru değildir. Bilim Denemeleri adlı kitabında da
ortaya koyduğu gibi, özel görelilik teorisi Maxwell’in elektrik ve
manyetizma üzerine yaptığı çalışmalardan türetilmişti ve bu çalışmalar da
Faraday’ın katı deneysel temellerde yürüttüğü çalışmalara dayandırılıyordu.
Ancak 1915’te kozmolojiye geri döndükten sonra Einstein, çıkarımlarına
ulaşmak için soyut tümdengelim yöntemine geri dönmüştür. Bu noktada, temel
hipotezini bir kabul olarak almakla yerleşik yöntemden uzaklaşmıştır, ki bu
hipotez, yani evrenin bir bütün olarak homojen olduğu (tüm uzaya eşit bir
biçimde yayıldığı) fikri, gözlemlerle de ters düşüyordu.
Bu önermeden yola çıkan Einstein, genel görelilik teorisini uzayın sonlu
olduğunu kanıtlamak için kullandı. Bu görüşe göre, verili bir yoğunluğun
kütlesi ne kadar artarsa, “uzayı o denli eğriltir”. Yeterince büyük bir
kütle, kaçınılmaz olarak, uzayın büsbütün kendi üstüne eğrileceği bir duruma
yol açacaktır ki, bu da “kapalı bir evren” doğurur. Bu aslında daha önceleri
bilimsel olmadığı için reddedilen ve Ortaçağa ait olan sonlu evren bakış
açısına geri dönmek demekti. Ne var ki 1915’te bile evrenin homojen
olmadığına dair yeterli kanıt mevcut idi. Teori gözlemle edinilen olgularla
çatıştı. Einstein’ın yaşamının son otuz yılında, kütleçekim ve
elektromanyetizmanın birleşik bir teorisi uğruna yürüttüğü araştırma,
kendisinin de kabul ettiği gibi başarısızlıkla sona erdi.
Ampirizmin Sınırları
Gerçek felsefe Hegel ile birlikte sona ermiştir. O zamandan bu yana, şu ya
da bu ayrıntıyı inceleyen, ama gerçek bir kopuş, büyük bir yeni fikir
üretmeyen, yalnızca eski düşünceleri tekrarlayan eğilimlere şahit oluyoruz.
Bu hiç de şaşırtıcı değil. Bilimin geçen yüzyıllar içindeki eşi benzeri
görülmemiş ilerlemeleri, kelimenin eski anlamıyla felsefeyi gereksiz
kılıyor. Evrenin doğası hakkında, bir yanda onun gizemlerini gittikçe
güçlenen teleskoplarla, uzay sondalarıyla, bilgisayarlarla ve parçacık
hızlandırıcılarıyla açığa çıkartan bir konumda bulunuyorken, spekülasyon
yapacak çok az nokta vardır. Tıpkı güneş sisteminin doğasına ilişkin
tartışmanın Galileo’nun teleskopu tarafından sona erdirilmesi gibi, teknik
alanındaki ilerlemeler de evrenin tarihi sorununu, gelecek kuşaklara çözüm
bekleyen yeni sorunlar bırakarak bir sonuca bağlayacaktır.
“Her farklı bilim dalı, nesnelerin ve nesneler hakkındaki bilgimizin büyük
bütünlüğü içerisinde kendi konumunu netleştirmek zorunda kalır kalmaz, bu
bütünlükle ilgilenen özel bir bilim dalı gereksiz hale gelir” der Engels. “O
zaman tüm eski felsefeden bağımsız durumda geriye kalan tek şey, düşünce ve
düşünce yasalarının bilimidir: yani biçimsel mantık ve diyalektik. Bunun
dışındaki her şey, artık pozitif doğa ve tarih bilimi alanı içine girer.”
Yine de felsefenin, kendisine kalan iki alanda –biçimsel mantık ve
diyalektik– oynayacak bir rolü vardır henüz. Bilim gördüğümüz gibi sırf
bilgi biriktirmekle ilgili değildir. Düşüncenin aktif müdahalesine hâlâ
ihtiyaç duyar, ki olguların iç anlamlarını, onların yasallığını
keşfedebilecek olan da yalnızca bu müdahaledir. Hipotezler kurma zorunluluğu
devam eder, görünüşte ilişkisiz olgular arasındaki gerçek iç bağıntıları
kavramak ve kaostan bir düzen türetmek için, araştırmalarımızı en verimli
kanallarda sürdürmemize rehberlik edebilecek olan şey bu hipotezlerdir. Bu
ise, hem bilim hem de felsefe tarihinin esaslı bir bilgisini ve eğitimi
gerektirir. Amerikalı filozof George Santayana’nın ifade ettiği gibi,
“tarihten öğrenmeyenler onu tekrar etmeye mahkûmdurlar”. 20. yüzyıl
biliminde mantıksal pozitivizmin etkisinin en ölümcül sonuçlarından biri,
geçmişin tüm ekollerinin tıpkı ölü bir köpek gibi değerlendirilmesiydi.
Bugün bu tutumun bizi nerelere getirdiğini görüyoruz. Büyük bir mağrurlukla
“metafiziği” kapı dışarı edenler, kibirlerinden ötürü cezalandırıldılar.
Bilimin tarihinde hiçbir zaman mistisizm bugünkü kadar gemi azıya
almamıştır.
Uzun zaman önce Engels’in işaret ettiği gibi, saf ampirik düşünce ekolü,
kaçınılmaz olarak buna yol açar:
Olsa olsa matematiksel hesaplama biçiminde düşünmeye müsaade eden salt
ampirizm, inkâr edilemez olgularla iş gördüğünü düşünür. Ne var ki gerçekte,
büyük ölçüde geleneksel düşüncelerle, öncellerinin büyük ölçüde modası
geçmiş düşünce ürünleriyle iş görür, tıpkı pozitif ve negatif elektrik,
elektriksel ayırma kuvveti, kontak teorisi gibi. Bunlar ona sonu gelmez
matematiksel hesaplamaların temeli olarak hizmet eder, bu hesaplamalarda,
matematiksel formülasyonun kuralcılığı sayesinde, öncüllerin farazi tabiatı
rahatlıkla unutuluverir. Bu tür ampirizm, çağdaş düşüncenin sonuçlarına
ilişkin takındığı tutumda ne kadar şüpheciyse, öncellerinin düşüncelerinin
sonuçlarına ilişkin olarak da o kadar bönce bir inanç içindedir. Onun
açısından, deneysel olarak saptanmış olgular bile yavaş yavaş onların
geleneksel yorumlarından ayrılmaz bir hale gelmiştir... Her çeşit hilelere
ve iler tutar yanı olmayan kaçamaklara, uzlaşmaz çelişkileri makul
göstermeye başvurmak zorunda kalıyor ve böylelikle de en sonunda kendilerini
kaçıp kurtaramayacakları bir çelişkiler karmaşasının içine sürüklüyorlar.
Bilimcilerin, bütünüyle tarafsız olmaları nedeniyle kendilerini toplumdan
yalıtmaları imkânsızdır. Hiçbirimiz bir boşlukta yaşamıyoruz. Amerikalı
genetikçi Theodosius Dobzhansky’nin söylediği gibi,
Bilimcilerin, genellikle, bir sorun hakkında yeteri kadar olgu keşfetmeyi
başarmaları halinde, bu olguların bir şekilde kendilerini dayatıcı ve doğru
bir çözüm olarak düzenleyebilecekleri şeklinde safça bir inançları vardır.
Ne var ki bilimsel keşif ile yaygın inançlar arasındaki ilişki, tek yönlü
bir cadde değildir. Marksistler, bilimcilerin ele aldıkları sorunların, bu
sorunları çözmek için giriştikleri yolların ve hatta kabul etme eğiliminde
oldukları çözümlerin, içinde yaşayıp çalıştıkları entelektüel, toplumsal ve
ekonomik çevreyle koşullandırıldığını iddia ettiklerinde hatalı olmaktan
ziyade haklıdırlar.
Bazen Marx ve Engels’in diyalektiği bir çeşit Mutlaklık olarak –insan
bilgisinde son söz olarak– düşündükleri iddia edilir. Böylesi bir fikir
açıkça çelişkilidir. Marksçı diyalektik Hegelci diyalektikten iki temel yön
itibariyle farklılaşır. Birincisi o materyalist bir felsefedir ve bu nedenle
kendi kategorilerini fiziksel gerçeklik dünyasından türetir. Doğa sonsuzdur,
kapalı değil. Aynı şekilde, hakikatin kendisinin de sonu yoktur ve her şeyi
kucaklayan tek bir sistemde özetlenemez. Yadsımanın yadsınması, Engels’in
açıkladığı gibi, bir tür gelişme spiralidir; kapalı bir daire değil açık
uçlu bir sistem. Hegelci felsefeyle ikinci temel farklılık da budur, Hegel
diyalektiği kapalı ve mutlak bir sistem olarak ifade etmeye girişmekle
sonunda kendisiyle çelişir.
Marx ve Engels, kullanışlılığı Kapital’in üç cildinde parlak bir şekilde
gösterilmiş olan yeni bir diyalektik yöntemin taslağını geliştirdiler. Fakat
20. yüzyıl biliminin muazzam ilerlemeleri, diyalektiğin içeriğini doldurmak,
geliştirmek ve genişletmek açısından bol miktarda malzeme sağlamaktadır.
Kaos ve karmaşıklık teorisinin daha da gelişmesi böylesi bir gelişimin
temelini oluşturabilir, ki bu da hem doğal hem de toplumsal bilimlere
muazzam yararlar sağlayacaktır. Bu nedenle diyalektik materyalizmin
gelecekte birtakım yeni ve çok daha doyurucu düşünüş tarzları tarafından
geçilmeyeceğini söyleyemeyiz. Ama kesinlikle söyleyebiliriz ki, diyalektik
yöntem şu ana kadar mevcut olan en ileri, en kapsamlı ve en esnek bilimsel
analiz yöntemidir. Bu konuda sözü Engels’e bırakalım:
Dahası, eğer artık böylesi bir felsefeye ihtiyaç yoksa, o zaman herhangi bir
sisteme, felsefenin doğal bir sistemine de artık ihtiyaç yoktur. Doğanın tüm
süreçlerinin sistematik bir biçimde iç bağıntılı olduğu gerçeğinin
kavranılışı, bilimi hem genel olarak hem de ayrıntılarıyla bu sistematik iç
bağıntıları baştan aşağı kanıtlamaya iter. Ancak bu iç bağıntılılığın
yeterli, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilimsel teşhiri, içinde
yaşadığımız dünya sisteminin kesin bir zihinsel imgesinin oluşumu, bizim
için her zaman olduğu gibi imkânsız kalmaya devam eder. Eğer insanlığın
gelişiminin herhangi bir çağında dünyadaki –fiziksel olduğu kadar zihinsel
ve tarihsel dünyadaki– iç bağlantıların böylesi nihai, kesin ve tam bir
sistemi inşa edilmiş olsaydı, bu, insan bilgi alanının kendi sınırlarına
ulaşmış olduğu anlamına, ve toplum bu sistemle uyumlu hale geldiği andan
itibaren gelecekteki tarihsel gelişmenin askıya alındığı anlamına gelirdi
ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Bu nedenle insanlık
kendisini şu şekilde bir çelişkiyle karşı karşıya bulur: bir yandan, tüm iç
bağlantılılığıyla dünya sisteminin geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilgisini
edinmek zorundadır, ve öte yandan da hem insanların hem de dünya sisteminin
tabiatından ötürü bu görev hiçbir zaman bütünüyle tamamlanamayacaktır. Fakat
bu çelişki yalnızca iki etkenin –dünya ve insan– tabiatından
kaynaklanmamakla kalmaz, aynı zamanda tüm entelektüel ilerlemenin temel
kaldıracıdır da ve kendi çözümünü sürekli olarak gün be gün insanlığın sonu
gelmez ilerici gelişiminde bulur, tıpkı matematik problemlerinin kendi
çözümlerini sonsuz bir dizide ya da sürekli bir kesirde bulması gibi.
Gerçekten de, dünya sisteminin her zihinsel görüntüsü, nesnel olarak
tarihsel durumla ve öznel olarak da kendi yazarının fiziksel ve zihinsel
yapısıyla sınırlıdır ve sınırlı kalır.
Diyalektiğe Karşı Önyargı
Modern bilim, Engels’in “son tahlilde, doğa diyalektik olarak işler”
şeklindeki iddiasını bütünüyle doğrulayan bir malzeme bolluğu sunmaktadır.
Engels’in ölümünden bu yana geçen yüz yılda bilimin keşifleri bu görüşü
bütünüyle doğrulamaktadır. Şöyle yazmıştı Engels:
Doğayı, insanlık tarihini ya da kendi entelektüel faaliyetimizi
derinlemesine düşündüğümüzde, gördüğümüz ilk manzara, sonu gelmez bir
ilişkiler ve etkileşimler labirentidir, burada hiçbir şey, olduğu gibi,
olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmaz, her şey hareket eder, değişir,
varolur ve varlığı sona erer... Dünyanın bu ilkel, naif, ama yine de özünde
doğru kavranışı antik Yunan felsefesinin kavrayışıydı ve ilk olarak
Herakleitos tarafından açıkça formüle edilmişti: her şey hem kendisidir hem
de değildir, çünkü her şey bir akış halindedir, sürekli olarak değişir,
sürekli olarak oluş ve yok oluş halindedir.
Bunu Hoffmann’dan bir başka pasajla karşılaştıralım:
Kuantum dünyasında, parçacıklar ardı arkası kesilmez biçimde bir görünür bir
kaybolurlar. Boş uzay olarak düşündüğümüz şey, hiçbir yerden çıkagelen ve
neredeyse doğar doğmaz gözden kaybolan fotonlarla, gelip geçici
elektron-proton çiftleri yaratmak üzere muazzam bir okyanustan kısacık
zamanlar için köpükler çıkartarak çıkagelen elektronlarla ve bu karmaşaya
katılan çeşitli diğer parçacıklarla kaynayan, dalgalanan bir hiçliktir.
Kaos ve karmaşıklık teorisinin ortaya çıkışı, geçmişin aptallaştırıcı
indirgemeciliğine karşı memnuniyet verici bir tepkiyi dile getirir. Yine de
Hegel, Marx ve Engels’in ön açıcı çalışmalarına çok az dikkat sarf
edilmiştir. Bu şaşırtıcı gerçek büyük ölçüde diyalektiğe karşı çok yaygın
önyargıyla açıklanmalıdır. Bu önyargı kısmen Hegel’in ölümünden sonra
idealist ekol tarafından diyalektiğin mistik bir tarzda sunulmasına bir
tepki olarak, ama esasen diyalektiğin Marksizmle bağlantısı nedeniyle
gelişmiştir. Hegel’in diyalektiği “devrimin cebiri” olarak betimlenmişti.
Eğer nicelik ve nitelik yasası kimya ve fizik için geçerli kabul edilirse,
bir sonraki adım, bu yasayı, statükonun savunucuları açısından en bedbaht
sonuçlarıyla birlikte mevcut topluma uygulamak olabilirdi.
Marx ve Engels’in bilimsel eserleri, onların genel olarak devrimci tarih
teorilerinden (tarihsel materyalizm) ve kapitalizmin çelişkilerini tahlil
edişlerinden ayrılamaz. Bunlar besbelli ki, ekonomik ve politik iktidar
tekeline sahip olanlar ve yalnızca gazeteleri ya da televizyon şirketlerini
kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda üniversitelerin, araştırma
projelerinin ve akademik kariyerlerin kaderini belirleyen para keselerini
ellerinin altında tutanlar için çok popüler değildir. Diyalektik
materyalizmin, Marx ve Engels’ten tek bir satır bile okumamış insanlar
tarafından bilimsel olmayan bir totem olarak reddedilmesi hariç, sistematik
bir sessizlikle geçiştirilen bir tabu olması şaşırtıcı mıdır? Elbette bir
avuç cesur ruhlu insanın Marksizmin bilim felsefesine katkısı sorununu
ortaya attığı doğrudur, ama bu değinmeler bile, genellikle diyalektiğin
belli bir bilim alanında geçerli olabileceğini ama genel bir önerme olarak
kabul edilemeyeceğini göstermeyi amaçlayan her türlü şerhle sımsıkı
kuşatılmış olarak dile getirilmektedir.
Bugünlerde değişim, evrim düşüncesi popüler bilince derinlemesine nüfuz
etmiştir. Ama evrim genel olarak, yavaş, tedrici, kesintisiz bir süreç
olarak anlaşılmaktadır. Troçki’nin belirttiği gibi, “Hegel’in mantığı evrim
mantığıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, «evrim» kavramının kendisi üniversite
profesörleri ve liberal yazarlar tarafından barışçıl bir «ilerleme» anlamına
gelecek şekilde bütünüyle saptırılmış ve hadım edilmiştir.”
Politikada bu yaygın önyargı kendi ifadesini reformist tedricilik
teorisinde, yani bugün dünden daha iyidir, yarın da bugünden daha iyi
olacaktır anlayışında bulur. Ne çare ki, genel olarak insanlık tarihi ve
özel olarak da 20. yüzyıl tarihi toplumsal sürecin bu yatıştırıcı görüşünün
savunucularına pek de rahat yüzü göstermiyor. Tarih uzun tedrici değişim
dönemlerine tanıklık etmiştir, fakat bu hiçbir şekilde sürekli ve engebesiz
bir süreç değildir. Bu süreç her türlü patlamalarla ve felâketlerle
kesintiye uğrar: savaşlar, ekonomik bunalımlar, devrimler ve
karşı-devrimler. Bunu reddetmek, herkesin doğru bildiği bir şeyi
reddetmektir. Öyleyse bu olguları ne gözle göreceğiz? Kolektif çılgınlığın
ani, anlaşılmaz patlamaları olarak mı? Tedrici “normdan” arızi “sapmalar”
olarak mı? Yoksa bunlar, tersine, toplumsal gelişim sürecinin kopmaz bir
parçası olarak; tesadüfler değil, tedrici olarak gelişen ve toplum içinde
gözle görülmeyen ve tıpkı yerkabuğundaki fay hatlarında biriken basınçların
bir depremle sonuçlanması gibi eninde sonunda kendilerini yüzeye vurmak
zorunda olan gerilim ve streslerin zorunlu sonucu olarak mı görülmeli?
Tıpkı Versailles sarayının bahçıvanlarının, şu kaba doğaya klasik
geometrinin kurallarını dayatması gibi, doğadan çelişkileri uzaklaştırmaya,
onun çıkıntılarını törpülemeye, ona biçimsel mantığın derli toplu
kurallarını dayatmaya dönük her girişim başarısızlığa mahkûmdur. Böylesi
çabalar belki sinirler üzerinde yatıştırıcı bir etkiye sahip olabilirler,
ama gerçek dünyanın kavranması noktasına ulaşmak için baştan aşağı yararsız
olduklarını kanıtlayacaklardır. Ve canlı ve cansız doğa için doğru olan şey,
tersini kanıtlamaya dönük inatçı çabalara rağmen, bizzat insan toplumunun
tarihi için de doğrudur. Toplumun tarihi de aynı eğilimleri açığa vurur:
gelişmeyi güdüleyen içsel çelişkiler; farklı sosyoekonomik sistemlerin
ortaya çıkışı ve yok oluşu; her büyük tarihsel gelişim kavşağında bekleyen
ani ayaklanmalarla, savaşlar ve devrimlerle noktalanan uzun tedrici
“evrimsel” değişim dönemleri. Böylesi çarpıcı olgulara, sözümona evrimci
“norm”dan arızi, geçici ve talihsiz sapmalar olarak yalnızca omuz mu silkmek
gerekir? Yoksa bunlar insanoğlunun ruhuna işlemiş kötülüğün ya da aptallığın
reddedilmez kanıtı mıdır?
Eğer durum buysa, o takdirde insanlığın gelişiminin akılcı bir kavrayışına
ulaşmaya dönük tüm çabalar bir tarafa bırakılmalıdır. Öyleyse, Roma
İmparatorluğunun Gerileyişi ve Çöküşü adlı kitabın yazarı olan Edward
Gibbon’un, tarihi, “insanlığın suçlarının, budalalıklarının ve
talihsizliklerinin kayıt defterinden fazla bir şey değildir” şeklinde
tanımlamasını tekrarlamak zorunda kalırız. Fakat eğer kararlı bir şekilde
inandığımız gibi, insanlık tarihi doğanın her yanında gözlediğimiz aynı
diyalektik yasalara göre ilerliyorsa (ve insan soyu gelişmenin nesnel
yasalarından neden bütünüyle muaf olma istisnai “ayrıcalığına” sahip olma
hakkını talep etmek zorunda olsun?), o takdirde insanlık tarihinin yapısı
ilk kez bir anlam kazanmaya başlar. Bu tarih açıklanabilir. Hatta bu tarih
(karmaşık olguların öngörülmesi, basit lineer süreçler içeren olgularınki
kadar düz bir şekilde olmasa bile) belli sınırlar dahilinde önceden
kestirilebilir. Bu tıpkı bir depremin ya da hava durumunun önceden
kestirilmesine uygulanabildiği kadar, toplumun hareketinin önceden tahmin
edilmesine de uygulanabilir. Hiç kimse Los Angeles şehrinin kesin olarak ne
zaman feci bir depremin kurbanı olacağını söyleyemez, ancak mutlak bir
kesinlikle böylesi bir şeyin bir gün olacağı tahmin edilebilir.
Diyalektiğin geçerliliğini inkâr etmeye dönük en gayretkeş çabalara rağmen,
o, en kararlı kara çalmalardan her zaman öcünü almaktadır. Muhafazakâr
jeoloji çevreleri, bir zamanlar kibarca gülüp geçtikleri bir gerçeği,
kıtaların kaydıklarını, doğduklarını ve öldüklerini kabul etmek zorunda
kalmışlardı. Biyologlar, evrimi tedrici, kesintisiz bir uyum süreci olarak
gören eski fikirlerinin tek taraflı ve yanlış olduğunu; evrimin felâketli
nitel sıçramalar aracılığıyla gerçekleştiğini, bu sıçramalarda ölümün
(neslin tükenişi) doğumun (yeni türler) önkoşulu haline geldiğini kabul
etmek zorunda kalmışlardı.
Her dönemeç noktasında, doğa bilimleri tarafından sağlanan malzeme bolluğu,
bilimcileri diyalektik sonuçları benimsemeye zorlar. Ne var ki hemen
ardından, böylesi düşüncelerin potansiyel olarak “devleti yıkıcı”
etkilerinin farkına varmaktan fevkalâde rahatsız olurlar. Bu noktada, ayak
izlerini silmek amacıyla her türlü mahcup yalanlama ve manevraya başvurmakta
birbirleriyle yarış etmeye başlarlar. En sık başvurulan kaytarma yolu, genel
olarak felsefeye dair cehaletten dem vurmaktır. Oscar Wilde’ın “ismini
söylemeye cesaret edemeyen aşkı” gibi, güneşin altındaki her şey hakkında
güzel laflar eden bu yazarlar da, diyalektik materyalizm sözcüklerini
telaffuz etmekten büsbütün acizdirler. En iyi durumda, aslında diyalektik
materyalizmin kendi dar uzmanlık alanlarında geçerli olduğunu, ama bilimin
çok daha geniş alanlarına ya da (Allah göstermesin!) genel olarak topluma
hiçbir şekilde uygulanamayacağını söyler dururlar.
Diyalektik bir konuma oldukça yaklaşan kaos teorisinin geliştiricilerinin
bile Marksizm hakkında tam bir bilgi yoksunluğu sergilemeleri şaşırtıcıdır.
Ian Stewart ve Tim Poston bu nedenle Analog’da (Kasım 1981) şu satırları
yazabilmişlerdi:
Demek ki, meselâ Marx’ın kendi tarih yasalarını model olarak üzerine
oturtmaya çalıştığı “fiziğin acımasız yasaları” gerçekte hiç mevcut olmadı.
Newton’un üç adet topun davranışını önceden kestiremediği yerde, Marx üç
insanın davranışını önceden kestirebilir miydi? Büyük sayıda parçacıklar ya
da insanlar topluluğunun davranışlarındaki her düzenlilik istatistiksel
olmak zorundadır ve bunun çok farklı bir felsefi tadı vardır.
Bu tamamen hedef şaşırtmaktır. Marx hiçbir şekilde kendi tarih modelini
fizik yasalarına dayandırmadı. Toplumsal gelişmenin yasaları bizzat toplumun
titiz bir incelenişinden türetilmelidir. Marx ve Engels tüm hayatlarını,
Kapital’in üç cildinin yüzeysel bir gözden geçirilişinin bile kolayca açığa
çıkaracağı gibi, dikkatlice seçilmiş muazzam miktarda ampirik verilere
dayanan bir çalışmaya adadılar. Yeri gelmişken söyleyelim, hem Marx hem de
Engels, genel olarak mekanik determinizme özel olarak da Newton’unkine son
derece eleştirel yaklaşmışlardı. Marx’ın yöntemiyle Newton ve Laplace’ın
yöntemi arasında şu ya da bu şekilde paralellik kurma çabasının en küçük bir
dayanağı bile yoktur.
Kaos ve karmaşıklık teorisi, mevcut toplumun değerlendirilişine ne kadar
yaklaşırsa, kapitalizmin çelişkilerinin kavranılışına ulaşma potansiyeli de
o kadar artar.
Fakat Birleşik Devletler’de, ideal olan azami kişisel özgürlüktür, ya da
(Brian) Arthur’un ifade ettiği şekliyle, “bırakalım herkes kendi John
Wayne’i olsun ve kendi silahlarıyla etrafta gezinsin”. Bu idealin ne kadar
büyük bir kısmı pratikte tehdit altında olursa olsun, hâlâ efsanevi bir gücü
elinde tutmaktadır.
Ancak artan kazançlar bu efsanenin kalbini parçalıyorlar. Eğer az riskli
olaylar sizi birkaç olası sonuçtan herhangi birine kilitleyebiliyorsa, o
zaman gerçekte seçilen sonuç en iyisi olmayabilir. Ve bunun da anlamı, azami
kişisel özgürlüğün –ve serbest piyasanın– tüm olası dünyaların en iyisini
üretmeyebileceğidir. Demek ki artan kazançları savunmakla Arthur masum bir
şekilde bir mayın tarlasına basmış oluyor. (Brian Arthur bir iktisatçı ve
karmaşıklığın teorisyenlerinden biridir.)
Evrimci teori akımına önemli bir katkıda bulunmuş olan Stephen Jay Gould,
kendisinin “kesintili denge” teorisiyle diyalektik materyalizm arasındaki
paralellikleri açıkça kavramış bulunan birkaç Batılı bilimciden biridir.
Panda’nın Başparmağı adlı kitabında şunları söylüyor:
Eğer tedricilik doğanın bir olgusu olmaktan çok Batı düşüncesinin bir
ürünüyse, o takdirde bizim kısıtlayıcı önyargılar âlemini genişletmek için,
alternatif değişim felsefeleri düşünmemiz gerekir. Örneğin Sovyetler
Birliği’nde bilimciler çok farklı bir değişim felsefesiyle eğitilirler:
Hegel felsefesinden alınarak Engels tarafından yeniden formüle edilen
diyalektik yasalar. Diyalektik yasalar açıkça kesintilidirler. Meselâ
“niceliğin niteliğe dönüşümü”nden bahsederler. Bu belki bir put gibi
algılanabilir, ama değişimlerin yavaş bir stres birikimini takiben büyük bir
sıçrama içerisinde gerçekleştiğini, yani bir sistemin kırılma noktasına
ulaşıncaya kadar dayandığı fikrini ileri sürer. Suyu ısıtırsanız eninde
sonunda kaynar. İşçileri giderek daha fazla ezerseniz bir devrime yol
açarsınız. Eldredge ve ben, Rus paleontologlarının bizim kesintili dengemize
benzer bir modeli desteklediklerini öğrendiğimizde büyülenmiştik.
Her şeyden önce paleontoloji ve antropoloji, statükoyu savunanlar açısından
potansiyel olarak tehlikeli politik anlamları olan tarihsel ve toplumsal
bilimlerden çok ince bir çizgiyle ayrılmıştır. Engels’in işaret ettiği gibi,
bu bilimler toplumsal bilimlere ne kadar yaklaşırlarsa, o kadar az objektif
ve o kadar fazla gerici hale geliyorlar. Bu nedenle ihtiyatlılığına rağmen
Stephen Gould’un diyalektik bir bakış açısına çok yaklaşmış olması umut
vericidir:
Yine de, kesintililik bakış açısının, biyolojik ve jeolojik değişimi,
rakiplerinden çok daha doğru ve gerçeklikle çok daha örtüşen bir biçimde
resmettiğinin kanıtlanabileceğine olan kişisel inancımı itiraf edeceğim;
yalnızca kararlı bir durumdaki karmaşık sistemlerin hem yaygın hem de
değişime son derece dirençli olmalarından ötürü olsa bile.
Geçen yüzyılda, Marx ironik bir biçimde, doğa bilimcilerin çoğunun “utangaç
materyalistler” olduklarına işaret etmişti. 20. yüzyılın son yarsında hâlâ
büyük bir paradoks yaşıyoruz. Marx’ın ya da Hegel’in tek bir kelimesini bile
okumayan bilimciler, bağımsız bir şekilde, diyalektik materyalizmin birçok
düşüncesine kendiliklerinden ulaşmışlardır. Yürekten inanıyoruz ki, bilimin
gelecekteki gelişimi diyalektik yöntemin önemini doğrulayacak ve buna
öncülük edenler eninde sonunda mahrum edildikleri itibara kavuşacaklardır.
Stalinist Karikatür
Geçmişte Marksizmin düşüncelerine yaklaşan birçok insanın önündeki ciddi
engel Stalinizmin temsil ettiği karikatürdü. Bu karikatür çelişkili bir rol
oynadı. Bir yandan, Sovyetler Birliği’nde ulusallaştırılmış planlı
ekonominin muazzam başarıları Batıda birçok işçiyi ve entelektüeli güçlü bir
biçimde cezbetmişti. İngiltere’deki meşhur biyolog J. B. S. Haldane gibi en
parlak bilimciler Marksizmi benimsediler ve onu umut verici sonuçlarla
birlikte kendi alanlarına uygulamaya başladılar. Bilimin en son keşiflerini
anlaşılabilir bir dille açıklamaya dönük çabalardan oluşan çok sayıda
çalışma ortaya çıktı. Sonuçlar değişkendi, ama yine de bu literatür popüler
tüketim için üretilen bugünkü mistikleştirici yazılara nazaran son derece
tercih edilebilir bir literatürdü.
Hiç şüphe yok ki, Rusya’daki kültürün, eğitimin ve bilimin emsalsiz
ilerlemeleri yalnızca uluslararası işçi hareketi açısından değil, Batıdaki
en iyi entelektüeller ve bilimciler açısından da bir referans noktası olarak
hizmet görmüştür. Bu başarılar, eninde sonunda onun temelini oyan tüm devasa
bürokratik çarpılmalara rağmen, ulusallaştırılmış planlı ekonominin
potansiyelini ortaya koydu. Bu başarılar bugünkü durumla büsbütün bir tezat
oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve “piyasa ekonomisi”
doğrultusunda ilerleme çabası, üretici güçlerin ve kültürün korkunç bir
çöküşü sonucunu üretti. Birdenbire, planlı ekonomi düşüncesine, Marksizme ve
genel olarak sosyalizme karşı dünya ölçeğinde muazzam bir ideolojik karşı
saldırıya girişildi. Sosyalizmin düşmanları, Marksizmin adını karalama
çabalarında Stalinizmin işlediği suçlardan yararlandılar. İnsanları,
devrimin bir işe yaramadığına ve sonuç olarak büyük bankaların ve tekellerin
egemenliğini kurmanın, kitlesel işsizliği ve düşen yaşam standartlarını
kabullenmenin daha iyi olacağına ikna etmeyi hedefliyorlar, çünkü diyorlar
“başka bir alternatif yok”.
Gerçekte Rusya’da yıkılan şey sosyalizm değil, sosyalizmin bürokratik bir
karikatürü idi. Totaliter ve bürokratik bir sistem, Lev Troçki’nin 1936’da
açıkladığı gibi, ulusallaştırılmış planlı ekonomi rejimiyle bağdaşmaz. Böyle
bir ekonomi, tıpkı insan vücudunun oksijene ihtiyaç duyması gibi demokrasiye
gereksinim duyar. Tüm nüfusun her düzeyde aktif ve bilinçli bir katılımı
olmaksızın, tam bir eleştiri, tartışma ve ifade özgürlüğü olmaksızın, bu tip
bir ekonomi kaçınılmaz olarak bir bürokrasi karabasanına, yozlaşmaya,
kırtasiyeciliğe, budalaca bir beceriksizliğe ve kötü yönetime yol açacaktır
ki, tüm bunlar da en sonunda planlı ekonominin temelini oyacaktır. Eski
Sovyetler Birliği’nde olup bitenler, tam da on yıllar önce Marksistlerin
öngördüğü gibi gerçekleşti.
Stalinizmin totaliter rejimi, kendisine eşlik eden kaçınılmaz yol
arkadaşlarıyla birlikte, yozlaşma, konformizm ve dalkavuklukla birlikte,
bilim ve sanat alanlarında en olumsuz sonuçları doğurmuştu. Ekim devrimi ve
onunla birlikte gelişen ulusallaştırılmış planlı ekonominin eğitim ve
kültüre verdiği muazzam itilime rağmen, bilimin özgürce gelişimi, boğucu
bürokratik rejim tarafından zapturapt altına alındı. Bilim ve sanat,
entelektüel bir özgürlük atmosferinde gelişmeye, düşünce, konuşma,
düşüncelerini açıklama ve hata yapma özgürlüğüne toplumun diğer
kesimlerinden çok daha fazla ihtiyaç duyar. Böylesi koşulların yokluğunda,
yaratıcı düşünce solup gidecek ve sonunda ölecektir. Bu nedenle Amerika ve
Japonya’daki toplam bilimci sayısından daha fazlasını barındıran SSCB (ve
hepsi de yetenekli bilimcilerdi), Batıdakilerle aynı sonuçları elde edemezdi
ve tüm alanlarda yavaş yavaş onların gerisine düşmek durumunda kaldı.
Marksizme ilişkin tüm yanlış anlayışı oluşturan şeylerden biri, onun
Stalinistler tarafından ortaya konuluş biçimiydi. Rusya’daki egemen elit,
hiçbir alanda düşünce ve eleştiri özgürlüğüne tahammül edemiyordu.
Bürokrasinin elinde Marksist felsefe (onların adlandırdıkları şekliyle
“diyamat”), önderliğin her türlü manevrasını mazur göstermek için kullanılan
tam bir dogma ya da bir çeşit sofizm halinde çarpıtıldı. Lefebvre’nin
aktardığına göre işler o denli kötü bir noktaya varmıştı ki, Sovyet
ordusunun yüksek kurmayı, askeri akademilerin müfredat programına biçimsel
mantık derslerinin tekrar konulmasında ısrar etmişti. Çünkü “diyamat”
denilen şeyin öğretmenleri utanç verici bir kafa karışıklığına yol
açmışlardı. Mantık dersleri en azından harp okulu öğrencilerine muhakemenin
ABC’sini öğretecekti. Bu küçük olay Stalinistlerin “Marksizm”inin karikatür
doğasını açığa vurmak için yeterlidir.
Stalin döneminde bilimciler, Lisenko’nun genetik “teorisi” gibi bürokrasinin
çıkarlarına denk düşen ve hiçbir bilimsel temeli olmayan birçok yanlış
teoriyi olduğu kadar, bu katı ve cansız karikatürü de hiç sorgulamaksızın
kabul etmek zorunda bırakıldılar. Bu durum bilim çevrelerinde diyalektik
materyalizm düşüncesini belli ölçülerde gözden düşürdü ve diyalektik
yöntemin farklı bilim alanlarına verimli ve yaratıcı bir şekilde
uygulanmasını engelledi. Oysa diyalektik yöntemin bu olumlu tarzda
uygulanışı, hem bizzat bilimde hem de Marx ve Engels’in bir taslak halinde
açıklayıp, geliştirilmesi ve ayrıntılandırılmasını gelecek kuşaklara
bıraktıkları felsefi düşüncelerinin derinleştirilmesinde ciddi ilerlemeleri
olanaklı kılabilirdi.
Altmış yıldan fazla bir süre boyunca, Sovyet devletinin elindeki tüm
kaynaklara rağmen, bürokrasinin, Marksizmin teorik cephaneliğine tek bir
orijinal fikir dahi eklemekten aciz oluşu Stalinist rejimin suçudur. Güçlü
bir sanayi ve teknoloji yaratan ulusallaştırılmış planlı ekonominin muazzam
avantajlarına rağmen, British Museum’un kütüphanesinde tek başına çalışan
Karl Marx’ın keşiflerine yeni şeyler eklemekten aciz olduklarını
kanıtladılar.
Her şeye rağmen, planlı ekonominin faydaları birçok alanda göze çarpan
ilerlemeyi mümkün kılmıştır ve bugünkü propaganda bombardımanı bu olgunun
üstünü örtmek istemektedir. Dahası, bilimcilerin diyalektik yöntemi farklı
alanlara uyguladıkları yerlerde ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Bu
özellikle kaos teorisinde görülmektedir ki, bu alanda hiç şüphesiz
diyalektik materyalizmden etkilenmiş Sovyet bilimciler Batının en azından
yirmi yıl ilerisindeydiler. Kaos teorisindeki ilk araştırmaların Sovyetler
Birliği’nde yapıldığı ve bunun bağımsız bir şekilde aynı sonuçlara çıkan
Batılı bilimcilere bir itki sağladığı ve onların görüşlerinin de dönüp, kaos
konusundaki Sovyet araştırmalarının daha da gelişmesini teşvik ettiği
gerçeği genellikle kavranmış değildir. Gleick’ın itiraf ettiği gibi:
Birleşik Devletler’de ve Avrupa’da kaosun filizlenmesi bir taraftan
Sovyetler Birliği’nde buna paralel olarak yürütülen çalışmalar için ilham
kaynağı olurken, diğer taraftan da büyük çapta şaşkınlığa sebebiyet
veriyordu, çünkü bu yeni bilim oldukça büyük bir bölümü itibariyle Moskova
için pek o kadar yeni sayılmazdı. Sovyet matematikçileri ve fizikçileri kaos
araştırmalarında A. N. Kolmogorov’un ellili yılardaki çalışmalarına kadar
uzanan köklü bir geleneğe sahiptiler. Üstelik başka yerlerde matematik ve
fizik birbirinden kopmuşken, Sovyetler Birliği’nde bu iki bilim dalı
birlikte çalışma geleneğini ayakta tutmayı başarmıştı.
Kaynak:
E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.155.
J. Gleick, Chaos, s.115. [Kaos, s.136]
D. Bohm, Causality and Chance in Modern Physics, s.32.
MESW, cilt 3, s.339-340. [Seçme Yapıtlar, cilt 3, s.413-414]
aktaran: M. Waldrop, Complexity, s.81.
aktaran: E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.128.
Engels, Anti-Dühring, s.31. [Anti-Dühring, s.77]
Engels, The Dialectics of Nature, s.185-6. [Doğanın Diyalektiği, s.153]
T. Dobzhansky, Mankind Evolving, s.138.
Engels, Anti-Dühring, s.45-6. [Anti-Dühring, s.95]
Engels, Anti-Dühring, s.24. [Anti-Dühring, , s.70]
B. Hoffmann, The Strange Story of the Quantum, s.210.
aktaran: I. Stewart, Does God Play Dice?, s.40.
M. Waldrop, Complexity, s.48.
S. J. Gould, The Panda’s Thumb, s.153 ve 154.
J. Gleick, Chaos, s.76. [Kaos, s.83]