Bana Felsefe Yapma

Cemal Bali Akal


On yaşlarındaydım. Bahariye’deki papazların okulunda okuyan hanım evladı bir öğrenci olarak, eve gitmek için dolmuşla Kadıköy’e iner, oradan da bir başka dolmuşla Hünkar İmamı’na yollanırdım. Bahariye Kadıköy dolmuş ücreti otuz beş kuruştu. Genelde şoföre elli kuruş verir, “efendi mi efendi” on beş kuruşumu beklerdim. Bir gün, dolmuşun tek müşterisiyken ve paranın üstü gelmeyince, “Şoför bey on beş kuruşum...” diyecek oldum. Adam şöyle bir yanın dönüp bağırdı: “Konuşma lan!” Sus pus kalakaldım metazori. Ama iyi oldu. O günden sonra okuldan yürüyerek dönmeye başladım, biraz kilo verdim. Hala da yürürüm, nakil vasıtalarına binmek yerine. Hatta on sekiz yaşlarındayken giriştiğim Çanakkale İzmir yürüyüşüyle kırk seneyi aşkın bir süre sonra göze aldığım Sarria Santiago de Compostela yürüyüşlerinin temel nedeninin bu “konuşma!” olduğunu düşünürüm. Ardından hemen eklenir ya: “Yuttum/”. Yürüyorum o günden beri, “fazla cak cak etmeden”. [1]

Çünkü biliyoruz ki, insanların çoğu öyle dert dinleyebilecek durumda değiller. Söyleyecek bir şeyin ve söylediğinin bir mesnedi varsa bile, söylediğini dinlemeye hevesli yok. Dahası sözü seven de yok. Birisi konuşmaya başladı mı, altından çapanoğlu çıkar diye geriliyorlar. Eski bir alışkanlıktan olsa gerek. Sözün sahipleri olmuş hep. Birileri konuşmuş, ötekiler dinlemiş dinlemiş, sonra altında kalmışlar. Bu yüzden konuşan birine rastlayınca, ısıramayacaklarsa, kulaklarını kısıp dinlermiş gibi yapıp kulak ardı ediyorlar ya da konuşup derdini anlatmaya kalkan yukarıdan konuşmuyorsa, “konuşma!” deyip ağzını kapatıyorlar; yardımcı olabilmek için zorunlu suskunluğuna...

Güzel Türkçemiz de bu konuda derinden derine yardımcı oluyor bize. Müthiş bir tutumlulukla... Bir şey söyle(me), konuş(ma), yap (ma) gibi edimleri ifade eden sözcükler aynı zamanda mema gibi son heceleri yüzünden bir başka tür kategorik imperatife dönüşüyor ve yapılan her şeyin aslında yapılmaması gerektiğini gösteriyorlar. Kantçı mıyız ne ulusça?

Konuşan karşısında, her düzlemde, halkımızın halka halka yükselen tepkisi, birisinin hakkının çiğnendiğinin işaretidir. Konuşması engelleneni, aslında hep anlatamadığı bir şeyi anlatmaya çabalayan olarak görürüm. Önce konuşarak savunmaya çalıştığı şey, (örneğin on beş kuruşum) sonra onu savunma tarzı (elbette bedensel/ zihinsel) “konuşma!”yla ayaklar altına alınır. Sorunun bir ifade özgürlüğü sorunu olduğu kanısındayım. Bu nedenle, “konuşma!” diye kestirip atanın muhatabına, tartışma konusu ne olursa olsun, bir mazlum olarak sevgi duymuşumdur. Aslında kimse masum değil, ama mazlum çok...

Gelelim hep yukarıdan konuşanlara. Çünkü benim on beş kuruşumu gasp eden şoför, ifade özgürlüğü açısından iyi örnek değil. Onu konuşturmamışlar asıl, o da beni bulmuş acısını çıkarmak için. Benim muhatabım “büyük söz”ün sahipleri. Onlar her fırsatta, evde, okulda, hastanede, hapishanede, kışlada ve de sair her yerde, “sesimizi kısmamızı”, “çenemizi kapamamızı”, “çıkıntılık yapmamamızı”, “vıdı vıdı ve de tatava etmememizi”, “dilimizi tutmamızı” öğütlüyorlar bize.

İşaret parmağını dudaklarına götürüp bize sus diyen ve ihtiyata davet eden sevimli hemşire kızı severim. Spinoza’yı hatırlatır bana: Caute! Etika’da insanın en zor denetleyebildiği şeyin dil olduğu söylenir: Bölüm III. Duyguların kökeni ve doğası Önerme 2 Not’a göre, “sessiz kalmak ve konuşmak eşit ölçüde insanın gücü içinde olsaydı, durum insan sorunları açısından çok daha sevindirici olurdu. Ama deneyim yeterinden öte gösterir ki, hiçbir şey insan denetiminden dil denli uzak değildir... Ayyaş ayıkken kendine saklayacaklarını anlığının özgür bir buyruğu ile söylediğini sanır; böylece bir deli, bir geveze, bir çocuk ve bu türden başkaları, tümü de anlığın özgür bir buyruğu ile konuştuklarına inanırken, buna karşı gerçekte konuşma dürtülerini kısıtlayacak güçleri yoktur... Buna göre, anlığın özgür bir kararına göre konuştuklarını, sustuklarını sananlar, ya da başka herhangi bir şeyi yaptıklarına inananlar gözleri açık düş görenlerdir” (Yardımlı çevirisi)[2]...

insanoğlu boşboğazdır elbette. Boş yere konuşur ölçüsüzce ve incir çekirdeğini dolduramayıp bir çuval inciri berbat eder; sonra da kendini savunmayı sürdürür “şecaat arzederken sirkatin söyleyerek!”. Böyledir insan tabiatı, başka türlü olamaz. Geveze mi geveze kısacası. Ve tabii olanı sindirmek için uygulanacak baskı elbette gayritabii, dolayısıyla aşırı olacaktır. Ağzında bakla ıslanmayan bu sevimli ve sevimsiz yaratığın tahammül edemeyeceği kadar...

Bu vesileyle, bilinçaltında bir kere kurulduktan sonra hiç susamayanlar için şu parantezi açalım:

(Etrafımızda böyle mütemadi konuşan spesimen'e çok rastlanır. Siz dinleme rekorları kırmaktan sıkılırsınız, onlar konuşma rekorları kırmaktan bıkmazlar. Araya “yeter yahu, illallah!” sokuşturmanızdan korkarak, sözcükleri ve konuları kesintisiz birbirlerine eklerler. Bu arada, dinlediğinizden emin olmak için habire sizi dürtenler de çıkar ve kolunuz morarır; “anladın mı, tamam mı?”larla kulaklarınızla beyninize matkap sokulurken ve mandalar devrilip dururken... Değil mi Erdim? Her ne kadar konuşmak özgürlükse de, sükutun ne değerli olduğu böylece kanıtlanır ve gümüşten nefret edersiniz. Bu tür doğuştan susma engelli lafazanların dur durak bilmeden konuşurken aslında “lafınızı ağzınıza tıkadıklarını" ve ifade özgürlüğünüzü taciz ettiklerini düşünebilirsiniz. Yerden göğe kadar da haklı olursunuz; dinlememe hakkını kullanmakta ve konuşmaya başladıkları yerde arenayı terk etmekte de... Bırakın kendi kendilerine konuşup dursunlar, çünkü yaptıkları zaten bundan başka bir şey değildir ve ne yazık ki dertlerine deva yoktur. Onları böyle frensiz konuşkan yapan şeylerin gerçek nedenlerini asla bilemeyeceklerdir çünkü).

Dönelim konuşturulmayan mazlumlara...

Teyzem, çocukluğunda büyüklerin lafına karıştığı zaman, teyzelerinden birinin “aaal şu işe bakın hele, artık abdesthane ibrikleri de konuşmaya başlamış” dediğini anlatır, ibrik gibi boynunu büküp, hala ezik... Ama o da “sen sus bahayım, aklın ermez, daha çocuksun!" ya da “boyundan büyük laf etme” ya da “dilini keserim senin”lerle ağızlarının payını verdiği çocukları büyüyüp kendisine dert anlatmaya çalıştıklarında, “aaal dil de maşallah pabuç kadar, ben sizin annenizim o kadar” diye kesip atar ve asla köşeye kıstırılamaz. Televizyonda da, çarşı pazar programlarında, halkımızdan mütevazı görünüşlü birine mikrofon uzatılıp fikri sorulduğu zaman, “canım artık herkes de konuşoor!” deyip, konuşma işlevinin öyle her önüne gelene ait olmaması gerektiği konusundaki fikrini beyan eder. Bu da sessiz halkımızın genel yaklaşımına pek uygundur: “Ağzı olan konuşuyor canım!”.

Yeme içme işleviyle konuşma işlevi bu organa düştüğü için, evde ve tabii sair yerlerde en sık karşılaştığınız soru “ne yer içersin?”dir. Bu konuda ikram severliğimiz ve de misafirperverliğimiz dillere destandır. Neden acaba? Muhtemelen yerken içerken konuşamayacağınız için mi? “Ağızda lokma varken konuşulmamalıdır ya!”

Kutsal ortamda en sık karşılaştığınız bir başka soru, tam da her sustuğunuzda size yönelen o çıldırtıcı “ne düşünüyorsun?” sorusudur. Ama bu içten ilgi, tesadüfen düşünebiliyor olmanızdan değil, sizi düşündürmeme isteğinden kaynaklanır. Çünkü “ne düşünüyorsun?” sorusunun altında yatan kaygı “işime gelmeyen ne düşünüyor acaba?”dır. Soruyu tüyler ürpertici kılan şey de içerdiği emirdir: Genel bir “sus/” buyruğuna eklenen “düşünme, senin yerine ben düşünüyorum”... İfade özgürlüğünü bir yana bırakın, mümkün olsa düşünmenin de engellenebileceği totaliter cennetin mikro ölçekteki sihirli parolası. Bu sorunun muhatabı, sonunda kendini ele verme pahasına, gerçekten ne düşündüğünü kusmaya kalkışırsa, karşılaşacağı ilk cümlenin “konuşma!”nın ya da “düşünme!”nin bir varyantı olan “demagoji[3] yapma!” olacağını görecektir.

Okulda konuşmadan önce konuşmama öğretilir. İzin verilince konuşacaksın, o da boşuna olmayacak tabii, iyi not alabilmen, doğru konuşmana, yani senden istendiği zaman istenen biçimde konuşmana, onun dışında da “çeneni kapamana” bağlı olacaktır. Soru sormak ise neredeyse ilkokuldan üniversiteye uzanan bir süreçte hep tehlikeli bir eylem olarak görünecektir. “Sus bakayım terbiyesiz Şimdi nasıldır bilmiyorum, ama yıllar önce mutlu mesut küçük asker olmayı öğrenirken de, benden ne istendiğini pek anlayamamıştım. “Ama” sözcüğünün hiç hoş karşılanmayıp, her türlü fikir yürütmenin “hazırol!”la karşılandığı bu ortamda, yine de sorulara avaz avaz bağırarak cevap vermek gerekirdi. Bir şey söyleme, ama haykır ki bir şey söyleyemediğini duymayan kalmasın. Ve “rica etme” sakın; “arz” sözcüğü sürekli yanlış kullanılsa da ne gam, yalnızca “gereğini arzet” gitsin... Öyleyse şunu da ben saygılarımla arz edeyim: Haksızlık etmek istemem, tarihinin kanla yazıldığı söylenen mesleğin mantığı bu olmalıydı elbette. Her meslek kendi etiğiyle yoğrulur çünkü. Zaten beni rahatsız eden de kan tutma ihtimali değil, başka şeydi. Askerlik eğitimini, üniversite mezunu değerli zevat arasında alırken, adayların birbirlerine hep şu öğüdü verdiklerini duymuştum: “Aman ha! Sakın burada konuşup dikkati çekme üstüne". Yaşlan neredeyse otuza dayanmış, hatta otuzu da aşmış bu erkeklerin en çok tekrarladıkları ikinci veciz cümle, içinde bulundukları durumdan ne kadar memnun olduklarını gösteriyordu: “Oh ne ala, ne ala! Hiç sorumluluk yok üstümüzde”... Bu arada, “konuşma!” buyruğuyla “sorumluluktan kurtulup çocukluğa dönme” arasında bağlantı kuran var mıydı aramızda bilmiyorum. Ama bana kalırsa, eğitmenlerimiz bu bağlantıyı çok iyi kurmuşlardı.

Sorunun sanata ilişkin yönünü de unutmayalım. Bedeni de devreye soktuğu için pek anlamlı bulduğum, belli ölçüler içinde sanatsal bir kısıtlayıcı sözcük “kıvırtma!"dır. “Artistlik yapma!” ya da “caz yapma!” uyarıları ise pek yaygındır. Örgütlü ıslık çalmak zinhar yasaktır; dava açılır. Örgütsüzünde de şeytan gelip icabına bakar. “Dans etme!” ya da “Ötme be!” de denir; vuvuzela dahil öttürülebilen her şey yasaklanarak ve hareket eden ya da öten her varlık düşman ilan edilerek... Koma çalanlar hariç tabii, onlar müthiş bir özgürlükten yararlanıyorlar; ama bana kalırsa, bu müzikseverlerin koma çalmaya böylesine hevesli olmalarının nedeni başka türlü “ötmelerine” hiç imkan verilmemesidir. Yine de sanatsal susturmanın doruğu elbette “edebiyat paralama bana!"dır ya da “hikayeyi bırak!”. Sistemin, edebiyat adı altında her ne yapılıyorsa ona karşılık olarak, yazarlarını sık sık hapisle, sürgünle, bazen ölümle taltif ettiğini görenler, elbette edebiyata böyle sağlıklı bir gerginlikle yaklaşacaklardır: “Edebiyata medebiyata gerek yok, başımız ağrımasın yeter”. Peki öyleyse, başımız sağolsun!

Hukuk dünyamızda ise “edebiyat yapma!”nın muadilinin ona pek benzeyen “felsefe yapma!” olduğu kanısındayım...

Spinoza Teolojik Politik İnceleme’de ifade özgürlüğünü “felsefe yapma özgürlüğü” diye adlandırır. Buna göre “felsefe yapanlar”, geleneksel felsefenin dışında, hurafenin etkisinden kurtularak kanılarını belirtenlerdir. Halkımızın söylenenleri kafa karıştırıcı ve sıkıcı bulduğunda savurduğu “bana felsefe yapma!” tehdidi, tam da, Spinoza’nın geleneksel felsefenin yanında “hurafeden bağımsız beyan” anlamında kullandığı bu “felsefe”yi, yani ifade özgürlüğünü hedef alır; “kafamı ütüleme!” diyerek...

Hukukçular da “bazen” felsefe sözcüğünü, Spinoza’nın bu tanımına uygun bir çerçevede kullanırlar. Hukuka ilişkin kuramsal çalışmalarda siyaset kuramına, tarihe, sosyolojiye[4], antropolojiye yapılan göndermeler bile, “ara sıra”, gayrı meşru yoldan “felsefe” yapıldığı suçlamasıyla karşılaşır. Dahası, disiplinin sınırlan dışına taşan böyle küstah ve pervasız girişimler bir yana, salt hukuki bir çerçeveyle sınırlanmış kuramsal çalışmaları bir yeraltı “felsefe”si sayanlar çıkar. Felsefe bir düşmandır da, felsefeciler üzülmesin, gerçek felsefeyle ilgisi yoktur düşmanın[5]. Düşman düşler ve düşüncelerdir. Her türlü zihinsel çabaya “aman! pişmiş aşa su katılmasın, başımıza iş açılmasın” diye yaklaşanlar varsa eğer, onların paranoyak genel tepkisi olduğu kanısındayım bunun: “Bize ukalalık etme!"

Şeylerin tek gerçek nedeni olmasa bile, kamu hukuku/özel hukuk ayranının da kuramsal altyapı eksikliğini “bir ölçüde” meşrulaştırdığını söyleyebilirim:

Hukukun “çaresizce pozitivizm”den ibaret olduğunu sanan, sonra da bunu uygulanır hale getiren “bir kısım” hukukçular, sözkonusu ayrımın sağladığı kolaylıktan yararlandılar ve kuramsal konuların salt kamu hukuku alanına girdiği inancını yerleştirdiler. Böylece kamu hukuku ya da özel hukuk alanında her dalın öncelikle “Hukuk Nedir?" sorusuna cevap arayan bir altyapıya ihtiyacı olduğu gerçeğini gözardı ettiler. Öte yandan da kuramsal olan her şeyin hukuk açısından boş, yararsız, spekülatif olduğuna karar verdiler (Spekülatif sözcüğü pratik bir kaygı taşımadan herhangi bir konu üzerinde derin derin düşünmeye ilişkin olanı anlattığına göre, “spekülasyon yapma!" buyruğu üstüne de derin derin düşünmeliyiz). Kaldı ki, kamu hukukçuları da kendi dallarının kompartımanları arasında birinden ötekine geçerek ilerlerken ama tren yerinde dururken, bu altyapı malzemesini geride bıraktılar. Kuramsal olanın kaçınılmaz olarak hor görüleceği bu ortamda, sözde “felsefe” yapan hukukçular kendi kendilerini üretme konusunda kan kaybına uğradılar. Neredeyse ait oldukları daldan utanır oldular. Öğretenler ve öğrenenler bu çerçeveye uyan rolleri hemen benimsediler. Kuramsal diye damgalanan[6] dersler öğrenciler için soyut bir angaryaya dönüştü. Öğreticiler de bu derslerin hocası oldukları için herkesten özür dileyecek duruma geldiler. Beceriksizlikleri ya da iyi hukukçu olmayışları yüzünden buraya geldikleri yüzlerine öylesine çok vuruldu ki, sonunda dudaklarına fermuar çekip dilsizleştiler. Başka türlü de olamazdı, Spinozaca “felsefe yapma” imkanının yok edildiği bir ortamda... Orada bin çiçek açmaz.

Bunları anlatıp, hukuk kuramına ilişkin olanın önemine değindikçe kıvrım kıvrım kıvranıp “felsefe bu, hukukla ne ilgisi var canım!” diye sorar hukukçuların “bazıları”. Israr edilirse, karşılık şiddetli olabilir:

Oyunun adı: “Hukukçunun Canhıraş Feryadı”

İlk ve son sahne

Birinci sınıf hukukçu: Bana felsefe yapma! ikinci sınıf hukukçu.

İkinci sınıf hukukçu: Estafirullah kıymetin birinci sınıf hukukçu, haddim değil zaten, felsefe farklı bir formasyon gerektirir, hukuk kuramını felsefe diye takdim edersem felsefeden olduğu kadar hukuktan da bihaber olduğumu göstermiş olurum, felsefe falan değil bu, hukukun her dalını ilgilendiren kuramsal altyapı...

Birinci sınıf hukukçu: Konuşma lan!

(Birinci sınıf hukukçu süpürgesiyle kafasına vurarak ikinci sınıf hukukçuyu kovalarken perde iner, alkışlar yükselir...)


[1] Güncel Hukuk, Ocak 2011, İstanbul.

[2] Yığınlar bir yana, en becerikli insanlar bile susmayı bilmez. İnsanlann ortak kusuru, sessiz kalmalan gerektiğinde bile, niyetlerini başkalarına açmalarıdır. Ama tam da bu nedenle, insanın düşündüğünü söyleme ve öğretme özgürlüğünü yasaklayan bir yönetim, görülebilecek en baskıcı yönetim olacaktır. Tersine, kişiye bu özgürlüğü bağışlayan yönetim de ölçülü bir yönetim olacaktır. İnsanlara düşüncelerini açıklama özgürlüğü verilmelidir. Düşünceyi açıklamak kendiliğinden iyi bir şey olduğu için değil. Bu çoğunlukla düpedüz gevezelik de olabilir. Ama insan tutkulu bir yaratık olarak gevezedir, konuşmadan yapamaz. Öyleyse, burada, ifade özgürlüğü bu tabiat üstüne ve onu korumak için inşa edilecektir. Özgürlüğün temeli, insanın erdemleri, yüceliği, kusursuzluğu değil, tam tersine, onun tutkulu bir varlık olmasıdır. Açıklanan düşünceler, özlerinde iyi olduklan için değil, toplumun yararı için korunurlar. Spinoza’nın ısrarla belirttiği gibi, düşünceye karşı hoşgörü, sosyal barışın temellerini sağlamlaştıracağı için gereklidir.

[3] Başlangıçta pejoratif bir anlam taşımayan bu sözcüğün “halk” (demos) ve “yönlendirme” (ago) sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluştuğunu, daha sonra halkı çeşitli çıkarlar ardında kandırarak yönlendirme anlamı kazandığını, olur olmaz “demagoji yapma!” diyenlerin bilgi darağacım genişletmek için, bir not olarak düşüyorum sayfa dibine.

[4] Sosyoloji’den kurtulmak ne mümkün! Bir bakmışsınız, Duguit adlı bir hukuk kuramcısı kuramını bütünüyle Durkheim’m sosyolojik öğretisine dayandırıvermiş.

[5] Gerçek “Felsefe”den kurtulmak da mümkün değil ne yazık ki! İki yüzyıldır modern hukuk sistemi -bana kalırsa olumsuz anlamda- genelde Kantçı bir öze sahip. Ama Kant’ı bilmeden Kantçı olanlar Kant’ın ne dediğini bilselerdi belki o kadar Kantçı olmazlardı.

[6] Böyle bir şey yoktur, ama vardır: Yani tüm kamu hukuku derslerinden değil, hukuk felsefesi, sosyolojisi, metodolojisi, antropolojisi, tarihi, genel kamu hukuku gibi derslerden söz ediyorum.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe