Atatürk'ün İnanç Dünyası
Savaş Tanrıseven
Atatürk dedi ki: "Bizim dinimiz,
milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da
Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini korumalarını
emrediyor. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. Eksiksiz
dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor
1923"
Bir bilgenin 'Siperlerde inançsız asker olmaz' sözü, biz askerleri çok iyi
ifade eder. Çatışmanın zor şartlarını yaşarken, hiçbir çarenin kalmadığı
hallerde insan bir yerlere sığınmak, bir yerlerden yardım bulmayı diler.
Savaşçılar bunu çok iyi bilir ve böyle zor anları yaşamak hiç de kolay
değildir. Unutulmamalıdır ki kendisi de bir savaşçı olan Atatürk, bunu pek
çok kereler muharebe meydanlarında yaşayan, büyük zorluk ve mücadelelerle
geçen yaşamı boyunca inancını hiç kaybetmeyen bir insandır.
Gerek Atatürk'ü yakından tanıyan kişilerin aktardıkları bilgiler, gerekse
Atatürk'ün hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde Atatürk'ün
materyalist, din karşıtı olması bir yana, aksine inançlı, samimi bir
Müslüman olduğu açıkça görülecektir. Atatürk'ün sağlam bir inanca ve din
bilgisine sahip olduğu, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda açıkça
kendini göstermektedir.
Atatürk; Türk insanının yaşadığı dinin gerçek İslam'dan uzak, hurafeler ve
batıl inançlar üzerine kurulu olduğunu ve aslından uzaklaştırılmış bu dinin,
Türkiye'yi hızla karanlığa doğru götürmekte olduğunu görüyordu. Bu gidişi
durdurmanın tek çaresi vardı. O da, hurafeleri, batıl inançları içinde
barındırmayan, Atatürk'ün 'akla, fenne, ilme uygun...' (1) dediği, dinin
özünü teşkil eden Kuran'ın ve gerçek İslam'ın halka anlatılması idi.
Geliniz Atatürk'ün bu konuda söylediklerini kendisinden nakledelim.:
*
'Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz
kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i
karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için,
kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok
kıymetli gerçeklerini, olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte
gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.' (2)
*
'Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde
neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu
kitapta neler olduğunu Türk anlasın' (3)
*
'Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe
olmalıdır.' (3)
*
'Türk insanı Kuranı kendi ana dili ile okursa daha dindar ve de asıl
benimsediği dinin yüceliğini derinden ve şuurla kavramış olacaktır.' (4)
*
'Türk milleti Arapça öğrenmedikçe asırlardır ne yaptığını, ne yapacağını
bilmeksizin, adeta bir kelimesinin bile anlamını bilmediği halde, beyni
sulanmış hafızlara döndüler. Biz kuranı duvarlara asmış, ancak tören olarak
okuyoruz, musiki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp
davranışlarımızı geliştirmek için ise, başkalarının bize anlattıklarına
bağlanıyoruz.'(5)
*
'Arapça yazılmış olan kuran; Türkler için tekrarlanan, fakat anlamını
bilmediğinden dolayı, ses ve nağmeden öte işlevi olmayan bir kitap
görünümündedir. Türk halkı kuranın anlamını da öğrenmelidir. Bu husus hüküm
sürmekte olan pek çok hurafe ve geleneğin dinle ilgisi bulunmadığının
farkına varılmasını sağlayabilir. Kuranı bilen anlayan Türk halkı, çeşitli
çıkar çevrelerince kolay kolay aldatılıp yönlendirilemez. Bu, taklide dayalı
dindarlıktan bilinçli dindarlığa geçişin temeli olacaktır.'(5) diyordu.
Kuran'ın pek çok ayetinde 'Ben Kuran'ı düşünün, ibret alın diye .. ' (Kamer
17, 23, 32, 40, Taha 113, Nur 60, Sad 29, Yunus 3), 'Biz onu manasına akıl
erdiresiniz diye ...'(Yusuf 2, Zuhruf 3), 'Biz Kuranı anlayıp, nasihat kabul
etsinler diye...' (Ed-duhan 58, Nur 1, 34), 'Bu kitabı her şeyi açıklayan,
doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı olarak indirdik (Nahl 89)
diyen ilahi emre rağmen, Atatürk'ten 70 sene sonra hala Kuran kursu adı
altında, hiçbir şeyden haberi olmayan o küçücük yavrulara kuranın anlamı ve
ne dediği yerine, nasıl Arapça okunacağını öğretmeye çalışanların acaba
amaçları nedir?
Atatürk'e göre Kuran'ın gönderiliş amacı; insanlara bilgi vermek ve onların
davranışlarını yönlendirmektir. Başka kişilerin anlatımlarına bakanlar,
Kuran'ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış
geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kuran'ı düşünmek, ibret
almak ve ders almak için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar.
Atatürk Kuran'ın, halkın kendi dinini daha iyi öğrenmesi, anlaması ve
tanıması için Türkçe'ye çevrilmesini istemiştir. Çünkü bir insanın
anlamadığı, bilmediği şeye tam ve içten inanması zordur. Yüz yıllarca
rivayet ve hurafeler din olarak insanlara anlatılıp dayatılınca, bunun doğal
sonucu olarak kuran da bir kenara atılmıştır.
Atatürk, Kuran'da yer alan ve İslam dininin esasını teşkil eden bilgi ve
öğretilerle, evrende hakim olan kanunların aynı kaynağa dayandığını
söylemektedir. Hem dini gönderenin hem de evrendeki kanunları düzenleyenin
yüce Allah olduğunu belirtmekte, inanç ve akıl dengesini 'İnsana aklı veren
de dini gönderen de Allah'tır. Dolayısıyla Allah'ın buyrukları onun verdiği
akla aykırı olmaz' demek suretiyle vurgulamaktadır. (5)
İnsana verilen akıl etme, keşfetme güdüsü ve icat etme yeteneği insanı
sürekli ilerlemeye motive eder. Kuran'a göre Allah'ın yarattığı her şey
sürekli bir gelişim içerisindedir. Atatürk, tarihin ilk çağlarından günümüze
kadar insanlığın bir gelişim içerisinde olduğunu, tıpkı bir çocuk gibi evre
evre gelişip günümüze ulaştığını belirtir. Atatürk'e göre insanlık, bilgi ve
kültür bakımından artık belli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Allah'ın, bu
gün artık ileri düzeye ulaşmış insanlığa gönderdiği dinin, akla ve bilime
aykırı olması düşünülemez. Bilimin ışığında ilerlemek dine aykırı değildir.
Batı bilimsel ilerlemenin sağladığı teknolojik kazanımlar sayesinde İslam
dünyası karşısında üstünlük sağlamış, siyasi ve ekonomik başarılar elde
etmiştir.
Atatürk, 'Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu
ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir
edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur;
biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin
menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dindir. Eğer
bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son
din olmazdı' demiştir. (5) İslam'da bilime verilen önem Kuran'da da açıkça
belirtilmektedir. Kuran ayetlerinde Allah; insanları düşünmeye, incelemeye
ve araştırmaya çağırır. (Bakara Suresi, 164. Ayet)
Atatürk, her şeyi Allah'tan bekleyen anlayışı doğru bulmaz. Tövbe suresinin
14. ayeti 'Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin..'
demektedir. Ayette de açıkça görüldüğü gibi; insan ve toplum bir konuda
üstüne düşen görevleri yerine getirdikten, güç ve imkanlarını sonuna kadar
kullandıktan sonra neticeyi Allah'tan beklemek durumundadır. Atatürk,
insanın gücü dahilinde, imkanı dahilinde olan iş ve durumlar hakkında
gerekli araştırma, düşünme ve değerlendirmeleri yaptıktan sonra eyleme
geçmeyi önerir. İnsani gerekleri yerine getirmeden, Allah'tan bir şey
beklemenin yanlışlığına dikkati çeker.
Atatürk, İslam aleminin içinde bulunduğu acınacak duruma da değinmekte;
'Ehli İslam'ın duçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette bir çok müsebbibi
vardır. Alem-i İslam hakikat-i diniye dairesinde Allah'ın emrini yapmış
olsaydı, bu akıbetlere maruz kalmazdı. Allah'ın emri çok çalışmaktır. Büyük
dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor'.(5) diyerek,
Müslümanların maruz kaldığı yıkımın ve içine düştükleri yoksunluğun en
önemli sebebinin yeterince çalışmamak olduğunu ifade etmektedir.
Kuran insanları bilime teşvik ederken, bunun tam aksine zamanla Müslümanlar
İslam'dan uzaklaşmış, İslamın altın çağının sonu olan 1100'lerden itibaren
akıl ve bilimsel çalışmalar bir kenara bırakılarak, salt ibadete ve hatta
saptırılmış inanca dayanır hale gelinmiştir. Bu dönem Müslümanların kuran
dininden uzaklaşıp, genellikle bidat ve hurafelere inanmaya başladıkları,
ölülerden, şeyh, ermiş ve benzeri unvanları kendinden menkul kişilerden
medet umdukları dönemdir. İslamın içine düşürüldüğü bu acıklı durumu çok iyi
gören Atatürk, Türkleri ve İslamiyet'i çağdaş medeniyetle yüz yüze getirmiş,
hem Türkiye hem de İslam dünyasında yeni bir çığır açmıştır.
Atatürk, gittiği her yerde hoca ve imamlarla din-kuran konusunda sohbet
edip, Arapça metinlerin Türkçe anlamları hakkında sorular sorardı. Bir Konya
gezisinde, Cuma namazında Arapça okunan hutbeyi dinleyen Atatürk'ün, daha
önce karşılaşıp konuştuğu Hacı Hüseyin Ağa ile aralarında şöyle bir konuşma
geçer:
- 'Hutbeden ne anladın hacı, doğruyu söyle'
- 'Ne anlayayım oğlum; okuyorlar, biz de dinliyoruz. Ben cahil adamım. Tabii
anlayan anlar. Sizler anlarsınız.'
- 'Ben de anlamıyorum.'
- 'Nasıl anlamazsın? Geçen gelişinde Elham'ın, Kulhü'nün manasını bana
verdin. O günden beri düşündükçe hep ağlarım. Hocalara gidip; haydi düşün
önüme, sizi paşaya imtihan ettireceğim dedim. Bak korkudan yanına
yanaşamadılar, gelemediler'. (6)
Atatürk Edirne ziyaretinde Selimiye Camii'nin içini dolaşırken, mihrapla
büyük avizenin arasında durarak yukarıdaki yarım kubbenin üzerinde Arapça
yazılı olan ayeti okuyarak müftüye sorar. 'Hocam bu ayet Tevbe suresi 18'
nci ayet değil mi?' der. Müftüden 'Evet paşa hazretleri' cevabını aldıktan
sonra müftüye 'Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?' diye sorar.
Hocanın doğru cevabı üzerine teşekkür edip 'Evet bende öyle biliyorum' (7)
der. Hat sanatının ağdalı uygulamasıyla kubbeye yazılı ayetin hem
Arapça'sını ve hem de Türkçe anlamını bilecek kadar İslam konusunda
birikimli bu büyük, bu güzel insana 'Dinsiz, din düşmanı ...' diyenlerin,
her halde Allah katında verecekleri hesapları olacaktır.
Atatürk inançlı bir insandı. Büyük Millet Meclisi'nin 23 Nisan 1920 Cuma
günü açılmasını emretmiştir. Bu açılışın 21 Nisan 1920'de tüm Türkiye'ye
gönderilen bildirgesi, bildirgeyi bizzat kaleme alan Atatürk'ün, samimi
inancını açıkça gözler önüne seren tarihi bir belge niteliğindedir:
1. Allah'ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara'da
Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2. Vatanın bağımsızlığı...... ve kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri
olan Meclisin açılış gününü, Cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün
kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı
Bayram Camii'nde Cuma namazı kılmak, Kuran ve namazın nurlarından
faydalanmaktır...
3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde,
vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif
okunacaktır. Hatmin son kısımları Cuma namazından sonra Meclis binası önünde
tamamlanacaktır....
Atatürk'ün din konusundaki samimiyetini ve dinine olan bağlılığını ortaya
koyan diğer bir tarihi delil de, onun çıktığı bir yurt gezisi sırasında
Balıkesir'de 7 Şubat 1923 tarihinde Zağanos Paşa Camii'nde bizzat vermiş
olduğu hutbedir. Atatürk, Allahın birliği ve büyüklüğünden, Peygamberimiz
Allah tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve Resul oluşundan
bahzettikten sonra: Efendiler! Hutbe demek halka hitap, yani söz söylemek
demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım
manalar ve mefhumlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi irad eden hatiptir. Yani söz
söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanında hutbeyi
kendileri verirlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz gerekse Hulefay-ı Raşidin'in
hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, söyledikler şeyler, o günün
meseleleridir. O günün askeri, idari, mali, siyasi ve içtimai konularıdır.
Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdır. O da milletin reisi olan
zatın halka doğruları söylemesi ve halkı aydınlatması, halkı umumi ahvalden
haberdar etmesi son derece ehemmiyetlidir. Çünkü herşey açık söylendiği
zaman halkın dimağı faaliyet halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve
milletin zararına olan şeyleri reddederek, şunun veya bunun arkasından
gitmeyecektir... (5)
Şüphesiz Atatürk; tarihin şahit olduğu en büyük komutan ve devlet
adamlarından biridir. Bunu tüm dünya kabul etmektedir. Atatürk'ü, askeri
dehasının ve devlet adamı vasfının yanısıra insan olarak da ön plana
çıkartan birçok önemli özelliği vardır. Tevazuu, hoşgörüsü, barışçı ve
uzlaşmacı kişiliği, duygusallıktan uzak akılcı yapısı, ahlak anlayışı,
dinine karşı olan hassasiyeti, kararlılığı, temizlik ve bakımına, sanat ve
estetiğe verdiği önemi bunlar arasında sayabiliriz. Bu özellikler
incelendiğinde; Atatürk'ün ahlakının pek çok yönüyle Kuran ahlakı ile uyum
içinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Atatürk'ün yakın arkadaşı, TBMM'nin
Gaziantep mebusu Kılıç Ali Paşa, Atatürk'ün müşfik, anlayışlı ve kibar
kişiliğini şöyle özetlemiştir:
- Atatürk, çok müşfik, çok ince, çok vefakar bir insandı. Vefasızlara,
vefasızlıklara karşı son derece gücenir ve üzüntü duyardı. Yakınlarının,
sevdiklerinin hususi, hatta ailevi dertlerini dinler, adeta bir baba
şefkatiyle onlara çareler arar, onları teselli ederdi. İnsan onun huzuruna
çıkarak dertlerini döktükten sonra rahatlar, kalbi huzur dolarak büyük bir
ferahlık içinde yanından çıkardı. (Bakara Suresi 263. Ayet). (8)
- Atatürk; çok sabırlı bir insandı. Bazen sofrasında, kendisiyle davetlileri
arasında, mebuslarla, arkadaşlarıyla mücadele şekline dökülen öyle
münakaşalar olurdu ki, onun müsade ve müsamahasından cüret alınarak
gösterilen taşkınlıklara sabır ve tahammül gösterebilmek için, ancak ve
ancak Mustafa Kemal olmak lazımdı. (Enfal Suresi 66., Bakara Suresi 177.,
Ali imran Suresi 186., 200., Nahl Suresi 126. ve 127. Ayetler). (8)
- Atatürk iki yüzlü, riyakar, dalkavuk insanlardan hoşlanmazdı. Hiç kimsenin
gammazlık etmesine, yahut birbiri aleyhinde dedikodu yapmasına müsamaha
etmezdi. Böyle bir hal vukua geldiği takdirde, ilk fırsatta o iki insanı
yüzleştirirdi. (Hümeze Suresi 1. Ayet). (8)
- Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri de, yaşadığı çağın çok ötesinde
bir dehaya ve başarılarla dolu bir yaşama sahip olmasına rağmen, son derece
mütevazi ve alçak gönüllü olmasıydı.
- Atatürk'ün istişare, yani farklı insanların görüşlerini alma konusuna
verdiği önem bir kaynakta şöyle anlatılır: 'O, harikulade zekasına, büyük
görüş kuvvetine, hadiseleri tahlil derinliğine dayanmakla beraber,
başkalarının fikir ve mütalaalarına da kıymet verirdi. Onun en kuvvetli
tarafı, belkide en büyük kudreti, istişare etmesini bilmesi ve istişareler
sonunda kendi eşsiz mantığını hadiselere hakim kılmasıydı.' (Şura Suresi 38.
Ayet). Atatürk bu özelliğini şu cümlelerle özetlemiştir: 'Ben diktatör
değilim.. Çünkü, ben zoraki ve insafsız davranmayı bilmem. Ben kalpleri
kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.'(8)
Atatürk kendini yetiştirmeye çok önem veren, sürekli okuyan, yeni fikirlere
açık, nezih bir kişiliğe sahip, giyimine dikkat eden, kuvvetli ve zinde bir
insandı. Bulunduğu mekanların düzen ve tertibi konusunda da titizlik
gösterirdi. Sofra, yobaz kesimin içki alemleri yapıldığı iddealarının
aksine, Atatürk'ün karar ve düşüncelerinin adeta mihrak noktası,
müdavimlerinin ise feyz kaynağı idi. Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen,
Atatürk'ün sofrasını şöyle anlatır: 'Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa'nın
sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri
değildi. O, bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya sorunlarının,
yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar
Türk Ulusu'nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu
sofra... Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra.' (9)
Atatürk'ün tavır ve davranışları, Allah'ın bir çok ayette insanlara
emrettiği Kuran ahlakına uygun bir davranış tarzıdır. Kuran'ın binlerce
ayeti incelendiğinde; şefkat, merhamet, ince düşünce, vefa, sabır,
dürüstlük, yalan söylememe, affetme, bağışlama, alçak gönüllülük, tevazu,
hoşgörü, adil olma, iftira, fitne-fesat, arkadan konuşmama, yardım sever
olma ve çok çalışma gibi birçok özelliğin insanlar tarafından sahip olunması
gereken hasletler olduğu görülür. Allah bizden Kuran da belirttiği bilgili,
çalışkan, iyi ahlaklı, dürüst, yardımsever, başkalarının hakkına saygılı ve
erdemli insanlar olmamızı istiyor. Bu gün İslam dünyasının en büyük sorunu,
dini sadece ibadet etme olarak anlama ve yapma noktasına indirgemiş
olmalarıdır. Sadece namaz kılarak ve oruç tutarak İslam dininin gereklerini
yerine getirileceği ve cennete ancak ibadet ederek gidileceği cahil halk
kitlelerine empoze edilmektedir. Halbuki Atatürk'ün belirttiği gibi Kuran
böyle söylememektedir. Kuranın istediği insan modeli ile şu andaki
hurafeleri, batıl itikadı, örfü, gelenekleri din zanneden insan modeli
arsında uçurumlar vardır. Atatürk işte bunun için 'Türk Kuran'ın arkasında
koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve
bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu
Türk anlasın. Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran,
Türkçe olmalıdır' demektedir.
İşte tam burada ortaya çıkan çarpıcı gerçek veya sorun; okumuş, tahsilli,
aydın ve Atatürk'çü kesimin Kurana uzak kalmaları, onun gerçek muhtevasından
haberdar olmamalarıdır. Biz Atatürk'ün yaptığı ve istediği gibi Kuran
konusunda, din konusunda bilgili ve donanımlı olmak yerine, bilgisiz ve
cahil kaldığımız müddetçe meydan yobaz ve yarı cahillerin uydurmalarına
kalmakta, hiç kimse de 'hayır, yanlış, o öyle değil, Kuran'da bu konuda
şöyle denmektedir' diye karşı çıkıp konuşamamakta hatta kaçmaktadır. Şu
gerçek çok iyi bilinmelidir. İslam dininin kurallarını yalnız ve yanlız
Allah, o da kuran'da yazıldığı şekilde koymuştur. Kuran'da yazmayan,
Peygamberimizin uygulamalarında olmayan hiçbir kuralı şu veya bu kimse, şu
veya bu şekilde din olarak ileri süremez. Böyle bir davranış, o kişinin
kendisini din kuralı belirleyicisi (Allah) yerine koyması demektir ki, bu da
hiç kimsenin harcı değildir.
Atatürk, inançlı kişiliğinin bir göstergesi olarak din adamlarına karşı da
her zaman samimi bir şekilde davranmış ve hürmetkar olmuştur. Dolmabahçe
Sarayı ve Çankaya Köşkü'ne hafızları çağırtarak sık sık Kuran okutmuş,
ayetler üzerinde incelemelerde bulunmuş ve hafızlarla meal ve tefsir
konularında fikir alış verişinde bulunmuştur. Cumhuriyetin ilk Diyanet
İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, bu konuyu şöyle anlatır: 'Ata'nın huzuruna
girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, Paşam beni
mahçup ediyorsunuz dediğim zaman, Din adamlarına saygı göstermek
Müslümanlığın icaplarındandır' buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için
kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.
Sabiha Gökçen: 'Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri
ile meşguldu. Bir süre ayakta bekledim, birden derin bir iç geçirdi ve
'Allah' dedi. (O bunu sık sık tekrarlardı) Atatürk hakkında evvelce çok
şeyler duymuştum, bu tesirle olacak, bir hayli şaşırdım. O'nun ağzından
Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Ata'nın yüzüne
şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki; 'Sen dindar mısın?' diye sordu. Ben
de ailemden aldığım din terbiyesiyle 'Evet, dindarım' dedim ve bu cevabımı
nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna
gitmişti. 'Çok iyi... Allah büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak
lazımdır.' dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım
ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata bütün söylenenlerin
hilafına inançlı bir insandır. (9)
Yukarda Atatürk'ü tanıyan ve çok yakınındaki kişiler tarafından ifade edilen
bütün bu konuşmalardan; Atatürk'ün dinine bağlı, İslamiyet hakkında geniş ve
zengin bilgisi olan bir lider olduğunu anlıyoruz. Konuşmalar dikkatlice
tahlil edildiğinde, onun din anlayışının çağının mevcut birikiminin çok
ötesinde olduğunu görüyoruz. Dini taassubun çok yaygın olduğu, din adına
softaların halk üzerinde tesir ve nüfuz elde ettikleri, Osmanlı'dan kalma
medrese geleneğinin hala direnç gücüne sahip olduğu bir dönemde yukarda
detaylarıyla vermeye çalıştığımız fikirleriyle Atatürk, her alanda olduğu
gibi din alanında da çağdaş görüşlere sahip olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü
onun 1920'lerin koşullarında 400 yıl şeriatla, şeyhülislamla ve fetva ile
idare edilmiş bir ülkede söyledikleri, aradan bunca yıl geçtikten sonra
bugün ülkemizin ileri gelen ilahiyatçılarının bir çoğu tarafından İslam'ın
sahih yorumu olarak ileri sürülmektedir. (10)
Peki bu insanlar Atatürk'ten ne isterler? Neden onu din konusunda karalama
ihtiyacı duyarlar? ..... Çünkü Atatürk hiçbir zaman dine karşı olmamıştır.
Pek çok konuşmasında halkımızı dinimizi öğrenmeye çağırmış, 'Bizi yanlış
yola sevk edenler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve
temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi
okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden
fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.'(5)
demiştir. Onun mücadele ettiği şey; din maskesi altında insanların
sömürülmesi, dini kullanarak kendine makam, mevki ve çıkar sağlayarak dini
yozlaştıranlardır.
Geliniz incelememizi gene onun kendi sözleriyle bitirelim. 'Araplar,
topraklarına üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük
iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler.
Aslında bu bizim ahlak ve insanlık benliğimizi, hiçbir devirde bir
peygambere muhtaç olmayacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdiri ve
tasdiğidir.' (5)
REFERANSLAR:
1 Sadi Borak, Atatürk ve Din, s. 36-37 (Rönesans, Aralık 1991, s. 61)
2 İzmir, 3 Şubat 1923, Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları, s. 46
3 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 (A. Gürtaş, s. 41)
4 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, İstanbul 1977 (A. Gürtaş, s. 41)
5 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri,
6 Mehmet Önder, 'Atatürk Konya'da', s.76-77
7 Atatürk ve Edirne (http:/ /www.edirneden.com/goster.php.)
8 Atatürk'ün Bazı Hususiyetleri, Yaşar Semiz.
9 Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Sabiha Gökçen, s. 55
10 'İslam Nasıl Yozlaştırıldı' Prof. Yaşar Nuri Öztürk.
11 Atatürk'ün Kuran Kültürü, Yrd.Doç.Dr. Abdurrahman Kasapoğlu