Herkes korkar... korkmak zorunda. Hayat öyle ki, buna mecbur kalınıyor. Ve
korkusuz olan insanlar, cesurlaşarak korkusuz olmaz; çünkü cesur insan
sadece korkusunu bastırmış insandır, aslında korkusuz değildir.
Bir insan korkularını kabullenerek korkusuz olur. Bu bir cesaret sorunu
değildir. Konu sadece hayatın gerçeklerini görmek ve bu korkuların doğal
olduğunun farkına varmaktır. Onları kabullenmektir!
Korku ve suçluluk duygusu aynı şey midir?
Korku ve suçluluk duygusu aynı şey değildir. Kabullenilen korku özgürlüğe
dönüşür; inkar edilen, reddedilen, lanetlenen korku suçluluk duygusuna
dönüşür. Eğer korkuyu durumun bir parçası olarak kabul edersen...
Durumun bir parçasıdır. İnsan bir parçadır, çok küçük, minik bir parçadır;
bütün ise engindir. İnsan bir damladır, çok küçük bir damladır; bütün ise
dev bir okyanus. Bir titreme başlar: "Bütün içinde kaybolabilirim; kimliğim
kaybolabilir." Bu, ölüm korkusudur. Bütün korkular ölüm korkusudur. Ölüm
korkusu ise yok olma korkusudur.
İnsanın korkması, titremesi doğaldır. Eğer bunu kabullenirsen, hayatın bir
gerçeği olduğunu söyleyebilirsen, eğer bütün olarak kabullenirsen, titreme
anında durur ve korku -korkuya dönüşmüş olan enerji - serbest kalır ve
özgürlüğe dönüşür. O zaman, eğer damla okyanusta kaybolsa bile, onun hâlâ
orada olduğunu bileceksin. Aslında, okyanusun tamamına dönüşecek. O zaman
ölüm nirvana'ya dönüşür, o zaman kendini kaybetmekten korkmazsın. O zaman
İsa'nın şu sözünü anlarsın: "Eğer hayatını kurtarırsan, onu kaybedersin ve
eğer onu kaybedersen, kurtarırsın."
Ölümün ötesine gitmenin tek yolu ölümü kabullenmektir. O zaman kaybolur.
Korkusuz olmanın tek yolu korkuyu kabullenmektir. O zaman enerji serbest
kalır ve özgürlüğe dönüşür. Ama eğer onu lanetlersen, bastırırsan, korktuğun
gerçeğini gizlersen - eğer kendine bir zırh oluşturursan, kendini korumaya
alır, savunmaya çekilirsen - o zaman suçluluk duygusu oluşuyor.
Bastırılan her şey suçluluk duygusu yaratır; yasak olan her şey suçluluk
duygusu yaratır; doğaya karşı olan her şey suçluluk duygusu yaratır. O zaman
başkalarına yalan söylediğin, kendine yalan söylediğin için suçluluk duygusu
hissetmeye başlarsın. Eğer kabullenirsen ve bu konuda bir çabaya girmezsen
-yapacak bir şey yok- o zaman özgürlüğe dönüşür, korkusuzluğa dönüşür.
Kendine çirkin, yanlış, günahkar olduğunu söyleme. Lanetleme. Sen neysen
osun. Suçlu olma, suçluluk duygusu hissetme. Eğer yanlış olan bir şey varsa
bile, yanlış olan sen değilsin. Belki yanlış davranmış olabilirsin ama bu,
varlığının yanlış olduğu anlamına gelmez. Bazı hareketler yanlış olabilir
ama varlık her zaman doğrudur.
Sürekli başkalarını kendimin önemli ve güçlü olduğuna ikna etmeye
çalıştığımı fark ettim. Bunun nedenleri üzerinde meditasyon yaptım ve bence
nedeni korku.
Ego her zaman korkudan ortaya çıkar. Gerçekten korkusuz bir insanın egosu
olmaz. Ego bir korumadır, bir zırhtır. Korktuğun için şöyle ya da böyle bir
insan olduğun intibası yaratmaya çalışıyorsun, hım? Bu sayede kimse cesaret
edemez... aksi halde korkarsın, bu temelde korku. Güzel! Durumu derinden ve
doğru tahlil etmişsin. Temel nedeni gördüğün zaman ise, her şey kolaylaşır.
Aksi halde insanlar egoyla mücadele içine giriyor... ve asıl sorun ego
değil. Yani o zaman bir semptomla savaşıyor olursun, gerçek hastalıkla
değil. Gerçek hastalık korkudur. Egoyla savaşmaya devam edebilirsin ve
hedefi ıskalamış olursun çünkü asıl düşman ego değil, o sahte bir şey.
Kazansan bile, bir şey kazanmış olmazsın. Ve kazanman mümkün değil; sadece
gerçek bir düşman alt edilebilir, aslında varolmayan sahte bir düşman değil.
O bir aldatmacadır. Çirkin gördüğün bir yarayı kapatmak için üstüne bir süs
eşyası koymak gibidir.
Bir keresinde bir film yıldızının evinde kalıyordum ve beni tanıştırmak
istediği birçok kişiyi davet etmişti. Orada bir aktris vardı ve çok güzel,
kocaman bir kayışı olan harika bir saati vardı. Yanında oturan biri ona saat
hakkında sorular sormaya başladı ve kadın endişelendi. Ben sadece
izliyordum. Adam saati görmek istiyordu... ama kadın saatini çıkarmak
istemiyordu. Adam ısrar etti ve sonunda kadın çıkarmak zorunda kaldı. O
zaman sorunun ne olduğunu anladım. Büyük, beyaz bir leke vardı, cüzzam
lekesi. Cüzzam lekesini o harika saatin kayışı altında gizliyordu. Şimdi
açığa çıkmıştı... terlemeye ve endişelenmeye başladı.
Ego da aynen böyledir. Korku vardır ama kimse korkusunu göstermek istemez,
çünkü eğer korktuğunu gösterirsen, seni daha fazla korkutmak isteyen
insanlar sıraya girecektir. Derin bir korku yaşadığını öğrendikleri zaman,
herkes sana tekme atmak isteyecektir. Seni aşağılamak hoşlarına gider,
kendilerinden daha zayıf birini bulmuşlardır. İnsanlar istismardan hoşlanır,
o insana tekme atmak ister...
O yüzden korku dolu her insan, bu korkunun etrafında büyük bir ego yaratır
ve bu ego balonuna hava pompalamaya devam edip durur. Zamanla bu balon çok
büyür. Adolf Hitler, Ugandalı diktatör İdi Amin... bu tip insanlar çok
şişirilmiştir. O zaman başkalarını korkutmaya başlar. Başkalarını korkutmaya
çalışan herkesin aslında derin bir korku yaşadığını bilmelisin, yoksa neden
çabalasın? Ne anlamı var? Korkmayan biri neden seni korkutmak için çaba
harcasın?
Korku dolu insanlar rahat olabilmek için başkalarını korkutur. Artık ona
dokunamayacağını, onun sınırlarına adım atamayacağını bilir.
İyi görmüşsün... Bu da tam böyle bir durum. O yüzden egoyla savaşma. Bunun
yerine korkuyu izle ve onu kabullenmeye çalış. Bu çok doğal... hayatın bir
parçası. Onu saklamaya gerek yok; başka biriymiş gibi davranmaya gerek yok.
O korku orada... Bütün insanlar korku doludur. Bu, insanlığın bir
parçasıdır. Onu kabullen ve onu kabullendiğin an ego kaybolacaktır. Çünkü o
zaman egonun orada olması için bir gerek kalmaz. Egoyla savaşmak işe
yaramaz; korkuyu kabullenmek ise anında etki edecektir. O zaman bilirsin:
Evet, bu sonsuz evrende o kadar küçüğüz ki; korkmamak mümkün mü? Ve hayat
ölümle çevrilmiştir; korkmamak mümkün mü? Her an yok olabiliriz, küçük bir
şey ters giderse yok oluruz; korkmamak mümkün mü? Kabullendiğin vakit korku
zamanla yok olacaktır çünkü bir anlamı yok. Onu kabullendin, kanıksadın...
Hepsi bu!
Onu gizlemek için bir şeyler yaratmaya kalkışma. Ona karşı bir şey
yarattığın zaman sadece üstü örtülür. Ben sana korku hissetmeyeceksin
demiyorum; sadece korkmayacağını söylüyorum. Korku hâlâ orada olacak ama sen
korkmayacaksın. Anlıyor musun? Korkmak demek korkuya karşı olmak demektir:
orada olmasını istemiyorsun ama orada.
Onu kabullendiğin zaman... Ağaçlar nasıl yeşillerle doluysa, insanlık da
korku dolu. O zaman ne yapacaksın? Ağaçlar saklanmıyor. Herkes bir gün
ölecek. Korku, ölümün gölgesidir. Onu kabullen!
Yalnız başımayken içimdeki bazı dizginleri bırakıp insanları sevebileceğimi
hissediyorum ama onların bulunduğu ortama girdiğim an bütün kapılarım
kapanıyor.
Gerçek insanları sevmek zordur çünkü gerçek bir insan senin beklentilerini
gerçekleştirmeyecektir. Böyle bir amacı yok. O, bir başkasının
beklentilerini gerçekleştirmek için yaşamıyor, kendi hayatını yaşamak
zorunda. Ve ne zaman sana karşı olan ya da senin duygu, düşünce ve
varlığınla uyum içinde olmayan bir alana kayarsa bu sevgi zorlanıyor.
Sevgiyi düşünmek çok kolaydır. Sevmek çok zordur. Bütün dünyayı sevmek çok
kolaydır. Asıl zor olan tek bir insanı sevmektir. Tanrı'yı ya da insanoğlunu
sevmek çok kolaydır. Asıl sorun gerçek bir insanla karşılaştığın zaman
yaşanır. Onunla birlikte yürümek için büyük değişimler geçirmek, büyük
mücadeleler vermek zorundasın.
O senin kölen olmayacak ve sen de ona köle olmayacaksın. Asıl sorun da
buradan kaynaklanıyor. Eğer sen bir köle olacaksan, ya da o köle olacaksa
ortada bir sorun yok. Asıl sorun kimsenin bu dünyaya kölelik yapmak için
gelmemiş olması. Kimse köle olamaz. Herkes özgür bir bireydir... bütün
varlık özgürlükten oluşur. İnsan özgürlüktür.
Unutma... bu gerçek bir sorun, senin şahsınla ilgili bir şey değil. Sorun,
sevgi olgusuyla ilgilidir. Bunu şahsi bir soruna dönüştürme yoksa çok
zorlanırsın. Herkes az ya da çok aynı sorunla karşılaşmak zorunda. Sevgide
zorluk yaşamamış tek bir insanla bile karşılaşmadım. Bunun sevgiyle bir
ilgisi var, sevgi dünyasıyla.
İlişkinin kendisi seni sorun çıkartacak durumlara getiriyor; ve onları
yaşamak iyidir. Doğu'da, insanlar bu zorlukları görüp kaçmayı tercih etti.
Sevgilerini inkâr etmeye, reddetmeye başladılar. Sevgisiz oldular ve buna
kimseye bağlanmamak dediler. Zamanla cesetlere dönüştüler. Sevgi Doğu'da
neredeyse tamamen kayboldu ve sadece meditasyon kaldı.
Meditasyon, kendi yalnızlığında kendini iyi hissetmen anlamına gelir.
Meditasyon sadece kendinle ilgilendiğin anlamına gelir. Tek başına bütün
çemberini tamamladığın için, onun dışına çıkmadığın anlamına gelir. Tabii
sorunlarının yüzde doksan dokuzu çözülür; ama çok büyük bir bedel
karşılığında. Artık daha az sorunlu olacaksın. Doğu insanı daha az endişeli,
daha az gergindir; neredeyse kendi iç mağarasında, gözleri kapalı, korunmuş
bir şekilde yaşar. Enerjisinin hareket etmesine izin vermez. Kapalı bir
devre olur; küçük bir enerji kendi varlığı içinde dolaşır ve o mutlu olur.
Ama bu mutluluk biraz ölü. Mutluluğu bir kutlama, bir coşku değil.
Buna en fazla "mutsuzluk değil" diyebilirsin. Ancak olumsuz bir şeyle
kıyaslayarak konuşabilirsin. Bir hastalığın yok diye kendini sağlıklı ilan
etmek gibi. Ama bu, gerçek sağlık sayılmaz. Sağlığın olumlu bir tarafı
olmalı, varlığıyla ışıldamak; o sadece hastalıksız olmak değil. Bu açıdan
bakınca ölü bir beden bile sağlıklı sayılır: çünkü hasta değil.
O yüzden bizler Doğu'da sevgisiz yaşamaya çalıştık, dünyayı terk ettik; bu,
sevgiyi bırakmak demek. Kadını, erkeği, sevginin filizlenebileceği her
olasılığı bırakmak demek. Jaina rahipler, Hindu rahipler, Budist rahipler
yalnızken bir kadınla bile konuşamazlar; bir kadına dokunmaları yasaktır,
yüz yüze gelmelerine bile izin verilmez. Bir kadın gelip bir şey sorduğu
zaman gözlerini yere indirmek zorundadırlar. Kazara kadını görmesinler diye
burunlarının ucuna bakmak zorundadırlar. Çünkü kim bilir, bir şeyler
olabilir... ve insan sevginin ellerinde neredeyse çaresizdir.
İnsanların evlerinde kalmazlar. Sevginin yeşermesi, bağlanmak mümkün olmasın
diye bir yerde uzun süre kalmazlar. O yüzden sürekli dolaşır, seyahat eder
ve kaçınırlar; bütün ilişkilerden kaçınırlar. Belirli bir dinginlik
niteliğine ulaşmışlardır. Kaygısız, telaşsız insanlardır ama mutlu, coşkulu
değillerdir.
Batı'da ise tam tersi olmuştur. İnsanlar sevgi üzerinden mutluluk aramış ve
çok büyük sorunlar yaratmıştır. Kendileriyle olan bağlantılarını
kaybetmişlerdir. Kendilerinden o kadar uzaklaşmışlardır ki, nasıl geri
döneceklerini bilmiyorlar. Yolun nerede olduğunu, yuvalarının nerede
olduğunu bilmiyorlar. O yüzden kendilerini anlamsız, yuvasız hissedip, bu
kadınla, şu erkekle daha fazla sevgi çabası içine giriyorlar...
Heteroseksüel, homoseksüel, otoseksüel. Her türlü yolu deniyorlar ve yine
boşluk hissediyorlar çünkü sevgi tek başına mutluluk verebilir ama içinde
bir dinginlik olmaz. Ve mutluluk varken dinginlik yoksa, yine eksik olan bir
şey olur.
Dinginlik olmadan mutluluk, bir ateş, bir heyecan olur... anlamsız bir
tantana. Bu havale durumu sende o kadar büyük bir gerginlik yaratır ki,
sonucunda ortaya bir şey çıkmaz; sadece delice bir kovalamaca. Ve bir gün
bütün bu çabalarının temelsiz olduğunu fark edersin çünkü sen diğerini
bulmak için koşturuyorsun ama daha henüz kendini bulamamışsın.
Bu iki yol da başarısız olmuştur. Doğu başarısız oldu çünkü sevgi olmadan
meditasyonu denedi. Batı başarısız oldu çünkü o da meditasyon olmadan
sevgiyi denedi. Benim tüm çabam sana bir sentez vermek, bütünü göstermek...
Bu da, meditasyon artı sevgidir. İnsan tek başınayken mutlu olabilmeli, aynı
zamanda insanlarla birlikteyken de mutlu olabilmeli, insan iç mutluluğa
sahip olabilmeli ve aynı zamanda yaşadığı ilişkilerde de mutlu olmalı. İnsan
hem içinde güzel bir yuva kurabilmeli, hem de dışında. Evini çevreleyen
güzel bir bahçe ve aynı zamanda güzel bir yatak odan olmalı. Bahçe, yatak
odasının karşıtı değildir; yatak odası da bahçenin karşıtı değildir.
O yüzden meditasyon bir iç sığınak, bir iç tapınak olmalı. Ne zaman dünyanın
sana biraz fazla geldiğini hissedersen, tapınağına adım atabilirsin. Kendi
iç varlığında yıkanabilirsin. Kendini gençleştirirsin. Yeniden doğmuş gibi
olursun; yine canlı, taze, genç ve yenilenmiş olursun, yaşamak, varolmak
için. Ama aynı zamanda insanları sevebilmeli, sorunlarla
karşılaşabilmelisin. Çünkü güçsüz, sorunlarla yüzleşemeyen bir dinginlik,
dinginlik sayılmaz, pek bir şey ifade etmez.
Sadece sorunlarla karşılaşan ve dingin kalmayı başarabilen bir dinginlik
arzu edilebilir bir şeydir.
Sana bu iki şeyi söylemek istiyorum: Önce meditasyonla başla; çünkü
varlığının en yakın merkezinden başlamak her zaman için iyidir ve bu da
meditasyondur. Ancak burada takılıp kalma. Meditasyon hareket etmeli,
filizlenmeli, yeşermeli ve sevgiye dönüşmeli.
Endişe etme, bunu bir soruna çevirme; bu bir sorun değil. Sadece insani bir
şey; çok doğal. Herkes korkar... korkmak zorunda. Hayat öyle bir şeydir ki,
insan korkmak zorunda. Ve korkusuz olan insanlar, cesurlaşarak korkusuz
olmaz; çünkü cesur bir insan, korkusunu bastırmıştır, aslında korkusuz
değildir. İnsan ancak korkularını kabullenerek korkusuz olur. Bu bir cesaret
meselesi değil. Sadece hayatın gerçeklerini görmek ve bu korkuların doğal
olduğunu fark etmektir. İnsan kabullenir.
Sorun çıkmasının nedeni senin onları reddetmek istemen. Sana çok egoist
idealler öğretildi: "Cesur ol." Ne saçmalık! Aptalca! Zeki bir insan
korkularından nasıl uzak durur? Eğer aptalsan, herhangi bir korkun olmaz. O
zaman otobüs şoförü kornaya basar durur ve sen yolun ortasında durmaya devam
edersin, korkmadan. Ya da bir boğa üzerine doğru gelirken, sen öylesine
durursun; korkmadan. Ama aptalsın. Zeki bir insan kenara atlamak zorundadır.
Eğer müptelası olur ve her çalının altında yılan aramaya başlarsan, o zaman
bir sorun var demektir. Eğer yolda hiç trafik yokken bile korkuyor ve kenara
atlıyorsan, o zaman bir sorun var demektir; aksi halde korku doğaldır.
Sana korkularından kurtulacaksın dediğim zaman hayatta hiçbir korku
olmayacak demiyorum. Sadece korkularının yüzde doksanının hayal gücünün bir
ürünü olduğunu göreceksin. Yüzde onu gerçektir ve insan onları kabullenmek
zorundadır. Ben insanları cesur yapmam. Onları daha duyarlı, hassas ve
farkında yaparım ve onların farkındalığı yeterlidir. Korkularını birer
basamak olarak kullanabileceklerinin farkına varırlar. O yüzden endişe etme,
tamam mı?
Korkunun içeriği nedir? Her zaman bir köşenin arkasında ama onunla yüzleşmek
için döndüğüm zaman, sadece bir gölgeden ibaret. Eğer bir özü yoksa,
üzerimde nasıl bu kadar güçlü bir etki yaratabiliyor?
Korku, gölgen kadar maddi olmayan bir şeydir, ama vardır. Gölge de vardır;
maddi değildir, negatiftir ama yok değildir. Ve bazen gölge seni derinden
etkileyebilir. Ormanda karanlık çökerken, kendi gölgenden korkabilirsin.
Issız bir yerde, yalnız başına yürürken, gölgen yüzünden koşmaya
başlayabilirsin. Koşman gerçektir, kaçma çaban gerçektir ama nedenin özünde
bir şey yoktur.
Bir halatı yılan zannedip kaçabilirsin; ama eğer dönüp yakından bakıp
gözlemlersen, bu aptallığına gülersin.
Ama insanlar korkunun varolduğu yerlere girmekten korkar. İnsanlar en fazla
korkudan korkar çünkü korkunun varlığı bile seni temelden sarsar. Ama
temelin sarsılması gerçektir. Korku, bir rüya, bir kabus gibidir. Kabustan
sonra uyandığında, kabusun etkileri hâlâ devam eder. Nefes alıp vermen
değişmiştir, terlersin, vücudun titremeye devam eder, sana sıcak basmıştır.
Onun sadece bir kabus olduğunu bilirsin, gerçek olmayan bir şey olduğunu
bilirsin ama bunun varlığının özüne ulaşması bile zaman alır. Bu arada özü
olmayan rüyanın etkileri devam eder. Korku bir kabustur.
Bana soruyorsun: "Korkunun içeriği nedir?" diyorsun. Korkunun malzemesi
insanın kendi varlığına yabancı olmasıdır. Sadece tek bir korku vardır;
birçok yoldan kendini açığa vurur, bin bir ayrı suratı vardır ama temelinde
korku tektir: "Özümde, ben olmayabilirim." Ve aslında bir anlamda olmadığın
doğru.
Tanrı var, sen yoksun. Ev sahibi yok, konuk var. Bu şüphe yüzünden - ve bu
çok geçerli bir şüphe - içine bakmıyorsun. Varmış gibi rol yapıyorsun; eğer
içine bakarsan olmadığını bileceksin. Bu çok derin ve kolay anlaşılır bir
anlayıştır. Entelektüel değil varoluşçudur. İçinde, derinliklerinde
"Olmayabilirim. O yüzden bakmamakta fayda var. Dışarı bakmaya devam
edeceğim." duygusudur. En azından seni kandırıyor, "ben varım" yanılsamasını
devam ettiriyor. Ama bu "varlık" duygusu sahte olduğu için korku yaratır;
onu her şey yok edebilir, herhangi bir derin karşılaşma onu paramparça
edebilir. Sevgi onu parçalayabilir, bir ustayla tanışmak parçalayabilir,
ağır bir hastalık parçalayabilir, birinin ölümüne şahit olmak
parçalayabilir. Birçok şekilde parçalanabilir; çok kırılgandır. İçe
bakmayarak bir şekilde durumu idare ediyorsun.
Nasrettin Hoca bir tren yolculuğu yapıyormuş. Kondüktör bilet kontrolü için
gelmiş. Hoca bütün ceplerine, bütün çantalarına bakmış ama biletini
bulamamış. Terlemeye başlamış ve giderek daha fazla endişelenmiş. Kondüktör
dayanamayıp araya girmiş: "Bayım, ama ceplerinizden birine bakmadınız. Neden
oraya bakmıyorsunuz?"
Nasrettin Hoca hemen yanıtlamış: "Lütfen o cepten söz etme. Oraya
bakmayacağım. O benim tek umudum! Eğer o cebe bakarsam ve orada yoksa, o
zaman yok; o zaman kesinlikle yok. O cebe bakamam. Kusura bakma ama başka
her yere bakacağım; o cep benim güvencem, sonuna kadar orada olduğunu ümit
edebilirim. Oraya bilerek bakmadım ve bakmayacağım. Bileti bulsam da
bulmasam da, o cebe kesinlikle bakmayacağım."
Egoyla ilgili durum da böyle. İçine bakmıyorsun, orası senin tek umudun.
"Kim bilir? Belki orada." Ama eğer bakarsan, olmadığını anlayacaksın.
İçine bakmayarak, sürekli dışarı bakarak yarattığın bu sahte ego, korkunun
kökeni. Bakman gereken bütün o alanlardan korkarsın. Güzellikten korkarsın
çünkü güzellik seni içine çekecektir. Güzel bir gün batımına, bulutlardaki o
muhteşem renklere bakmaya korkarsın çünkü böyle bir güzellik seni içine
gönderir. Böyle bir güzellik düşünmeyi durdurur: Zihin o hayranlık anı
içinde nasıl düşüneceğini, neler öreceğini, nasıl dönüp duracağını unutur.
Zihinsel iç konuşma durur ve birden içeri girmiş olursun.
İnsanlar harika müzikten korkar, insanlar harika şiirlerden korkar, insanlar
derin ilişkiler kurmaktan korkar. İnsanların aşk ilişkileri vur-kaç
ilişkilerdir. Birbirlerinin derinliklerindeki varlıklarına inmiyorlar çünkü
diğerinin varlığına inmek korkutucudur, çünkü diğerinin varlık havuzu seni
yansıtır. Diğerinin varlığı olan o havuzun, o aynanın yansımasında kendini
bulamazsan, eğer ayna boş kalırsa, eğer hiçbir şey yansıtmazsa ne olacak?
İnsanlar sevgiden korkuyor. Sadece rol yapıyor, sevgi adına oyun oynamaya
devam ediyorlar. Meditasyondan korkuyorlar; meditasyon adı altında
yaptıkları, yeni düşünce tarzlarından ibaret. Maharişi Maheş Yogi'nin
Transandantal Meditasyonu budur. Ne meditasyondur, ne de transandantal, yani
deneyimüstüdür. Sadece bir mantra söylemekten ibaret. Mantra söylemek ise
sadece bir düşünce sürecidir; yoğunlaşmış bir düşünce. Bu yine yeni bir
araçtır, meditasyon yapmama aracı. İnsanlar Hıristiyan dualarını
tekrarlıyor, Müslüman dualarını tekrarlıyor, Hindu dualarını tekrarlıyor;
hepsi meditasyondan kaçınma yollarıdır. Unutma, bunlar meditasyon değil.
Zihin o kadar kurnazdır ki, meditasyon adına birçok sahte olgu yaratmıştır.
Meditasyon senin hiçbir şey yapmamandır, zihnin tamamen işlevini
durdurmasıdır. Zihnin bu işlememe durumu meditasyondur. Ne şarkı, ne mantra,
ne görüntü, ne konsantrasyon. İnsan sadece varolur. Bu varolma durumunda ego
kaybolur. Egoyla birlikte egonun gölgesi de kaybolur. Bu gölge korkudur.
Korku, en büyük sorunlardan biridir. Her insan bunu yaşamak ve belirli bir
anlayışa ulaşmak zorunda. Ego sana bir gün ölmen gerekebileceği korkusu
verir. Ölümün sadece başkalarının başına geleceğini düşünerek kendini
kandırırsın ve bir anlamda haklı olursun: bir komşu ölür, bir tanıdık ölür,
bir arkadaş ölür, eşin ölür, annen ölür; hep başkasının başına gelir, sana
değil. Sen bu gerçeğin arkasında gizlenirsin: Belki bir istisna olduğunu,
ölmeyeceğini düşünürsün. Ego seni korumaya çalışmaktadır.
Ama ne zaman biri ölse içinde bir şey titremeye başlar. Her ölüm, senin için
küçük bir ölümdür. Zil çaldığı zaman, kim için geldiğini sormak için bir
başkasını yollama, senin için çalıyor. Her ölüm senin ölümündür. Ağaçtan
kurumuş bir yaprağın düşmesi bile senin ölümündür. O yüzden kendimizi
korumaya devam ederiz.
Biri ölünce, ruhun ölümsüzlüğünden söz ederiz, ağaçtan bir yaprak düştüğü
zaman: "Endişe edecek bir şey yok. Yakında ilkbahar gelecek ve ağaç tekrar
yapraklanacak. Bu sadece bir değişiklik, üstündeki kıyafeti değiştiriyor."
deriz.
İnsanlar ruhun ölümsüzlüğüne bildikleri için değil korktukları için inanır.
Bir insan ne kadar korkaksa, ruhun ölümsüzlüğüne inanma olasılığı o kadar
yükselir; dindar olduğu için değil, korkak olduğu için. Ruhun ölümsüzlüğüne
inanmanın dinle bir ilgisi yoktur. Dindar bir insan "ben" olmadığını ve
ölümsüz olanın bunun dışındaki olduğunu bilir. Ama bu ölümsüzlüğün "benimle"
bir ilgisi yok. Bu "ben" ölümsüz değil, bu "benlik" ölümsüz değil. Bu
"benlik" geçicidir; bizim tarafımızdan üretilmiştir.
Korku sadece "benliğin" gölgesidir. Ve benliğin derinlikleri sürekli "ölümde
yok olacağım" duygusu içinde olduğu için... Temel korku ölüm korkusudur;
diğer bütün korkular sadece temel korkuyu yansıtır. Ve işin güzelliği ölümün
de ego kadar özde varolmayan bir şey olmasıdır. Ve bu iki özde varolmayan
şeyin arasında - ego ve ölüm arasında - korku bir köprü olur.
Korku iktidarsızdır, bir gücü yoktur. "Eğer bir özü yoksa, üzerimde nasıl bu
kadar güçlü bir etki yaratabiliyor?" diye soruyorsun. Sen ona inanmak
istiyorsun; gücü buradan geliyor. Sen kendi derinliklerine dalıp, iç
boşluğunla yüzleşmeye hazır değilsin. Onun gücü buradan geliyor. Aksi halde
iktidarsızdır, hiçbir gücü yoktur. Korkudan doğmuş hiçbir şey yoktur. Sevgi
doğum yapar, sevgi yaratıcıdır; korku iktidarsızdır.
Bay ve Bayan Smith yargıcın karşısına çıkartılmış.
"Bu heriften boşanmak istiyorum" demiş kadın.
"Ben de bu cadalozdan kurtulmak istiyorum" diye bağırmış adam.
Yargıç: "Kaç çocuğunuz var?"
Kadın: "Üç tane.”
Yargıç: "Neden bir yıl dahi evli kalıp bir çocuk daha yapmıyorsunuz? O zaman
dört çocuğunuz olur, her biriniz iki tanesini alır ve tatmin olursunuz."
Adam: "Evet ama ya ikiz olursa?"
Kadın: "Hah! Sen mi ikiz doğurtacaksın? Eğer ona güvenseydim, bu üç çocuk
bile olmazdı."
Korku tamamen iktidarsızdır. Hiçbir şey yaratmamıştır. Bir şey yaratamaz;
negatiftir. Ama bütün hayatını mahvedebilir, seni karanlık bir sis perdesi
gibi kuşatabilir, bütün enerjini sömürebilir. Senin herhangi bir derin
güzelliğe; şiir, sevgi, keyif, coşku ya da meditasyona yönelmene izin
vermez. Hayır, seni sadece yüzeyde tutar çünkü o ancak yüzeyde varolabilir.
O, yüzeydeki dalgalanmadır.
İçine dön, içine bak. Eğer boşsa, ne olmuş? O zaman bu bizim doğamız, o
zaman biz buyuz. İnsan neden boşluktan endişe etsin ki? Boşluk gökyüzü kadar
güzeldir. İç varlığın içsel bir gökyüzünden başka bir şey değil. Gökyüzü
boştur ama bu boşluk her şeyi içinde barındırıyor, tüm varoluşu, güneşi,
ayı, yıldızları, dünyayı, gezegenleri, her şeyi. Boşluk, her şeyin
varolabilmesi için gerekli alandır, varolan her şeyin arkasındaki dekordur.
Her şey gelip geçer ama boşluk baki kalır.
Bu da aynı şekildedir. Senin bir iç gökyüzün var; o da boşluk. Bulutlar
gelip geçer, gezegenler doğar ve yok olur, yıldızlar yükselir ve ölür ama iç
gökyüzü aynı kalır; bakir, dokunulmamış, sönükleşmemiş, zedelenmemiş. Biz bu
iç gökyüzüne sakşin, yani tanık deriz. Ve meditasyonun bütün amacı budur.
İçine gir, iç gökyüzünün keyfini çıkar. Unutma, orada ne görürsen sen o
değilsin. Düşünceler görürsen, o zaman düşünce değilsin; duygularını
görürsen, o zaman sen duyguların değilsin; hayallerini, arzularını,
anılarını, rüyalarını, projeksiyonlarını görürsen, o zaman onlar değilsin.
Görebildiğin her şeyi elemeye devam et. Sonra bir gün muhteşem an gelir, bir
insanın hayatındaki en önemli an, elenecek bir şey kalmadığı an. Görülen her
şey kaybolmuştur ve sadece bakan oradadır. O bakan da boş gökyüzüdür.
Bilmek, korkusuz olmaktır. Bilmek sevgi dolu olmaktır. Bilmek Tanrı
olmaktır, ölümsüz olmaktır.
Neden kendimi ortaya koymaktan hâlâ bu kadar korkuyorum?
Kim korkmuyor ki? İnsanın kendini ortaya koyması büyük bir korku yaratır. Bu
çok doğal, çünkü kendini ortaya koymak demek, zihninde taşıdığın çöpleri
açığa çıkarmak demektir; yüzyıllardır, birçok hayat boyunca biriktirmiş
olduğun bütün çöpleri. İnsanın kendini ortaya koyması demek bütün
zayıflıklarını, sınırlarını, hatalarını ortaya koyması demektir.
Bütün bu zihinsel çöpün ve gürültünün arkasında bir tam boşluk boyutu
vardır. İnsan Tanrısız boştur, insan Tanrısız sadece bir boşluktur, bir
hiçtir. İnsan bu çıplaklığı, bu boşluğu, bu çirkinliği gizlemek ister. Onu
güzel çiçeklerle kaplar, kapakları süsler. İnsan en azından bir şeymiş,
biriymiş gibi rol yapar. Ve bu durum sana özel bir şey değildir; bu,
evrenseldir, herkesin yaşadığı bir şeydir.
Kimse kendini bir kitap gibi açamaz. Korku hakim olur: "İnsanlar hakkımda ne
düşünür?" Çocukluğundan itibaren sana maske takman öğretilmiştir; güzel
maskeler. Güzel bir yüze sahip olmaya gerek yoktur, güzel bir maske
yeterlidir; ayrıca maskeler çok ucuz. Yüzünü dönüştürmek çok meşakkatlidir.
Yüzünü boyamak basittir.
Şimdi, birden gerçek yüzünü açığa çıkarmak seni varlığının özüne kadar
titretiyor. İçinde bir korku yükseliyor: İnsanlar beğenecek mi? İnsanlar
kabullenecek mi? İnsanlar seni hâlâ sevecek, sayacak mı? Kim bilir?...
Maskeni sevmişlerdir, karakterine saygı duymuşlardır, kıyafetlerini
övmüşlerdir. Şimdi bir korku yükseliyor: "Eğer birden çıplak kalırsam beni
hâlâ sevecekler mi, saygı duyup, takdir edecekler mi; yoksa hepsi benden
kaçacak mı? Belki sırtlarını çevirirler, yalnız kalabilirim."
O yüzden, insanlar rol yapmaya devam ediyor. Bu korkudan gösteriş çıkıyor,
bütün sahtelikler çıkıyor. İnsanın kendisi olabilmesi için korkusuz olması
gerekiyor.
Hayatın en temel yasalarından biri şudur: Bir şeyi gizlersen büyümeye devam
eder; bir şeyi ortaya koyarsan, eğer yanlışsa kaybolur, güneş altında
buharlaşır ve eğer doğruysa beslenip gelişir. Gizlediğin zaman tam tersi
olur. Doğru olan beslenemediği için ölmeye başlar; onun rüzgara, yağmura,
güneşe ihtiyacı vardır. Sunulan doğanın tamamına ihtiyacı vardır. Ancak
gerçekle büyüyebilir, gerçekle beslenir. Onu beslemeyi kesersen giderek
zayıflamaya başlar. Ve insanlar kendi gerçekliklerini aç bırakırken sürekli
sahteliklerini besliyor.
Senin sahte yüzlerin yalanlarla beslenir, o yüzden sürekli daha fazla yalan
icat etmeye mecbur kalırsın. Bir yalanı desteklemek için yüz tane daha büyük
yalan uydurman gerekir çünkü bir yalan ancak daha büyük yalanlarla
desteklenebilir. O yüzden bir maske arkasına saklandığın zaman gerçek ölmeye
başlar ve gerçek olmayan beslenip giderek şişmanlar. Eğer kendini açığa
çıkartırsan, gerçek olmayan ölür; ölmesi kaçınılmaz çünkü gerçek olmayan
yaşayamaz. Ancak gizlilikte, ancak karanlıkta varolabilir. Ancak
bilinçaltının tünellerinde kalabilir. Eğer bilinç seviyesine çıkartırsan
buharlaşmaya başlar.
Psikanalizin başarısındaki bütün sır budur. Çok basit bir sır ama
psikanalizin bütün sırrı budur. Bir psikanalist, bilinçaltında bulunanların,
varlığının karanlık alanlarında bulunan şeylerin, bilinç seviyesine
çıkmasına yardımcı olur. Onu yüzeye çıkartınca sen görebilirsin, başkaları
görebilir ve bir mucize olur: Onu görmen bile ölüm sürecinin başlangıcı
olur. Ve eğer onu bir başkasına ifade edebilirsen - psikanalizde yaptığın
budur; kendini açıklıkla psikanalistine gösterirsin - tek bir kişiye açılmak
bile senin içinde büyük değişimler yaratmak için yeter. Ama bir psikanaliste
açılmak bile kısıtlı bir olaydır: Sadece tek bir kişiye açılmış durumdasın,
hem de çok özel bir görüşmede, söylediklerini başkasına açıklamama şartıyla.
Doktorun, psikanalistin, terapistin mesleğinin bir parçası bu. Ettiği yemine
göre kimseye bir şey söyleyemez ve sır olarak saklar. Yani bu çok kısıtlı
bir açılmadır ama yine de yardımcı olur. Mesleki bir açılmadır ama yine de
yardımcı olur. O yüzden de yıllar sürer; birkaç gün içinde yapılacak bir şey
psikanalizde yıllar sürer; dört yıl, beş yıl. O zaman bile psikanaliz
tamamlanmış olmaz. Dünyada psikanalizinin tamamlanmış olduğu bir hasta
yoktur. Süreç asla tamamlanmaz, asla bitmez. Psikanalistlerin psikanalizleri
bile tam olarak bitmemiştir; çünkü açılma şartlara bağlı ve son derece
sınırlıdır. Psikanalist seni sanki dinlemiyormuş gibi dinler çünkü kimseye
söylemeyecektir. Bu bile çok yardımcı olur, üzerinden büyük bir yük alır.
Eğer kendini dini açıdan açabilirsen - özel bir görüşmede bir profesyonele
değil, tüm ilişkilerinde açılabilsen - sannyasin'lik işte budur. Kişisel
psikanalizdir. Her gün, günde yirmi dört saat analizdir. Her durumda herkese
yapılan psikanalizdir: eşinle, dostunla, akrabanla, düşmanınla, yabancıyla,
patronla, hizmetçiyle. Yirmi dört saat açılırsın.
Eğer açılmaya devam edersen... En başta çok korkutucu olacaktır ama bir süre
sonra güçlenmeye başlayacaksın çünkü bir kere gerçek açığa çıktıktan sonra
güçlenir ve gerçek olmayanlar ölür.
Gerçek güçlendikçe, temelin kök salmaya başlar, özüne dönebilirsin. Bir
birey olmaya başlarsın; kişilik kaybolur ve bireylik ortaya çıkar.
Kişilik yapmacıktır, bireylik ise öze dayanır. Kişilik sadece bir
aldatmacadır, bireylik ise senin gerçeğindir. Kişilik dışarıdan empoze
edilir; o bürünülmüş bir kişiliktir, bir maskedir. Bireylik ise senin
gerçeğindir... Tanrı'nın seni yarattığı şekildir. Kişilik bir toplumsal
komplikasyondur, toplumsal bir ciladır. Bireylik ise hamdır, çılgındır,
kuvvetlidir ve inanılmaz bir gücü vardır.
En başlangıçta korku olacaktır. O yüzden bir ustaya ihtiyaç duyulur, en
başta elini tutabilsin diye, en başta sana destek verebilsin diye, en başta
seninle birkaç adım atsın diye. Usta bir psikanalist değildir; bir
psikanalisttir ve daha da fazlasıdır. Psikanalist bir profesyoneldir, usta
bir profesyonel değildir. İnsanlara yardım etmek onun mesleği değil
yeteneğidir. Bu onun sevgisidir, gönlüdür. Bunu gönülden yaptığı için sana
ancak ihtiyacın olduğu yere kadar eşlik eder. Artık tek başına
gidebileceğini hissettiği zaman onun ellerinden kayıp gittiğini fark
edersin. Sen ona yapışmak istiyor olsan da, o buna izin veremez.
Hazır olduğun zaman; cesur, gözüpek olduğun zaman; gerçeğin özgürlüğünü
tattığın, kendi gerçeğini açma özgürlüğüne ulaştığın zaman artık kendi
başına yol alabilirsin. Kendi yolunu aydınlatabilirsin.
Ama korku çok doğal çünkü çocukluktan itibaren sana sahtecilik öğretilmiştir
ve sahte olanla, yapmacık olanla o kadar özdeşleşmişsin ki, onu bırakmak
intihar etmek gibi bir şey olur. Korku hissedersin çünkü büyük bir kimlik
bunalımı yaşamaya başlarsın.
Elli yıldır, altmış yıldır belirli bir tür insan olmuşsun. Soruyu soran kişi
altmışına yaklaşıyor olmalı... altmış yıldır belirli bir tür insan olmuşsun.
Şimdi hayatının son döneminde, o kimliği çöpe atıp kendini sıfırdan tanımaya
başlamak korkutucudur. Ölüm her geçen gün biraz daha yaklaşıyor; yeni bir
derse başlamanın zamanı mı? Tamamlamayı başaracağın ne malum? Kim bilir?
Belki eski kimliğini kaybedersin ve yeni kimliğine ulaşmak için gerekli
zamanın, gerekli enerjin, gerekli cesaretin yoktur. Peki bir kimliğin
olmadan mı öleceksin? Hayatının son dönemini kimliksiz mi geçireceksin? Bir
kimliğe sahip olmadan yaşamak delilik olur; kalp çekinir, kalp geri adım
atar. "Birkaç gün daha böyle gitmek iyidir. Eskiyle, tanıdık olanla, güvenli
ve uygun olanla yaşamak daha iyidir" diyebilirsin. Bu konuda çok
deneyimlisin. Çok büyük bir yatırım yaptın, o kişiliğe altmış yılını verdin.
Bir şekilde bugüne kadar geldin, bir şekilde kim olduğuna dair bir fikir
geliştirdin ve şimdi ben sana "O fikri çöpe at çünkü o sen değilsin."
diyorum!
Kendini öğrenmek için bir fikre gerek yok. Hatta bütün fikirlerin
bırakılması gerekir; ancak o zaman kim olduğunu bilebilirsin.
Korku doğaldır. Onu kınama ve yanlış bir şey olduğunu düşünme. O sadece
toplumsal eğitimimizin bir parçasıdır. Onu kabullenip ötesine geçmeliyiz,
onu kınamadan ötesine geçmeliyiz.
Yavaş yavaş açıl... Üstesinden gelemeyeceğin adımlar atmana gerek yok; adım
adım git, zaman tanı. Ama bir süre sonra gerçeğin tadını almayı öğreneceksin
ve daha önceki altmış yılı boş yaşamış olduğunu hissedip şaşıracaksın. Eski
kimliğin kaybolacak ve yepyeni bir kavrayışa sahip olacaksın. Yeni bir
kişilik olmayacak ama yeni bir görüş, yeni bir bakış, yeni bir perspektif
olacak. Artık "ben" dediğin zaman, bu sözcük bir şeyi simgelemeyecek;
kullanışlı olduğu için kullanacaksın ama her zaman o sözcüğün bir anlam, bir
öz, bir varoluş değeri taşımadığını biliyor olacaksın; bu "ben" sözcüğün
arkasında bir okyanus gizli olduğunu bileceksin. Sonsuz, engin, ilahi bir
okyanus.
Bir daha başka bir kimliğin olmayacak; eski kimliğin gitmiş olacak ve ilk
kez olarak kendini Tanrı okyanusunda bir dalga gibi hissedeceksin. Bu bir
kimlik değil çünkü sen içinde değilsin. Sen yok oldun, Tanrı'nın içinde
eridin.
Eğer sahte olanı riske edebilirsen, gerçek senin olabilir. Ve buna değer
çünkü sadece sahte bir şeyi riske edip gerçeğe sahip olacaksın. Hiçbir şey
riske etmeden her şeye sahip olacaksın.
Kendimden sıkıldığımı ve hiçbir heyecan hissetmediğimi keşfettim. Kendimizi
olduğumuz gibi kabullenmemizi söylediniz. İçimde bir heyecan olmadığını
bilerek hayatı kabullenemiyorum. Ne yapacağım?
Duyduğuma göre insanı gevşetmeyen yeni bir tür sakinleştirici varmış; insanı
dürtüyor, geriyormuş.
Onu dene! Dene, dene ve bir kere daha dene; Amerikalı ol!... Ama üç kereden
fazla deneme. Dene, tekrar dene, bir kere daha dene ve sonra dur. Çünkü
aptallığı sürdürmenin bir anlamı yok.
"Kendimden sıkıldığımı keşfettim..." diyorsun.
Bu harika bir keşif. Evet, çok ciddiyim! Çok az insan sıkıldıklarının
farkındadır; ve aslında onlar sıkılıyor, hem de çok. Bunu kendileri dışında
herkes biliyor. İnsanın sıkıldığını bilmesi çok güzel bir başlangıç; ancak
bazı şeylerin anlaşılması gerekiyor.
İnsan, sıkıntı hisseden tek hayvandır; bu çok büyük bir ayrıcalıktır,
insanlık gururunun bir parçasıdır. Sen hiç canı sıkılmış bir buffalo gördün
mü? Ya da bir eşek? Onlar sıkılmıyor. Sıkılmak, sadece yaşam tarzının yanlış
olduğu anlamına gelir; o yüzden çok büyük bir fırsattır: "Sıkılıyorum ve bu
konuda bir şeyler yapmak gerekiyor, bir dönüşüm gerekli" anlayışı
oluşabilir. O yüzden sıkıntı hissetmenin kötü bir şey olduğunu düşünme; bu
iyi bir işaret, iyi bir başlangıç, hayırlı bir başlangıç. Ama orada durma.
İnsan neden sıkılır? İnsan sıkılır çünkü başkaları tarafından empoze edilmiş
ölü kalıplara göre yaşamaktadır. Bu kalıpları terk et, o kalıplardan çık!
Kendi hayatını yaşamaya başla.
Sadece gerçek insan sıkılmaz; sahte insanın ise sıkılması kaçınılmazdır.
Hıristiyan sıkılır, Jaina sıkılır, Parsi sıkılır, komünist sıkılır çünkü
hepsi hayatlarını ikiye bölüyor. Gerçek hayatlarını bastırıyor ve sahte bir
hayatın içinde rol yapmaya başlıyorlar. Sahte hayat ise sıkıntı yaratıyor.
Eğer gerçek hayatının gereklerini yerine getiriyorsan asla sıkılmazsın.
Üniversiteye gitmek için evden ayrıldığım zaman, ailem, babam, yakınlarım
benim bilim adamı olmamı istiyordu; bilim adamlığı çok iyi bir gelecek vaat
ediyordu. En azından bir doktor ya da mühendis olmamı istiyorlardı. Hemen
karşı çıktım. "Ben ne istiyorsam onu yapacağım çünkü sıkıcı bir hayatım
olsun istemiyorum. Bilim adamı olarak başarılı olabilirim - saygınlığa,
paraya, güce, itibara sahip olabilirim - ama içimdeki sıkıntıyı yok edemem
çünkü bu benim yapmak istediğim bir şey değil."
Çok şaşırdılar çünkü felsefe okumakta bir gelecek göremiyorlardı; felsefe,
üniversitelerin en az para kazandıran bölümüydü. Geleceğimi harcayacağımı
düşünüyorlardı ama istemeden de olsa kabullendiler. Ama sonunda
yanıldıklarını anladılar.
Olay para, güç ve itibar sorunu değil; önemli olan asıl senin ne yapmak
istediğin. Sonucu ne olursa olsun bunu yap ve sıkıntın kendiliğinden
kaybolacaktır. Başkalarının fikrini uyguluyor olmalısın, işleri başkalarının
doğru gördüğü şekilde yapıyor olmalısın, onların yapacağı şekilde yapıyor
olmalısın. Sıkıntının temel taşları bunlardır.
Tüm insanlar sıkılıyor çünkü tasavvufçu olacak biri matematikçi olmuş,
matematikçi olacak biri politikacı, şair olacak biri ise işadamı olmuş.
Herkes başka yerde; kimse olması gerektiği yerde değil. İnsan riske girmeli.
Eğer riske girmeye hazırsan sıkıntı anında yok olabilir.
Bana "kendimden sıkıldığımı keşfettim" diyorsun. Kendinden sıkılıyorsun
çünkü kendine karşı içten olmamışsın, kendine karşı dürüst olmamışsın, kendi
varlığına saygı duymamışsın.
"Heyecan hissetmiyorum" diyorsun. Nasıl heyecan duyacaksın? Heyecan sadece
yapmak istediğin bir şeyi yaparken hissedilir. Konu ne olursa olsun.
Vincent Van Gogh, resim yaparken çok mutluydu. Tek bir resmi bile satılmadı,
kimse onu takdir etmedi ve açtı, açlıktan ölüyordu. Kardeşi ona yemek
yiyebilmesi için her hafta az bir para veriyordu. Haftada dört gün oruç
tutar ve üç gün yemek yerdi. Dört gün oruç tutmak zorundaydı çünkü başka
türlü tuval, boya ve fırça için nasıl para bulacaktı? Ama o çok mutluydu;
büyük bir heyecan yaşıyordu.
Sadece otuz üç yaşındayken öldü; intihar etti. Ama onun intiharı bile senin
sahte hayatından çok daha iyidir çünkü resmini yapmak istediği şeyin resmini
tamamladıktan sonra intihar etti. En büyük arzusu bir günbatımı resmi
yapmaktı ve resmini bitirdiği gün bir mektup yazdı: "işim tamamlandı, tatmin
oldum. Bu dünyadan tatmin olmuş bir şekilde ayrılıyorum" dedi. İntihar etti
ama ben buna intihar demeyeceğim. O tam yaşadı, hayat mumunu her iki ucundan
çok büyük bir yoğunlukla yaktı.
Yüz yaşına kadar yaşayabilirsin ama hayatın sadece kuru bir kemik gibi
olabilir: Sadece bir ağırlık, ölü bir ağırlık. "Kendimizi olduğumuz gibi
kabullenmemizi söylediniz. İçimde bir heyecan olmadığını bilerek hayatı
kabullenemiyorum!" diyorsun.
Kendini kabullen dediğim zaman, yaşam kalıbını kabullen demiyorum; beni
yanlış anlamaya çalışma. Kendini kabullen dediğim zaman, başka her şeyi
reddet diyorum; sadece kendini kabullen. Ama sen beni kendine göre
yorumlamış olmalısın. Bu işler böyledir...
Bir Marslı uçan dairesiyle Manhattan'a inmiş ve dışarı çıkar çıkmaz bir
dilenci ona yaklaşmış ve "Bayım, bir onluk verir misin?" demiş.
Marslı sormuş: "Onluk nedir ki?"
Dilenci biraz düşünmüş ve yanıtlamış: "Haklısın, bir yirmi beşlik verir
misin?"
Benim söylediğim senin anladığın şey değil. Sana empoze edilmiş olan her
şeyi reddet; sana, kabullenme diyorum. Bilinemeyenden getirmiş olduğun özünü
kabullendiğin zaman bir şeylerin eksik olduğunu hissetmezsin. Kendini
şartsız kabullendiğin zaman, birden bir mutluluk patlaması yaşanır.
Heyecanın akmaya başlar ve hayat coşku dolu olur.
Bir adamın dostları onun öldüğünü sanmış ama adam sadece komadaymış.
Gömülmeden kısa bir süre önce hayat belirtileri göstermiş ve ona ölmenin
nasıl bir his olduğunu sormuşlar.
"Ölmek mi?" diye bağırmış. "Ben ölmedim ki. Neler olduğunun farkındaydım ve
ölmediğimi biliyordum. Çünkü ayaklarım üşüyordu ve karnım açtı."
Meraklananlardan biri sordu: "Peki bunlar senin hayatta olduğunu anlamana
nasıl yardımcı oldu?"
"Eğer cennette olsaydım karnım aç olmazdı, diğer yerde olsaydım ayaklarım
üşümezdi."
Ölü olmadığından emin olabilirsin: Karnın acıkıyor ve ayakların üşüyor.
Sadece kalk ve biraz koş!
Eğitimsiz ve görgü kurallarından haberdar olmayan yoksul bir adam, bir
milyonerin kızına aşık olmuş. Kız onu ailesiyle tanıştırmak için malikaneye
davet etmiş. Malikaneden, hizmetçilerden ve diğer bütün zenginlik
işaretlerinden adamın gözü korkmuş ama yine de bir şekilde rahat görünmeyi
başarmış... akşam yemeği saatine kadar. Dev yemek masasında otururken
şarabın etkisiyle gevşediği için, gürültülü bir şekilde osurmuş.
Kızın babası başını kaldırmış ve adamın ayakları dibinde yatan köpeğine
bakmış. Kızgın bir ifadeyle "Rover!" diye seslenmiş.
Yoksul adam köpeğin sorumlu tutulduğunu görünce rahatlamış ve o yüzden
birkaç dakika sonra tekrar osurmuş.
Ev sahibi tekrar köpeğe bakmış ve daha sert bir şekilde "Rover!" demiş.
Birkaç dakika sonra adam üçüncü kere osurmuş. Zengin adamın suratı öfkeyle
kırışmış ve bağırmış: "Rover, adam üzerine sıçmadan defol git buradan!"
Hâlâ vakit var; bugüne kadar yaşamış olduğun zindandan çık artık! Sadece
biraz cesaret yeter, biraz kumarbaz cesareti yeterli. Ve unutma, kaybedecek
hiçbir şey yok. Kaybedeceğin tek şey zincirlerin: sıkıntını kaybedebilirsin,
sürekli içinde varolan bu bir şeylerin eksik olduğu duygusunu
kaybedebilirsin. Kaybedecek başka ne var? Başkalarının bıraktığı tekerlek
izlerini takip etmeyi bırak ve kendi varlığını kabullen. Musa'ya, İsa'ya,
Buda'ya, Mahavira'ya ya da Krishna'ya karşı, kendini kabullen. Senin
sorumluluğun Buda'ya, Zaratustra'ya, Kabir'e ya da Nanak'a karşı değil; sen
sadece kendinden sorumlusun.
Sorumlu ol... "sorumlu" sözcüğünü kullandığım zaman lütfen onu yanlış
yorumlama. Ben görevlerden, sorumluluklardan söz etmiyorum, bu kelimeyi
gerçek anlamıyla kullanıyorum: gerçeğe tepki ver, sorumlu ol.
Çok sorumsuz bir hayat sürmüş, başkalarının senden beklediği her türlü
sorumluluğu yerine getirmiş olmalısın. Kaybedecek ne var? Sıkılıyorsun; bu
çok iyi bir durum. Heyecanın eksik, zindandan çıkmak için başka neyin
olmasını bekliyorsun? Zindandan dışarı atla ve bir daha geriye bakma!
Başkaları "Atlamadan önce iki kere düşün!" der. Ben şöyle diyorum: "Önce
atla, sonra istediğin kadar düşünürsün!"
Kendimi sanki aya inmiş gibi hissediyorum... korkunun ne olduğunu bilsem
korkmayacağımı düşünüyorum. Her şeyin olabileceği duygusuna sahibim... her
şeyin!
Bazen büyük bir korku vardır ve nedeni belirsizdir. Hiçbir nedeni, hiçbir
açıklaması yoktur. Belki de korkuyu yaratan budur. Bir neden olduğu zaman bu
nedeni çözebiliyorsun ve nedeni bildiğin zaman açıklama yapması kolay
oluyor. Analiz yapabiliyor ve yapışacak bir şey buluyorsun. Ancak korkunun
bir niteliği vardır - arada bir ortaya çıkar - ve nedensiz bir korku
yaşanır.
Bu, varoluşçuların angst dediği kaygı, varoluşçu korkudur... Ondan ya da
bundan değil ama varoluşun kendisinden korkmaktır. Varlık sürekli yoklukla
çevrilidir; varlık, yokluk içinde varolur. Varlık sanki yokluk okyanusu
içinde bir adadır. Varlık çok küçüktür ve yokluk engindir.
Olay sadece yokluğun bu enginliğidir. Ve bu devasa yokluğun ortasında minik
bir varlık. Korkunun başka hiçbir nedeni yoktur: Bu duygu insanın ayağının
altındaki toprağı almaya yeter. İnsan bir uçuruma düşmeye başlar ve belirli
bir neden tespit edemediği ve "bundan ya da şundan korkuyorum" diyemediği
için kaygı artar. Çünkü onu açıklayacak bir şey yoktur.
İnsanlar psikanalistlere aslında tedavi olmak için değil, mutsuzluklarının
nedenini öğrenmek için gidiyor. Ve psikanaliz çok yardımcı oluyor; ilaç
olduğu için değil, açıklama getirdiği için. İnsan açıklamayı bildiğini
düşündüğü zaman rahatlıyor. Artık her şey netleşmiştir. Artık kelimelere
dökebilir, üzerinde düşünebilir, mantık yürütebilir.
Yani bu durum arada bir herkesin yaşadığı bir durumdur. Ve insanın bunları
yaşaması iyidir; kaçınmanın bir anlamı yok. Eğer kaçınırsan bir fırsatı
kaçırmış olursun. Eğer bunu yaşamayı kabul edersen, en başta bir bunalıma
benzer ve çok tehlikelidir; sanki bütün bir geçmiş yok oluyormuş, insan
ölüyormuş gibi. Ama bir süre sonra insan, bu güvensizliğin içinde kendini
güvende hissetmeye başlar. İnsan yokluğun içinde gevşer ve bütün korku
kaybolur. Yani en başta bir bunalıma benzeyen şey sonunda bir duvarın daha
yıkılması anlamına gelir.
Bunu yaşa ve neden aramaya çalışma. Çünkü zihin çabalayacaktır. Zihin
sürekli "işte bu yüzden ya da şu yüzden korkuyorum" diyecektir. Aslında bir
nedeni yoktur. Her gece kırk, elli ya da altmış dakika bunun içine gir.
Odada sessizce otur ve engin yokluğun minik varlığını boğmasına izin ver.
Bırak varlık adan yokluk okyanusu içinde yok olsun. Bir hiç ol. Korkuyu
kabullen ve üzerine git. Çıktığın zaman çok taze, çok canlı ve korkusuz
olacaksın.
Korkusuz olmak için insanın korkuyu yaşayıp aşması gerekiyor. Ve bu tür bir
korkudan sonra sıradan bir korku bir şey yapmaz, değil mi? Erkek arkadaşının
seni bırakabileceği korkusu var. Bu da bir korku ama bu sıradan bir korku
çünkü birçok başka erkek arkadaş bulabilirsin; ciddi bir korku sayılmaz.
Yaşamak için yeterli paran olmayabileceği korkusu var ama insan her zaman bu
konuda bir şeyler yapabilir. Bu korkular çok önemsizdir, aslında özleri
yoktur. İnsanlar bu korkular içinde yaşıyor, o yüzden korkusuz olamıyorlar.
Ancak insan bu korkuyu yaşayıp aşmalıdır.
O yüzden bir açıklama bulmaya çalışma; çünkü yok. Sadece yaşa. İzle ve
mümkün olduğunca derinine gir. Korkuyla git ama git. Bütün korkuna rağmen
git. Ve ondan çok güzel bir şey çıkacak, ondan bir gül gibi bir şey doğacak.
Varlığın giderek daha fazla bütünleşecek. Eğer insan yokluğun meydan
okumasını kabul ederse, varlık bütünleşir. O yüzden endişe edecek bir şey
yoktur. Korku orada ve senin onu yaşaman gerekiyor.
BOŞLUK KORKUSU İÇİN MEDİTASYON
Her akşam uyumadan önce yirmi dakika gözlerini kapatıp içindeki boşluğu
hissetmeyi alışkanlık hale getir. Kabullen, bırak orada olsun. Korku
yükselir; bırak o da olsun. Korkuyla titre ama içinde doğmakta olan bu
boşluğu reddetme. İki ya da üç hafta içinde onun güzelliğini ve kutsallığını
hissetmeye başlayacaksın. Bu kutsallıkla temas ettiğin an korku
kendiliğinden kaybolacaktır. Onunla savaşmamalısın.
Diz çöküp yere otur ya da rahat ettiğin bir pozisyon al. Eğer başın öne
düşmeye başlarsa - ki başlayacak - buna izin ver. Neredeyse cenin pozisyonu
almış olacaksın, bebeğin rahimde olduğu pozisyon. Başın dizlerine dokunmaya
başlayacak, ya da yere. Buna izin ver. Kendi rahmine gir ve orada ol. Ne
teknik, ne mantra, ne de bir çaba; sadece orada ol. Orada olana alışmaya
çalış. Bu daha önce hiç bilmediğin bir şey. Zihnin kaygı duymaya başlar
çünkü o çok farklı ve bilinmeyen bir boyuttan gelmektedir. Zihin ne
yapacağını bilemez. Daha önce böyle bir şey tanımamıştır ve o yüzden
şaşkındır; onu kategorize etmek, etiketlemek istemektedir.
Ancak, bilinen zihin, bilinmeyen Tanrı'dır. Bilinmeyen asla bilinenin bir
parçası olamaz. Bilinenin bir parçası olduğu zaman, artık bilinmeyen Tanrı
değildir. Bilinmeyen, bilinmeyen olarak kalır. Onu tanısan bile, bilinmeyen
olarak kalır. Gizem asla çözülmez. Gizem, özünde çözülemez.
O yüzden her akşam o boşluğa gir. Korku olacak, titreyeceksin; bu da normal.
Ama zamanla korku azalacak ve sevinç ön plana çıkacaktır. Üç hafta içinde
bir gün aniden içinde büyük bir coşku yükseldiğini hissedeceksin, bir enerji
yükselmesi yaşayacaksın, varlığın o kadar güzel bir keyif yaşayacak ki,
sanki gece sona ermiş ve güneş ufukta belirmiş gibi hissedeceksin.
ESKİ KORKU KALIPLARINI YOK ETMEK İÇİN MEDİTASYON
Çocukken benimsemiş olduğum bir kalıbı hâlâ tekrarladığımı fark ettim. Ne
zaman ailem bana kızsa ya da olumsuz olduğunu düşündüğüm bir şey söylese,
içime kapanır, bir yere kaçar ve insanlar olmadan yaşayabileceğim, tek
başıma yaşayabileceğim fikriyle kendimi avuturdum. Şimdi, arkadaşlarıma da
aynı tepkiyi verdiğimi görmeye başladım.
Bu sadece kanıksanmış bir eski alışkanlık. Tam tersini yapmaya çalış. Ne
zaman içine kapanma duygusu hissetsen, kendini aç. Eğer gitmek istiyorsan,
gitme; eğer konuşmak istemiyorsan, konuş. Eğer tartışmayı kesmek istiyorsan,
kesme ve tam aksine her şeyinle devam et.
Korku yaratan bir durum yaşandığı zaman iki seçenek vardır; ya savaşırsın ya
da kaçarsın. Normalde küçük bir çocuk savaşamaz, özellikle geleneksel
ülkelerde. Amerika'da çocuklar öyle bir savaşır ki, anne ve babalar kaçar!
Ama eski ülkelerde, geleneksele bağlı olan ülkelerde - ya da geleneksel
bağların hâlâ çok güçlü olduğu ailelerde - bir çocuk savaşamaz. Tek yolu içe
dönmek, korunmak için kendi kabuğuna çekilmektir. Yani sen kaçma numarasını
öğrenmişsin.
Şimdi tek yapabileceğin şey, ne zaman kaçmaya çalıştığını hissedersen, orada
kal, inatçı ol ve var gücünle savaş. Sadece bir ay boyunca tersini dene ve
sonra duruma bakalım. Tersini yapabildiğin zaman sana her ikisini de
bırakmanı söyleyeceğim. İkisinin de bırakılması gerekir çünkü ancak o zaman
insan korkusuz olabilir; çünkü ikisi de yanlış. Bir yanlış çok derinde kök
saldığı için, diğeri tarafından dengelenmesi gerekir.
O yüzden bir ay boyunca gerçek bir savaşçı ol, her konuda. Ve kendini çok
iyi hissedeceksin, hem de çok iyi, değil mi? Çünkü insan ne zaman kaçarsa,
kendini çok kötü, hatta ikinci sınıf insan gibi hisseder. Bu, korkakça bir
numara; kendi kabuğuna çekilmek. Cesur olmak mı? Hım? Sonra ikisini de
bırakacağız çünkü cesur olmak aslında derinliklerinde korkak olmaktır.
Cesaret ve korkaklığın ikisi de yok olduğu zaman insan korkusuz olabilir.
Bunu dene!
GÜVEN İÇİN MEDİTASYON
Eğer güvenmekte zorlanıyorsan, o zaman geri gitmen gerekiyor. Anılarının
derinliklerine ulaşman gerekiyor. Geçmişinin derinliklerine girmen
gerekiyor. Zihnini geçmişin etkilerinden temizlemen gerekiyor. Geçmişinden
gelen dağ gibi bir çöp yığını olmalı; onu boşalt.
Bu işin anahtarı şudur: Bu dönüşü bir hatırlama olarak değil, yeniden
yaşamak olarak gör. Bunu bir meditasyona çevir. Her gün, akşamları sadece
bir saatliğine geri git. Çocukluğunda olan her şeyi anımsamaya çalış. Ne
kadar derine inersen o kadar iyi olur; çünkü yaşanmış birçok şeyi saklarız
ve bunların bilinç seviyesine ulaşmasına izin vermeyiz. Onların açığa
çıkmasına izin ver. Her gün yaptığın zaman giderek daha derine indiğini
hissedeceksin. En başta dört ya da beş yaşında olduğun bir dönemi
hatırlayacaksın ve bunun ötesine geçmen mümkün olmayacak. Birden karşına bir
Çin Seddi çıkacak. Ama git... Zamanla, daha derine inebildiğini göreceksin:
Üç yaş, iki yaş. Doğdukları ana kadar inebilen insanlar olmuştur.
Rahimdeyken yaşadıklarına ulaşan insanlar vardır. Bunun da ötesine ulaşmış,
ölmüş oldukları bir önceki hayatlarına ulaşmış insanlar var.
Ama eğer doğduğun ana ulaşabilir ve o anı tekrar yaşayabilirsen, çok derin
bir acı hissedeceksin. Sanki yeniden doğduğunu hissedeceksin. İlk nefesinde
çığlık atan bir bebek gibi bağırabilirsin. Rahimden ilk çıktığı an nefes
alamayan bebek gibi nefesin kesilecek... Bebek ilk birkaç saniye boyunca
nefes alamaz; sanki boğuluyordur. Sonra çığlık atar, nefes gelir, soluk
borusu açılır ve akciğerleri işlemeye başlar. O noktaya kadar ulaşman
gerekebilir. Oradan geri dön. Her akşam tekrar git ve geri dön. En az üç
ayla dokuz ay arasında sürecektir ve her gün üzerinden bir parça yük
kalktığını hissedeceksin. Bu yük kalkarken bir taraftan da içindeki
güvencesizlik kaybolacaktır. Bir kere geçmiş temizlendikten sonra, tüm
yaşananları gördüğün zaman, onlardan kurtulursun. İşin anahtarı bu: Eğer
hafızanda olan bir şeyin farkına varırsan, onun yükünden kurtulmuş olursun.
Farkındalık özgürleştirir, bilinçsizlik kölelik yaratır. Güven ancak
özgürlükle mümkün olabilir.
KORKUYU SEVGİYE DÖNÜŞTÜRME MEDİTASYONU
Koltuğunda ya da kendini rahat hissettiğin bir pozisyonda oturabilirsin.
Sonra ellerini kucağının üstünde, sağ elin sol elinin altında olacak şekilde
kavuştur. Bu pozisyon önemli çünkü sağ el sol beyine bağlıdır ve korku her
zaman sol beyinden gelir. Sol el sağ beyine bağlıdır ve cesaret sağ beyinden
gelir.
Sol beyin, muhakemenin oluştuğu yerdir ve muhakeme her zaman korkar. O
yüzden hem cesur, hem de entelektüel bir insan bulamazsın. Ne zaman cesur
biriyle karşılaşsan onun entelektüel olmadığını göreceksin. Mantıksız
davranacaktır, bu kaçınılmazdır. Sağ beyin sezgiseldir; o yüzden bu sadece
sembolik bir pozisyondur. Sadece sembolik de değil, enerjiyi belirli bir
konuma, belirli bir ilişkiye sokar.
O yüzden sağ el sol elin altında olur ve iki başparmak kavuşturulur. Sonra
gevşe, gözlerini kapat ve alt çenenin biraz gevşek olmasına izin ver - ama
zorlama - sadece gevşet ki ağızdan nefes almaya başlayabilesin. Burundan
nefes alma, ağızdan nefes almaya başla; bu çok rahatlatıcıdır. Burundan
nefes almadığın zaman zihin artık eski kalıp içinde işlemeyi bırakır. Bu,
yeni bir şey olacak ve yeni bir nefes alma sistemi içinde yeni bir
alışkanlık daha rahat oluşturulur.
Ayrıca burundan nefes almadığın zaman, beynin uyarılmamış olur. Hava artık
beyne gitmez, doğrudan göğse gider. Aksi halde sürekli bir uyarı ve masaj
devam eder. O yüzden burun deliklerimizden nefes aldığımız zaman, hava
çektiğimiz burun deliği sürekli değişir. Bir burun deliğinden nefes almak,
beynin bir tarafına masaj yapar, diğer burun deliği ise beynin diğer
tarafına. Her kırk dakikada bir değişirler.
Neyse, bu pozisyonda otur ve ağzından nefes al. Burun ikildir, ağız ise
tekildir. Ağızdan nefes aldığın zaman herhangi bir değişiklik yaşanmaz: Eğer
bir saat boyunca oturursan, aynı şekilde nefes alıyor olacaksın. Hiçbir
değişiklik olmayacak; aynı halde kalacaksın. Burundan nefes alırken tek bir
halde kalamazsın. Durumun otomatik olarak değişir; senin bilgin olmadan
değişir.
O yüzden bu durum çok çok dingin, ikil olmayan yeni bir gevşeme hali
yaratacak ve enerjilerin yeni bir şekilde akmaya başlayacak. En az kırk
dakika boyunca hiçbir şey yapmadan sessizce otur. Eğer bir saat
yapabiliyorsan çok iyi olur. O yüzden, mümkünse kırk dakikayla başla ve
zamanla bir saate çık. Bunu her gün yap.
Ve bu arada hiçbir fırsatı kaçırma, ne zaman karşına bir fırsat çıksa
üzerine atla. Her zaman yaşamayı seç. Her zaman bir şeyler yapmayı seç; asla
geri çekilme, asla kaçma. Bir şeyler yapma, bir şeyler yaratma fırsatı
karşına çıktığı zaman bunun keyfini çıkar.
VE SON SORU: TANRI KORKUSU
Bizi kollayan şahsi bir Tanrı fikri, bir varsayım olarak bile, faydalı olmaz
mı? Çünkü Tanrı fikrini bırakma düşüncesi beni çok korkutuyor.
Neden Tanrı fikrini bırakmaktan korkuyorsun? Anlaşılan Tanrı fikri bir
şekilde senin korkmanı önlüyor. O yüzden onu bıraktığın an içinde bir korku
hissediyorsun. Bu bir çeşit psikolojik korunma, hepsi bu.
Bir bebeğin korkması kaçınılmazdır. Annesinin rahminde korkmuyordu.
Annesinin rahminde olan bir bebeğin bir sinagoga ya da kiliseye gitmeyi
düşündüğünü veya İncil, Kuran ya da Gita okumayı düşündüğünü duymadım; hatta
Tanrı var mı yok mu diye de düşünmez. Ana karnında olan bir bebeğin bir
şekilde Tanrı'yla, şeytanla, cennetle ya da cehennemle ilgileneceğini
sanmıyorum. Ne gerek var ki? O zaten cennette. Hiçbir şey daha iyi olamaz.
Sıcak ve rahat bir yuvada tamamen korunuyor. Kendini besleyen kimyasallar
içinde yüzüyor. Buna çok şaşıracaksın; o dokuz ay boyunca bebek, oransal
olarak doksan yılda büyüyeceğinden daha fazla büyür. Dokuz ay içinde o kadar
uzun bir yol alır ki, neredeyse bir hiç olarak başlayıp, bir varlığa
dönüşür. Dokuz ay içinde milyonlarca yıllık evrim sürecinden geçer, ilk
varlıktan günümüze gelir. Bütün aşamaları geçer.
Ve hayatı tam güvence içindedir: Ne çalışma gereği vardır, ne aç kalma
korkusu, ne de acıkma; her şey annenin vücudu tarafından yapılır. Annenin
rahminde, bu güven içinde, dokuz ay boyunca yaşamanın yarattığı sorun din
dediğiniz şeylerin ortaya çıkmasına neden olur.
Çocuk annenin rahminden çıkarken, yaşadığı ilk duygu korkudur.
Çok bariz. Evini kaybetti, güvenliğini kaybetti. Sıcaklığı, çevresi, dünyası
olarak bildiği her şey tamamen kayboldu ve birden hiç tanımadığı yabancı bir
dünyaya atıldı. Artık kendi başına nefes almak zorunda.
Bebeğin artık kendi başına nefes almak zorunda olduğunu fark etmesi birkaç
saniye sürer; annenin nefes alıyor olması artık işe yaramayacak. Doktor,
bebeğin bu olayı kavramasına yardımcı olmak için onu bacaklarından ters
tutup kıçına sert bir şaplak atar. Ne başlangıç ama! Ne güzel bir ağırlama!
Sırf bu şaplak yüzünden bebek nefes almaya başlar. Korktuğun zamanlar nefes
alıp verişinin değiştiğini hiç gözlemledin mi? Eğer daha önce fark
etmediysen, şimdi gözlemleyebilirsin. Ne zaman korkarsan nefes alıp vermen o
an değişir. Gevşediğin zaman, kendini yuvanda hissettiğin, hiçbir şeyden
korkmadığın zaman, nefesinin derin bir uyuma dönüştüğünü, derin bir ahenge
büründüğünü ve giderek sessizleştiğini göreceksin. Derin meditasyon
sırasında bazen nefesinin durmuş gibi olduğunu hissedeceksin. Durmaz ama
neredeyse durur gibi olur.
Bebek, doğumunun ilk anlarında her şeyden korkacaktır. Dokuz ay boyunca
karanlıkta kalmıştır ve modern bir hastanede doğduğu zaman, her tarafında
parlak ışıklar olacak. Daha önce hiç ışık görmemiş olan, mum ışığı bile
görmemiş olan gözleri, retinası için bu dayanılmaz bir şeydir. Bu ışık
gözlerinde bir şok yaratır.
Ve doktor birkaç saniye bile beklemiyor, son güvencesi olan ve kendini hâlâ
annesine bağlayan göbek bağını hemen kesiyor. Ne kadar da minik bir varlık.
Ve bir şeyi çok iyi biliyoruz, hiçbir yavru insan yavrusundan daha çaresiz
değildir. Tüm varoluşta en aciz olan insan yavrusudur.
O yüzden atlar Tanrı hipotezi yaratmamıştır. Filler Tanrı fikri üzerinde
düşünmemiştir; buna gerek yok ki! Yavru fil doğar doğmaz yürüyüp dünyayı
keşfetmeye başlar. İnsan yavrusu kadar aciz değildir. Aslında insan
yavrusunun acizliğinin neden olduklarına şaşırırsın: Ailen, toplumun,
kültürün, dinin, felsefen; her şey insan bebeğinin acizliğine bağlıdır.
Hayvanlarda aile mevhumu yoktur çünkü yavrunun bir aileye ihtiyacı yoktur.
İnsanın belirli bir düzene karar vermesi gerekiyor. Çocuğa bakmak için anne
ve babanın birlikte yaşaması gerekiyor. O, onların aşk ilişkisinin
sonucudur; onlar yapmıştır. Eğer yeni doğmuş bir bebek yalnız bırakılırsa,
birçok hayvanın kaldığı gibi, onun yaşayabileceğini hayal bile edemezsin. Bu
imkansızdır! Nereden yemek bulacak? Kime soracak? Ne isteyecek?
Yoksa çok mu erken doğuyor? Bazı biyologlar bebeklerin prematüre doğduğunu
düşünüyor - dokuz ay yeterli olmuyor - ve o yüzden bu kadar aciz. Ama insan
bedeninin yapısı, bir bebeğin dokuz aydan fazla taşınmasına uygun değil.
Aksi halde anne ölür ve onun ölümü bebeğin de ölümü anlamına gelir.
Yapılan hesaplamalara göre eğer bebek annesinin karnında en az üç yıl
yaşayabilse, o zaman belki de bir babaya, anneye, aileye ihtiyaç duymayacak.
O zaman toplum, kültür, Tanrı ve rahiplere ihtiyaç olmayacak. Ancak bebek
annesinin karnında üç yıl yaşayamaz. Bu garip biyolojik durum insanoğlunun
bütün davranışlarında, düşünce yapısında, aile ve toplum yapısında
belirleyici olmuştur; bu da korkuya neden olmuştur.
Bebeğin yaşadığı ilk deneyim korkudur. İnsanın yaşadığı son deneyim de
korkudur.
Doğum da bir çeşit ölüm sayılır; olaya bebeğin açısından bakmayı unutmamak
gerekir. Her şeyiyle tatmin olmuş bir şekilde yaşadığı belirli bir dünyası
vardı. Hiçbir ihtiyacı yoktu, daha fazlası için bir açgözlülüğü yoktu.
Varlığıyla keyif alıyor, büyümekten keyif alıyordu; ve birden dışarı
atılıyor!
Bebek için bu deneyim bir ölüm deneyimi. Tüm dünyası, güvenliği ve sıcak
yuvası ölüyor. Bilim adamları henüz rahim kadar sıcak bir yuva
yaratamadığımızı ifade ediyor. Çabalıyoruz; hepimizin evleri bu sıcak yuvayı
yaratma çabasıdır.
Bize o hissi vermesi için su yatakları alıyoruz. Küvetlerimiz var; bir
küvette uzandığın zaman bir bebeğin yaşadığı hisse yaklaşabiliyorsun. Gerçek
bir keyif yapmayı bilenler bu küvetin içine banyo tuzları da ekleyecektir
çünkü annenin rahmindeki su çok tuzludur... Deniz suyunda bulunan tuz
oranıyla aynıdır. Peki ama bir küvette ne kadar uzanabilirsin? Kaybetmiş
olduğun rahmi tekrar bulma arayışından başka bir şey olmayan izolasyon
tankları vardır.
Sigmund Freud aydınlanmış bir adam değil, hatta biraz kaçık biri ama bazen
salaklar da güzel şarkı söyler, bazen kayda değer fikirler oluştururlar.
Örneğin, bir erkeğin kadınla sevişme fikrinin tekrar rahme girme çabasından
başka bir şey olmadığını düşünüyor. Bunu incelemek gerekir. Bu adam bir
deli, fikri çok uçuk görünüyor; ama Sigmund Freud gibi bir adam, deli olsa
bile çok dikkatle dinlenmeli.
Bu görüşünde bir gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum: rahme ulaşma arayışı,
çıkmış olduğu yere dönme arayışı. Rahme ulaşamaz, bu doğru. O yüzden birçok
şey yaratmıştır; mağaralar, evler, uçaklar yapmaya başlamıştır. Uçağın içine
hiç dikkat ettin mi?... Bir gün insanların tuzlu sulu küvetlerde yolculuk
yaptığı bir uçak görürsen hiç şaşırma. Uçak sana benzer bir duyguyu
yaşatabilir ama yine de tatmin edici olmaz.
Bebek başka bir ortam tanımamıştır. Biz de uçakları bu kadar rahat yapmaya
çalışırız: Düğmeye basınca hemen hostes gelir. Mümkün olduğunca rahat
yapmaya çalışırız ama rahimdeki rahatlığa ulaşamayız. Orada düğmeye bile
basmana gerek kalmıyordu. Daha acıkmadan karnın doyuruluyordu. Daha havaya
ihtiyaç duymadan sana ulaşıyordu. Senin hiçbir şey yapmana gerek yoktu.
O yüzden annesinin rahminden çıkan bebek o anda bir şey düşünüyorsa,
öldüğünü düşünüyor olmalı. Doğduğunu hissedemez, bu mümkün değil. Bu bizim
görüşümüz - dışarıda olanların görüşü - biz bunun doğum olduğunu söyleriz.
İkinci korkuya gelince... yine bir gün, bir hayat boyu çabaladıktan sonra
bir şeyler yapmayı başarmıştır; küçük bir ev, bir aile, küçük bir dost
çevresi, biraz sıcaklık, bu dünyada gevşeyip kendisi olabileceği, kabul
edildiği küçük bir köşe. Çok zor; bir hayat boyu çabaladı ve birden, bir
gün, kendini buradan atılırken buluyor.
Doktor yine gelmiştir; şu, kıçına şaplak atan adam! Ama o zaman nefesini
başlatmak içindi; bu seferse, bildiğimiz kadarıyla... Bu sefer biz onun
yanındayız, diğer tarafı bilmiyoruz. Diğer taraf hayal gücüne kalmıştır -o
yüzden cennet ve cehennem- hayal gücü her türlü sınırı aşmıştır.
Biz bu taraftayız ve adam ölüyor. Bize göre ölüyor; belki de yeniden
doğuyordur. Ama bunu ancak o bilebilir; geri dönüp bize anlatamaz. "Endişe
etmeyin; ben ölmüyorum, hâlâ yaşıyorum" diyemez. Nasıl en başta annesinin
rahmine tekrar dönüp oradakilere son bir kez veda edemezse, şimdi de geri
dönüp, gözlerini açtıktan sonra "Endişe etmeyin. Ben ölmüyorum, yeniden
doğuyorum" deyip herkese veda edemez.
Hinduların yeniden doğmak fikri, normal doğumun bir projeksiyonundan
ibarettir. Rahim için - eğer rahim düşünüyor olsaydı - bebek ölmüştür. Bebek
açısından bakınca - eğer düşünüyorsa - o ölüyordur. Ama doğuyor; o olay bir
ölüm değil, doğumdu. Hindular aynı fikri ölüme uygulamıştır. Bu taraftan
ölüyor gibi görünüyor ama diğer taraftan... Ama bu diğer bizim hayal
gücümüze bağlı: istediğimiz gibi yapabiliriz.
Her din diğer tarafı farklı bir şekilde düşünür çünkü her toplum, her kültür
farklı bir coğrafyaya ve tarihe sahiptir. Örneğin: Bir Tibetli diğer tarafı
serin olarak düşünemez; serin bile korku vericidir, soğuk ise imkansız.
Tibetli, ölen insanın ısındığını ve yeni dünyasında hep sıcak kalacağını
düşünür.
Bir Hintli orasının her zaman sıcak olacağını düşünemez. Hindistan'da dört
aylık sıcak mevsim bile çok fazladır; ve bir de sonsuza kadar sıcakta kalmak
mı? İnsan pişer! Klima gibi bir fikre sahip değillerdi ama Hinduların cennet
tarifi sanki klimalı bir ortamı tarif eder: Hava her zaman serin - ne sıcak
ne de soğuk - ama serin. Her zaman bahar ayı, Hindistan baharı; bütün
çiçekler açmış, rüzgarda çiçek kokuları var, kuşlar ötüyor, her şey canlı;
ama sıcak değil, serin hava. Bunu tekrar tekrar hatırlatıyorlar, sürekli
serin hava dolaşıyor.
Bu fikri ortaya koyan senin zihnindir; aksi halde Tibetli, Hintli ya da bir
Müslüman için farklı olamaz. Bir Müslüman diğer dünyanın bir çöl gibi
olacağını düşünemez... Arap çöllerinde o kadar çok sıkıntı çekmiştir ki!
Diğer dünya bir vahadır; uçsuz bucaksız bir vaha. Yüz elli kilometre yol
aldıktan sonra azıcık bir suyu ve birkaç ağacı olan küçük bir vaha değil,
hayır; uçsuz bucaksız bir vaha, hiçbir yerde çöl yok.
Biz projeksiyon yaparız ama ölmekte olan insan için, bu olay bir zamanlar
yaşadığı deneyimin aynısıdır. Ölüm anında, eğer ölen kişi bilincini
kaybetmemişse, komaya girmemişse, hayatının bir film şeridi gibi gözünün
önünden geçtiği iyi bilinen bir gerçektir. Hayattaki ilk ana, doğduğu ana
kadar geri gider. Bu dünyadan ayrılırken bütün olup biteni son bir kez
anımsaması önemli görünüyor. Birkaç saniye içinde, tıpkı bir filmde olduğu
gibi bütün takvimi yaşıyorsun.
Bu takvim hızlı işliyor çünkü iki saatlik bir film belki de birçok yılı
kapsamak zorunda: Eğer takvim normal hızında işlese iki yıl boyunca sinema
salonunda kalman gerekir; kim böyle bir şeyi yapabilir ki? Hayır, takvim
hızlı akıyor ve günler hızla değişiyor. Ölüm anında daha da hızlı gidiyor.
Tek bir an içinde bütün hayatın akıyor ve ilk anda duruyor. Aynı süreci
tekrar yaşıyorsun; hayat tam bir döngüyü tamamlamıştır.
Bunu neden hatırlamanı istedim? Çünkü Tanrın senin ilk günkü korkundan başka
bir şey değildir ve bu da giderek büyüyerek son anına kadar devam eder. O
yüzden bir kişi gençliğinde ateist olabilir, durumu buna uygundur, ama
yaşlandıkça ateist olmak giderek zorlaşır. Eğer tam ölmek üzereyken, bir
ayağı mezardayken ona "Hâlâ ateist misin?" diye sorarsan, "Bu konuda
şüphelerim var" diyecektir; korku yüzünden, ne olacak? Bütün dünyası yok
olmaktadır.
Büyükbabam dindar bir adam değildi, hem de hiç. O daha çok Yunanlı Zorba
gibiydi: Ye, iç ve mutlu ol; başka bir dünya yoktur, onların hepsi
saçmalıktır. Babam çok dindar bir adamdı; belki de büyükbabam yüzünden:
tepki, kuşak çatışması. Ama bizim ailede durum tersti: Büyükbabam ateistti
ve belki de onun ateistliği yüzünden babam dindar bir adam oldu. Ne zaman
babam tapınağa gitse, büyükbabam güler ve "Yine mi? Devam et, hayatını o
aptal heykeller önünde harca gitsin!" derdi.
Zorba'yı sevmemin bir çok nedeni var; bunlardan biri Zorba'da büyükbabamı
tekrar bulmuş olmam. Büyükbabam yemeği o kadar severdi ki, o konuda kimseye
güvenmezdi; kendi hazırlardı. Hayatım boyunca binlerce Hint ailesine konuk
oldum ama büyükbabamın yemekleri kadar lezzetli bir şey tatmadım. O kadar
çok severdi ki, her hafta arkadaşlarına ziyafet hazırlardı; bütün gün yemek
pişirirdi.
Annem, teyzelerim, hizmetçiler ve aşçılar; herkes mutfaktan kovulurdu.
Büyükbabam yemek pişirirken hiç kimse onu rahatsız edemezdi. Ama bana karşı
çok dost canlısıydı; izlememe izin verir ve "Öğren, başka insanlara muhtaç
kalma. Damak zevkini ancak sen bilebilirsin. Başka kim bilebilir?" derdi.
"Bu beni aşar!" derdim. "Çok tembelim ama izleyebilirim. Bütün gün yemek
pişirmek mi? Ben yapamam!" O yüzden bir şey öğrenemedim ama onu izlemek bile
bir keyifti. Çalışması sanki bir heykeltıraş, müzisyen ya da ressam gibiydi.
Yemek pişirmek onun için sadece pişirmek değil, bir sanattı. Eğer herhangi
bir şey onun standardının biraz altında olursa, onu hemen çöpe atar ve yeni
baştan pişirirdi... Ben "Ama mükemmeldi!" derdim.
Hemen yanıtlardı: "Mükemmel olmadığını biliyorsun, sadece iyiydi. Ama ben
mükemmeliyetçiyim. Benim standardımda oluncaya kadar kimseye ikram edemem.
Ben yemeğimi çok severim."
Çeşitli içecekler yapardı; ve ne yaparsa yapsın, bütün aile ona karşıydı ve
onun bir baş belası olduğunu söylerlerdi. Mutfağa kimseyi sokmaz ve akşam
olunca kasabanın bütün ateistlerini toplardı. Sırf Jainaizme karşı gelmek
için güneşin batmasını beklerdi. Güneş batmadan yemek yemezdi çünkü Jainaizm
"Güneş batmadan yemek ye; güneş battıktan sonra yemek yasaktır" der. Güneşin
batıp batmadığını öğrenmek için beni sürekli dışarı yollardı.
Bütün aileyi sinirlendirirdi. Ama ona kızamazlardı... O, ailenin başıydı, en
yaşlı erkekti; ama bana kızarlardı: O daha kolaydı. "Neden ikide bir gelip
güneşin batıp batmadığına bakıyorsun? O ihtiyar seni de mahvediyor,
mahvoluyorsun!" derlerdi.
Yunanlı Zorba kitabıyla büyükbabam ölmek üzereyken karşılaştığım için çok
üzgündüm. Cenaze töreni sırasında tek düşündüğüm şey: "O kitabı çevirip ona
okusaydım çok mutlu olurdu" oldu. Ona birçok kitap okudum. O, okula
gitmemişti, sadece imzasını yazabiliyordu, hepsi bu. Okur yazar değildi...
ama bununla gurur duyardı.
"Babamın beni okula gitmemeye zorlaması çok iyi oldu, aksı halde beni berbat
ederdi. Bu kitaplar insanları mahvediyor!" der ve devam ederdi: "Unutma,
baban kayboldu, amcanlar kayboldu; hepsi sürekli dini kitaplar, yazıtlar
okuyor ve hepsi saçma sapan şeyler. Onlar okurken, ben yaşıyorum; yaşayarak
bilmek çok iyidir."
"Seni üniversiteye yollayacaklar; bana kulak asmayacaklar. Ben sana pek
yardımcı olamam, çünkü baban ve annen bu konuda ısrarcı ve seni mutlaka
üniversiteye gönderecekler. Dikkatli ol, kitaplar içinde kaybolma." derdi.
Küçük şeylerden hoşlanırdı. Ona sordum: "Herkes Tanrı'ya inanıyor, sen neden
inanmıyorsun, Baba?" Ona Baba derdim; bu sözcük Hindistan'da büyükbaba
anlamına gelir. "Çünkü ben korkmuyorum!" dedi.
Çok basit bir cevap: "Neden korkayım ki? Korkmak için bir neden yok; ben
yanlış bir şey yapmadım, kimseye zarar vermedim. Ben sadece hayatımı keyifle
yaşadım. Eğer bir Tanrı varsa ve onunla karşılaşırsam bana kızamaz. Asıl ben
ona kızarım: 'Neden bu dünyayı yarattın, neden böyle bir dünya yarattın?'
derim. Ben korkmuyorum."
Ölüm döşeğindeyken ona tekrar sordum çünkü doktorlar artık birkaç dakikalık
ömrü kaldığını söylüyordu. Nabzı zayıflıyor, kalbi yavaşlıyordu ama bilinci
yerindeydi. Ona sordum: "Baba, bir sorum var..."
Gözlerini açıp konuştu: "Ne soracağını biliyorum: Neden, Tanrı’ya
inanmıyorsun diye soracaksın. Ölmek üzereyken bana bu soruyu soracağını
biliyordum. Sence ölüm beni korkutuyor mu? O kadar güzel ve dolu dolu
yaşadım ki, öleceğim için hiçbir üzüntü hissetmiyorum. Yarın ne yapacağım
ki? Her şeyi yaptım, yapılacak bir şey kalmadı. Eğer nabzım yavaşlıyorsa,
kalbim yavaşlıyorsa, bence her şey çok iyi olacak çünkü kendimi çok huzurlu,
sakin ve dingin hissediyorum. Ölüp ölmeyeceğimi şu anda söyleyemem ama bir
şeyi sakın unutma: korkmuyorum."
Bana, "Tanrı fikrini bırakmayı düşündüğüm an, korku yükseliyor" diyorsun. Bu
sadece Tanrı isimli kayanın ağırlığıyla korkunu bastırdığını gösteriyor; bu
kayayı kaldırdığın an korku serbest kalıyor."
Eğer korku yükseliyorsa, onunla yüzleşmek zorundasın: Tanrı fikriyle onun
üstünü örtmen bir işine yaramayacak. Bir daha inanç sahibi olamazsın, o yok
oldu. Tanrı'ya inanamazsın çünkü şüphe bir gerçektir ve inanç hayal
ürünüdür. Hiçbir hayal bir gerçek önünde duramaz. Şimdi, Tanrı senin için
bir hipotez olarak kalacak; duaların bir işe yaramayacak. Onun bir hipotez
olduğunu biliyorsun, bir hipotez olduğunu unutamazsın.
Bir gerçek duyduğun zaman onu unutmak imkansızdır. Gerçeğin niteliklerinden
biri budur: onu hatırlamaya ihtiyacın olmaz. Bir yalanın sürekli
hatırlanması gerekir; yoksa unutabilirsin. Yalanı alışkanlık hale getirmiş
birinin doğru söylemeyi alışkanlık hale getirmiş birinden daha fazla
hafızaya ihtiyacı vardır. Çünkü doğru söyleyen birinin söylediklerini
hatırlamaya ihtiyacı yoktur. Eğer sadece doğruyu söylüyorsan hiçbir şey
hatırlamana gerek kalmaz. Ama eğer yalan söylüyorsan o zaman sürekli
hatırlaman gerekir çünkü birine bir yalan söylemişsindir, bir başkasına bir
başka yalan, bir başkasına da başka bir yalan. Kime ne söylediğini sürekli
zihninde kategorize edip saklamak zorundasın. Ne zaman bir yalan hakkında
bir soru sorulsa tekrar yalan söylemen gerekir, o yüzden sürekli çoğalır.
Yalan, doğum kontrolüne inanmaz!
Gerçek bir bakire gibidir, hiç çocuğu yoktur; hatta evlenmemiştir.
Tanrı'nın sadece rahiplerin, politikacıların, gücü elinde bulunduran
elitlerin, pedagogların, seni psikolojik köle olarak tutmak isteyen
herkesin, köle olarak kalmanda çıkarı olan herkesin yaratmış olduğu bir
varsayım olduğunu anladığın zaman... Onlar senin korkak kalmanı istiyor,
sürekli korkacaksın, için titreyecek; çünkü eğer korkmazsan, o zaman
tehlikeli olursun.
Sen ya korkak, teslim olmaya hazır, gurursuz, kendi varlığına saygısı
olmayan biri olacaksın; ya da korkusuz olabilirsin. Ama o zaman bir asi
olacaksın, bundan kaçamazsın. Ya inançlı bir insan, ya da asi bir ruh
olacaksın. O yüzden senin asi olmanı istemeyenler -çünkü senin asi ruhlu
olman onların çıkarlarına aykırı - sürekli seni zorluyor, zihnini
Hıristiyanlıkla, Musevilikle, Müslümanlıkla, Hinduizmle şartlandırıyorlar ve
içinin sürekli tir tir titremesini sağlıyorlar. Onların gücü bu, o yüzden
iktidar sahibi olmakla ilgilenen herkes, bütün hayatı hükmetmekten başka bir
şey olmayan herkes bu Tanrı hipotezinden faydalanmak ister.
Eğer Tanrı'dan korkuyorsan - ve eğer Tanrı'ya inanıyorsan korkmak zorundasın
- onun emirlerine, kutsal kitaplarına ve mesihlerine uymak zorundasın. Onun
ve aracılarının söylediklerini yapmalısın.
Aslında o yok, sadece aracıları var. Bu çok garip bir iş. Din en garip
işlerden biridir. Ortada patron yok ama bir sürü aracı var: rahipler,
piskoposlar, kardinaller, papa, mesih, bütün hiyerarşi var; ama en tepede
kimse yok.
Ama İsa gücünü ve yetkisini Tanrı'dan alıyor: Onun kutsal oğlu. Papa
yetkisini İsa'ya dayandırıyor: Onun şaşmaz ve tek temsilcisi. Bu şekilde
devam ederek, en alt seviyedeki rahibe kadar ulaşıyorlar... Ama bir Tanrı
yok; o, sadece senin korkun. Sen tek başına yaşayamadığın için Tanrı'nın
icat edilmesini istedin. Hayatı yaşama, onun güzellikleriyle, keyifleriyle,
sıkıntılarıyla ve sancılarıyla yüzleşme gücün yoktu. Seni koruyan biri
olmadan, üzerinde bir korunma şemsiyesi olmadan onları tek başına yaşamaya
hazır değildin. Sen korktuğun için bir Tanrı istedin. Ve her yerde
kalpazanlar vardır. Sen istediğin zaman her şeyi hemen yaparlar.
Senin korkmamanı sağlayan bu Tanrı fikrini bırakmalısın. Korkuyu yaşaman ve
insanoğlunun bir gerçeği olarak kabullenmen gerekir. Ondan kaçmaya gerek
yok. Asıl gerekli olan onun derinine girmen. Ve korkunun ne kadar derinine
inersen aslında olmadığını o kadar net görürsün.
Korkunun tabanına ulaştığın zaman ise sadece güleceksin, korkacak bir şey
yoktur.
Ve korku kaybolduğu zaman geride masumiyet kalır. Ve o masumiyet summum
bonum, yani dindar adamın gerçek özüdür.
O masumiyet güçtür.
O masumiyet varolan tek mucizedir.
Bu masumiyetten her şey olabilir ama bir Hıristiyan olmaz, bir Müslüman
olmaz. Masumiyetten sadece sıradan bir insan olarak çıkacaksın,
sıradanlığını her şeyinle kabullenen, keyifle yaşayan ve tüm varoluşa
şükreden biri olacaksın; ama Tanrı'ya değil, çünkü o sana başkaları
tarafından verilmiş bir fikirdir.
Ama varoluş bir fikir değildir. O senin her tarafında, içinde ve dışında.
Tam masumiyete ulaştığın zaman derin bir şükran - buna dua demeyeceğim çünkü
duada sen bir şey istiyorsun; o yüzden derin bir şükran diyorum - derin
minnet duygusu yükselir. Sen bir şey istemiyor, sana zaten verilmiş olan bir
şey için şükranlarını sunuyorsun.
Sana çok şey verilmiştir. Buna layık mısın? Bunu hak ediyor musun? Varoluş
senin üzerinden o kadar çok şey dökmeye devam ediyor ki, daha fazlasını
istemek çok çirkin bir şey. Şu ana kadar aldıklarına minnet duyman gerekir.
İşin en güzel kısmı, ne kadar minnet duyarsan, varoluş seni o kadar
ödüllendiriyor. Bu bir döngüye dönüşüyor: Daha çok aldıkça daha çok minnet
duyuyorsun; daha çok minnet duydukça, daha fazla alıyorsun... Bunun sonu
yok; bu, sonsuz bir süreçtir.
Ama unutma: Tanrı hipotezi gitmiştir. Ona hipotez dediğin zaman Tanrı fikri
çoktan bırakılmış demektir. Korksan da, korkmasan da artık geri dönüş
yoktur; o olay aşılmıştır.
Şimdi gidecek tek yol, korkuna doğru yol almaktır.
Sessizce ona gir ki, derinliğini bulabilesin.
Ve bazen, çok da derin olmadığını görürsün.
Bir hikâye:
Geceleyin yürümekte olan bir adamın ayağı kaymış ve kayadan düşmüş. Orada
çok derin bir uçurum olduğunu bilen adam yüzlerce metre düşmekten korktuğu
için, kayanın üzerinde olan bir dala tutunmuş. Gecenin karanlığında dipsiz
uçurumdan başka hiçbir şey göremiyormuş. Bağırmış, sadece kendi sesi
yankılanmış; onu duyacak kimse yokmuş.
Adamın bütün bir gece boyunca nasıl bir işkence yaşadığını tahmin
edebilirsin. Her an ölümün soluğunu hissetmiş, elleri soğuyormuş, gücünü
kaybediyormuş... gün ağarırken aşağıya bakıp gülmüş: uçurum falan yokmuş!
Sadece on beş santim aşağıda bir kaya varmış. Bütün gece orada uyuyabilir,
rahatça dinlenebilirmiş - kaya o kadar büyükmüş - ama bütün gecesi bir
kabusa dönüşmüş.
Kendi deneyimimden yola çıkarak konuşuyorum: Korku on beş santimden daha
derin değil. O dala tutunup hayatını bir kabusa çevirme ya da dalı bırakıp
ayaklarının üzerinde durma arasındaki tercih tamamen sana kalmış.
Korkacak bir şey yok!